Diplomasi Tarihi Dersi 4. Ünite Özet

Osmanlı Diplomasisi

19. Yüzyıla Kadar Osmanlı Diplomasisi

Ortaçağ’ın sona ermesinden itibaren Avrupa’da yaygın biçimde benimsenen diplomasi ve devletler hukuku ilkeleri Osmanlı Devleti tarafından uzun dönemler uygulanmamıştır. Bu tutumun nedenleri üzerinde çeşitli fikirler ileri sürülmüştür. Bunlardan biri, Osmanlı Devleti’nin kendine güveninin dorukta olduğu yükseliş döneminde kendine yeterlilik ilkesini benimsemiş olduğu, bu nedenle başka ülkelerle ilişkileri önemsemediğidir. Diğer bir görüşe göre, İslâm dininin temelleri üzerine oturtulan Osmanlı Devleti’nin, daha önce değindiğimiz Dar’ül İslâm, Dar’ül Harb ayrımı dolayısıyla diğer dinleri kabul etmiş toplumlarla barışçı yollarla ve eşit şartlarda ilişki kurması söz konusu olamazdı.

Her hâlükârda karşılıklılığa dayanan Avrupa sistemine geçinceye kadarki beş yüz yıla yakın bir sürede Osmanlı Devleti’nin yabancı ülkelerle siyasi, hukuki ve ekonomik ilişkilerde İslami bir kavram olan ‘aman (veya eman)’ sistemi temel ilkeyi oluşturmuştur. Arapçada güven ve güvenlik demek olan bu kelime İslam ülkesine girmek isteyen bir kişi veya orduya müsaade, güvence vermek anlamını taşımaktadır. Bu sistem genellikle yabancı ülke vatandaşı gayrimüslimlere uygulanmakla beraber özellikle farklı mezheplerden olan- ülkeler arasında da geçerliydi. Osmanlı Devleti’nde ‘aman’ın kullanıldığı diğer bir alan ise Avrupa Devletlerinin Osmanlı İmparatorluğu’ndaki elçi ve konsoloslukları ile tüccarlarının statüleri ve faaliyetleridir.

İslami hukuk prensiplerine göre Osmanlıların yabancı ülkelerle yaptıkları her türlü anlaşma şeyhülislamın denetiminden geçerdi. Bu anlaşmalar ve genellikle Müslüman olmayan ülkelerle dış temaslar İslam hukuku dışında tutulurdu. “Aman” ilkesine göre yabancı devletlerle süresi on yılı geçmeyecek mütarekeler yapılabilirdi. Ancak, nihai amaç bütün dünyayı İslamiyet’in egemenliği altına almak olduğundan, kalıcı anlaşmalar söz konusu değildi. Lozan Antlaşması’na kadar Osmanlılar ile Avrupalıların birbirlerine karşı devletler hukukunun temel ilkeleri olan toprak bütünlüğüne saygı, eşitlik ve karşılıklılık ilkelerini tam olarak uyguladıkları söylenemez. Karşılıklılık kavramının söz konusu olmadığı bu dönemlerde, Avrupa devletlerinin İstanbul’da daimi elçi bulundurmaları Osmanlı Devleti’nin büyüklüğünün ve Osmanlı padişahlarına saygının bir işareti sayılır ve yabancı elçiler, ülkeleri adına talepte bulunmaya gelen misafirler olarak görülürdü. İlişkilerin bozulduğu hâllerde ‘aman’ ile gelmiş olan yabancı devlet elçisinin misafirlik statüsü iptal edilmekte hatta hapsedilmekteydi.

19. yüzyıl öncesinde, Osmanlı Devleti yabancı ülkelere elçilerini daima gerek gördüğü zaman ve belirli amaçlarla göndermiştir ve gönderilen sefir veya sefaret heyetleri geçici niteliktedir. 16. yüzyıldan itibaren elçiler, görevlerinin niteliğine ve gidecekleri devletin önemine göre büyükelçi veya ortaelçi şeklinde iki sınıfa ayrılırlardı. Elçi olarak yabancı ülkelere gönderilenler belirli sınıflardan seçilmezdi ve görevin gereğine göre çeşitli mesleklerden başarılı ve şöhret sahibi kişilere sefaret görevi verilmekteydi. Elçilerin çoğu kez yabancı dil bilenlerin veya en azından yabancı dilden az çok anlayanların arasından seçilmesine çaba gösterilirdi.

Elçilerin imparatorluğun haşmetini gösterecek şekilde giydirmeleri ve teçhiz etmeleri için devletçe büyük paralar sağlanırdı. Topkapı Sarayı hazine dairesinin bir bölümü “Elçi Hazinesi” diye adlandırılmıştı. Elçilerin görevleri ne olursa olsun gönderildikleri ülke hükümdarları ve ileri gelenlerine değerli armağanlar götürmeleri gelenek hâline gelmişti. Elçilerin aynı zamanda görevleri gereği gittikleri ülkenin hükümdarı ve başbakanına Osmanlı padişahı ve sadrazamı tarafından yazılmış “Name-i Hümayun” denilen mektuplar götürdükleri bilinmektedir. Bu mektuplar esas olarak dış ilişkileri güçlendirmek ve daha da çoğunlukla Osmanlı nüfuz ve gücünü hatırlatmak amacını gütmekteydi. Elçiler, daimi elçilikler kuruluncaya kadar görevlerine kalabalık bir maiyetle gitmekteydiler.

