Siyasi Tarih Dersi 8. Ünite Özet

Soğuk Savaş Sonrasında Dünya (1991-2003)

Yeni Dünya Düzeni

1991’de Soğuk Savaş’ın ABD’nin galip gelmesiyle sonuçlanması tek kutupluluğa dayanan, ABD önderliğinde yeni bir dünya düzeni yarattı. Liberal kapitalizm ve insan haklarına dayalı bir demokrasi anlayışı bu düzenin ana damarlarıydı. Düşünülenin aksine bu süreç dünyaya düzen ve istikrar getirmedi. Devlet dışı aktörler siyaset ve ekonomide etkinlik kazandı. Soğuk savaşın ideolojik çatışmaları yerini, Samuel Huntington’un ortaya attığı “Medeniyetler Çatışması” olarak adlandırılan ve daha çok İslam/Doğu ve Hristiyan/Batı kültürleri arasındaki kutuplaşmalara bıraktı.

Serbest piyasa ekonomisi uluslararası sermayenin dolaşımı için siyasal yapıda dönüşümü gerektirdi. Ulusal sistemler yerine ülkelerin birbirlerine gittikçe daha bağımlı hale geldiği “karşılıklı bağımlılık” süreci, dünyanın bir yerinde yaşanan krizin diğerlerine de yayılmasına yol açtı. Bu durumun göstergesi olan borsalar önem kazandı.

Demokratik Barış Teorisi yani demokrat ülkelerin birbiriyle çatışmayacağı teziyle demokrasinin geliştirilmesi, dünya barışı ve istikrar için önemli görüldü. İnsan hakları kavramı devletler üstü hale gelerek gerekli durumlarda dış müdahaleyi mümkün kıldı. Bu durum dönemin ünlü krizlerine müdahale eden ABD ve destekçisi ülkeler tarafından suiistimal edildi.

ABD’de Soğuk Savaş sonrası ekonomik durgunluk yaşanıyordu. Soğuk Savaş ve Körfez Savaşı’nda başarılı olan Cumhuriyetçi Bush hükümeti 1992 seçimlerinde Demokrat Clinton’a yenildi. Bu dönemde ABD hegemonyası güçlendirildi, dünyaya barış ve demokrasi getirme iddiasıyla dış politika biçimlendirildi. Ekonomik büyüme arttı. ABD ordusu ve NATO, aynı anda iki bölgesel savaşı kazanabilecek konuma gelmesi için yeniden yapılandırıldı. “Demokratik rejimlerin yaygınlaştırılması, insan haklarının geliştirilmesi güvenli ve istikrarlı dünya düzeni için gereklidir” yaklaşımına uyamayanlara müdahale edildi. Clinton tüm bunları çok kutupluluk, küreselleşme ve demokrasi söylemleriyle, diplomatik bir biçimde, genelin onayını alarak yaptığı için ABD’nin imajı bu dönemde dünya kamuoyunda olumlu seyretti.

2000’de George W. Bush’un seçilmesiyle ve 11 Eylül sonrasında ABD dış politikası sertleşerek tek taraflı, saldırgan ve diğer devletlerin rızasını önemsemeyen bir çizgiye evrildi. Bu dönemde ABD, Uluslararası Ceza Mahkemesi’nin yargılama yetkisini reddetti; Kyoto Protokolü’nden ve Anti-Balistik Füze Anlaşması’ndan çekildi.

Avrupa Birliği, Sovyetler karşısında Avrupa’yı güçlendirmek üzere kuruldu. Soğuk Savaş sonrasında Avrupa’daki eski Doğu Bloku ülkeleri, yüzünü AB’ye döndü. 50 yıldır süren bölünmüşlük böylece sona erdi. Federasyon temelinde bir siyasal birlik kuruldu. 1992’de Maasricht Anlaşması’yla yeni üye alımı için yapısal değişiklikler yapıldı. Dış politika, savunma, adalet ve iç işleri gibi alanlarda AB çapında ve uluslar üstü nitelikte bir karar alma sürecinin temelleri atıldı.

1993’te genişleme öncesinde üye olmak isteyen ülkeler için önkoşul olarak belirlenen “Kopenhag Kriterleri”, işleyen bir piyasa ekonomisi ile demokrasi ve insan haklarına dayanan bir rejime sahip olmayı öngörüyordu.

