Temel İnsan Hakları Bilgisi 2 Dersi 1. Ünite Sorularla Öğrenelim
İnsan Hakları Kavramı Ve Kökeni
İnsan haklarına dair 20.yy.da nasıl değişlikler olmaya başlamıştır?
İnsanların hayatları, sahip oldukları bazı haklar artık tamamen ulusal yetkiye ait, dış müdahalenin yasak olduğu konular olmaktan çıkmıştır. O kadar ki devletlerarası siyasi örgütler dahi insan haklarının geliştirilmesini kendileri için önemli konulardan görmüş, bu amaç uğrunda çalışmıştır. 20. Yüzyıl insan hakları düşüncesinin en çok gelişme kat ettiği zaman dilimi olmuştur.
Birleşmiş Milletler hangi amaçla kurulmuştur?
Birleşmiş Milletler, uluslararası barış ve güvenliği sağlama temel amacıyla kurulmuştur.
Birleşmiş Milletler örgütünün kurucu antlaşması nedir?
Birleşmiş Milletler Şartı
Birleşmiş Milletler Şartı’nın 1.maddesinde insan haklarına ilişkin düzenleme nasıldır?
Bu maddede ekonomik, sosyal, kültürel veya insancıl karakterdeki sorunların çözülmesi için uluslararası işbirliğini sağlanması ve ırk, cinsiyet, dil veya din ayrımı olmaksızın herkesin temel hürriyetlerine ve insan haklarına saygıyı desteklemek örgütün amaçları arasında sayılmıştır.
Birleşmiş Milletler Şartı’nın 13.maddesinde hangi konudan bahsedilmektedir?
Şart’ın 13. Maddesinde, Genel Kurul’un ırk, cinsiyet, dil veya din ayrımı olmaksızın insan hakları ve temel özgürlüklerden yararlanılmasını sağlamak için uluslararası çapta araştırmalar yapılmasını sağlama görevinden bahsedilmektedir.
Birleşmiş Milletler Şartı’nın 55.Maddesinde insan haklarından nasıl bahsedilmiştir?
Şart’ın 55. Maddesine göre uluslararasındaki dostane ve barışçıl ilişkiler için gerekli olan istikrar ve refah şartlarını yaratma maksadıyla, … BM …c) ırk, cinsiyet, dil veya din ayrımı olmaksızın herkesin insan haklarına ve temel özgürlüklerine evrensel bir saygı ve de riayeti sağlayacaktır.
Hangi çalışmalar sayesinde BM çatısı altındaki insan hakları çalışmaları somut kazanımlara dönüşmüştür?
Ekonomik ve Sosyal Konsey’in.
Birleşmiş Milletler Şartı’nın 62. Maddesine göre Konsey hangi kararları alabilmektedir?
Şart’ın 62. Maddesine göre Konsey herkesin insan haklarına ve temel özgürlüklerine etkili bir şekilde saygı gösterilmesini sağlamak amacıyla tavsiye kararları alabilmektedir.
Konsey BM Şartının 68.Maddesine göre hangi hakka haizdir?
İnsan haklarının güçlendirilmesi ve de ilerletilmesi için komisyonlar kurabilme hakkını haizdir.
İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’nin amacı nedir?
BM Şartı’nda bahsedilen insan hakları ve temel özgürlükler den ne anlaşılması gerektiği konusunda ortak bir anlayış yaratmaktır. Böylelikle bütün halklar ve milletler için ortaya bir başarı ölçütü koyulmuş olacaktır. İnsan hakları konusunda Beyanname’ ye bakarak, devletler nerede olduklarını daha kolay tayin edebileceklerdir
Beyanname’nin hazırlanmasında temeli oluşturan felsefe hangi temellere dayanmaktadır?
• İnsanlık onuru, • Özgürlük, • Eşitlik, • Kardeşlik.
İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi nasıl bir metindir?
Beyanname, Aydınlanma Felsefesi ’nden etkilenmiş, daha ziyade Doğal Haklar ekolünden beslenmiş, güvence altına almak istediği özgürlük ve eşitliği ise evrensel olarak, ırk dil din farkı gözetmeksizin herkese bahşetmek isteyen, özünde liberal bir metindir.
Birleşmiş Milletler çatısı altında hazırlanan ve kabul edilen sözleşmeler nelerdir?
• 1966 Medeni ve Siyasal Haklar Sözleşmesi • 1966 Ekonomik, Sosyal ve Kültürel Haklar Sözleşmesi
Medeni ve Siyasal Haklar Sözleşmesi ne zaman kabul edilmiştir?
BM Genel Kurulu’nca 16 Aralık 1966 tarihinde kabul edilmiş ve imzaya açılmıştır
Medeni ve Siyasal Haklar Sözleşmesi yapısal olarak nasıl bir metindir?
Yapısal olarak incelendiğinde MSHS, toplam 6 Bölüm ve 53 maddeden oluşan ve öncelikle İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’nde düzenleme bulan hükümlere genişleterek somut bir kapsam ve bağlayıcılık kazandıran bir hukuk metnidir.
MSHS’nin 53 maddesinden 6. Madde ile 27. Madde arasında düzenlenmiş bulunan klasik haklar nelerdir?
Hayat hakkı, işkence yasağı, kişi hürriyeti ve güvenlik hakkı, adil yargılama hakkı, özel hayatın mahremiyeti gibi haklar bunlardan bazılarıdır.
Halkların kendi kaderini tayin hakkının boyutları nelerdir?
Bu hakkın iç boyutunda halkların dilediği ekonomik, sosyal ve kültürel tercihlerini serbestçe yapabilmeleri; bu tercihlerin ışığında diledikleri siyasi örgütlenmeyi kurabilmeleri yatar. Bu hakkın dış boyutunda ise iç yapıda dilediği tercihleri özgürce yapmış olan halkın kendi siyasi statülerini ve uluslararası toplumdaki yerlerini hak eşitliği prensibine göre belirleyebilmeleri vardır.
Medeni ve Siyasal Haklar Sözleşmesi’nde kötüye kullanma yasağı ile ne amaçlanmıştır?
Bu yasağa göre, hem sözleşmede mevcut hakların kullanılması esnasında kötüye kullanma durumları engellenmesi; hem de bu yasağın sözleşmenin yorumlanmasında kullanılmasının sağlanması amaçlanmaktadır.
İnsan Hakları Komitesi hangi amaçla kurulmuştur?
Sözleşme’nin taraf devletlerce yürütülmesinin denetlenmesi amacıyla İnsan Hakları Komitesi kurulmuştur. Komite üyeleri Sözleşme tarafından düzenlenen hak ve özgürlüklere saygı gösterilip gösterilmediğini denetlemekle görevlidir.
İnsan Hakları Komitesi’nin denetlemesini mümkün kılan ilk enstrüman nedir?
Sözleşme tarafından şart koşulan devlet raporlarıdır.
ESKHS madde 1’e göre; halkların kendi kaderini tayin etme hakkı nasıl düzenlemektedir?
Tüm halklar bu hakka sahiptir ve bu hakkı özgürce kullanarak kendi siyasi durumlarını tespit eder; diledikleri şekilde ekonomik, sosyal ve kültürel gelişimleri gerçekleştirir. Tüm halklar, sahip oldukları doğal zenginlik ve kaynakları, işbirliği gereği yükümlendikleri borçları hariç, karşılıklı fayda ve uluslararası hukuka uygun olarak diledikleri şekilde kullanmakta özgürdür. Bir halk, hiçbir şekilde kendi varlığı için gerekli olan imkânlarından mahrum bırakılamaz.
ESKHS 5. Maddesi ile ne yasaklanmaktadır?
Özgürlüklerin kullanılması yoluyla diğer özgürlüklerin sınırlandırılması yasaklanmaktadır. Sözleşmenin diğer kişileri ve özgürlükleri kısıtlayacak şekilde yorumlanması yasaktır. Maddeye göre sözleşmedeki hiçbir düzenleme sözleşmede öngörülen sınırlamadan daha fazla sınırlandırılmaya da tabi tutulamaz.
Her Türlü Irk Ayrımcılığının Ortadan Kaldırılması Sözleşmesi’nin mahiyeti nedir?
Bu Sözleşme özellikle her türlü ırksal ayrımcılığa karşı düzenlemeler getiren, bu ayrımcılığı genel olarak önlemek isteyen mahiyettedir.
Her Türlü Irk Ayrımcılığının Ortadan Kaldırılması Sözleşmesi ile ırk ayrımcılığı eylemi nasıl tanımlanmıştır?
Irk, renk, nesep veya milli veya etnik kökene bağlı olarak yapılan her türlü ayrım, dışlama, sınırlama veya yeğ tutma olarak tanımlamıştır.
Sözleşme’nin tarafı olan devletlerin yükümlülükleri nelerdir?
Sözleşme’nin tarafı olan devletler, kendi ülkelerinde ırk ayrımcılığını ortadan kaldırmak ve çeşitli insan haklarından ayrım olmaksızın istifade edilmesini sağlamak için gerekli olan hukuki düzenlemeleri gerçekleştirmekle yükümlüdür. Ayrıca bireyler, grup veya kurumlarca yapılacak ayrımcılığı da önlemeye yönelik her türlü adımı atmalıdır.
Sözleşme’nin uygulanmasını sağlamak için kurulan komitenin adı nedir?
Irk Ayrımcılığını Önleme İcra Komitesi.
Irk Ayrımcılığını Önleme İcra Komitesi’nin görevleri nelerdir?
Sözleşme’nin yürütülmesini sağlamakla görevlidir. Komite, taraf devletlerin gönderdiği raporları değerlendirmek, Sözleşme hükümlerinin uygulanmasını sağlayacak yasal, yargısal ve idari önlemler hakkında rapor hazırlamakla da mükelleftir.
İnsan ırklarının eşitliği konusunda yapılmış sözü en açık ve anlaşılır sözleşme olarak da nitelendirilen sözleşmenin adı nedir?
Her türlü ırk ayrımcılığının ortadan kaldırılmasına ilişkin uluslararası sözleşme.
Apartheıd sözleşmesi ne zaman imzalanıp yürürlüğüne girmiştir?
1973 yılında Birleşmiş Milletler Genel Kurulu tarafından kabul edilen ve imzaya açılan Apartheid Sözleşmesi 1976 yılında yürürlüğe girmiştir.
Apartheıd sözleşmesi’nin günümüz itibari ile kaç tarafı bulunmaktadır?
Sözleşme’nin günümüz itibariyle tarafı olan 108 devlet bulunmaktadır.
Apartheıd sözleşmesi’nin esas amacı nedir?
Sözleşme’nin esas amacı apartheid rejimlerini bastırmak ve cezalandırmaktır.
Sözleşme’ye göre apartheid rejimleri nasıl tanımlanmaktadır?
İnsanlığa karşı suç olarak tanımlanmaktadır ve bu tip rejimlerin gerçekleştirdiği eylemler uluslararası hukukun genel prensiplerinin ihlali olarak değerlendirilmelidir.
Apartheid suçuna karşı kimlerin cezai sorumluluğu vardır?
Bireyler, devletin temsilcileri, bazı kurum ve kuruluşların üyeleri işleyebileceği gibi, suçu işlemeyip de bu suçun işlenmesini teşvik eden, cesaretlendiren veya suçun işlenmesinde işbirliğine giren şahısların da cezai sorumlulukları söz konusudur.
Sözleşme’nin 5. Maddesine göre, bu suçlardan biriyle suçlanan kişilerin yargılanması nerede yapılmaktadır?
Sözleşme ’ye taraf olan devletlerin herhangi birinin mahkemesinde gerçekleştirilebilir. Ayrıca, görevli bir uluslararası ceza mahkemesi de bu yargılamaları yapabilecektir.
Apartheid uygulamasını ağır bir hukuk ihlali olarak değerlendiren ek protokol nedir?
1977 tarihli olan ve savaş hukuku kurallarını kodifiye eden 1949 Cenevre Sözleşmeleri’ne I. Ek Protokol apartheid uygulamasını ağır bir hukuk ihlali olarak değerlendirmiştir.
Uluslararası Ceza Mahkemesi Statüsü apartheid suçunu nasıl vasıflandırmıştır?
Uluslararası Ceza Mahkemesi Statüsü de apartheid suçunu, düzenlemiş olduğu suç kategorilerinden biri içinde değerlendirmiş ve bunu insanlığa karşı suç olarak vasıflandırmıştır.
Kadınlara Yönelik Her Türlü Ayrımcılığın Kaldırılmasına Dair Sözleşme ne zaman kabul edilip yürürlüğe girmiştir?
Birleşmiş Milletler Genel Kurulu tarafından 18 Aralık 1979 tarihinde kabul edilen bu sözleşme 1981 yılında yürürlüğe girmiştir.
Kadınlara Yönelik Her Türlü Ayrımcılığın Kaldırılmasına Dair Sözleşme’ nin amacı nedir?
Kadınlara karşı yapılan ayrımcılıkla savaşmak bu sözleşmenin amacıdır.
Kadınlara Yönelik Her Türlü Ayrımcılığın Kaldırılmasına Dair Sözleşme ile yapılan tanımlama nedir?
Sözleşme’ye göre; siyasi, ekonomik, sosyal, kültürel, medeni ve diğer alanlardaki temel özgürlükler ve insan haklarının kadınlar tarafından kullanılmasını engelleyen ve cinsiyete dayanan her türlü ayrımcılık, dışlama ve kısıtlama işte bu savaşılmak istenen, engellenmek istenen ayrımcılığın tanımını oluşturmaktadır
Sözleşmenin 5.maddesi ile kadınların hayatın tüm sahalarında eşit haklardan yararlanabilmelerini sağlamak için hangi tedbirler alınmak durumundadır?
Maddeye göre taraf devletler; kadınların ve erkeklerin rollerine ilişkin stereotiplerden yahut cinsiyetlerden birinin üstünlüğü veya diğerinin geriliğine ilişkin fikirlerden kaynaklanan yapılageliş uygulamalarıyla, önyargıların yok edilmesini sağlamak amacıyla; kadın ve erkek hareket tarzına ilişkin sosyal ve kültürel yapıların değiştirilmesine sağlayacak her türlü tedbiri almak durumundadır.
İşkence Ve Diğer Zalimane, İnsanlık Dışı Veya Aşağılayıcı Muamele Ve Cezaya Karşı Sözleşme ne zaman imzalanıp yürürlüğe girmiştir?
10 Aralık 1984 tarihinde Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nda kabul edilerek imzaya açılmıştır. 1987 senesinde yürürlüğe girmiştir.
İşkence Ve Diğer Zalimane, İnsanlık Dışı Veya Aşağılayıcı Muamele Ve Cezaya Karşı Sözleşme’ nin amacı nedir?