Osmanlı elçileri 18. yüzyılda başlarına kadar sarık takar, iç elbiseleri çeşitli renkte, üstlerine giydikleri kaftanlar ise çoğunlukla kırmızı ve mavi olurdu. Bazıları kürk giyer, kuşaklarında hazineden emanet olarak verilen mücevher kakmalı hançer taşırlardı.

Osmanlı Devleti’nin yabancı ülkelere gönderdiği elçilerin görevleri hakkında düzenlemiş oldukları raporlara Sefaretname adı verilirdi. Sefaretnameleri elçilerin görevlerinin niteliğine göre ikiye ayırmak mümkündür. Özel sefaretnameler, salt elçinin görevi ile sınırlı olan, bu görevin nasıl yerine getirildiğini ve sonucunu aktaran siyasi belgelerdir. Genel sefaretnameler ise elçilerin gezip gördükleri yerlerin sosyal hayatı, askerî durumu, kültürü, eğitim koşulları, sanayii ve genel gelişmişlik düzeyi hakkında öğrendiklerini içermektedir.

Osmanlı döneminin en tanınmış elçilerinden olan Yirmi Sekiz Çelebi Mehmet Efendi’nin şöhreti aslında söz konusu sefaretnamesinin ayrıntılı ve ilginç içeriğinden, ayrıca bu belgenin 1757’de basılmış olan bir Fransızca tercümesinin yapılmış olmasından da ileri gelmektedir.

19. Yüzyıl Başından Devletin Sonuna Kadar Osmanlı Diplomasisi

Osmanlı Devleti’nin 18. yüzyılın ikinci yarısından itibaren askerî gücünü yitirmesi sonucunda toprak kaybı başladığı zaman Osmanlı padişah ve yöneticileri, Avrupa’daki güç dengesinin izlenmesi ve müttefikler aranması için diplomasiye ağırlık verilmesi, bu arada daimi elçilik açılması gereğini anlamaya başlamışlardır. Osmanlı Padişahı III. Selim, yabancı ülkelere üçer yıl süre ile mukim elçiler gönderme kararını vermiştir. İlk elçilik için Fransa düşünülmekle beraber Fransız Devrimi’nin başlamasıyla bundan vazgeçilmiş ve ilk daimi büyükelçiliğin Londra’da kurulması uygun görülmüştür.

Bu şekilde, Osmanlı daimi elçiliklerinin maslahatgüzarlıklarla yönetilmesi 1821 yılına kadar sürmüştür. Bu tarihte Mora’da Yunan ayaklanmasının başlaması üzerine, Rum maslahatgüzarların Bâbıâli’ye yanlış bilgi gönderdikleri anlaşılınca elçiliklerin tümü kapatılmıştır. III. Selim’in Avrupa ülkelerinde daimi elçilikler kurma girişimi bu şekilde, II. Mahmud’un 1834’te yeniden aynı uygulamayı başlatana kadar yaklaşık kırk yıllık bir kesintiye uğramıştır. Böylece nisbi bir başarısızlıkla sonuçlanmasına rağmen, söz konusu girişim, özellikle imparatorluğun Batı’ya açılımı ve karşılıklılık ilkesinin kabulü açısından Türk diplomasi tarihinde önemli bir aşama teşkil eder.

Osmanlı Devleti’nin diplomasi alanında sonraki en önemli adımları II. Mahmud zamanında atılmıştır. Bu padişah dönemindeki bir gelişme, 1821’de Bâbıâli’de Reisülküttaplığa bağlı bir Tercüme Odası kurulmasıdır. Sonuçta dış ilişkilerde büyük eksikliği çekilen yabancı dil bilen Müslüman memur sayısı artmıştır. Bu arada konsolosluklar da büyük ölçüde çoğaltılmıştır. Bu gelişmelerle irtibatlı olarak II. Mahmud, III. Selim zamanında önemi artarak, dış ilişkiler konusunda uzmanlaşan Reisülküttaplığın yerine 11 Mart 1836’da bir Hatt-ı Hümayun ile Hariciye Bakanlığını kurmuştur. Bu kararla 1832 yılından beri Reisülküttaplık makamında bulunan Mehmet Akif Efendi Hariciye Bakanı unvanını alan ilk devlet adamı olmuştur. Hariciye Bakanlığının merkez örgütünde de bazı değişiklik ve ilaveler yapılmıştı. Her şeyden önce bakana yardımcı olmak üzere bir müsteşarlık kuruldu. Bu makam Osmanlı Devleti’nin sonuna kadar, hatta cumhuriyet döneminde-bir süre yerine genel sekreterlik geçmiş olsa da- bugüne kadar korunmuştur.

