Kültürel Miras Mevzuatı Dersi 1. Ünite Özet

Koruma Kavramının Tarihsel Gelişmesi

Giriş

Tarihin başlangıcından günümüze kadar binlerce yıllık uygarlık tarihi içinde insanın doğrudan ya da doğa ile birlikte yarattığı değerler, bugün ‘KÜLTÜREL MİRAS’ olarak adlandırılır. Bu değerlerin korunması, çağımızda insanlığın ortak sorumluluğudur ve üzerinde önemle durulması gereken bir konudur. Bu aşamaya gelinceye kadar özellikle Avrupa’da yüzyıllar süren uzmanlıklar oluşmaya, ilgili ölçütler belirlenmeye başlanmış, yasal düzenlemeler yapılmış, yeni örgütlenmelere gidilmiştir.

Koruma kavramının geçmişi çok eski devirlere dayanmakla birlikte, çağdaş korumanın kuramsal temelleri 20. yüzyılda atılmış, İkinci Dünya Savaşı sonundaki dönemde Avrupa’da kentsel koruma çalışmaları hızlanmıştır. Ancak, insanlık bu aşamaya gelene kadar bir bilinçlenme ve mücadele dönemi yaşanmıştır.

Avrupa’da Tarihsel ve Kültürel Anıt ve Çevre Korunması

Korumanın çok çeşitli ölçek ve boyutları vardır. Tek bir yapıdan, büyük bir kente kadar giden sorunlar, yasal, parasal ve yönetsel düzenlemelerle şekillenir ve çözümlenir. Korumanın sosyal, teknik, politik ve kültürel boyutları bu düzenlemelerle bütünleşerek uygulamaya yansır.

Bir ülkenin kültür varlıklarına bakış açısı, algılama biçimi, korumaya karşı takındığı tavır ve gösterdiği davranışlar yasalarda anlatımını bulur. Fiziki mekân kavramı, görme ve dokunma suretiyle dış dünya ile ilişki kurarken biçimlenmektedir. Bu nedenle tarihte ilk yerleşmelerden bu yana, benimsenip anıt olarak kabul edilen yapı ve nesnelerin korunması için gayret sarf edilmiştir. Anıtlar için önlemler alınmasını, önceleri siyasal ve dinsel nedenler zorlamışsa da, toplumun bunu, bir alışkanlık ve bir gelenek olarak kabul etmiş olması da önemlidir.

Kökeni çok eski devirlere dayanmakla birlikte, günümüzdeki anlamda koruma kavram ve uygulamaları 19. yüzyılda gelişmeye başlamış, bu süreçte sanat eserlerinin ve anıtsal yapıların korunmasından yerleşmelerin bir bütün halde korunmasına geçiş, yerleşmeleri oluşturan ögelerin tarihsel, biçimsel ve estetik değerlerinin anlaşılmasından sonra olmuştur. Kentlerin tarihsel sürekliliği ve bütünleşik gelişimine ilişkin yeraltı ve yerüstü değerlerinin korunarak geleceğinin tasarlanmasını amaçlayan “kent arkeolojisi” kavramı ise, 20. yüzyılın son çeyreğinde gelişmiştir. 19. yüzyılda Avrupa kentlerinde çeşitli imar çalışmaları sürdürülmüş, 1840’lardan sonra Londra’da çeşitli arkeolojik buluntular ele geçmiş, 1870’lerden sonra da benzer koşullar altında Norveç’in başkenti Oslo’da yapılan çalışmalar sırasında Ortaçağ yerleşimlerine ilişkin izler ortaya çıkmıştır.

Araştırmacılar, kent Koruma arkeolojisinin kavram olarak henüz gelişmediği bu tarihlerde, Oslo ve Londra gibi kentlerde eski insan yerleşimlerinin izlerinin mühendisler tarafından belgelenmesinin, modern kentsel arkeolojinin başlangıcı olarak kabul edilebileceğini belirtmektedir.

Hellenistik Dönem, şehirlerin yerleşme düzeni ile ilgili kurallarını, örnekler ve yazılı belgelerle belirtirken, yapı ve heykellerde ölçeği büyük tutmuştur. Güneybatı Anadolu’da bulunan Perge antik kenti buna güzel bir örnektir. Perge sadece bölgenin değil, tüm Anadolu'nun en düzenli Roma dönemi kentlerinden biridir. Mimarisi yanında mermer heykeltıraşlığıyla da ünlüdür. Romalılar yapılarını, asıllarına oranla bir kaç misli büyüttükleri Helen Döneminin kopya heykelleri ile süslemişlerdir. Yapıları, Helenlerinkinden daha göz alıcı ve görüntüye dönüktür. Bizans Döneminde ise, Helen-Roma sanat ve mimarlık kuralları kendi anlayışlarına uygun olarak sürdürülmüştür.