Sözleşme’nin amacı kamu görevlisi olan veya kamusal bir yetkiyi kullanan kişiler tarafından veya bu kişilerin teşviki, rızası veya göz yumması neticesinde işlenen işkencenin cezalandırılmasını sağlamaktır.
Sözleşme işkenceyi nasıl tanımlamaktadır?
gören kişi veya üçüncü şahıstan bilgi veya itiraf alabilmek amacıyla, bir kişiye, fiziksel veya zihinsel, şiddetli acı veya ızdırap yaşatan kasti eylemler olarak tanımlamaktadır.
Sözleşmenin denetlemesi kim tarafından sağlanmaktadır?
Sözleşme tarafından kurulmuş olan İşkence Komitesi Sözleşme’nin yürütülmesini denetlemekte ve sağlamaktadır.
İşkence Komitesinin görevleri nelerdir?
Komite’nin birincil görevi taraf devletlerin Sözleşme’nin yürütülmesi ve Sözleşme ’den doğan yükümlülükleri hakkındaki icraatlarına ilişkin raporlarını gözden geçirmektir. Sözleşme’ye göre taraf devletler, taraf olduktan sonra 1 yıl içinde; daha sonraki sürelerde de her 4 yılda rapor vererek, Sözleşme’nin ulusal bazda nasıl yürütüldüğü hakkında Komite’yi bilgilendirmelidir. Komite işte bu raporları incelemekle yükümlüdür. Bu inceleme sonunda Komite raporu gönderen devlete kaygı ve tavsiyelerini iletmektedir. Raporlara ilaveten, Komite kişisel şikâyetler ile devletlerarası şikâyetleri de kabul edip dinleyebilmektedir.
Çocuk Hakları Sözleşmesine göre çocuk nasıl tanımlanmaktadır?
Sözleşme’ye göre çocuk eğer hukuk kurallarına göre daha erken rüşt daha erken kazanılmıyorsa, 18 yaşından küçük olan her insan bireyi olarak tanımlanmaktadır.
Çocuk Hakları Sözleşmesinin en temel ilkesi nedir?
Sözleşme’nin en temel ilkesi 3. Maddenin 1. Fıkrasında düzenlenmiştir. Bu hükme göre; ister kamu isterse özel sektörden sosyal refah müesseseleri, mahkemeler, idari ve yasama kurumları tarafında gerçekleştirilen ve çocukları ilgilendiren her eylemde, çocuğun en yüksek seviyede menfaatlerini sağlamak ana amaç olacaktır. Yani, eylem veya işlem özel veya kamu sektöründen gelsin; yahut hukuk mahkemeleri veya idari yapılardan kaynaklansın fark etmez. Önemli olan çocuğun menfaatleridir ve esas olarak çocuğun en fazla menfaattar olacağı şekilde hareket etmektir. Bu ilke ile çocuğun ailesi, ebeveynlerinin yanı sıra devlete de öneli sorumluluklar yüklenmektedir. Hatta sosyal meselelerde çalışan özel kurumların dahi sorumlulukları ve yükümlülükleri söz konusudur.
Çocuğun en yüksek seviyede menfaatinin korunması ana ilkesine ilaveten Sözleşme’nin dayandığı diğer ilkeler nelerdir?
• Ayrım gözetmeme ilkesi, • Hayat ve gelişme hakkı, • Görüşlerini ifade hakkı.
Sözleşme’nin ikinci maddesiyle düzenlenen ayrım gözetmeme ilkesine göre ne hedeflenmektedir?
Taraflar Sözleşme bünyesinde düzenlenmiş bulunan hakları, çocuklar arasında hiçbir ayrım gözetmeden tüm çocuklar için tanımalı ve gerçekleştirmelidir. Irk, renk, cinsiyet, dil, siyasi düşünce, etnisite, toplumsal ve ulusal köken gibi sebeplerle bazı çocukların bu haklardan istifadesinin önüne geçilmemesi gerektiğine işaret eden bu ilke; fırsat eşitliğini de sağlamayı hedeflemektedir.
Sözleşme’nin 6. Maddesiyle düzenlenen çocuğun hayat ve gelişme hakkı ile ne kastedilmektedir?
Devletin her türlü imkânının çocuklarının hayatta kalması ve süreç içinde kendisini geliştirmesinin olanaklı kılınmasına vakfedilmesi kastedilmektedir. Elbette devletlerin bu hakkı desteklemek görev ve yükümlülükleri ekonomik imkânları ile de sınırlıdır. Madde bu nedenle devletlerden bu hakkı korumak için mümkün olan azami çabayı göstermesini istemektedir.
Çocuk Hakları Komitesi’nin görevi nedir?
Komite, Sözleşme tarafından öngörüşmüş yükümlülüklerin yerine getirilmesi hususunda taraf devletlerin kat ettiği ilerlemeleri incelemekle görevlendirilmiştir.
1235 Usulü ile komisyon neyi gerçekleştirmektedir?
Bu usulde Komisyon önüne gelen şikâyeti değerlendirmekte, kendi yaptığı çalışmalar ve araştırmalar sonucunda ulaştığı tespitleri Ekonomik ve Sosyal Konsey’e iletmektedir.
1235 sayılı kararın alınması ilk olarak hangi olay ile başlamıştır?
1235 sayılı kararın alınması ilk olarak Güney Afrika’da hüküm sürmüş olan Apartheid rejimi ile başlamıştır.
1503 usulü ile ne ortaya çıkmıştır?
1503 usulü ile bir devlet ülkesi içinde istikrarlı bir yapı içinde işlenen, ağır mahiyette ve güvenilir şekilde tasdik ve ispat edilebilir özellikte olan insan hakları ve temel hak ve özgürlük ihlallerinin araştırması görevi ortaya çıkmıştır.
1503 Usulünde başvuruları kim yapabilmektedir?
Bu usulde başvuruları; bireyler, birey grupları ve hükümet dışı örgütler yapabilmektedir.
1503 Usulünde amaçlanan nedir?
Bireysel çıkarların ve hakların korunması değil, sistematik ihlallerin vuku bulduğu devletlerde toptan ve sistemik iyileştirmeler için tavsiyede bulunabilmektir.
1503 Usulünde yapılacak başvuruların haiz olduğu şartlar nelerdir?
• Başvuru imzasız olamaz, • Siyasi özellik taşıyamaz. • Başvuruda bahsedilen insan hakları ihlalleri hakkında bilgi veren kaynakların genel medya ve diğer kitle iletişim araçlarından başka olması da gerekir. Yani sadece haber kaynaklı bir başvuru yapılması mümkün değildir. • Yine, iç hukuk başvuru yollarının tüketilmiş olması ve İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’nde düzenlenmiş olan haklardan hangisi veya hangilerinin de ihlal edildiğinin başvuruda açıkça zikredilmesi gereklidir.
İnsan hakları nedir?
İnsan hakları etimolojik, sosyolojik ve dolayısıyla ahlaki olarak kişinin sırf insan olduğu için sahip olduğu haklar demektir (Akıllıoğlu, İnsan Hakları I, s. 1). İnsan hakları eğer bir kişinin sırf insan olmasından dolayı sahip olduğu haklar ise, o zaman yalnızca insanların insan hakları vardır; eğer bir varlık insan değilse o tanımı gereği insan hakkına sahip olamaz (Donnelly, s. 30). Her sosyal olgu gibi insan hak ve hürriyetlerinin içeriği de toplum hayatının dinamizmi içerisinde ortaya çıkan şartlar veya yeni farklı inanç ve düşüncenin değerleri yönünde değişime ve gelişime uğramıştır. Bu bakımdan insan hak ve hürriyetleri, dinî inanç, felsefi düşünce ve dünya görüşünün bir yansıması ve sonucu olarak değişen ve gelişen bir nitelik taşımaktadır (Kıllıoğlu, s. 692). Bu sebepledir ki insan hakları konusunda bugün gelinen noktayı haklar bakımından ulaşılabilecek en son nokta olarak değerlendirmek mümkün değildir. Çünkü insan değiştikçe beklentileri arttıkça talep ettiği haklarda da değişiklikler olacaktır. O yüzden “insan hakları” geçmişten günümüze uzanan ve halen devam eden ve normal şartlarda devam edecek olan bir süreçtir. Bu tarihsel süreç içerisinde doğal hukuk düşüncesinden kaynaklanan haklar listesi de giderek genişlemiştir (Çoban, s. 291). Bu süreç içerisinde, artık bu haklara saygı gösterilmesi talebi, en etkili ve yaygın siyasi çağrı olarak karşımıza çıkmaktadır. İnsan hakları ile ilgili olarak yapılan bu çağrıda da zaman içerisinde insan haklarının dinamikliğine bağlı olarak değişiklikler olmuştur. Eskiden insan hakları doktrininin temel amacı daha çok devletin, siyasi iktidarın sınırlandırılması iken bugün bu haklar bireylerin pozitif hak arayışları yoluyla devletin etkinlik alanını genişletmeye yönelik taleplerinin de temel dayanağı hâline gelmiştir (Erdoğan, Anayasal Demokrasi, s.115). Bu özelliği ile insan hakları siyasal iktidarın sınırlandırılması fonksiyonunun yanında, sosyal devlet anlayışının idareye hâkim kılınması için ahlaki bir temel vazifesi görmektedir. Bu durumdan insan haklarının ilk muhatabı devlet ve onun temsilcisi olan hükûmettir sonucu çıkartılabilir (Ünal, Temel Hak ve Özgürlükler ve İnsan Hakları Hukuku, s.19). İnsan haklarının muhatabı olarak devlet ve onun temsilcisi olarak hükûmet, insan haklarına hem müdahale etmemek hem de bazı çeşit hakların kullanılmasına da ortam hazırlamakla yükümlüdür. Devletler bu yükümlülüklerini insan haklarını anayasal güvence altına alarak yerine getirmektedir. Zaten anayasaların görevlerinden birisi de bireylerle ilgili olarak devlet yetkilerinin sınırlandırılmasıdır (Erdoğan, Anayasal Demokrasi, s.115). Bu sayede insan hakları devletlerin anayasalarında yer alarak devletin yetkilerini kullanmasında belli bir doğal sınır olarak karşımıza çıkar. Bu özelliği ile insan hakları, çoğu yazarlara göre, felsefi ve ahlaki temelli olmasına rağmen çıkışında ve bugün de siyasidir. Doktrinde ve uygulamada önceleri kamu özgürlükleri kavramı kullanılmış, daha sonra kavram olarak, “insan hakları” yaygın olarak kullanılmaya başlanmıştır (Akad-Dinçkol, s. 185-186; Uygun, İnsan Hakları Kuramı, s. 16). Kendisine pek çok değişik anlam yüklenen, siyasi, ahlaki, hukuki açıdan önem arz eden insan hakları kavramı üzerinde daha ayrıntılı bir incelemeye geçmeden önce hak kavramını öncelikli incelemekte yarar vardır.
Hak nedir?
Hak, belli bir gücün taleplerine temel olan isimlerdir (Donnelly, s. 19). Bu bakımdan bir hakka sahip olmak demek meşru bir temele dayanan taleplerde ısrar etmeye yetkili olmak anlamına gelmektedir. Diğer bir anlatımla hak söz konusu hakka sahip olan kişinin bir şeyi yapmaya yetkili olduğunu belirtir. Hak aynı zamanda bir meşruluk iddiasıdır, belli bir somut durumda başkasının özgürlüğüne müdahale edebilmek için ahlaken yetkili olunduğunun kısaltılmış formülüdür (Erdoğan, Anayasal Demokrasi, s. 115). Kısaca, hak hukukun koruduğu menfaattir; (Hatemi, s.28) hukuk düzenince tanınan bir yetkidir. Hak, kişiyi hukuki iktidarla donatır; bunu kullanıp kullanmamak hak sahibinin takdirindedir (Erdoğan, İnsan Hakları Öğretisine Giriş, s. 23). Hak kelimesinin iki temel ahlaki ve siyasi anlamı vardır: doğruluk ve yetki. Birincisinde bir şeyin haklı olduğundan ve haklı olan bir eylemden söz ederiz. İkincisinde ise bir kimsenin bir hakka sahip olduğundan bahsederiz. Normal olarak haklardan söz ettiğimizde bu ikinci anlamı vurgulamış oluruz (Donnelly, s. 19). Bir hakkın varlığının anlamlı olabilmesi için ise hak ile birlikte şu unsurların bulunması gerekir; yetki, talep, saygı gösterilme zorunluluğu. Yetki, hakkın özü olan bir şeyi yapabilmektir. Kişi ise söz konusu şeyi yapıp yapmamakta özgürdür. Zaten bu hak kavramının doğası gereğidir ki kişi hakkını kullanmaya zorlanamaz. Talep unsuru ise her hak sahibine olumlu ya da olumsuz bir talepte bulunma yetkisi verir. Bu talepler hem negatif hem de pozitif anlamda olabilir. Hukuki haklar da bu taleplere bir dayanak oluşturur. Kişilerin en temel taleplerine konu olan “özgürlük hakkı” ve bu haktan türeyen yetkiler negatif taleplere konu olur (Erdoğan, Anayasal Demokrasi, s.117). Son unsur olarak ele alabileceğimiz saygı gösterilme unsuru da hakkın konusundan yararlanma yetkisinin genel olarak veya bir kişiye bağlı olarak tanınmasını istemek ona saygı gösterilmesini meşru olarak beklemek demektir. Bu durum ahlaki dayanağı olan haklarda “uyma inancı” olarak ortaya çıkarken hukuki dayanaklı haklarda “zorla yerine getirmeyi” gerektirir (Erdoğan, “İnsan Hakları Öğretisine Giriş”, s. 25). Haklar hukuk yoluyla yerine getiriliyorsa insan hakları talebini ileri sürmeye gerek kalmaz (Uygun, İnsan Hakları Kuramı, s. 15). Bu unsurları taşıyan herhangi bir hakka sahip olma durumu en fazla kişinin hakkın konusuna sahip olmadığı yani haktan memnu olduğu zaman değer kazanır.
Hak ve ödev ilişkisi nasıldır?