1991-2003 döneminde örgütteki en büyük uyumsuzluk Yugoslavya’nın parçalanması, Kosova müdahalesi, Irak Savaşı gibi önemli dış politika konularında oldu.

Rusya Federasyonu’nda 90’lar yeniden yapılanma yıllarıydı. 1991’de devlet başkanı seçilen Boris Yeltsin ekonomiyi hızla liberalleştirdi. Özelleştirilen kurumların eski bürokratların ve mafyatik kişilerin eline geçmesi yeni bir zengin kesim oluşturdu, bir kısım da bunun sonucunda fakirleşti. Kötüye gidiş radikal partilerin yükselmesine neden oldu.

Rusya Aralık 1991’de, Ukrayna ve Belarus’la birlikte Bağımsız Devletler Topluluğu’nu kurdu ve neredeyse bütün eski Sovyet cumhuriyetleri bu yapıya katıldı. Topluluk, Sovyetler Birliği’nin devamı olduğunu dünyaya kabul ettirerek bu ülkenin borçlarını ve nükleer başlıklı füzeleri ile BM Güvenlik Konseyi’ndeki daimi üyelik koltuğunu devraldı. Sovyetlere ait nükleer silahların denetiminin daha kolay sağlanabileceği düşünülerek ABD ve Batı bu duruma destek verdi.

Ekonomik dengesizliğin yanı sıra dış politikada Çeçenistan Savaşı ve Kosova’da yapılan yanlışlar 1999’da Yeltsin’in istifasıyla sonuçlandı, Putin göreve geldi. Putin döneminde Rusya, hem ekonomik açıdan toparlanarak ülke içindeki toplumsal dengeyi yeniden kurdu hem de dış politikada daha etkin ve başarılı bir konuma yükseldi.

Soğuk Savaş sırasında Hindistan, Çin ve Japonya Bağlantısızlar olarak adlandırıldı. Grubun liderlerinden Hindistan 1990’larda kalkınma, fazla nüfus, etnik-dinî çatışmalar, Keşmir’le ilgili Pakistan ve Afganistan’la ilişkiler konularında sorunlar yaşadı. Ekonomi alanında ise performansı yükseldi; özellikle bilgi teknolojileri ve programcılık konusunda dünyada öne çıktı.

Çin, Sovyetler Birliği dağıldıktan sonra da sosyalist bir ülke olmaya devam etti. 1970’lerden itibaren başlatılan reformlar çerçevesinde, devlet denetiminde aşamalı biçimde özel mülkiyet ve girişime izin verilmesinin etkisiyle büyük ekonomik potansiyeli açığa çıkan Çin’in ekonomisi gelişti. 1990’larda ABD’den sonra dünyanın ikinci büyük ekonomisi olan Çin, düşük maliyetler nedeniyle dünyanın üretim merkezi haline geldi. 2001 yılında Dünya Ticaret Örgütü’ne üye olan Çin, 1997’de Doğu Asya’daki birçok ülkeyi vuran mali krizden büyük ölçüde yara almadan çıktı. Ekonomik büyümeyi sürdürebilmek için ihtiyaç¸ duyduğu enerji bakımından dışa bağımlı olan Çin, Orta Doğu’daki petrol kaynaklarıyla daha çok ilgilenmeye başladı.

II. Dünya Savaşı’ndan sonra Japonya, istikrarlı bir kalkınma sürecine girmişti, 1990’lar ise Japon ekonomisinde durgunluk dönemi oldu. Teknolojik yenilikte öncü nitelikte olup dünya çapında faaliyet gösteren dev şirketlere sahip bulunsa da Japonya’nın uluslararası politikadaki etkisi sınırlı kalmaya devam etti.

Eski Doğu Bloku ülkelerinden, Ukrayna, Belarus ve Moldova hariç olmak üzere, Avrupa coğrafyasında bulunanlar; AB ve NATO gibi kuruluşlara üye olarak Batılı ülkeler arasında yer alma hedefine yöneldi. Bunun için ülke ekonomisinin serbest piyasa anlayışıyla yeniden örgütlenmesi, Batılı demokrasi normlarına uygun bir siyasal sistem kurulması gerekiyordu. Bu ülkeler IMF’nin öngördüğü yapısal değişim programlarını uygulayarak sancılı bir geçiş sürecine girdiler. AB’nin de desteklediği söz konusu ülkeler kısa sürede uluslararası ekonomik sisteme entegre oldular. 1990’ların başından itibaren uygulamaya giren çok partili sistem yerleşti ve liberal, Batı yanlısı partiler iktidara geldi.