Ünlü Fransız kralı Charlemagne (MS 800), tarihçi Einhard’ı anıtların bakımıyla görevlendirmiştir. Einhard, Aechen’in Roma ve Ravenna’dan getirilen sütunlar, mozaikler ve mermerlerle süslenişini, dini anıtların yapılışını ve onarımını ayrıntılı olarak anlatır. Bu devir, Roma İmparatorluğu’nun Hıristiyanlık dini esaslarına uygun olarak Batıda gelişen politik hükümdarlığa dönüştüğü devirdir.

10. yüzyıldan sonra, şato ve manastırlar etrafında gelişen yerleşmeler belirli bir plan düzeni içinde değildir. Mirasçısı olduğu unsurları koruma daha çok pratik nedenlerden kaynaklanmaktadır. Güvenlik sağlayan siyasi, sosyal ve fiziki özellikler korunmuş ve günün gereksinmeleri ile uyumlu duruma gelmiştir.

Bu yerleşmelerde, önceki dönemlerin yapı ve şehir görüntüsünü etkileyen unsurlar, yeni unsurların yanı sıra ısrarla devam ettirilmektedir. Diğer taraftan 1084 yılında Normanların, Roma’yı aldıklarında sebep oldukları yakıp yıkma, o zamana kadar yapılanların en büyüğüdür.

Rönesans, Orta Çağ ile Yeni Çağ arasında 17. yüzyıla kadar yaşanmış olan bir dönemdir. Daha kesin bir ifade ile bir geçiş dönemidir. ‘Yeniden uyanış’, ‘yeniden doğuş’ anlamında kullanılan isimlendirme bu dönem için çok uygundur. Rönesans bir yeniden yapılanma hareketi olmasına karşın hemen hemen işlediği bütün konu ve sorunlarda Antik Çağ felsefesini temel ve örnek almış, onu yeniden inceleyip, değerlendirmiştir. Kâğıt ve matbaanın etkisi ile okuma yazmanın gelişmesi; bilgi ve kültürün artması; coğrafi keşifler sonunda güzel sanatlara ilgi duyan zengin bir sınıfın oluşması; bilginlerin 1453’ten sonra İstanbul’dan ayrılarak İtalya’ya gelmeleri; doğaya, güzel sanatlara, edebiyata, bilimsel gelişmelere ilginin artması Rönesans’ı tetiklemiştir.

13. yüzyılda, Roma’da yüksek eğitim kurumu bulunmamakta, din adamları kültüre karşı kuşkulu bir tavır takınmaktadır. 1298 yılında Papa Boniface’nin Palestrina kentini yerle bir etmesi buna bir örnektir. 1337 ve 1341 yılında İtalyan bilim adamı ve ozan Petrark (1304 – 1374), Romalıların kendi tarihlerine olan saygısızca davranışlarına şiddetle karşı çıkar. Bütün bu dini taassuba karşın, Roma şehrinin, İtalya ve Avrupa’nın diğer ülkelerinden çok daha önce ve daha yoğun bir şekilde anıtların korunma sorununa eğilmiş olduğu görülmektedir. Anıtları korumak için bilinçlenme ve bilinçli eylemler İtalya’da başlamıştır denilebilir. Sanatçı ve hümanistlerin yeni bir anlayışla Antik Dönemle ilişki kurması, klasizme hayranlığın canlandırılması ve yaşatılması, Petrark ile yoğunluk kazanmıştır.

Petrark ile Cola di Rienzo, Roma’nın tarihsel bir incelemesini yapmış, anıtları şehrin haritasına işlemişlerdir. Anıtlardaki kitabeleri toplayıp okumuşlar ve Antik Devrin incelenmesi için gerekli temelleri atmışlardır. 1375’de Padua’lı teknisyen Giovanni Dordini, Roma’ya gelerek tapınak ve zafer anıtlarındaki kitabeleri kopya etmiştir. Trajan Sütununun, Colosseum’un, Panteon’un, Vatikan Obeliskleriyle, St. Peter ve St. Paul Bazilikalarının ölçülerini alıp çizmiştir. 1336 yılında, eski Roma kalıntılarını tahrip edenlerin para cezasına çarptırılacağını belirten bir uygulama görülmektedir. Sanatkârlar eski örnekleri bulup kopya etmeden yorumlamaktadır. 14. yüzyıl İtalya için önemli bir devirdir. Petrark, anıtları tek tek geçmişi temsil eden, estetik yönden değerli hazineler olarak görmemiş, daha çok yarattıkları ortamla değerlendirmiştir.