Bilindiği üzere kazanılan her hak bir yükümlülüğü de beraberinde getirmekte; hakların karşılığı olan bu yükümlülükler de hak sahibine ait olmaktadır. Bu yükümlülükler hakkın niteliğine göre pozitif veya negatif olabilir. Yani kişi bir hak karşısında bir hareketi yapmakla yükümlü olabileceği gibi (pozitif anlamda yükümlülük) bir hareketten kaçınma yükümlülüğü altında da olabilir (negatif yükümlülük). Kişi bir hakkını ileri sürebilmek için o hakkın yükümlülüklerini noksansız yerine getirmiş olmalıdır. Fakat bu söz konusu durum insan hakları bakımından pek gerçekçi ve doğru bir yaklaşım değildir. İnsan hakları belli bir ödeve bağlanamayan devlete yönelik tek taraflı haklardır. “İnsan haklarının aynı zamanda onların özneleri için ödevler de içerdiği” veya varlıklarının ödevlerinin yerine getirilmesine bağlı olduğu görüşü yanlıştır (Erdoğan, İnsan Haklarına Kavramsal Bir Yaklaşım, s. 15). İllaki insan haklarına karşılık bir ödev bulma konusunda ısrarcı olunacaksa insan haklarının yükümlülüğü sadece insan olmaktır, denebilir. İnsan haklarının aynı zamanda bir ödeve bağlandığı şeklindeki anlayış tehlikelidir (Erdoğan, Anayasal Demokrasi, s. 118). Öyle bir durumda insan haklarının evrenselliği zarar görecektir. İnsan haklarının bir ödevi yerine getirme yükümlülüğüne bağlanması, bir hakka ilişkin ödevi yerine getirmeyenlerin o ödeve ilişkin haktan yararlanamamaları sonucunu doğuracaktır ki bu, insan haklarının etiğine ters düşer. Konuya diğer bir bakış açısıyla yaklaşacak olursak ahlaki bakımdan da bir ödevin söz konusu olduğu her durumda bir hakkın varlığından söz etmek de doğru olmaz (Erdoğan, İnsan Hakları Öğretisine Giriş, s. 26). Örneğin gördüğümüz bir trafik kazasında yaralılara yardım etmek için durmamız bir ödevken bu hareketimizin sonunda elde ettiğimiz herhangi bir hak yoktur. Diğer bir taraftan hakların önemli bir kısmının maddi içeriği bir şeyden yararlanmadır. Birçok hak, kişilere bazı yararlar sağlar; bu yararlanma durumu hakkın konusunu oluşturur. Ama her yararlanma durumu kendi başına bir hakkın varlığına delalet etmez. Bir hizmet veya bir olanaktan yaralanma ile bu yararlanmayı bir hak olarak ileri sürebilmeyi birbirinden ayırmak gerekir. Öyle ki bir olanaktan yararlanma durumunda kişi kendisine bahşedilen bir lütuftan yararlanıyor olabilir. Bu durumlarda yararlanmanın tek taraflı olarak ortadan kaldırılması kişide bir hak talebi yaratmaz. Esasen de bu gibi durumları hak kavramının kapsamına almak doğru olmaz (Erdoğan, Anayasal Demokrasi, s. 118).
İnsan haklarının diğer haklardan farkı ve içeriği nedir?
İnsan hakları diğer bütün haklardan üstün bir nitelik taşır. İnsan hakları ahlakilik düşüncesinden kaynaklanan hakları ifade etmektedir (Giritli-Güngör, s. 9). Başka bir deyişle insan hakları en üstün ahlaki talepleri ifade eder (Erdoğan, Anayasal Demokrasi, s. 119). İnsan haklarının üstün olması demek, bu haklara dayanan iddia ve taleplerin başka bütün hak iddiaları karşısında üstün olması demektir. İnsan hakları deyimi ile bazen de tüm insanlara tanınması gereken haklar anlatılmak istenir. Buna “soyut anlamda insan hakları” da denir. Bu anlamda insan hakları “olanı değil” olması gerekeni” gösterir (Gölcüklü-Gözübüyük, s 3). İnsan hakları menşei itibariyle negatif karakterli haklardır (Uygun, İnsan Hakları Kuramı, s. 33-34). Yani çıkış noktasında bu haklar kişiler lehine pozitif bir durumun tesisini gerektirmez, daha çok kişinin hak ve özgürlüklerine müdahaleden kaçınmayı ifade eder. Bu hakları koruyucu haklar (Tezcan-ErdemSancakdar, s. 43) olarak adlandırmak mümkündür (Bozkurt, Hukukun Temel Kavramları, s. 84). Bugün klasik ya da temel olarak adlandırdığımız “kişi özgürlükleri ve siyasal haklar” büyük ölçüde aristokrasi-burjuvazi çatışmasına dayanmaktadır. İki sınıf arasındaki çelişki ve çıkar çatışması sonucu doğan hak ve özgürlükler, büyük düşünce akımlarının etkisi ile dönemin İngiliz-Amerikan ve Fransız haklar bildirgelerinde yer alarak hukuk düzeninin yapı taşları hâline gelmişlerdir (Kaboğlu, s. 26). Bu haklara devlet en az şekilde müdahale etmelidir. Birinci grup haklar içerisinde önce medeni haklar yer almış, daha sonra bunlara siyasi haklar dâhil olmuştur. Siyasi haklara, katılma hakları da denilmektedir (Bozkurt, Hukukun Temel Kavramları, s. 84). Genelde siyasal hayata katılma olarak nitelendirebileceğimiz bu haklar diğer iki gruba dâhil etmeye çalıştığımız tüm haklarla birlikte bir bütünü oluştururlar (Tezcan-Erdem-Sancakdar, s. 40-45; Uygun, İnsan Hakları Kuramı, s. 21-25; Giritli-Güngör, s. 10-13). İlk olarak negatif karakterle ortaya çıkan insan hakları daha sonraları pozitif bir nitelik de kazanmıştır. Bu haklar ikinci grup haklar olarak nitelendirilmektedir (Tezcan-Erdem-Sancakdar, s.46). Devletten bir şeyler talep etmeye dayanak oluşturur. Bu haklar genelde ekonomik niteliktedir. Daha sonraları bu iki grup hakkın dışında üçüncü grup haklar ortaya çıkmıştır (Tezcan-Erdem-Sancakdar, s.46). Bu haklara dayanışma hakları da denilmektedir (Uygun, “İnsan Hakları Kuramı”, s. 24). İnsan hakları, “insan merkezli” bir düşünce olarak ortaya konulmaktadır. Üstün niteliğiyle insan hakları, insan olarak var oluşumuzun objektif olarak iyi olduğu varsayımına dayanmaktadır. Aslında bu varsayımın arkasında insanların diğer canlılara nazaran bazı üstün özelliklerinin bulunması ve bu üstünlüklerinden dolayı bazı hakları doğuştan kazandıkları inancı vardır. İnsan hakları düşüncesinin altında yatan unsurlardan birisi de ahlaki eşitliktir. Bu varsayım bireyler arasındaki farklılıklar ne olursa olsun insan ahlakı bakımından herkesin eşit olduğunu kabul eder ve bundan dolayı herkesin haklardan yararlanma konusunda eşit olduğunu savunur.
Özgürlük kavramı ne anlama gelir?
İnsan haklarının temelinde bulunan haklardan yararlanma özgürlüğü daha geniş bir ifade ile “özgürlük” sözlük anlamı ile “herhangi bir kısıtlamaya ve zorlamaya bağlı olmaksızın düşünme veya davranma, herhangi bir koşula bağlı olmama durumu; her türlü dış etkiden bağımsız olarak insanın kendi istencine, kendi düşüncesine dayanarak karar vermesi durumu”dur (Mumcu, s. 14). Özgürlük; insanın bilinçli ve amaçlı olarak eylemde bulunabilme potansiyelini, serbestçe seçebilme kapasitesini ifade eder, “bireyin özel alanı içerisinde zorlanmadan masun” olması durumudur. Bireyin özel alanı içerisinde zorlanmaya tabi tutulabilmesi, tercihlerinin etkilenmesi konusunda düzenleme yapabilen akla ilk gelen ve en büyük etken devlettir. Bu bakımdan özgürlükler konusunda bireyin zorlanmadan masun olması için (bir bakıma insan haklarının temelinde), devletin güçlerinin kontrolü gerekir. Bu kontrolü sağlayacak güç ise hukuktur. Hukuk aracılığı ile bireyin özgürlüklerinin devlete karşı korunması, insan haklarının topluma egemen kılınabilmesi mümkün olabilir. Özgürlük kavramını, haklar konusunda yaptığımız gibi, negatif-pozitif ayrımına tabi tutmamız mümkündür. Pek çok yazara göre; “negatif özgürlük” kişinin özel alanı içerisinde herhangi bir zorlamadan masun olması durumudur. Özgürlük denince akla gelen, kafalarda oluşan ilk izlenim de budur. En yalın ve basit anlamıyla özgürlük, hür olmaktır. Fakat zaman içerisinde bu yaklaşıma bir eleştiri olarak ortaya çıkan “pozitif özgürlük” kavramı ortaya çıkmıştır. Bu yaklaşıma göre kişinin özgür olabilmesi için herhangi bir özgürlüğünü kullanmadan yasaklı olmamasının yanında kişinin söz konusu özgürlüğü kullanabilmesi de gereklidir. Örneğin herkesin seyahat özgürlüğü vardır fakat cebinde parası olmayan birisi için bu özgürlüğün manası yoktur. Bu yaklaşıma göre özgürlüğün anlam kazanabilmesi ancak kişinin özgürlüğü kullanmak için ekonomik gücünün bulunması ile mümkündür. Salt özgür olma durumunu terimleştiren “negatif özgürlük kavramına getirilen diğer bir eleştiri de “rasyonel özgürlük” anlayışıdır. Özgürlüğü bu açıdan ele alanlar kişinin özgürlüğünün önünde devlet, toplum gibi dış engellerin yanında, bilinçsizlik ya da yanlış bilinç gibi iç engeller de bulunur denilmektedir. Bu yaklaşıma göre kişinin bilinç dışı hareket ederek giriştiği eylemler özgürlüğünü kullanması demek değildir. Aksine kişi rasyonel olmayan bu davranışları ile kendi özgürlüğünü kendisi sınırlıyor demektir (Erdoğan, Anayasal Demokrasi, s.122). Özgürlüğü böyle bir sınıflandırma neticesinde net bir şekilde ortaya koyduğumuzu söylemek mümkün değildir. Zira Montesquieu’nun “hiçbir kelime yoktur ki hürriyet kelimesi kadar kendine değişik anlamlar verilmiş olsun” sözü bu zorluğa işarettir (Akad-Vural Dinçkol, s. 133-134; Kapani, Kamu Hürriyetleri, s.3; Gözlügöl, s.27). İnsan haklarının temelini oluşturan unsurlardan birisi olan özgürlük totaliter sistemler (Marksizm ve Leninizm) dâhil her sistemin ulaşmak için çabaladığı bir idealdir (Öktem-Türkbağ, s. 74-97). Özgürlük, 1789 İnsan ve Vatandaş Hakları Bildirisi’nde; “başkasına zarar vermeyen her şeyi yapabilmek” olarak tanımlanmıştır. Montesquieu ise özgürlüğü “kanunların müsaade ettiği her şeyi yapabilmek” olarak tanımlamış, kanunların olmadığı yerde özgürlüğün de olamayacağını belirtmiştir (Gemalmaz, s. 52-53). Daha pek çok tanımı konuyu değişik bakış açılarından ele almakta, değişik unsurları öne çıkararak konuya açıklık getirmeye çalışmaktadır (Gözlügöl, s.27-28). Herkes kendisine göre unsurlardan birisine öncelik vermek suretiyle tanım yapmak yoluna gidebilecektir (Kuçuradi, s. 62-63).
Eşitlik ne anlama gelir?
İnsan haklarının temelini oluşturan diğer bir kavram da “eşitlik” kavramıdır. Etimolojik olarak eşitlik iki veya daha çok şeyin eşit olması durumu, denklik, müsavat, muadelet demektir. İnsan hakları açısından ise birey insan olmak bakımından başkalarıyla eşit değere sahiptir. Bu değer de bireyin kişisel özelliklerinden ayrı olarak vardır. Eşitlik herkese eşit muamele edilmesini, saygı gösterilmesinin gerektirir. Bu gerekliliğin otoriteye karşı güvence altına alınması “özgürlük” kavramında olduğu gibi kanunlarla mümkündür. Eşitlik kavramı içerisinde bahsettiğimiz şey “herkesin kişiliğine saygı gösterilmesi” değil, herkese “insan onuruna eşit saygı gösterilmesidir”. Bundan dolayıdır ki bazı kişilerin özel birtakım yeteneklerinin bulunması onlara herkesten farklı muamele edilmesinin meşru gerekçesi olamaz. “İnsan onuru” herkeste eşit derecede olduğundan herkes eşit derecede saygıyı hak eder. Çağdaş hukuk filozofu Herbert Hart bütün insanların özgür olmada eşit hakka sahip olduğuna işaret eder (Erdoğan, “İnsan Haklarına Kavramsal Bir Yaklaşım”, s.10).
Özgürlük ve eşitlik kavramlarının önem sırası nasıldır?
Üzerinde düşünülen diğer bir konu insan haklarının temelini oluşturan iki kavramdan hangisinin daha önem arz ettiğidir. Özgürlük mü, eşitlik mi insan hakları açısından önce gelir? İlk bakışta birbirlerinden ayrılmaz ikili olarak görülen bu kavramların birbirlerinden ayrı olarak ele alınmaları da mümkündür. Konu ile ilgili olarak Tocquivelle, “demokratik toplumların halkları hürriyet içerisinde eşitlik isterler; bunu elde edemedikleri takdirde esaret pahasına da olsa eşitliği arzularlar” demiştir (Tocqueville, s. 755). Bu düşünceyi tamamen kabul etmek çoğu düşünüre göre mümkün değildir. Fakat son zamanlarda bu kavramlar arasında eşitlik lehine bir gelişmenin de olduğu söylenebilir. Çoğu zaman eşitlik, toplumların sosyo-kültürel açıdan gelişmelerinde önemli bir itici güç olabilmektedir.Buna karşılık özgürlük eşitliğe kıyasla daha soyut, daha karmaşık, daha yüksek bir kavramdır. Roger Lacombe’un söylediği gibi özgürlük daha çok elit tabakanın özlemini duyduğu bir idealdir. Tüm bu fikirlerin ötesinde kavramların birbirlerine belli bir üstünlüğü yoktur. Demokrasi idealinin iki temel ilkesi olan özgürlükle eşitlik arasında köklü bir bağ, bir diyalektik ilişkisi bulunmaktadır. Özgürlüğün anlam kazanabilmesi için herkese eşit olarak tanınması ve herkesin ondan eşit olarak yararlanması gerekir (Kapani, Kamu Hürriyetleri, s. 8). Her iki kavram da insana insan olarak değer tanıyan, onun kişiliğine saygı duyan bir anlayıştan kaynaklanır. Fakat buradan özgürlük ve eşitliğin ayrılmaz kavramlar oldukları sonucu çıka
rılmamalıdır. Zira tarihe bakıldığında özgürlüğün her zaman eşitliği beraberinde getirmediği, eşitlik sağlama çabalarının da her zaman özgürlükle yan yana yürümediği görülür. İnsanlar bazen 19. yüzyıl İngiltere’sinde olduğu gibi geniş bir özgürlük ortamında eşitsizlik içerisinde yaşayabilirken Marksist-Leninist toplumlarda olduğu gibi eşitlik içinde özgürlükten yoksun bir şekilde de yaşayabilirler (Kapani, Kamu Hürriyetleri, s.9). Söz konusu temel üzerinde şekillenen insan hakları kavramını felsefi bir kavram olmaktan çıkararak ilk kez hayata geçiren insanın onur ve haklar yönünden hür doğduğunu, insanların ırk, renk, cinsiyet, dil, din ve siyasi kanaat açısından ayrımsız tüm hak ve hürriyetlerden yararlanmada eşit bulundukları esaslarına dayanan liberal ideoloji ve eylem sahasında Fransız İhtilalidir (Gözlügöl, s.29). Bu bakımdan çağdaş anlamda insan haklarının kaynağı, 1789 Fransız İnsan ve Vatandaş Hakları Bildirisi’dir, diyebiliriz (Civelek, s. 359). Haklar içerisinde özel bir yere sahip olan insan hakları bu tarihten sonra, önce millî mevzuatlarda sonra da milletlerarası mevzuatlarda kendisine geniş olarak yer bulmuştur.