Asya’da bulunan eski Sovyet Cumhuriyetleri’nin gelişimiyse farklı oldu. Bu ülkelerin sahip olduğu zengin yeraltı kaynakları, gelir dağılımındaki adaletsizlik sayılmazsa onları ekonomik olarak güçlü kılıyordu. AB üyeliği gibi dönüşüm gerektiren hedefleri yoktu ve hala Rusya’nın etkisindeydiler. Eski rejimin siyasi kadroları yerlerini koruyordu, bu durum demokratik yapıların gelişmesini engellese de Batı için önemli olan petrol ve doğalgaz arzının sorunsuz devam etmesiydi.

ABD, Latin Amerika ülkelerindeki etkinliğini sürdürdü. Başta Meksika ve Arjantin olmak üzere bu ülkelerin bağımlı ekonomileri, liberalleşme isteyen ABD’nin şart koştuğu IMF reçetelerini uygulamak zorunda kaldı. Özelleştirmeler, yabancı sermayeyi çekmek için sosyal haklara getirilen kısıtlamalar, gelir dağılımının daha da bozulmasına yol açtı. Bunun sonucunda ulusal sol ve halkçı muhalefet hareketleri güçlendi. Meksika’daki Zapatista Hareketi’ne benzer hareketler öne çıktı. 1998’de Hugo Chavez’in Venezuela Devlet Başkanı seçilmesinin ardından Şili, Brezilya ve Arjantin’de de sol adaylar iktidara geldi.

Afrika toprakları Soğuk Savaş döneminde, Rusya ve Amerika’nın dolaylı mücadelesine sahne oldu. Karmaşık etnik yapı ve darbe hükümetleri ABD ve Rusya’nın sağladığı askeri ve ekonomik yardımlarla yönetimlerini sürdürebildiler. Soğuk Savaş’ın sona ermesi genel olarak Afrika’nın önemini azalttı. Ekonomik sorunlar, etnik çatışmalar, soykırım, AİDS gibi olgular yeni dönemde de Afrika’ya barış ve huzurun gelmeyeceğini gösteriyordu. Güney Afrika Cumhuriyeti’ndeki apartheid rejiminin son bulması ve yıllarca hapis yatan Nelson Mandela’nın devlet başkanı olması bu dönemde Afrika’daki en önemli gelişme oldu.

Yeni Dönemin Krizleri

1980-88 arasında İran’la yaptığı savaşta yıpranan Irak ve Saddam Hüseyin yönetimi, bu savaşın bitmesiyle, ekonomik ve siyasal sıkıntılarına çözüm bulmak amacıyla, zengin petrol yataklarını ele geçirmek istediği Kuveyt’i 2 Ağustos 1990’da işgal etti. ABD ve Batılı güçlerin Araplar arasında çıkacak bir ihtilafa karışmayacaklarını varsayan Irak, böylece dünya petrolünün %20’sini kontrol altına almış oldu. İşgal sonrası BM Güvenlik Konseyi Irak’ın Kuveyt’ten çekilmesini talep etti, çekilme gerçekleşmeyince ambargo uygulama kararı aldı. Amerika bu sırada İngiltere, Fransa, Mısır gibi ülkelerin de desteğiyle Suudi Arabistan’a askeri yığınak yapmaya başladı. Türkiye de ambargo kararına uydu ve NATO üslerini ABD’ye açtı. Oluşturulan Koalisyon gücü uluslararası televizyon kuruluşlarının da canlı yayınladığı bir operasyonla 16-17 Ocak’ta hava harekatı yaptı. Toplam kırk üç gün süren operasyon sırasında Saddam, Filistin sorunu nedeniyle Arap ülkelerini etkilemek amacıyla İsrail’e Scud füzeleri yollamak ve Basra’daki petrol kuyularını ateşe vermek gibi karşı eylemler yapsa da Kuveyt’ten çekilmek zorunda kaldı. Savaş sonrasında Saddam’ın iktidarda kalması, ABD’ye bölgede askeri varlığını koruma ve çevre ülkelere silah satışı gibi kazançlar sağladı. Saddam’ın görevde kalması İran-Irak ve Körfez Savaşı sırasında rejime muhalefet eden etnik ve dini grupları zor durumda bıraktı. Irak çıkan ayaklanmaları çok sert bir şekilde bastırdı. Kuzey Irak’ta Kürtlere karşı kimyasal silah kullanması bölgede büyük bir göç dalgası yarattı. Türkiye sınırını açtı. Irak’ın kitle imha silahı kullanabileceği düşünülerek Kuzey Irak’taki Kürtleri korumak amacıyla ABD tarafından denetlenen uçuşa kapalı bir bölge oluşturuldu. Kuzey ve Güney’de oluşan rejimden kopmuş otoriteler Irak’ı üç parçaya (Kuzey’de Kürtler, Güney’de Şiiler ve Merkezi Irak olmak üzere) bölmüş oldu. Ambargo devam etti ve ABD’nin operasyonları sürdü.