Rönesans’ın hazırlık ve olgunlaşma süreçleri boyunca tarihi yapıların korunmasına yönelik çok sayıda bireysel ve toplu girişimde bulunulmuştur. Bu durum hem tarihi yapıların daha sonraki devirlere ulaşmasını sağlamış hem de koruma kavramının yerleşmesine olanak sağlamıştır.

Floransalı sanatçı, İtalyan Rönesans temsilcilerinden Brunelleschi’nin (1377-1446) çağın gereksinimlerini ifade eden kale şeklinde sarayları ve manastır motifi olarak belirlenen revaklı yapılarla çevrili meydanlarına bu dönemde pek çok şehirde rastlanmaktadır.

Rönesans sanat anlayışını asıl dile getiren mimar Leone Battista Alberti (1404-1472) Rönesans hareketinin öncülerindendir. İdeal şehri tanımlarken; “eğer yerleşmede bir Roma yapı kalıntısı bulunuyorsa korunmalıdır” görüşü onundur. Bu tanım ‘Kültürel Amaçlı’ korumayı öngören ilk savunu olarak nitelendirilmektedir.

Papa IV. Martinus, 1425’de yolların temizlenmesi için bir örgüt oluşturmuş, kiliselerle birlikte bazı köprülerin onarımı yapılmıştır. Papa IV. Eugenius (1431-1447), Roma’yı bakımsız halde bulmuş ve bazı önlemler almıştır.

Papa II. Pius, Avrupa’daki birlik amacını doğuya da aktarmak istiyordu. 1462’de Roma ve civarındaki tarihi anıtların yıkılmasını ve zarar görmesini yasaklamış, bu buyruğu ile eski anıtların korunmasında genel tedbirler alan ilk Papa olarak tanınmıştır. Papa IV. Sixtus (1471– 1484), bugünkü Capitol Müzesinin kurulmasını sağlamıştır. 1480 yılında, “Yolları ve Anıtları Denetleme Örgütü” nü yeniden düzenlemiştir.

Papa X. Leo, 1515’de Vatikan mimarı Raphael’i, Roma’nın eski eserlerinin koruyucusu olarak atamıştır. Bu dönemde, mermer mimari parçalarının, heykel ve kitabelerin yakılarak kireç yapılması yasaklanmıştır. Papa

III. Paulus (1534–1549); Giovanale Mannetti’nin yönettiği eski eserlerin korunması ve Roma yollarının düzenlenmesiyle ilgili bir ekip kurar. Michelangelo (1475–1564), Papa’ya mimarlık yapmış ve Marcus Aurelius’un heykelini kendi düzenlemiş olduğu alana yerleştirmiştir.

III. Paulus zamanında, 1542’de ‘Vitruvius Akademisi’ kurulmuştur. Bu okul; M.Ö. 1. Yüzyılda yaşamış olan ünlü mimarlık tarihçisi Vitruvius’un eserlerini yeniden düzenlemiş; Roma’daki bütün anıt, heykel vb eserleri toplayarak belgelemiş ve yayınlamış; ayrıca kent planlamasındaki temel uygulamalara örnek olacak çalışmalar yapmıştır.

16. yüzyıl Roma’sı koruma konusunu benimsemiş olan düşünür ve sanatkâr ile uygulayıcı arasındaki çelişkinin de görüldüğü bir yerdir. 1624’de Papa VIII. Urbanus, eserlerin yurtdışına çıkarılmasını yasaklayan bir buyruk yayınlar. Barok Dönem Roma’ya yenilikler katmaktadır.

17. yüzyıl sonlarında sanatta etkili olan politik gelişmelerden biri, papalığın gücünü yitirmesidir. Hıristiyanlık içinde beliren bazı din gruplarıyla, asil ve zenginler sanatkârlara çok iyi olanaklar sağlamaktadır.