İnsan haklarının öznesi olarak birey ne anlama gelir?
İnsan haklarının öznesi topluluklar değil bireylerdir. İnsan hakları insanlara, insan olmaları sebebiyle verilen haklardır. Bu bakımdan insan hakları temelde “birey hakları”dır (Donnelly, s.1921). Bunun nedeni ise sadece bireylerin tercihlerde bulunabilmesidir (Erdoğan, İnsan Haklarına Kavramsal Bir Yaklaşım, s.10). Bu bakımdan özgürlük sadece insanlar için kullanılması anlamlı olan bir kavramdır. Grupların, toplulukların ise mecazi anlamda dahi düşünme, mütalaa etme kabiliyetleri yoktur. Grup ve toplulukların kararlarından bahsederken o topluluğun üyelerinin ortak kanılarından ya da çoğu zaman olduğu gibi o grubun ya da topluluğun başında olan veya olanların fikirlerinden söz etmiş oluruz. Bu çerçevede toplulukların hakları gibi görünen haklar (dernek kurma hakkı, toplantı ve yürüyüş özgürlüğü vb.) aslında o toplulukları oluşturan bireylerin hakları veya bireylerin başka bireylerle kullandıkları haklardır. İnsan haklarının öznesinin bireyler olması demek aynı zamanda bu haklara sahip olmanın belli bir topluma, kolektiviteye bağlı olmaması anlamına gelir. İnsan haklarının bir kolektiviteye mensubiyetten bağımsız olması zorunludur. Çünkü insan hakları çoğu kez topluma ve devlete karşı ileri sürülen haklardır. İnsan hakları topluluklara ve kollektif kimliklere karşı tanımlanması gereken haklardır. Çünkü klektivitenin bireyin tercihlerini bastırabildiği yerde insan haklarının varlığından söz etmek pek mümkün değildir.
Nitekim günümüzde kolektif kimlikler adına insan haklarının bastırıldığı veya bu haklardan toplum veya topluluk lehine vazgeçilmesinin istendiği, beklendiği pek çok durum söz konusu olabilmektedir. Bugün “ulusal egemenlik”, “ulusal self-determinasyon” gibi kavramların bireysel insan haklarını yok etmek üzere kullanılmaları az rastlanan bir durum değildir. Bu hak Birleşmiş Milletler Medeni ve Siyasi Haklar Sözleşmesi’nin 1. maddesinde düzenlenmiştir. Buna göre “Bütün halklar kendi kaderlerini tayin hakkına sahiptir. Bu hak vasıtasıyla halklar kendi siyasal statülerini serbestçe tayin edebilir ve ekonomik, sosyal ve siyasal gelişmelerini serbestçe sürdürebilirler.”
İnsan haklarının kökeni nedir?
İnsan haklarının kökeni; insan olma durumu, insan tabiatı ve insanlık kavramıdır. Kısacası “insan doğası” (Fukuyama, s. 18), insan onurudur (Akıllıoğlu, s.5). “Onur” kelimesi sözlüklerde “insanın kendine karşı duyduğu saygı, şeref, öz saygı, haysiyet, izzetinefis” olarak açıklanmaktadır. İnsan onuru, herkesin sık sık kullandığı bir kavram olmasına rağmen, tanımında ve açıklanmasında zorluk çekilmektedir (Fukuyama, s. 184-185). İnsan hakları bakımından nasıl ki hukuki hakların kaynağı hukuk, sözleşmeden doğan hakların kaynağı sözleşme ise insan haklarının kaynağı da insanlık tabiatıdır diyebiliriz (Donnelly, s. 27). Bu durum insan hakları belgelerinde “insanlık onuru” olarak kendisine yer bulmaktadır. Örneğin İnsan Kopyalamasına İlişkin Avrupa Konseyi Kararnamesi’ne göre, “İnsanların, genetik olarak özdeş insanların bilinçli bir şekilde yaratılması yoluyla araç haline getirilmesi, insanlık onuruna aykırıdır; bundan dolayı tıp ve biyolojinin kötüye kullanılması anlamına gelir.” denilmektedir (Fukuyama, s. 184). İnsan onuru, insanın düşünce ve değerler dünyasının dayanak noktasını oluşturmaktadır. Onur sahibi bir varlık olarak insan düşünce yeteneği hürriyeti ve ahlaki özerkliğiyle mutlak bir değer taşımaktadır (Gözlügöl, s.31; Atalay, s.124). Bunlardan hareketle insan hakları bizzat insanın kendisinden kaynaklanmaktadır. İnsan tabiatı çok defa insan ihtiyaçları ile tanımlanan bir olgudur. Fakat “insan ihtiyaçları” kavramı da hemen hemen insan doğası kadar belirsizdir. İnsan ihtiyaçları kavramı bilimsel açıdan tanımlanacak olursa son derece sınırlı bir ihtiyaçlar dizisine ulaşılır. Bu sebeple insan haklarının kaynağı olarak insanın ahlaki doğası alınmalıdır (Donnelly, s.27). Bu “ahlaki doğa”nın bilimsel olarak araştırılan, ihtiyaçlara dayanan “insan doğası” ile ilişkisi çok zayıftır. Buna göre insan haklarına sağlık gereklerinden dolayı değil, onurlu bir yaşam için gerek duyulur. Onurlu bir yaşam kavramının kesin kriterlerle oluşturulmuş bir kapsamı olmadığından dolayı da “ahlaki doğa” kavramı daha kapsamlı ve soyuttur. İnsan haklarının temelini oluşturduğu kabul edilen insan onuru, insan olarak var olabilmeye ilişkin ahlaki bir görüştür. Bu doğrultuda Amerikalı düşünür Ayn Rand da insan haklarını “insan tabiatının, insanın insana yaraşır bir şekilde yaşayışı için gerekli kıldığı varlık şartları” olarak tanımlamıştır (Rand, s. 809). İnsan hakları ise bu ahlaki görüşün toplumsal olarak seçilmesini ifade eder. İnsan haklarına temel oluşturan “insan doğası” aslında köken olarak ahlaki (Uygun, İnsan Hakları Kuramı, s. 19) bir varsayımdır. Her insanın temelde aynı ve eşit derecede ahlaki erdemlere sahip olduğu düşüncesine dayanır. İnsan hakları ise insani imkânların kaynağını oluşturan bu ahlaki görüşü hayata geçirmek için belli kurum ve uygulamaların gerekliliğini gösterir. Bu kurumların tesisi ve uygulamaların hayata geçirilmesi için girişilecek hareketin başlangıç noktası insan hakları olmaktadır. İnsan hakları, insan onuruna ilişkin belli bir görüşün, temel hakların kurumsallaştırılması yoluyla gerçekleştirilmesini amaçlayan bir sosyal pratik özelliği taşır (Donnelly, s.28). Bundan dolayı ahlaki görüş-siyasal gerçeklik, birey-toplum arasında, insan hakları uygulaması aracılığıyla birbirlerini şekillendiren yapıcı bir etkileşim söz konusudur. Ve doğuştan insan haklarına sahip olan insan, hayatı baştan başa kuşatan, bu etkileşime neden olan insan haklarını yönetme yetkisine sahiptir. İnsan onuru hukuk kurallarının adalete uygunluğunu, alınan kararların doğruluğunu ölçmede de önemli bir araçtır. İnsan onurunu güvenceye alan bütün kurallar insan hakları kapsamına girer, denilebilir. Fakat bu kapsam insan hakları için tahdidi nitelikte değildir, aksine insan hakları burada açık uçlu bir dizgi olarak ele alınmaktadır. Türk hukukunda da insan onuru temel kavram olarak benimsenmiştir (Akıllıoğlu, s. 5). Genel olarak kaynağını insan onurundan alan insan hakları, herkeste eşit olarak var olduğu düşünülen bu onura uygun bir hayatın sağlanması için gerekenlerin teminine yönelik bir pratik özelliği taşır.
İnsan haklarının kapsamı nedir?
İnsan hakları diğer haklardan daha farklı bir kapsayıcılığa sahiptir. İster hukuktan ister sözleşmeden kaynaklanıyor olsun hakkın muhatabı normalde işleme ya da olaya taraf olanlarken insan haklarından ise herkes insan olma sıfatıyla yararlanır. Bu durum insan haklarının evrenselliği olarak düşünülebilir.Bu özelliği ile insan hakları devlet tarafından tanınsın-tanınmasın, hukuki güvence altına alınsın-alınmasın, bir coğrafyaya bağlı olmaksızın, tüm insanlara tanınan hakları kapsayacak özelliktedir. Bu durum insan haklarına tanınan yüksek ahlaki nitelikten kaynaklanmaktadır. Bu bağlamda insan hakları çerçevesinde insan; coğrafi sınırlar dikkate alınmaksızın içinde yaşadığı toplum ve mekândan bağımsız şekilde bir varlık olarak algılanmakta ve hak sahibi olarak kabul edilmektedir (Gözlügöl, s. 32; Gündüz, s. 26). İnsan hakları içerisinde hak ve hürriyetlerin her biri insanlık onurunu temsil eder, aynı uygarlık sisteminin parçasıdır (Gözlügöl, s.37). Fakat son zamanlarda insan haklarının kapsamı genişlediğinden temel hakların dokunulmaz niteliği zayıflamış ve haklara önemli sınırlamalar getirilmiştir (Çoban, s.291). Bu nedenle son yıllarda insan hakları içinde bütün diğer hakların kaynağını oluşturan ve kesinlikle müdahale edilmemesi gereken bir temel haklar kategorisi oluşturma fikri yoğunluk kazanmıştır. Bu doğrultuda oluşturulacak bir listenin içeriğinin hangi haklardan oluşması gerektiği konusu tartışılmıştır. Bu konuda Henry Shue “bütün diğer haklardan yararlanmanın temelini oluşturan haklar” insan haklarının temelini oluşturur, demiştir.
Shue dışındaki düşünürler de bazı farklılıklar dışında temel haklar konusunda birbirine benzer listeler öngörmüşlerdir. (Shue: Güvenlik, geçim, özgürlük; Ajami: Varlığını sürdürme, işkenceye karşı korunma, ayrımcılığa karşı korunma, beslenme; Bedau: Hayat, özgürlük, mülkiyet, güvenlik, ifade, basın ve toplanma özgürlükleri ve keyfi yakalamaya ve tutuklamaya karşı korunma özgürlükleri; Matthews ve Pratt: Geçinme, işkenceye karşı korunma, keyfi yakalamaya ve tutuklamaya karşı korunma, yargılamasız infaza karşı korunma; Reiter, Zunzenegui ve Quiroga’dan: Hayat, ortadan kaybolmaya karşı korunma, işkenceye karşı korunma, keyfi yakalamaya ve tutuklamaya karşı korunma (Donnelly, s. 50-51)). Fakat bir hakkın temel hak sayılması, o hakkın değer bakımından diğer haklardan üstün olduğu anlamına gelmemektedir. Zaten böyle bir anlam çıkarılması insan hakları felsefesine zarar verir. Bu noktada sorulması gereken soru “Bir temel haklar listesine ihtiyaç var mı?” sorusudur. Aslında “temel insan hakları” diye ayrıcalıklı bir liste önermek, bütün insan hakları ile korumayı istediğimiz temel mantığa hizmet etmekten uzaktır. İnsan onurunu korumak için, diğer insan hakları olmadan yalnız başına “temel insan hakları” yeterli değildir. İnsan haklarının korunmasında etkinliği sağlamak için bir “temel haklar listesi” oluşturmak yerine insan haklarını teorik bir sağlamlık ve titizlikle tanımlamak daha doğru olacaktır (Erdoğan, Anayasal Demokrasi, s. 138). Donnelly de aynı doğrultuda bütün insan haklarının temel olduğunu, insan onurunun kısa veya sınırlı bir temel haklar listesinin boyutlarına indirgenemeyeceğini belirtmiştir (Donnelly, s. 50).
İnsan haklarının Antik Yunan'daki felsefi temelleri nasıldır?
MÖ 5. yüzyılda Eski Yunan toplumlarının, bulundukları çağ bakımından insanlığı en üst düzeye ulaştırdıkları kabul edilmektedir. Yunanlılar Pers istilasına karşı savaş tehlikesini düşünmüşlerse de onların Perigles Çağı olarak adlandırdıkları dönemde olumlu gelişmeler yaşandığı bilinmektedir.
Eski Yunan toplumlarında polis-şehir devleti siyasi bir kurum olarak oluşturulmuştur. Bu durum, sınırları belli bir toprak parçası üzerinde siyasal, sosyal ve ekonomik bütünlük gösteren bir özelliğe sahiptir.