II. Dünya Savaşı ertesinde kurulan, Balkanlar’da yaşayan etnik/dinî grupların neredeyse tamamını temsil eden Josip Tito önderliğindeki Yugoslavya Sosyalist Federatif Cumhuriyeti (YSFC), hiçbir etnik grubun diğeri üzerinde hakimiyet kurmaması ve Yugoslav bilincinin benimsenmesi temellerine dayanıyordu. Önemli özelliği federe cumhuriyetler ile bunlar içinde yer alan özerk bölgelere giderek daha fazla yetki tanımasıydı. Bunun sonucunda siyasi ve ekonomik bağlantılar son derece gevşek bir noktaya geldi. 1980’de Tito’nun ölümü, YSFC’nin dağılma sürecini başlattı. YSFC ekonomisinin giderek bozulması ve borç yükünün artması, etnik uyanış temelinde milliyetçiliğin yükselişi ülkedeki dengeleri bozdu. Ekonomik açıdan daha gelişmiş durumda bulunan Hırvatistan ve Slovenya, gelirlerini YSFC’nin daha az gelişmiş cumhuriyetleriyle paylaşmak zorunda kalmaktan, Sırbistan ise topraklarında oluşturulan iki özerk bölgeyle (Kosova ve Voyvodina) zayıf tutulmaya çalışıldığından yakınıyordu. 1981’de Kosova’da Arnavutların başlattığı ayaklanmayla YSFC parçalanma sürecine girdi. Bu ayaklanmayı bastıran aşırı milliyetçi Slobodan Miloseviç¸ 1986’da Sırbistan’da iktidara geldi. Sırbistan ile Karadağ dışında tüm federe devletler kanlı bir bağımsızlık sürecine girdiler. Sırbistan ve Karadağ, Yugoslavya Federal Cumhuriyeti adı altında bir arada kaldı.

Yugoslavya’nın dağılması sonrası Bosna-Hersek’te Boşnak, Hırvat ve Sırp nüfus yaşıyordu. 1992’de Sırplar bağımsızlık ilan etti. Hırvatlar Hırvatistan’ın desteğini alarak ayrı bir siyasal yapı olduklarını ilan ettiler. Sırp ve Hırvatlar, Boşnaklara karşı soykırım, etnik temizlik ve sistematik tecavüz gibi suçlar işlediler. BM ve AB duruma etkin müdahalede bulunamadı. ABD, NATO vasıtasıyla soruna müdahil oldu. BM askerlerine yapılan saldırılardan sonra büyük bir hava harekatı yaptı. Sırpların ateşkesi kabul etmesinden sonra, yine ABD’nin oluşturduğu barış planı Boşnak-Hırvat ile Sırp otoriteler tarafından benimsendi. 14 Aralık’ta imzalanan Dayton Barış Anlaşması ile Bosna-Hersek’in, Bosna-Hersek Federasyonu ve Sırp Cumhuriyeti’nden oluşan tek bir devlet olması; Bosna-Hersek Federasyonu’nun, tarafların nüfus yapılarına göre “kanton” denen ve özerkliğe sahip 10 idari yapıdan oluşması; Bosna-Hersek devletinin %49’unun Sırp, %30’unun Boşnak ve %21’inin de Hırvat denetiminde kalması benimsendi. Ayrıca, NATO’ya bağlı birliklerin bölgede konuşlandırılması kabul edildi.