XIV. Louis’nin güç ve zenginliği ile sanat merkezi Fransa’ya doğru kaymaktadır. Fransa’nın Avrupa’da gelişen politik ve sosyal düzendeki hâkimiyeti sanatta da kendini gösterir. Tarihi eserler, Avrupalıların artan refah hızıyla eş bir şekilde Roma’dan dışarı akmaktadır. Papa

XI. Innocentius (1676–1689) eserlerin Roma dışına çıkmasını yasaklar, XI. Clemens (1700–1721) 1701 ve 1704 yıllarında bu kararı yeniler. Benedictus (1740 – 1758) zamanında ise eski eserleri koruma ile ilgili bir yasa daha çıkarılmıştır.

1738’de Herculaneum, 1748’de Pompei kazıları başlamıştır. Barok-Rokoko üslubunun sonlanması ve yeni antik zevkin gelişmesi, İtalya’nın tarihsel değerlerinin sadece İtalyanlara değil, bütün Avrupa’ya ait olmaya başladığını da göstermektedir.

V. Clemens, ünlü Johann Joachim Winckelmann (1717– 1768)’ı Roma Eski Eserler Genel Müdürü yapmış; Papa VI. Pius (1775–1799) Roma Meydanlarını yeniden düzenleyerek obeliskleri dikmiş ve Vatikan Müzesini gerçekleştirmiştir.

Papa VII. Pius (1800–1823) Devrinde, eski eserlerin korunması için idari ve hukuki yönden temel esaslar geliştirilmiş, Paris’e götürülmüş eserler geri getirilmiştir. Papa, Neoklasik akımın en ünlü heykeltıraşı Antonio Canova’yı (1752–1822) eski eserleri araştırma ve koruma ile ilgili örgütün başına getirmiştir. Antonio Canova’nın yardımcısı Kardinal Doria Pamphilli’nin 1802’de yayınladığı kararname Papalık Devletinde, Eski Eserler Hukukuna yön veren en önemli belgelerden biri olarak tanınmaktadır.

Rönesansa damgasını vuran İtalya ve özellikle Roma kentindeki belgeleme ve koruma etkinlikleri 19. yüzyılda da sürmüştür. Tarihi eserlerin onarımında, yapıyı inceleyen, yapıldığı devre ait her türlü belgeyi, çizimleri, resimleri, yazıtları ve kalıntıları değerlendiren kişiler bilinçli araştırma dönemini başlatılmıştır. Romalı Camillo Boito (1836–1914), tarihi yapıların sadece mimari özelliklerine bakılarak değerlendirilmesine karşı çıkmıştır.

Gustave Giovanni (1873–1947), Boito’nun esaslarını geliştirmiş ve modernleştirmiştir. Ona göre, “hangi devre ait olursa olsun tarihi değeri olan eser” korunmalıdır. Tarihi yapıda birden fazla döneme ait izler varsa bütün dönemlere ait izler korunmalıdır. Belli başlı ve en önemli yapıların tarihi değerlerinin yanı sıra, küçük yapıların ve yerleşmelerin bütün olarak mimari önemini belirtmiştir. Çalışmaları, ‘Carta Del Restauro Italiana’nın (İtalya Restorasyon Tüzüğü) (1931) kurallarının saptanmasında çok etkili olmuştur.

1870 yılında İtalya’da birliğin kurulmasından kısa bir süre sonra başkent olan Roma’nın, bu göreve uygun bir hale getirilmesi için yeniden planlanması gerekmiştir. Şehrin çevre düzeni çalışmaları sırasında, Antik Roma’nın büyük bir kısmı modern yerleşme altında kalmıştır. 1873 ve 1906 nazım planları birer trafik planı olarak tanınmaktadır. 1929 yılına kadar süren yavaş gelişmeyi, Mussollini, Roma şehrini 20. Yüzyıla uygun olarak geliştirmek düşüncesiyle hızlandırarak antik Roma’nın pek çok yapısının yok olmasına neden olmuştur.

İtalya’da koruma uygulamasının en önemli iki dayanağı; 1939 yılında ‘Artistik ve Tarihi Değeri Olan Varlıkların Korunması’ ve ‘Doğal Güzelliklerin Korunması’ amacıyla çıkarılan yasalardır. Birinci yasa; tarihi, arkeolojik ve etnografik değeri olan eşyalar, paralar, yazmalar, pullar, kitaplar, mühürler’ gibi taşınır objelerle politik, askeri, tarihi, sanat ve kültür değeri olan taşınmaz objeleri; ikinci yasa ise doğal güzellikleri olan alanların korunmasını kapsar.