Bazı yazarlar, eski Yunan polisinin Mezopotamya kent uygarlıklarının gelişmesinden etkilendiğini ileri sürmekle birlikte; bu iddialar için kesin delil bulmak mümkün değildir. MÖ 7. yüzyılda toprakların zengin aristokratların elinde toplanması nedeniyle toplum içinde mülksüzler sınıfı çoğalmış ve bir çatışma başlamıştır. MÖ 632’de bu düzeni yıkmak için bir başkaldırı başlamış, aristokratlar sert önlemlerle bunu önlemeye çalışmış ve MÖ 624’te Drakon isimli birine ceza kanunu hazırlatmışlardır. Temel amacı; aristokratların mallarını ve canlarını korumak için çoğunlukla idam cezalarını içeren yaptırımlar oluşturmaktır. Aristokratlar, Drakon yasalarının kendileri için çözüm yolu olmadığını anlamış ve birtakım reformlarla sınıf çatışmalarını engelleyerek iş birliğine zemin hazırlamayı istemişlerdir. MÖ 594’te Solon, aristokratlar ile mülkiyet sahibi olmayan kişiler arasındaki siyasal çatışmada arkon (yasa koruyucu) seçilip Solon kanunları adıyla anılan birtakım düzenlemeleri yapmıştır. Solon kanunlarında borç köleliği kaldırılmış, toprak sınırlandırılması getirilmiş ve vatandaşlar soyluluklarına göre değil, zenginliklerine göre dört sınıfa ayrılmıştır (Şenel, s. 116-118). Bunlar; 1. 500 kile üzüm, buğday, şarap gibi bir mala sahip olanlar 2. 300 kile 3. 150 kile 4. 150 kilenin altında mal varlığı bulunanlardır. İlk üç sınıfın zorunlu askerlik hizmeti bulunmaktaydı. O dönem için bu bir yükümlülük değil bir ödül olarak görülmekteydi. 4. sınıfın askerlik ve vergi hizmeti yoktu. Seçme hakkı vardı ama bu sınıf memur ve yönetici seçilemiyordu.Bu kanunlarla Solon, “herkesin kanunlar önünde eşitliği” ilkesi üzerinde durmuştur. Solon’a göre ideal bir toplum ve devlet düzeni ancak halkın yöneticilere, yöneticilerin de kanunlara tabi olmasıyla sağlanabilir (Ünal, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi, s. 66-67). Böylece “hukuk devleti” ve “hukukun üstünlüğü” kavramlarından tarihte ilk kez bahsedilir olmuştur (Ünal, Temel Hak ve Özgürlükler ve İnsan Hakları Hukuku, s.25). Ama Solon meşhur kanunlarıyla çağının ötesinde yeni bir toplum yaratmak istemişse de uygulamada pek de başarılı olamamıştır. MÖ 5. yüzyılda Atina’da sofizm ortaya çıkmış,, Pers Savaşları sonrasında Atina’daki yoğun gelişmeler (sosyal, siyasal, kültürel açıdan), siyasi açıdan zaman zaman aksamalara neden olmuş ve demokratik kurumların bu gelişmelere yeterince cevap verememesi nedeniyle Sofistler bu ihtiyacı karşılamayı amaçlamıştır.
Sofistler, siyaset ve güzel konuşma sanatını öğretmek için gezici öğretmenlik yaparak demokratik düzen içindeki kültür boşluğunu tamamlama işlevi gören ve bu hizmetleri karşılığında para alan kişilerdir. Bu nedenle daha sonraları Sofist sözcüğü bilgi şarlatanlığı yapan kimse anlamında kullanılmıştır. Ünlü sofistler arasında Protogaros, Gorgios, Critias, Antipon, Hipias, Koliklas, Trasmakos sayılabilir. Bu düşünürler genel olarak mevcut düzenin eksiklikleri ve eleştirileri noktasında birleşmelerine rağmen bu düzenin yerine nasıl bir düzen inşa edilmesi gerektiği konusunda anlaşamamışlardır. Sofistlere göre insan ahlaki bir değer ve varlık olmaktan ziyade çıkarlarına hizmet eden bencil bir varlıktır. Bütün insanların kabul edeceği objektif, genel, mutlak bir gerçeklik bulunmamaktadır. Sosyal ve siyasal hayatta egemen kurallar da değişmez ve kutsal değerler değildir. Bunlar ülkeye ve zamana göre değişiklik arz edebilir. Ayrıca bu kurum ve kurallar insan iradesidir. Devlet de bu kurumlardan birisi olduğuna göre insan yapısına göre siyasi bir oluşumdur. Fakat bu siyasi oluşumun temelinde kuvvet yer almaktadır. İktidar her zaman kuvvetin ifadesi, güçsüzlerin itaat etmesini gerektiren bir olgudur.
Sofistler içinden MÖ 480-410 yılları arasında yaşayan Protogaros, Teos’da doğmuş bir düşünürdür. Sofist düşüncenin kurucusu olarak kabul edilmektedir. “Metros Antropon, Panton” bu insan her şeyin ölçüsüdür, demektir. Bu, Protogaros’un felsefesine temel oluşturur. Pindaros ise “Nomos basilios panton” sözünü söyler. Yasalar her şeyin kralıdır. “Nomos” yani “yasa” insan yapısı da olsa insanların uyması gereken kuralları belirtmektedir. Antipon, aristokrat-avam ayrımına karşı çıkmakta, insanların doğuştan birbiriyle eşit yaratıldıklarını öne sürmektedir. Alkidomas’a göre; Tanrı herkese özgürlük vermiştir, doğa kimseyi köle yapmamıştır. Bu sebeple Alkidomas, doğuştan kölelik kavramına ve efendiköle ayrımına karşı çıkmaktadır (Şenel, s.120-125). Bazı yazarların sofist saydığı, bazılarının karşı çıktığı Yunan düşüncesinin en önemli filozoflarından Sokrates MÖ 449–399 yılları arasında yaşamıştır. Apollon kâhini bir soru üzerine dünyanın en bilge kişisi kimdir? diye kendisine sorulduğunda “Sokrates” diye cevap vermiştir. Sokrates buna nasıl olur “ben hiçbir şey bilmediğimi biliyorum” demiştir. Apollon kâhini yanıltmak amacıyla Atina sokaklarında dolaşarak kim “Ben bir şey biliyorum,” diyorsa onu sorguya çekmiştir. Bildiklerini söyleyen kişiler aslında hiçbir şey bilmemektedir. Apollon kâhini doğru anlamıştır. Çünkü hiçbir şey bilmediğini bilmek, kendisinin en önemli özelliği olarak görülmüştür. Sokrates “Bildiğim tek şey hiçbir şey bilmediğimdir,” derken tüm değerleri şüpheyle karşılamakta, erdemin doğuştan kazanılan bir yetenek olmadığını, öğretilebilir ve öğrenilebilir bir şey olduğunu söyleyerek sofistlerle aynı doğrultuda hareket etmektedir. Kişisel çıkarlardan önce toplumun çıkarlarını esas alması, insan davranışlarında bir düzenin bulunduğunu ve akıllı insana ulaşılacağını söylemesi sofistlerden ayrıldığını göstermektedir. Sokrates’e göre toplumu erdemli kişiler yönetmektedir. Toplumu yönetenlerin soylu değil, bilgili kişiler olmasıönem arz etmektedir. Yasaları ikiye ayrılır: 1. Yazılı yasalar; toplumu yönetenlerin oluşturduğu yasalar, 2. Yazılı olmayan yasalar; genel ahlak ilkelerinin oluşturduğu kurallardır. Sokrates felsefi düşüncelerinden dolayı yargılanmış, önce felsefi düşünceleri dile getirilmemesi istenmiş, dile getirmeye devam ettiği için idam cezasına çarptırılmış, öğrencileri kendisinin suçsuz olduğunu ifade edip idam edilmeden önce kaçmasını istemişler ama buna karşı çıkmış ve zehir içirilerek idam cezası infaz edilmiştir. Eski Yunan’da egemen olan bir diğer düşünür grubu Kynikler’dir. Kynik sözcüğü eski Yunan’da “köpek” anlamına gelmektedir. İlkel yaşayıştan dolayı kynik düşünce olarak adlandırılmaktadır. Aşırı eşitsizlikçi kent devleti toplumuna karşı bir tepki hareketi olarak doğmuştur. Sınıf çatışmasının yoğun olduğu bir dönemde mutluluğa ulaşmanın yollarını aramışlardır. Onlara göre, ancak erdemli kişiler mutlu olabilirler. Erdemli, yoksul, tutkusuz bir hayat süren Sokrates’i örnek göstermişlerdir. Özgür olmanın şartı Kyniklere göre tutkusuz olmak, tutkularına köle olmamaktır. Kynik düşünürler Yunan toplumundaki bireyleri aristokrat-avam, yabancı-vatandaş, özgür-köle olarak eşitsiz ayrımlara tabi tutan site devleti vatandaşlığı anlayışına karşı çıkmakta, kozmopolis kavramını ileri sürmekteydiler. Kozmopolisi tüm dünya insanlarını aynı topluluğun bireyleri olarak gören “evren kent” biçiminde tanımlamakta ve. dünya kentinde eşitsizlikçi bir durumun sona ereceğini belirtmekteydiler. Antintenes, Diogenes, Kynik düşüncesinin önemli temsilcileridir. Yine Diogenes aile kurumuna karşı çıkıp kadınerkek kendi rızalarıyla bir birlik oluşturmadıkça diğer birliklerin oluşmayacağını kabul etmekte, yani kadın-erkek eşitliğini ileri sürmektedir. Eşitlikçi düşünceleri, özel mülkiyetin kaldırılmasını savunup iktisadi eşitlik kavramını getirmektedir. Eski Yunan’da önemli düşünürlerden bir diğeri Sokrates’in öğrencisi Platon (Plato), Atina’da 447’de doğmuştur. Peleponez Savaşları sırasında doğmuştur. Asıl adı Aristokles’tir. İslam yazarları içinde Eflatun adıyla anılır. Platon akıllı ve bilge azınlığın yönetiminden yanadır. İnsanların doğuştan eşitsizliğine inanır. “Devlet” isimli kitabında ideal devleti anlatmakta, “Yasalar” isimli eserinde ise ikinci en iyi devleti ortaya koymaktadır. Platon toplumun ortaya çıkış nedeni,insanların tek başlarına kendi kendilerine yetememeleri ve ihtiyaçlarını karşılayabilmek amacıyla başkalarının yardım ve iş birliğine ihtiyaç duymalarıdır, diyor. Platon Sokrates’in öğrencisi olması nedeniyle Sokrates’in duruşmalarını izlemiştir. Eşitsizliği savunması Sokrates felsefesinin insan hakları anlayışı yönünü zayıf kılmaktadır. Yani devletin temelini eşitsizliğe dayandırmaktadır. Siyasal görüşlerini “Politika” adlı eserinde toplayan Aristo ise kent devletinin çöküşünü önlemeyi amaçlamaktadır. Kent devleti ebediyen yaşaması gereken ideal düzendir, insanlığın son uygarlık basamağıdır. İnsan sosyal bir varlık olması sebebiyle polis içinde yaşatılmıştır. Aristo kişiye değil, devlete üstünlük tanımaktadır. Bu nedenle insan haklarının ortaya çıkması zordur. Köleliğin zorunlu olduğunu ispatlamaya çalışmış ve köleliği savunmuştur. Köleyi bir araç, canlı bir üretim aracı olarak görmüş, köleyi efendisinin malı olarak değerlendiripmülkiyete konu etmiştir. Köleliği doğaya da aykırı görmemiş, doğanın özgür kişilerle kölelerin bedenini ayrı ayrı yapmaya çalıştığını söylemiştir. Aristo insanının özü olarak aklı, toplumun kaynağı olarak aileyi görmüştür. Kadın-erkek eşitsizliğini savunmuş, aile birliğinde erkeği amaç, kadını araç olarak görmüştür. Ailenin kurucu unsurlarından birisi de efendi köle ilişkileridir. Efendi yönetici, köle yönetilenlerdir. Köleler; evcil hayvanlarla aşağı yukarı aynıdır, der köleyi canlı bir araç olarak görür. Köleyi zenginlerin öküzü olarak ifade etmektedir. Özel mülkiyeti doğal bir durum olarak, savaş sonrası yağmayı meşru olarak görür. Yunan uygarlığının en büyük iki filozofu sayılan Platon ve Aristo’nun yaptığı gibi, tüm sistem anlayışlarını insanların eşitsizliği üzerine kuran yaklaşımlar vardır (Güriz, s. 160-176). O dönem içerisinde gerek Platon gerekse Aristo devleti kişinin mutlak efendisi olarak tanıyıp kölelik kurumunu kabul etmiş hatta meşru görmüşlerdir. Bu iki düşünürden Platon totaliter devlet düzenini (Aydın, s. 9) Aristo’ya nazaran daha da ısrarlı savunmuştur (Kapani, Kamu Hürriyetleri, s.40; Akad – Vural Dinçkol, s. 11-27).
Doğal hukuk ne anlama gelir?
2000 yıldan uzun bir süredir siyasi düşünce tarihinde doğal hukuk önemli bir yer tutmaktadır. Doğrunun ve yanlışın özü, iyi yasa ya da doğaya uygun yaşamın ölçüsü olarak görülmüştür. Dönemlere göre doğal hukukun kaynakları farklıdır. İlk Çağ’da tabiat ve düzen, Orta Çağ’da ilahi ve beşeri hukuk, Yeni Çağ’da hukuk, cebir, bireysel akıl arasındaki farklılıklar doğal hukukun çatışmalarından çıkış yolu aradığını göstermektedir (Torun, s. 47). İlk çağlardan bu yana doğal hukukun akla mı, iradeye mi dayanacağı sorundur. Rasyonel düşünce insanı insan yapan en önemli özelliğin akıl olduğunu, doğal hukukun değişmez zamana bağlı olmadığını, ideal bir akılsal düzen içinde olduğunu ileri sürer. İradeci görüş ise doğal hukukun kaynağını irade bildiriminde arar. Doğal hukukun amacında da tartışmalar vardır. Doğal hukukun pozitif hukukun kaynağındaki ilkeleri belirlediği iddia edilmektedir. Pozitif hukukun değerlendirilmesini sağlayan bir ölçü olarak beş başlıkta doğal hukukun anlamını toplayabiliriz; 1. İnsan davranışlarının doğa kurallarına uygunluğunu değerlendirme anlamında birtakım ilke ve kurallar kastedilmektedir. 2. İnsanı pozitif hukuk vasıtasıyla bir fiilin yapılması konusunda yükümlü kılan kural olarak görülmektedir. 3. İnsanı pozitif hukukun ya da ona aykırı olarak doğrudan doğruya belirli bir fiilin gerçekleştirilmesiyle hükümlü kılan yükümlülükler olarak anlaşılmaktadır. 4. Bir değer ölçütü olarak kastedilmekte yani mevcut hukuki düzenin ölçütüdür. 5. Devlet ve hukuk anlayışını ortaya koyan düşüncelerin temeli olarak görülür (Torun, s. 48-50). Bu anlamda Doğal Hukuk 17. ve 18. yüzyıllardan sonra ortaya çıkmıştır. Doğal hukuk sabit ve değişmez hükümleri kapsar, bu nedenle insan doğasına bağlı, değişmez ve insan aklı tarafından bulunabilecek bir yükümlülüğe sahiptir. İnsan aklının salt egemenliği görüşü doğal hukukun kaynağının da akıl olduğu sonucuna götürmüştür. Doğal hukukun kaynağı ve esası eşyanın tabiatında da görülmektedir. Bu nedenle doğal hukuk insan doğasında ve insani özelliklerde bulunmaktadır. Doğal hukuk öğrenilmiş değil apriori bir hukuk sistemini ifade eder. Pozitif hukuk sistemlerine göre daha mükemmel, daha yüksek bir hukuk olduğundan bütün insanlar için geçerlidir. Doğal hukuk ile pozitif hukuk birbirinden farklıdır. Her iki hukukun kaynakları farklılık arz etmektedir (Bal, s. 7). Pozitif hukuk devlet tarafından yapılan ve yaptırım gücü devlete dayanan insan eseridir. Pozitif hukukun esası zorlamaya dayanmaktadır. Pozitif hukukla ilgili herhangi bir uyuşmazlık çıktığında bu uyuşmazlığın çözümü objektif, değişmez ve ebedi olan doğal hukuka başvurularak yapılabilir. Demek ki iki hukuk ilişkisi için; doğal hukuk pozitif hukukun kaynağında yer alır, ona ilham kaynağı olur ve bu hukuku kontrol eder. Bu üç işlem doğal hukukun adalet, eşitsizlik, özgürlük ilkelerini içermesi, bu ilkelerle pozitif hukuku denetlemesi ile olabilir, denebilir. Doğal hukuk olana değil, olması gerekene yönelmiştir. Pozitif hukuk toplumların özelliklerine uygun olarak zamana göre farklılık arz eder. Hâlbuki doğal hukuk değişmez bir nitelik gösterir.