1839 Tanzimat Fermanı aynı zamanda Osmanlı İmparatorluğu’nun Avrupa devletleri arasında uygulanan diplomasi ve uluslararası hukuk kurallarına uyum sağlamak yolunda attığı bir adım olarak da yorumlanabilir. Bununla beraber, 19. yüzyıldaki bazı savaşlar, olaylar ve siyasi gelişmeler Avrupa devletlerini Osmanlı Devleti ile eşit şartlarda diplomatik müzakerelere girişmeye zorladı. Bu çerçevede, 1833 Hünkâr İskelesi Antlaşması, 1840 Londra Antlaşması ve 1841 Boğazlar Sözleşmesi söz konusu eşitlik ilkeleri uyarınca akdedilmiştir.

Kırım Savaşı sonrasında Osmanlı Devleti, İngiltere, Fransa, Avusturya, Sardunya, Rusya ve Prusya arasında 1856 yılında Paris’te toplanan konferansın sonucunda imzalanan antlaşma bu konuda bir dönüm noktası oluşturmuştur. Bu antlaşmayla Osmanlı İmparatorluğu’nun Avrupa Devletler Konseri’ne (Concert Européen) girdiği ve Avrupa devletleri arasında uygulanmakta olan devletler hukukunun bir parçası olduğu kabul ve ilan ediliyordu. Böylece, Osmanlı Devleti ilk defa uluslararası hukuk sistemini resmen üstlenmiş oluyordu.

II. Mahmud’un 1832’den itibaren Osmanlı mukim elçiliklerini yeniden açmaya başlamasından, Osmanlı İmparatorluğu’nun ortadan kalkmasına kadar devleti 135 adet büyükelçi, elçi ve daimi maslahatgüzar temsil etmiştir. Mahmut Esat Paşa’nın düzenli olarak üst kademelere yükselme ve iç ve dış görevlere düzenli aralıklarla atanma şeklinde cereyan eden kariyeri 1830- 1870 yılları arasındaki dönemde Osmanlı Hariciye Nezareti’nin kurumsal bir yapıya ve düzene kavuşturulmuş olduğunu göstermektedir.

Bununla birlikte Tanzimat’tan cumhuriyete kadar olan dönemde genel kural yine de elçilerin meslek dışından atanmasıydı. Söz konusu 135 misyon şefinden sadece 43’ü mesleğin tüm kademelerinden geçerek sefir olmaya hak kazananlardan oluşuyordu. Geri kalan 92’sinin 14’ü asker kökenli, diğerleri çeşitli mesleklerden gelmekteydi. 13 tanesi sadrazam olduktan sonra veya önce sefirlik yapmışlardır. Elçilerin otuzu gayrı-Müslim’dir. Bunlardan on ikisi Rum, dördü Ermeni, dördü Levanten, üçü Romen, üçü Osmanlı uyrukluğuna geçmiş Avrupalı, ikisi Hristiyan Arap ve biri Bulgar’dır. Elçiler çoğunlukla devlet hizmetinin çeşitli dallarına mensup ailelerden geliyorlardı. Bazıları küçük rütbeli memur ve subay çocuğu, birkaçı, babası bürokratik elite dâhil, yani paşa çocuğu idi. Ayrıca, üç nesil boyunca devlete elçi vermiş olan aileler, baba oğul sefirler de vardır.

Osmanlı Diplomasisinin Niteliklerine Genel Bir Bakış

Her şeyden önce III. Selim dönemine kadar Osmanlı diplomasisi bugünkü anlamında bir uluslararası ilişki veya dış politika aracı olarak nitelendirilemez. Osmanlı Devleti’nin güçlü olduğu ve isteklerini Avrupa devletlerine kuvvet yoluyla kabul ettirdiği sürece Avrupa diplomatik düzeni dışında kalmasından zarar görmüyordu. Ancak imparatorluk zayıflamaya başlayıp, çöküş sürecine girince, bu kez her zaman hasım olarak görülen Avrupalı güçlerle daha değişik bir ilişkiye girme ihtiyacı doğdu.

Sonuç olarak Osmanlı Devleti diplomasisi bugün diplomaside geçerli olan “eşitlerarası müzakere” ve “uzlaşı” kavramlarına yabancı bir dış ilişkiler süreci geçirmiştir. İmparatorluğun içine kapanıklığı, dışa açıldığında da savunma, boyun eğme durumunda oluşu, sadece o dönemlerin diplomasisi açısından tayin edici olmamış, ileride Cumhuriyet Türkiye’si diplomasisini de uzunca bir süre etkilemiştir.


Güz Dönemi Dönem Sonu Sınavı
18 Ocak 2025 Cumartesi
v