II. Dünya Savaşı sürerken, 12 Şubat 1943’de çıkarılan yasa ile daha önceki yasaların eksik yönleri tamamlanmış, ek listeye alınan anıtların çevrelerine giren görüş alanı içindeki değişiklikler veya çevrelerine yeni yapıların yapılması denetim altına alınmıştır. 15 Haziran 1943 tarihli yasa ise, anıtların yerleşmeleri içinde değerlendirilmesine daha geniş olanaklar getirmiş, kesin koruma alanı için 500 m. çapında bir daire öngörülmüştür.

Fransa’daki anıtların tahribinin başlangıcı 5. yüzyıldaki göçlerdir. Anıt ve yerleşmeler, istilacı kavimlerden çok, bu kavimlerden korkan yerli halk tarafından tahrip edilmişlerdir. Savunma amacı ile mevcut yapı malzemesi kullanılarak surlar inşa edilmiş, böylece anıtlar tahrip edilmiştir. 1337–1453 yılları arasındaki ‘Yüz Yıl Savaşları’ sonrasında Fransa benliğini kazanmış, eski küçük kiliselerin üzerine daha yüksek ve daha büyükleri yapılmıştır. 16. yüzyılda İtalyan Rönesansı Fransa’da da etkili olmuştur.

Fransız mimar Philibert de L’Orme (1512–1570); mevcut formların silinip atılmasını değil, bunların düzenli değişikliğe uğramasını, bir yapıda eski ve yeni unsurların zarafet ve ustalıkla bağdaştırılmasını öneriyordu.

XIV. Louis devrinde (1643-1715), Fransa’da politik, ekonomik, dini, sanatsal vb. gibi faaliyetlerin merkezden denetlenmesine girişilmiş ve başarı sağlanmıştır. Bu düzen sonucunda, ülkenin her tarafında, sanatla ilgili uygulamalarda bir birlik görülmüştür. Sadece, Roma’dan Paris’e değil, karşı yönde de etkinin varlığı izlenmekte ve Paris’in bir sanat merkezi olarak geliştiği görülmektedir.

Fransız İhtilali ile bu ülkede feodal yönetimi anımsatan her yapının ve eserin ortadan kaldırılmasını amaçlayan bir yıkım eylemi başlatılmıştır. 1792 Cumhuriyet Dönemi, isimleri değiştirmiş ve böylece simgeleri oldukları eserlerin, anıtların ve şatoların tahribini kolaylaştırmıştır. Cumhuriyet Devriminin 10 yıl içinde yıktığı yapıların sayısı, Rönesans ve Barok Dönemleri mimari uygulamaları sırasında, 200 yılda zarar gören eser sayısını aşmaktadır.

İngiltere’de 1700’lü yıllarda büyük yangınlar ve doğal yıkımlar sonucu zarar gören eski eserleri ve eski kent kalıntılarını korumayı ve olabildiğince belgelemeyi amaçlayan Londra Eski Eserler Derneği’nin çabaları korumada etkin ilk adımlardır. 1877’de İngiliz ‘Arts and Crafts’(Sanatlar ve Zanaatlar) akımının öncüsü W. Morris, restorasyon yerine, koruma ilkelerine bağlı ve yalnız bu konuyu amaç edinen ‘Eski Binaları Koruma Derneği’ni kurmuştur.

Anıtların korunması hareketleriyle birlikte gelişen anıtların belgelenmesi çalışmaları sonucu, İngiltere'de tarihi anıtların büyük bir kısmı çizimler, fotoğraflar, mimari tasvirlerle saptanmaya başlanmıştır. 1882 yılında koruma ile ilgili ilk yasa olan ‘Eski Anıtları Koruma Yasası’ çıkarılmış ve kullanılmayan eski yapıların ve tarihsel kalıntıların devlet mülkiyetine alınması öngörülmüştür.

1900 yılında ‘Eski Anıtları Koruma Yasası’ ile tarih öncesi kalıntılar yanında ortaçağ yapılarının da korunması amaçlanmış, yasanın kapsamı tarihi, geleneksel ve artistik değerleri nedeniyle korunması gerekli görülen yapıları da içine alacak şekilde genişletilmiştir.

İngiltere’de 1944’te ve 1947’de yürürlüğe giren ‘Şehir ve Kır Planlama’ yasaları ile mimari ve tarihsel yönden önemi olan yapıların korunması için geniş kapsamlı listeler hazırlanması öngörülmüş, yapıların izinsiz değiştirilmesi ve yıkımı yasaklanmıştır.