İlk çağlarda doğal hukuk nasıl gelişmiştir?
MÖ 5. yüzyılda sofist (Güriz, s. 156-160; AkadVural Dinçkol, s. 8-9) Alkidamos Tanrı’nın kimseyi önceden köle olarak belirlemediğini bütün insanları özgür yarattığını söylemiştir (Gözlügöl, s. 39).
İlk çağlarda en önemli doğal hukuk savunucuları Stoacılardır. Onlara göre insanın temel amacı erdeme ulaşmaktır, bunun için akla uygun yaşamak gerekir. Erdem insanı mutluluğa götüren tek
yoldur. Bu da doğaya ve akla uygunlukla sağlanır. Akıl bütün insanlarda bulunduğuna göre insanların eşit ve kardeş olduğunu gösterir. İnsanın irade sahibi bir varlık olması da göz önünde bulundurularak ihtiraslarının önüne aklını egemen kılabilir (Bal, s. 8-9). Platon ve Aristo’nun içinde yaşadıkları çağı aşamayan bu görüşlerine tezat bir biçimde ortaya çıkan “doğal hukuk” anlayışını eski Yunan’da Stoa felsefe okulu sistemleştirmiştir. Platon ve Aristo’nun eşitsizliği vurgularken Stoacıların doğal haklardan bahsetmesi, antropolojik devrim olarak değerlendirilmiştir (Karaşahan, s. 11). Stoacıların geliştirdiği doğal hukuk öğretisine göre insanların yaptıkları kanunlar mükemmel olmadığı için tüm evrene uygulanabilecek nitelikte değildir. Dünyevi kanunlar ancak doğal hukuka uygunluğu ölçüsünde geçerlidir. Stoacılar özgürlüğü kişinin iç dünyası ile ilgili bir kavram olarak ele almışlardır. Onlara göre insan için özgürlük kendi nefsini ve tutkularını yenebilmektir (Kapani, Kamu Hürriyetleri, s.18). Yani tutkularının esiri olmaktan ve bütün dış etkenlerden kedisini kurtarabilen insan köle de olsa hürriyetine kavuşmuş demektir. Böylece elde edilen hürriyeti hiçbir baskı ortadan kaldıramaz ve bu bakımdan denilebilir ki köle ile hür insan arasında bir fark yoktur. Stoizm köleliği ilk olarak reddederek insanın bağımsız olduğunu savunmuştur (Gözlügöl, s. 40). Ancak unutmamak gerekir ki bulunduğu dönem içerisinde Stoizm bir siyasal doktrin olmaktan çok ruh asaletine ve yüceliğe dayalı bir ahlak felsefesidir (Güriz, s. 176-177). İnsan hakları doktrininin en eski felsefi kaynaklarından birisi, belki de en önemlisi sayılan doğal hukuk görüşü ancak zamanın ilerlemesi ile siyasal açıdan ele alınmaya başlanmıştır (Kapani, Kamu Hürriyetleri, s.19).
Zenon'un hukuk hakkındaki görüşleri nelerdir?
Stoacı Zenon “aklımı, duygularımı insana egemen bulunmalıdır. Bu insanın elindedir” der. Doğal olan ise herkeste bir olan aklın egemen olmasıdır. Olan ile olması gereken arasında bir ayrım yapılmaktadır. Stoa felsefe okulunun kurucusu Zenon (Kıbrıslı Zenon (MÖ 336-254) derslerini büyük bir kemerin altında verdiği için, bu okula da isim babalığını sağlamıştır, denilebilir. (Işıktaç, Yasemin, s. 89) İnsanların çeşitli gruplara bölünmesini açıkça reddederek tek bir dünyada insanların bir bütün olduğunu savunmuştur. Zenon doğal hukuk anlayışına dayanarak akıl sahibi insanların salt insan olmaları dolayısıyla eşit haklara sahip olduğunu belirtmiştir. Zenon’a göre Yunanlı, barbar, köle, erkek ve kadın, soy ve cinsiyetleri ne olursa olsun bütün insanlar kardeştir ve insanlığı oluşturan bireylerdir (Akın, s. 27-28). Zenon, iyi olanın erdem olduğunu ileri sürer. Stoacılara göre doğal olarak görülen ve istenen erdemdir. Zenon, insanın toplum hâlinde yaşama ihtiyacını doğal ve akla uygun bir içgüdü olarak tanımlar. Ona göre, akıl bütün insanlara aynı yasayı vermektedir. Bu da insanların kardeşliği, hakça eşitliği anlamına gelmektedir. Stoacıların en büyük ideali dünya vatandaşlığıdır. İnsanın, insan olduğu için saygıya değer görülmesi gerektiği nedeniyle Stoacı felsefe ilk soyut düşünceleri ortaya koymuştur.
Çiçero'nun hukuk hakkındaki görüşleri nelerdir?
Eski Yunan’daki Stoa öğretisi-haklar teorisi olarak açığa çıkan evrensel hukuk anlayışı Roma İmparatorluğu’nun ideolojisi hâline gelmiş ve en sonunda Hristiyanlığın evrensel birlik düşünce ve arayışının başlangıcı olarak belirmiştir (Gemalmaz, s. 12). Roma Stoasına göre de bir eylemi yapma ya da yapmama konusunda evrensel ölçüt, doğal yasadır. Dönemin düşünürü Cicero Yunan Stoasının düşünce yapısını sürdürmüş ve akıl yoluyla erişilen hukukun kaynağını doğa olarak göstermiştir (Güriz, s. 177-179).
Düşünüre göre insanın var olmasının bazı nedenleri vardır; bu nedenler adaletin prensiplerini keşfetmemizi sağlamış, adalet de bizi hukuka götürmüştür. Bu sebeple meşru bir kanun kaynağını doğadan alır, kaynağı doğa olmayan kanunlar kanun değildir. Roma’daki mevcut yönetimi eleştiren Cicero, bu yüzden sürgüne gönderilmiş, sonra da öldürülmüştür (Aydın, s. 37). Fakat Yunan dönemindeki eşitsizlikçi yapı Roma devletinde de devam etmiş, doğal hukuk düşüncesi pratiğe aktarılamamıştır. Eski Roma’da Cicero ırk, ulus, sınıf farklılıklarına rağmen bütün insanların eşit olduğu düşüncesini savunur. İnsan irade özgürlüğüne sahip olmakla başlı başına bir değer olmaktadır. Gerçek hukuk insan aklından kaynak alır, bu ise değişmez, sonsuzdur. Cicero’ya göre küsmek, çalmak, yalancı tanıklık yapmak toplumlarda hükümdarların isteğiyle yasak edilmiş değildir. Bunların yapılmamasını öngören doğal hukuktur. Bu hukuk Cicero’ya göre değiştirilemez. Yorumcuya da ihtiyaç yoktur. Doğal hukuk Cicero’ya göre insanların haksız hareketlerden kaçınmasını ve ödevlerini yerine getirmelerini söylemektedir.
Ortaçağ'da doğal hukuk nasıl gelişmiştir?
Orta Çağ’da doğal hukuk anlayışı bakımından; İlk çağlardaki kadim anlayışı kabul eden ölçüt, dinî bir içeriğe dönüşmüş,Tanrısal iradeye büründürülmüştür. Hukuk sorunları Tanrı devleti-dünya devleti arasındaki bir ilişkiyle açıklanmıştır. Thomas Aquinas bu dönemde önemli bir düşünürdür. İnsan akıl sahibi eylemlerini aklına göre düzenleyebilen özgür, iradeli bir varlıktır. Akıl iyi ve kötü haklarda insana yol göstermektedir ancak insanın gerçek mutluluğa ulaşması Tanrı’nın lütfu ile olur. Hukuk Tanrısal akıldan doğmaktadır. İnsan aklı hukuku yaratmaz, onu keşfeder. Aquinas hukuk teorisinde dört tür yasadan söz eder (Bal, s. 10); • Evreni yöneten ve yürüten sonsuz yasa, • Tanrısal akıl, • İnsani yasa; doğa yasasından akılla çıkarılan yasaları anlatır, • Tanrısal yasa. Aquinas devletin doğal bir kurum olduğunu ve insanın toplumsal amaçları için kurulduğunu belirtir. İnsanı toplumsal bir varlık olarak görür. Devleti yönetenlere itaati ödev olarak görür. Fakat devletlerin meydana getirdiği hukuk kurallarıyla vatandaşlarına haksız ve eşit olmayan kurallar yüklemesinin doğal hukuka aykırı olduğunu söyler. Demek ki Orta Çağ’da hukuk açısından sonsuz ve değişmez ilkeler içeren doğal hukuk kuralları Tanrı tarafından ortaya konulmaktadır. Orta Çağ’da hukuk düşüncesinde iradecilik ve Tanrısal kudret egemenlik anlayışı çekişme içine girmiştir. İlk Çağ’dan sonra Orta Çağ’da doğal hukuk görüşünü benimseyen düşünürler arasında Hristiyan düşünür Thomas Aquinas’ın içinde bulunduğu döneme önemli etkileri vardır. Düşünürün hayatı; dua etmek, vaaz vermek, öğretmek, yazmak ve seyahat etmekle geçmiştir. Düşünürün fikirlerine doğal hukuk ve doğal kanun anlayışı hâkim olmuştur. İnsan-kral tarafından bildirilen Tanrı buyruklarına uymak zorundadır. Yönetim tarafından baskı ve zulüm olduğunda, yani Tanrı’nın buyruklarının halka iletilmesinde aksaklık; diğer bir deyişle iktidarın kötüye kullanılması hâlinde, görevini kötüye kullanan kralın tahttan indirilmesi gerektiğini, bunun da bir isyan olmayacağını söylemiştir. Böyle bir durumda halkın isyan ederek kralı tahttan indirmesinin bir hak olacağını belirtmiştir. Ama tüm bunları yaşamaktansa en akılcı yolun kralı görevini kötüye kullanma imkânından yoksun bırakmak yani onu sınırlandırmak olduğunu söylemiştir.. Yönetimin bir kişinin keyfi iradesine bırakıldığı zaman insan için güvencenin olmayacağını belirtmiştir (Hayden, s. 43; Kapani, Kamu Hürriyetleri, s.23-23; Gözlügöl, s. 41). Aquinas, mülkiyetin doğal bir hak olduğunu reddetmiş fakat pozitif hukuka kişilerin mülkiyet kazanımlarını sağlama ödevini yüklemiştir (Güriz, s. 188). İlk Çağ’daki düşüncelerin sadece felsefi aşamada kalmasına benzer şekilde St. Thomas‘ın düşünceleri de Orta Çağ’ın ne feodal döneminde ne kilisenin de siyasallaştığı monarşiler döneminde uygulanma alanı bulabilmiştir.. Ama İlk Çağ’da ve Orta Çağ’da ortaya konulan tüm bu fikirler tarih içerisinde “doğal hukuk” görüşünün sistemleşmesini sağlamış, 17. ve 18. yüzyıl düşünürlerine bir temel oluşturmuştur.
Yeniçağ düşünürü olan Hugo Grotius'un hukuk hakkındaki görüşleri nelerdir?
Grotius laik ve insan aklına dayalı doğal hukuku savunmaktadır. İnsanın rasyonel doğasına bağlı bir hukuk anlayışı vardır. Daha sonra 18. yüzyılda insanın sırf insan olmasından dolayı kazandığı haklar olarak bu görüş formüle edilecektir. İnsan aklının sosyal ve siyasal alanda evrensel birtakım ilkeleri belirleyeceğini öngören bir düşünce sistemidir. Grotius doğal hukukun her türlü otoriteden bağımsız olduğunu, insanın doğal olarak toplumsal bir varlık olduğunu, insanın diğer varlıklardan üstün olduğunu, bunun nedeni olarak da insanın toplum içinde yaşama eğilimi ve akla göre düzenleme şeklidir (Bal, s. 10-11). Hukukun asıl kaynağı insanlar arasındaki sosyal ilişkilerdir. Fakat Grotius bireysel özgürlük üzerinde fazla ısrarcı olmamaktadır. Grotius’un hukuk sisteminde hukuk, doğal hukuk ve iradeye dayanan hukuk olarak önce ikiye ayrılır. Doğal hukuk değişmez, iradeye dayalı hukuk ise değişme ihtimalini barındırmaktadır. Grotius’a göre bir hukuk kuralının doğal olması için, insan doğasına uygun olması gerekir. İradeye dayalı hukuk ikiye ayrılır: Tanrısal iradeye dayalı hukuk, insan iradesine dayalı hukuk. Tanrısal iradeye dayalı hukuk; evrensel, Tanrısal hukuk, belirli bir halka özgü Tanrısal hukuk; insan iradesine dayalı hukuk ise iç hukuk, uluslararası hukuk, iç hukuktan daha kapsamlı hukuk olmak üzere üçe ayrılır. Doğal hukuk değişmezdir, bu o kadar kesindir ki bizzat Tanrı bile bunu değiştiremez. Tanrı iki kere ikinin nasıl değiştirme gücüne sahip değilse özü itibariyle kötü olan bir şeyin iyi olmasını da sağlayamaz, der. Grotius’a göre Tanrı olmasaydı bile doğal hukuk insanın ortaya çıkmasıyla geçerli olacaktı. Grotius doğal hukuk fikrinin merkezinde insanın sosyal doğası bulunmaktadır. İnsanların toplum hâlinde bulunmadan önce hiçbir otoritenin olmadığı bir doğa durumu varsayılmaktaydı., İnsanlar barış içinde yaşamak ve birbirlerine saygılı olmak için birleşme durumuna gidip, belli bir grubu yönetici seçip sosyal sözleşme oluşturmuşlardır. İnsanların birtakım hakları, örneğin mülkiyet hakkı vardır. Grotius devletin kuruluş amacının da mülkiyet hakkının korunması olduğunu savunmaktadır (Torun, s. 66-67).