Ziyad Barre yönetimindeki Somali’de ise, 80’lerden itibaren bozulan ekonomi, iç sorunlar, 1991’de kıtlık sonrası çıkan iç savaşı tetikledi. Barre’nin ülkeyi terk etmesi ise bu istikrarsızlığı artırdı. BM Güvenlik Konseyi 1992’de aldığı kararla Somali’ye silah ambargosu uygulanması ve insani yardım ulaştırılması kararı aldı. Yardım ulaştırmanın askeri operasyonla desteklenmesi gerektiği görüşüyle 1992’de ABD öncülüğünde başlayan harekat, 26 devletin de katılımıyla sürdü. 90’ların ikinci yarısında görece istikrarın sağlandığı Somali, bundan sonra dünya gündemindeki yerini yitirdi.

Kafkasya; Soğuk Savaş sonrası etnik sorunlar nedeniyle çatışmalara sahne olan bir diğer bölgedir. Nüfusunun çoğu Ermeni ve fakat Azerbaycan içinde özerk bir bölge olan Dağlık Karabağ, Ermenistan’a katılmak istedi. Ermenistan bu durumu kabul etse de Azerbaycan ve Rusya reddetti. Azerbaycan ve Ermenistan’da toplumlar arasındaki şiddet olayları arttı. Rusya’nın güçsüz durumda olması ve Ermenistan’ın uluslararası alanda Azerbaycan’dan daha fazla destek görmesi sonucunda Karabağ’da durum Ermeniler lehine gelişti. Siviller öldü, Azeriler büyük kayıplar verdi. Hocalı Katliamından sonra Azerilerin göç etmek zorunda kalmasıyla Karabağ’da nüfus Ermeniler lehine arttı. Çatışmalar ABD, Rusya, Fransa ve Türkiye’nin üyesi olduğu Minsk Grubu’nun çalışmaları sonrasında durduruldu. 1994’te ateşkes kabul edilse de kalıcı çözüm için barış anlaşması yapılamadı.

Cahar Dudayev liderliğindeki Çeçenistan, Rusya içindeki özerk cumhuriyetlerden biriyken Kasım 1991’de bağımsızlığını ilan etti. Rusya, 1994’e kadar, bağımsızlık yanlısı yönetimi düşürmeye çalıştıysa da başarılı olamadı. Bunun üzerine, Aralık 1994’te Rusya’nın başkent Grozni’ye yönelik hava saldırılarıyla birlikte savaş başladı. Çeçenistan’ın şiddetli direnişi karşısında Rusya geri adım atmak zorunda kaldı. Ağustos 1996’da varılan anlaşmayla “Birinci Çeçenistan Savaşı” olarak adlandırılan çatışmalara son verildi ve Çeçenistan’ın nihai statüsünün beş yıl içinde belirlenmesi kararlaştırıldı. Anlaşma, taraflar arasında kalıcı bir çözüm getirmedi. Rusya Çeçenistan’ın bağımsızlığını tanımıyordu, Çeçenistan yönetimi ise tahrip olan ülkenin yeniden onarımı için Rusya’dan taahhüt ettiği yardımı alamıyordu. Bir diğer özerk cumhuriyet olan Dağıstan’da 1999’da başlayan iç karışıklıklar, bölgede yeni bir savaşın çıkmasına neden oldu. Dağıstan’daki olaylara Çeçenlerin de karıştığı iddiasıyla Rusya bu kez çok daha kapsamlı ve sistematik bir askerî operasyon başlattı. Binlerce sivilin öldüğü ya da göç¸ etmek zorunda kaldığı İkinci Çeçenistan Savaşı sırasında Rusya, Çeçenistan’daki bağımsızlık yanlısı kadroları tasfiye ederek ülkede kendisine yakın bir yönetim kurmayı başardı.