Polonya’da tarihi anıt ve çevre koruması 1928’de ‘Milli Varlık Sayılan Anıtlar ve Çevrelerinin Korunması Yasası’nın çıkarılmasıyla başlamıştır. Eski eserlerle ilgili en kapsamlı yasa ise, 1962 yılında kabul edilen ‘Kültürel Değerlerin Korunması ve Müzeler Yasası’dır.

Almanya’da, 1871 yılında birlik kuruluncaya kadar her Alman hükümeti eski eserlerin korunması ile ilgilenmiş ve bu konu yasalarda yer almıştır. 1815 yılında çıkarılan yasayla kamu yapılarının ve anıtların gerekli izin alınmadan değiştirilmesi yasaklanmış, 1819’dan 1841 yılına kadar eski eserleri koruma ile ilgili pek çok kural konulmuştur. 1844 yılında devlet bütün restorasyon çalışmalarına gözlemcilik etmeye ve 1853 yılında kurulan bir komisyon ile ülkenin çeşitli yerlerindeki eski eserleri tespit edip, izlemeye başlamıştır. 1892 yılından itibaren devletin her bölgesi için ayrı ayrı eski eserleri koruma birimleri kurulmuştur.

Avusturya’da 1779 yılından itibaren devlet eski eserlerin korunması için tedbirler almaya başlamıştır. 23.12. 1818 tarihli kanunla tarihi ya da estetik değeri olan objelerin yurtdışına çıkarılması yasaklanmış, 1850 yılında bir ‘Eski Eserleri Koruma ve Araştırma Komisyonu’ kurulmuş, 1885’de ise “Eski Eserleri Kamulaştırma Kanunu” kabul edilmiştir. 1918 yılında eski eserleri yurtdışına çıkarma yasağı genişletilmiş, 1920 Anayasası ile devlete eski eserleri koruma görevi verilmiştir.

Kültür Varlıklarının Değerleri

Bir taşınmazın kültür varlığı niteliği taşıması ve yasal koruma statüsü kazanması için bazı değerlere sahip olması gerekmektedir.

Tarihsel değer değişik girdilere göre tanımlanabilir. Bunlardan ilki, o yapı ya da yapı grubunun o yerleşmenin tarihindeki bir olayla, bir değişimle ilgisinden kaynaklanır. O kentin ya da ülkenin yaşamında önemi olan bir olaya ev sahipliği yapmak, geçmişte kalmış ve toplumda iz bırakmış bir etkinlikle beraber anılmak o taşınmaza tarih boyutu güçlü bir değer katacaktır.

Tarihi değerin diğer boyutu “eski” olmakla ilgilidir. Yani, bir kültür varlığının yaşı arttıkça değeri de çoğalmaktadır.

Mitolojik değer, o yörede yaşayanların, bir yapı ya da alanı bir efsaneye, bir söylenceye bağlamaları ile oluşur. Anadolu’nun birçok noktasında bir hikâyeye bir söylenceye bağlanan alanlar ve yapılar bulunmaktadır. Anadolu’da 3 değişik yerde bulunan Eshab-ı Kehf Mağaraları, mitolojinin mekâna yansımasının tipik örnekleridir.

Geleneksel değer; yapıyı oluşturan toplumun yerleşmiş gelenekleri, yaşam biçimleri ve inanışları ile ilgili bir değerdir. Bu gelenekler ve yaşam biçimleri en doğru anlatımlarını konut, cami, medrese, han vb. yapılarda buldukları için, mimarlık ürünleri geleneğin şahitleri olarak bu değeri taşırlar.

Çevresel değer, yapı ya da yapı grubunun çevresinden aldığı değer ya da çevresine kattığı değerler olarak tanımlanabilir. Bu bağlamda, peyzaj veya kent görünümü açısından önemli olmak; bulunduğu yerin simgesi olarak kabul edilmek; önemli bir anıtın çevresinde yer alan ve ona ölçek veren, o alanın vazgeçilmez bir bileşeni olmak; bir kentsel tasarımın parçası olmak çevresel değerler arasında sayılabilir ölçütlerdir.

Bu listeye şöyle devam edilebilir; Mimari Değer, Sanat Değeri, Teknik Değer, Enderlik Değeri, Özgünlük Değeri, Teklik / Benzersizlik Değeri, Ekonomik Değer, İşlevsel / Kullanılabilme Değeri, Süreklilik Değeri, Anı Değeri, Kimlik Değeri, Eğitim Değeri ve belge değeri.


Güz Dönemi Dönem Sonu Sınavı
18 Ocak 2025 Cumartesi
v