Doğal hukukun en temel kuralı ahde vefadır (söze bağlılık). Diğer kurallar her insanın sahip olduğu hakka saygı, yapılan kusuru geri ödemesi, her
insana hak ettiği cezayı ödemesidir. Kantçı anlayıştaki “şerefli yaşa, herkese payını düşeni ver” ilkelerinin geliştirilmesidir. Grotius, faydayı hakkın temeli sayan düşünceye karşı çıkmakta, hakkın temelini doğal hukuk olarak görmektedir. Haksızlık ise insanın doğal yapısına ve mantığına uymayan bir şey olarak görülmektedir. İnsanın temel ve doğal hakları arasında yaşama hakkı da önemlidir. Bu hak diğer haklardan üstündür; bu yüzden yaşama hakkının korunması için insanların köle yapılmasını da savunmaktadır. Grotius’a göre toplumdan ve hukuktan bağımsız bireysel hak olan özgürlük bile sınırlıdır. Grotius bireysel haklardan bahsederek hukuki durumun düzenli olmaması nedeniyle meşru müdafaa hakkını temellendirmeye çalışmaktadır. Çünkü meşru müdafaa yeterli güvenlikle sınırlıdır (Torun, s. 63-64).
17. yüzyılda yaşayan Hollandalı düşünür Hugo Grotius Hristiyanlık, Aristoculuk ve Stoacılığı birleştiren St.Thomas’ın sentezinden beslenen ilk doğal hukukçudur (Erdoğan, “İnsan Haklarına Kavramsal Bir Yaklaşım”, s.10). Grotius doğal hukuku; “kendi doğalarında nelerin iyi nelerin kötü olduğu”nu anlamak için zekice bir düşünüş olarak tanımlamıştır. İnsanlarda doğal bir sosyallik içgüdüsü olduğunu belirten düşünür, bu içgüdünün diğer insanlarla barış içerisinde bir arada yaşamaya götürdüğünü belirtmektedir. İlk doğal hukuk ilkesinin pacta sunt servanda (ahde vefa, verilen söze bağlılık) olduğunu ileri sürmektedir (Öktem-Türkbağ, s. 142; Mourgeon, s. 34). Burada önemle durulması gereken, Grotius’un doğal hukuk anlayışının laik temellere dayandırılmasıdır. Doğal hukuk, Tanrının iradesi değil, insan aklının emrettiği kurallar dizisidir (Ünal, Devletler Hukukuna Giriş, s. 32). Grotius’un bu düşüncesi o döneme kadarki ahlaki erdemlerin kaynağı olarak Tanrı’yı görme düşüncesi olan Calvinist ideallerden bir ayrılış olarak nitelendirilebilir. Düşünür insanlığı ön planda tutarak devleti ikinci planda bırakmıştır. Ona göre hukuk kuralları devletlerden çok insanların hareketlerine uygulanır. Bu bakımdan da milletlerarası topluluk anlayışı devletler topluluğundan çok insanlık topluluğu anlayışıdır (Güriz, s. 189; Gözlügöl, s. 47).
Yeniçağ düşünürü olan Thomas Hobbes'un hukuk hakkındaki görüşleri nelerdir?
Felsefecilerin yaşadıkları dönem ve ders aldıkları hocalar, önceki düşünürlerin görüşleri kendi görüşlerinin oluşumunda etkilidir. Hobbes doğmadan önce İngiltere’de iç karışıklıklar vardır. Malmesqori kentinde orta hâlli bir ailenin çocuğudur. Doğmadan önce babası iki kardeşi ve annesini terk etmiş, iç savaş nedeniyle annesi büyük bir korku geçirmiş ve Hobbes 7 aylıkken dünyaya gelmiştir. Bu korku ve dehşet Hobbes’un hayatını etkilemiştir. Hobbes “korku ve ben ikiz kardeş gibiyiz” der.
Daha 15 yaşındayken Oxford Üniversitesine gider, dinî eğitim alır. Fakat Oxford Üniversitesindeki eğitimden memnun kalmaz, oradan ayrılır. Kavendish ailesine özel öğretmen ve sekreter olarak girer fakat bu öğretmenlik masa başında sabit bir öğretmenlik değildir. Değişik ülkeleri gezecek ve öğrencisine dünyayı tanıtacaktır. Avrupa gezileri yapar. 1610 yılında Paris’e gider. 6 yaşındayken Yunanca ve Latinceyi öğrenmesi kendisi açısından bilimsel çalışma yapabilmesi için büyük bir avantajdır (Işıktaç, s. 141-142).
Tukidides’ten çeviriler yapmış, bir süre onun etkisinde kalmıştır. Hobbes felsefeci olarak geometriyle nesneleri incelemiş, fizikle hareket kanunlarının kavranmasına çalışmıştır. İngiltere’deki karışıklıklara rağmen devlete karşı gelmenin toplumsal düzeni yok edeceğini, barışın savaşla sonuçlanacağını ima etti. İngiltere’nin içine düştüğü kaosun devlete karşı direnmekten oluştuğunu, ülke içinde sürekli bir barışın kurulması, doğrudan doğruya kuvvetli ve mutlak bir devlet otoritesinin kurulmasına bağlı görülmüştür. Kanvendişh kontunun ülke dışına sürgün edilmesi üzerine, bir gün sıra kendisine de geleceği korkusuyla Hobbes da, Kavendish’in bulunduğu Hollanda’ya gönüllü olarak gitmiştir. Orada en ünlü eseri olan Leviathan isimli eseri yazmıştır. Bu eser 1651’de basıldığında büyük yankı uyandırmıştır. Leviathan’da Hobbes devleti kastetmektedir. Tek başlı ve çok gövdeli ejderha olarak tasarlar. Devletin suni bir varlık olduğunu vurgulamak için bunu yapmıştır. Çok gövdeli olması da her işi yürüten, yargılayan baş olarak simgelemek istemiştir. Mutlaktır, sınır tanımamaktadır; ülkeyi, kiliseyi, bilgiyi her şeyi yönetip toplum adına konuşan bu ejderhadır. Bilhassa kilise Leviathan’da Hobbes’un Tanrı’ya karşı geldiğini iddia etmektedir. İngiltere’de taht değişikliğinden faydalanarak ülkeye dönmüş fakat talihsizlikler peşini bırakmamış, 1667’de İngiltere’de veba hastalığı yaygınlaşmış, kilise ise bunu Hobbes’a bağlamıştır ve Leviathan kilise tarafından mahkûm edilmiştir. II. Charles, Hobbes’u siyaset ve ahlak konularında bir daha yazmama sözü vermesi üzerine mahkûm olmaktan kurtarmıştır. 1679’da ölünceye kadar gözden düşmüş bir şekilde yaşamıştır. Hobbes doğal durum ve doğa yasası, doğal hak, toplum sözleşmesi, insan doğası kavramlarını ortaya atmıştır. Doğa, insanları bedensel ve zihinsel yetenekleri bakımından eşit yaratmıştır. Demek ki insanlar doğuştan eşittir. Bedensel bakımdan çok zayıf birinin bile aklını kullanarak ve diğer insanlarla iş birliği yaparak kendisinden çok güçlü birini alt edeceğini belirtmektedir. Eşit yeteneklerle donatılmış olması insanların barış durumunu getirmez. Bu eşitlik nedeniyle insanlar birbirinin kurdu olur (homo homini lupus, insan insanın kurdudur), yeteneklerdeki eşitliğin amaçlara ulaşmaktaki eşitliği de beraberinde getirdiğini ve insanların amaçları uğruna birbirine düşman olduklarını, zorlama veya hile yoluyla birbirlerini egemenlikleri altına almaya çalıştıklarını söyler. Böyle bir durum güvensizlik ortamı diye adlandırılmaktadır. Bir varsayım olarak ileri sürdüğü doğal durum aynı zamanda bir savaş durumudur. İnsanların doğuştan zayıf yaratıklar olduğunu bu yüzden de birbirlerine karşı kötü davrandıklarını belirtmektedir. Aristo’nun ileri sürdüğü “insan toplumsal bir varlıktır” görüşünün doğuştan kazanılmadığını belirtmektedir. Leviathan’ın 13. bölümünde doğa durumunu şöyle tanımlar: “Böyle bir savaş zamanı veya durumunun hiç var olmadığı belki düşünülebilir ve ben de dünyanın her yerinde durumun hep böyle olduğuna inanmıyorum. Ancak günümüzde bile dünyada insanların böyle bir durumda yaşadığı pek çok yer vardır.” Hobbes, doğa durumunda herkesin otoritenin bulunmamasından dolayı çıkmaza düştüğünü anlatır. İnsanların her an bir savaş sonucunda doğa durumuna geri dönme ihtimalinin olduğunu belirtir. Demek ki doğa durumunda insanlar güvenliklerini sağlamak için birbirleriyle sürekli bir savaş hâlindedir. Bunun en önemli sebebi de insanlar arasındaki eşitliktir. Eşitlik bir taraftan olumlu bir durum oluştururken diğer taraftan bütün insanların aynı talepte bulunması nedeniyle bir çatışma meydana getirmektedir. Hobbes iki insan doğasından söz eder: Birincisi içgüdüsel doğadır İnsanın varlığını sürdürme isteği hayatını korumak için kendi gücünü dilediği gibi kullanma ve uygun bulduğu her şeyi yapma hakkını beraberinde getirmektedir. İçgüdüsel doğada bulunan ve insanı çekişmeye iten duyguları rekabet, güvensizlik, şan ve şereftir. İnsanlar hepsini birden korku altında, bir arada tutacak genel bir güç olmaksızın bir savaş durumundadırlar. Bu durumda da insan hayatı yalnız, yoksul, vahşi, kötü ve kısa olmaktadır. Hiçbir şey adalete aykırı diye düşünülmeyecektir. İnsanın bu savaş durumundan nasıl kurtulduğuna açıklama getirirken akılsal, ussal doğadan söz eder, ikincisi de budur. Ölüm korkusu rahat bir hayat için gerekli şeyleri elde etme arzusuna çalıştığından bunları elde etme imkânı, insanları barışa yöneltmiştir. Demek ki insan doğasının iki yönü vardır; akıl ve içgüdü, insanın akıl ve içgüdü, insanın akıl yanı içgüdülerini otoritesi altına alarak onun varlığını sürdürmesine de imkân sağlamaktadır (Bal, s. 12-14; Furtun, s. 26-40). Hobbes doğal hakkı kendi doğasını yani kendi hayatını korumak için kendi gücünü dilediği gibi kullanma ve kendi aklı ile bu amaca yönelik olarak en uygun yöntem kabul ettiği her şeyi yapma özgürlüğü diye tanımlar. Özgürlük ise dış engellerin olmaması demektir. İnsan yaşamını sürdürme, kendini kurmak için her türlü aracı kullanabilecek ama doğal hak keyfilik anlamına gelmemektedir. Çünkü varlığını koruma ve hayatta kalma tüm canlıların içgüdüsel olarak sahip oldukları bir özelliktir. Akla uyarak ya da aklın gösterdiğini yaparak kendi varlığını korumaya çalışmak her kişinin hakkıdır. Doğal hak herkeste bulunmasına rağmen kimse diğerinin doğal hakkını kabul etmez. Bu nedenle doğal hakkın hukuki yanı yoktur. Doğal hakkın kabulü veya reddi kaosu kaldırmaz. Doğal hakta herkes herkesle savaş hâlinde olduğu için mülkiyet kavramı kabul edilemez, her şey herkesindir. İnsanlar ölüm korkusu nedeniyle ve akıl yürüterek barışa yönelir. Eğer barış içinde yaşamak istiyorlarsa aklın onlara gösterdiği şartlara uymak zorundadırlar. Hobbes bunlara “doğa yasaları” der. Bu yasalar her zaman vardır. Bağlayıcılıkları değişiklik arz eder. Güven duygusu olduğunda fiilen bağlayıcı olurlar. Eğer istisnasız bütün uyrukları bağlayan ve yazılı olmayan veya insanların güvenebileceği yerden ilan edilmiş ise bu bir doğa yasasıdır. Çünkü insanların kendi akıl ve mantıklarına dayanarak yasa olarak bildiği şey her insan için akıl ve mantık içermelidir. Bu da ancak bir doğa yasası olabilir, der. Bunun için de başkası tarafından sana yapılmasını uygun bulmadığın bir şeyi sen de başkasına yapma! örneğini gösterir. Doğa yasaları şunlardır: Barışı aramak ve izlemek, barışı ve kendini korumak için her şeyi üzerindeki haklarını bırakıp başkalarına karşı onları tanıyacağını özgürlükleri yerine getirmek, verilen sözleri yerine getirmek, minnettarlık, karşılıklı uyum ve nezaket, affetmek, öç alırken geçmişteki kötülüğün büyüklüğüne değil, gelecek faydanın büyüklüğüne bakmak, başkalarını aşağılamamak, herkesin bir başkasını doğal olarak eşiti kabul etmesi, alçak gönüllü olmak, hak ve adalete uygun davranmak, hakem kararına rıza göstermektir. Hobbes bu yasaların ebedi ve değişmez olduğunu belirtir. Hobbes’un toplum sözleşmesi kuralına baktığımızda, doğa durumunda herkesin her şey üzerinde hakkının bulunduğunu; bu durumun devam etmesinin yaşam hakkının her an sona erdirilebileceği tehlikesiyle yaşamak olduğu anlamına geldiği söylenebilir. Yaşam hakkının devam edebilmesi yani güvenliğin sağlanması devletin oluşmasının en önemli şartıdır. Hobbes’un toplum sözleşmesi varsayımsaldır. İnsanlar böyle bir sözleşme yapmış gibi, akıllarını kullanarak ölüm korkusundan kurtulmak amacıyla devleti yaratmışlardır. Bu siyasal birliğin devamı için sözleşmeyi yapan bireyler devlet ile kendilerini özdeşleştirmelidir. Devletin sürekliliğini sağlayacak bu varsayımdır. Hobbes güvenliğin doğal hukukla sağlanamayacağını, bu nedenle devlet olgusunun ortaya çıktığını belirtmektedir. Bütün hakların devredilemeyeceğini, bunun gerçekleşmesinin de fayda olduğunu belirtir. Her iradi eylemin amacı faydadır. Hakkı bırakmak ya da devretmek iradi bir eylemdir. Kendi bedenine sahip olması, hava, su, hareket, bir yerden bir yere gitmenin yolları ve insanın onlarsız yaşamayacağı ya da iyi yaşayamayacağı veya diğer şeylerin kullanılması gibi hakları elinde tutmuştur. Bu haklar hem doğa durumunda hem de toplum durumunda vazgeçilmez ve devredilemez haklardır. Hobbes’ta yaşam, özgürlük ve eşitlik doğal haklardır. Bunlar toplum yasalarıyla sınırlandırılmıştır. Mülkiyet hakkı hükümdarın hakkıdır. O isterse vatandaşlar bundan yararlanır. Temel hak ise yaşama hakkıdır, sistemini yaşama hakkının korunması üzerine kurmaktadır (Furtun, s. 51-58; Bal, s. 14-16).