Sırbistan içinde yer alan Kosova, milliyetçiliğin yoğun olduğu, Arnavutların çoğunluğu oluşturduğu özerk bir bölgeydi. 1990’ların başından itibaren Arnavutlar arasında bağımsızlık talebi yükseldi. Arnavutlar Uluslararası kamuoyunun dikkatini çekebilmek için silahlı mücadeleye başvurdular. Kosova Kurtuluş Ordusu (UÇK) 1997’den itibaren şiddet eylemlerini artırdı. Böylece hem Sırpların işlediği cinayetler Arnavutlar arasında UÇK’ya verilen desteği artırdı hem de sorunun gündemde kalması sağlandı. Sırbistan’ın başındaki Miloseviç, uluslararası alanda giderek daha zor duruma düştü ve tasfiye edilmesi gereken başlıca aktör olarak algılanır hale geldi. BM Güvenlik Konseyi çatışmaların durmasını istedi ve silah ambargosu uyguladı. Konsey içinde sertlik yanlısı ABD ve İngiltere; Rusya ve Çin’le anlaşmazlığa düştü. ABD konuyu NATO’ya taşıdı, orda da başlangıçta uzlaşıya varılamadıysa da ABD’nin ağırlığını koymasıyla anlaşma sağlandı. Siyasi çözüm için Miloseviç’in katılmadığı bir konferans düzenlendi, Sırbistan orada Kosova’yla ilgili alınan kararları tanımadı. NATO 1999’da 77 gün sürecek bir hava saldırısı başlattı. 3 Haziran’da Kosova Barış Anlaşması imzalandı. Anlaşmada YFC’nin Kosova’dan çekilmesi, uluslararası gücün Kosova’da konuşlandırılması, BM’ye bağlı geçici hükümet kurulması gibi esaslar yer aldı.

Orta Doğu Sorunları

Soğuk Savaş’ın bitmesiyle Filistin Sorunu yeni bir aşamaya girdi. 1991’de Madrid’de düzenlenen, ABD ve Sovyetler Birliği’nin başkanlığında İsrail, Suriye, Lübnan, Ürdün ile Ürdün heyeti içinde Filistin temsilcilerinin katıldığı Barış Konferansı sonuç vermediyse de tarafların ilk kez masaya oturmasını sağladı. 1992’de ABD desteğiyle Oslo’da İsrail ve Filistin arasında yapılan gizli görüşmeler sonucunda taraflar birbirlerini tanıdıklarını ilan ettiler. İki tarafın içindeki radikal kesimlerin anlaşmaya karşı çıkışları, Oslo’yu imzalayan İsrail Başbakanı İzak Rabin’in aşırı sağcı bir İsrailli tarafından öldürülmesiyle sertleşti. ABD’nin desteğiyle süren barış çabaları iki tarafta da şiddetin tırmanmasıyla başarısız oldu. Şaron’un iktidara gelmesinden sonra 2002’de düzenlenen operasyonla Filistin’in ablukaya alınması, Barış Süreci’ni önemli ölçüde yaraladı. Taraflar çeşitli anlaşmalar yapsa da burada alınan kararlar uygulanamadı.

Soğuk Savaş sonrasında önemli bir gündem nükleer enerji üretimi ve kitle imha silahlarının yaygınlaşmasının yarattığı tehdit oldu. ABD, bu teknolojiye sahip olan İran ve Kuzey Kore’nin kendisi için tehdit oluşturduğunu düşünüyordu. İran, Irak’la savaşının 1988’de bitmesinden sonra Çin, Rusya ve Pakistan’dan teknoloji ve uranyum ithal ederek nükleer çalışmalarına hız verdi. İran, uranyumu sivil amaçlı çalışmalarda kullandığını söylese de var olan şüpheler sonucu Atom Enerjisi Ajansı’nın (UAEA) gözlemcilerini 1992’de ülkesine davet etti. Buradan çıkan rapor İran’ın tezlerini destekler nitelikteydi. Buna rağmen ABD’nin süren rahatsızlığı İran’a ekonomik yaptırımlar uygulamasını getirdi. 2003 yılında UAEA’nın yaptığı ikinci denetimde şüpheli bulgulara rastlandı. Yürütülen diplomatik çabalarla İran önceden tarafı olduğu Nükleer Silahların Yayılmasının Önlenmesi Sözleşmesi’ne eklenen ve UAEA’ya daha ayrıntılı denetim yetkisi tanıyan Ek Protokolü imzaladı.

Etnik ve dinsel çeşitlilik açısından büyük çeşitlilik gösteren, İsrail’in ve Filistin’in komşusu olan Lübnan, Filistin sorunu temelinde süren istikrarsızlık ve çatışmalardan sürekli ve doğrudan etkilendi. Hıristiyan ve Müslüman unsurlar arasındaki iktidar çatışması, 1967 Arap-İsrail Savaşı sonrası FKÖ militanlarının ülkeye kitlesel olarak gelmesi sonucunda 1975’te başlayan iç savaş ülkeyi harabeye çevirdi. İç savaş 1991’de sona erdi. Savaş sonrası, Lübnan üzerindeki Suriye etkisi sürdü. FKÖ üyelerinin 1980’lerden sonraya ülkeye geri dönmesi, Hizbullah’ın etkinliği ve İsrail’le süren mücadele 1990’lar boyunca çatışmaların sürmesine yol açtı. İsrail, Barış Süreci çerçevesinde 1982’den beri işgal etmiş olduğu Güney Lübnan’dan 2000 yılında çekildi.

11 Eylül ve Sonrası

11 Eylül 2001’de, El Kaide’ye mensup 19 kişi tarafından dört yolcu uçağı kaçırılarak ABD’de intihar saldırılarında kullanıldı. New York’taki Dünya Ticaret Merkezi’nin ikiz kuleleri ile Washington’da bulunan ABD Savunma Bakanlığı (Pentagon) binasına toplam üç uçak isabet ederken Beyaz Saray’ı hedef aldığı sanılan dördüncü uçak herhangi bir hedefi vuramadan düştü. İkiz Kuleler tamamen yıkılırken Pentagon’da önemli hasar oluştu. Toplamda yaklaşık 3000 kişinin hayatını kaybettiği bu eylem, ABD’nin kendi topraklarında yaşadığı en büyük saldırı olarak tarihe geçti. El Kaide, ABD’nin İsrail’e destek vermesi ve Arap ülkelerinde askeri güç bulundurması nedeniyle bu saldırıları gerçekleştirdi.

11 Eylül saldırısı, ABD’nin “Terörle Savaş” söylemiyle terörist örgütler ve destekçisi ülkelere tek taraflı ve çok daha sert askeri yaptırımlar uygulamasını getirdi. El Kaide’yi besleyen Afganistan’daki Taliban rejimine yönelik baskılar arttı. ABD, örgüt üyelerini teslim etmeyen rejime karşı BM ve NATO’dan destek istedi. BM’nin desteğini alamasa da NATO’nunkini alarak 7 Ekim’de İngiltere’nin desteklediği hava saldırısıyla operasyon başlatıldı. 2001 yılı sonunda Afganistan’ın önemli bölümü Taliban güçlerinden temizlendi ve Kabil dahil önemli kentler ele geçirildi.

11 Eylül sonrası Afganistan’a uygulanan politika, ABD’nin “haydut devlet” olarak tanımladığı İran, Irak, Kuzey Kore’ye de uyarlandı. ABD ulusal güvenlik stratejisini, kendisine yönelik tehdit olarak gördüğü devletlere “önalıcı” (pre-emptive) müdahale yapabileceği üzerine kurdu. Irak’ın, topraklarından 1998’de ayrılmış silah denetçilerini yeniden kabul etmeye direnmesi, kendisine yönelik baskıyı artırdı. ABD, Irak’ın elinde kitle imha silahı bulunduğunu, Bağdat yönetiminin El-Kaide ve Filistinli gruplara destek verdiğini iddia etti. Dünyanın güvenliği için Irak’a müdahale edilmesi gerektiği diğer birçok ülke tarafından kuşkuyla karşılandı. ABD ve İngiltere’nin başı çektiği müdahale yanlısı ülkeler 20 Mart 2003’te Irak’ı işgal etmeye başladı. 20 gün içinde Bağdat’ı ele geçiren Koalisyon güçlerinin 1 Mayıs’ta savaşın bittiğini ilanından sonra, Saddam Hüseyin ve üst düzey yöneticilerin ele geçirilememesiyle Irak yıllarca sürecek bir şiddet dönemine girdi. Kitle imha silahları da bulunamadı. Bunların sonucunda ABD, tüm Orta Doğu coğrafyasını kendi politikalarına göre şekillendirerek petrol rezervleri üzerindeki hakimiyetini artırdı ve Körfez Savaşı sonrası bölgedeki parçalanma sürecini hızlandırdı.


Bahar Dönemi Dönem Sonu Sınavı
25 Mayıs 2024 Cumartesi