Yeniçağ düşünürü olan John Locke'un hukuk hakkındaki görüşleri nelerdir?
1632 yılında, İngiltere’de doğmuştur. Oxford Üniversitesinde okumuş, hekimlik mesleğini tercih etmiştir. Bunda sağlık durumunun zayıf olması da etkili olmuştur. Lord Ansley hekimliği ve danışmanlığına atanmıştır. Bu dönemde İngiltere’de kralın yetkilerinin artırılmasına çalışanlarla, azaltmaya çalışanlar arasında mücadele vardı. Kralın yetkilerini sınırlandırmaya çalışanlar Lord Ansley’i de saflarına katmışlardır. Bu çekişmelerden dolayı Locke göç etmek zorunda kalmıştır. 1688’de iktidar değişikliği üzerine Lord Anşley de Locke da İngiltere’ye geri döndü. 5 yıllık sürgün hayatınının geri dönüşünde uygar yönetim üzerine iki deneme çalışması hazırlamıştır. İnsan haklarının felsefi temeli kabul edilen doğal hukukun on sekizinci yüzyılda ortak bir düşünce hâline gelmesinde John Locke’un katkılarından bahsetmemek yanlış olur (Akad-Vural Dinçkol, s. 110-111; Akın, s. 126-129; Aydın, s. 152-158). İngiliz filozofu Locke’a göre insanların doğal durumlarında, yani sivil-siyasal duruma geçmeden önce, zaten sahibi oldukları doğal haklar, kişilere devletleri karşısında korunmuş bir özel alan sağlamaktadır. Toplumsal sözleşme fikrini savunan Locke’a göre insanlar doğal ortamlarında özgürce yaşamaktadırlar. Ne var ki bu doğal yaşam sırasında insanlar kendi davalarının yargıcı da olduklarından toplum yaşamının sağlıklı devamı açısından bazı sakıncalar doğmaktadır. Bu sakıncaları gidermek üzere insanlar anlaşarak, bir yönetim kurup cezalandırma haklarını bu üstün otoriteye devretmişlerdir. Fakat bu hak devri cezalandırma hakları ile sınırlı kalmalıdır. Bireyin özgürlükle gelen mülkiyet ve doğal yaşamdan kaynaklanan diğer hakları sözleşme ile kurulan devlete geçmez. Locke’a göre bireyin bu doğal hakları siyasal otoritenin hem gerçekleştirmesi gereken amaç hem de müdahale yetkisinin sınırıdır (Akad-Vural Dinçkol, s. 111114; Gözlügöl, s. 43). Doğal hakların korunması fikrine dayanan Locke’un toplumsal sözleşme fikri bazı noktalardan Stoacıların ve St. Thomas’ın fikirlerine benzemektedir. Locke bu görüşünü erkler ayrılığı fikri ile desteklemiş, yasama ve yürütme organlarının görevinin sadece vatandaşın can ve mal güvenliğini sağlamak olduğunu söylemiş ve hak ve özgürlükleri korumakla sınırlı olacak bir devlet şekli öngörmüştür (Ünal, Temel Hak ve Özgürlükler ve İnsan Hakları Hukuku, s.31). O zamana kadar sınırsız olan devlet gücünü sınırlandırmayı ve insanları baskıdan korumayı amaçlayan bu doktrine göre devlet kendi yarattığı hukuktan önce var olan doğal hukukla bağlıdır ve insanların bu hukuktan kaynaklanan doğal haklarına saygı göstermek zorundadır (Kapani, İnsan Haklarının Uluslararası Boyutları, s.19; Akın, s. 139). Siyasal iktidarın kaynağını, bu fikirleri ile topluluğu meydana getiren fertlerin rızalarına dayandırmakla Locke halkın iradesinin en üstün irade olduğu, yani egemenliğin halkta olduğunu savunmaktadır. Halk aslında kendisine ait olan egemenliğin kullanılmasını, bir akitle devlete ve ona idare edenlere bırakır (Kapani, Kamu Hürriyetleri, s.33). Bu düşüncesi ile Locke için denilebilir ki bireyi ve onun haklarını sisteminin temeline koymaktadır. Locke’a göre devlet; “insanların yalnızca kendi sivil çıkarlarını ilerletmek, kazanmak ve korumak için oluşturdukları bir toplumdur” (Karaşahan, s. 21). Locke’un düşüncelerine insan hakları boyutundan yaklaşacak olursak gerçekten de insan hakkı düşüncesinin bizzat kendisi belirli bir bireyciliği gerektirir. Hakkın ve bunlara dayanan taleplerin esas itibariyle hak sahibinin denetiminde bulunduğu olgusu bireycilikle yakından ilgilidir. Locke’un bireyciliği ön plana çıkarmasına getirilen eleştirilerin ortak noktası insan olarak var olmanın toplumsal yönlerinin ihmal edildiğidir. Fakat söylenebilir ki bireycilik hem devletin vatandaşı olan hem de sosyal ekonomik ve siyasal örgütlerin bir üyesi olan bireyi bu güç odaklarına karşı korumaktadır. Bu bakımdan Locke bireyi ahlaki dünyanın merkezi ve menşei olarak kabul eder (Donnelly, s. 100-101). Locke, hayat, hürriyet, mülkiyet haklarını başlıca doğal haklar saymıştır (Güriz, s. 203). Locke da insan doğası düşüncesinden hareket eder. İnsanlığın her zaman ve her yerde geçerli olan değişmez bir anlaşması olduğunu, bunu da kendisi, Tanrı ve kendi dışındaki varlıklar üzerine düşünen birini göreceğini iddia etmektedir. Her şeye gücü yeten Tanrı üzerine veya her zaman ve her yerde olan insanlığın tümünü değişmeyen anlaşması üzerine hatta kendisi veya kendi vicdanı üzerine düşünen hiç kimse insanın kendisine uygulanabilecek herhangi bir yasadan bağımsız olabileceğine inanmaz, demektedir. İnsan tek başına yaşamak için yaratılmamıştır. Toplum içinde yaşamak zorundadır. İlk toplumu kadın-erkek beraberliği oluşturmaktadır. İnsan doğal olarak eşit ve özgürdür. Tam bir özgürlük ve eşitlik doğal durumda söz konusudur. Fakat güvencesiz bir ortam bulunmaktadır. Toplumsal yaşam güvenliği garanti etmektedir. Locke doğal haklarla donatılan bireyi ve bu bireyin haklarını korumak zorunda olan devleti düşüncesinin temeline oturtmuştur. İnsanların insan olmak bakımından aynı değere sahip olmalarından dolayı aynı haklara sahip bulunduklarını insan aklının yardımıyla, herkese bu hakları sağlayacak devletin oluşumu için bir sözleşme yaptıklarını savunmaktadır. Devletin nitelikleri konusunda da herkesin doğuştan sahip olduğu özgür ve eşitlikçi liberal demokratik devletin gerekliliğine inanmaktadır. Locke hak ile yasa arasında bir ayrım yapar; hak, bir şeyi kullanma özgürlüğüne sahip olduğumuzu ifade eder; yasa ise bir şeyi yapmayı ya emreder ya da yasaklar. Aristo’nun yaptığı yasal adalet, doğal adalet ayrımı da Locke’un benimsediği görüşlerdir. Doğa yasasına itiraz edenlere; bütün insanların akılla donatıldığını kabul eder ve doğa yasası akılla bilinebilir ama bu onun herkes tarafından bilindiği anlamına gelmez, der. Doğa yasasının diğer bir kanıtı da insanların vicdanıdır; doğaldır, yazılı değildir. Locke her şeyin yasaya bağlı olduğu bir dünyada yalnızca insanın yasalardan bağımsız olamayacağını, bütün varlıkların kendi varlıklarına uygun varoluş ve işleyişlerine uygun, değişmez yasaların olduğunu belirtir. Doğa yasası olmasaydı, insanlar arasında toplumsal bir ilişki ve anlaşma olmazdı. Bu da doğa yasasının bir diğer ispatıdır, der. Locke doğa yasası olmaksızın iyiliğin de kötülüğün de olamayacağını, o zaman ne iyiliğin ödülü ne kötülüğün cezası olabilecektir, der. Bu, suçun da suçlunun da olmaması demektir. Doğa yasası her zaman ve her yerde geçerli olan, değişmez, insanların neyi yapıp neyi yapmamaları gerektiğini gösteren, akılla bilinebilen ama bilinmesi zorunlu olmayan, yazılı olmayan, bağlayıcı olan, akılla ışığı bulanların görebileceği pozitif yasalardan üstün olan, olması zorunlu olan bir yasadır, demektedir. Doğa yasasının bilgisi için doğanın insana verdiği aklın kullanılması gerekmektedir. İnsanların çoğuna akılları tarafından rehberlik edilemediğini, bu insanların kendi düşünceleriyle değil,başkalarının kuralları yönlendirmeleri, fikir ve önerileriyle hareket ettikleri söylenmektedir (Işıktaç, s. 155-156; Bal, s. 19-20). Locke üç tür bilgiden söz eder; • Doğuştan bilgi, • Gelenek, • Duyu deneyi (doğa yasasının bilgisinin temeli olarak görülür). İnsanlar doğada kimseden izin almadan ve başka birinin iradesine bağlı olmadan doğa yasasının sınırları içinde eylemlerini düzenleyebilir. Etkin bir özgürlük ve eşitlik durumundadır. Ancak doğa durumunda insanlığın özgürlüğü bir başıboşluk olarak görülmemelidir. Kişinin kendini ve mallarını kullanmakta sınırsız bir özgürlüğü vardır. Bunun korunması dışında kendini ya da başka bir varlığı yok etme özgürlüğü bulunmamaktadır. İnsan doğasının özü akıl sahibi bir varlık oluşudur. İnsanların doğal olarak yaşam, sağlık, özgürlük ve mülkiyetlerine dokunulmaması gereklidir. Kendi güvenliği söz konusu olmadığı sürece elinden geldiği kadar başkalarını da düşünmeli, başkasının canını ya da özgürlüğünü, sağlığını, organlarını yahut mallarının korunmasına yarayan şeyleri almamalı ya da tehlikeye sokmamalıdır. Doğa yasası her ne kadar aklın yasası olsa da Locke‘a göre Tanrı’nın yasası olarak ele alınmalıdır. Herhangi bir davada haksızlık yapınca bundan dolayı bütün insanlığa karşı sorumlu olunan bir durumdur. Doğa durumunda yapılan anlaşmalar bağlayıcıdır. Locke doğruluğun ve verilen sözün tutulmasının insanın toplumsal olma özelliğinden değil, insan olma özelliğinden kaynaklandığını söyler. Bir noktada Hobbes’tan ayrılır. Hobbes’e göre sözde durmak varlığını sürdürmeyi tehlikeye sokacağından her zaman uyulması gereken bir kural değildir. Locke insan haklarını da akla uygun temellendirdiğini ima eder. Eğer insan akla uyarsa insan haklarını ihlal etmeyeceği sonucuna varılabilir. Locke’da savaş durumu doğa durumundan farklıdır. Hobbes’ta aynıdır. Locke’a göre insanların aralarında yargı yetkisine sahip olmayan, yeryüzünde ortak bir üsleri olmayan akla uyarak birlikte yaşamaları tam anlamıyla bir doğa durumudur. Ortak bir yargıcın bulunmaması insanları bir savaş durumuna sokacaktır. Ancak bir insanın üzerindeki zorlama, savaş duygusu yaratacaktır. Bir kimse bir kurdu ya da bir aslanı hangi nedenle öldürebiliyorsa kendisine savaş açan bir insanı da aynı nedenle yok etmektedir, demektedir. Güvensizlik hâlinde insanda korku ve tehlike durumunda kurtulma isteği meydana gelir ve insan toplum hâlinde yaşamak ister. İnsanı toplumsal yaşamaya sevk eden bir başka neden de doğamızın istediği, insan onuruna uygun bir yaşam için gerekli şeyleri sağlamaya yalnız başımıza yetmememizdir. Demek ki Hobbes’ta da Locke’da da insan haklarının dayandığı temel, insan doğasıdır (Bal, s. 22-26).
20.yüzyılda insan haklarının felsefi dayanakları nasıldır?
1907-1992 yılları arasında yaşamış, Oxford Üniversitesinde felsefe profesörü olarak çalışmış Kelsen ve Bentam’ın görüşlerini takip etmiş, önemli bir hukukçu Hart’tır. Bilhassa 1961 yılında yazdığı “Hukuk Kavramı” isimli kitabı önem arz etmektedir. Hukuk, özgürlük ve ahlak üzerinde durmakta, bilhassa ahlak-hukuk ayrımını netleştirmeye çalışmaktadır. Belli bir davranışın ortak standartlarına göre ahlaka aykırı olması, bu davranışın hukuk tarafından cezalandırılması için yeterli midir, kendi başına ahlakı dayatmak ahlaken de uygun mudur vb. soruları sormakta, ahlaka aykırılık ile adaba aykırılık sorularının ayrılması gerektiğini ifade etmektedir. Hart, bireysel özgürlüğün bir değer olarak tanınması gerektiğini belirtipe hukukun temel amacının başkalarına zarar vermeyi yasaklamak olduğunu söyler. Evrensel değerler adını verdiği bireysel özgürlük, güvenlik ve kasten zarar görme konusunda bir çerçeve çizmektedir. Toplumun güvende olması, aynı zamanda evrensel değerlerin de güvende olduğu anlamına gelir. Hukuk sisteminin ikincil kurallarının insan doğasından gelmediğini belirtmesi Hart’ı doğal hukuktan uzaklaştırmaktadır (Işıktaç, s. 311-323). John Rawls, 1921 yılında doğmuş, Korner ve Harward Üniversitelerinde ders vermiş, 2002 yılında ölmüştür. 1971 yılında yayınladığı “Adalet Teorisi” adlı eseri ve 1993 yılında yayımladığı “Siyasal Liberalizm ve Hakların Yasası” isimli eserleri nedeniyle 20. yüzyılın en önemli siyaset felsefecisi sayılmaktadır. Kant’tan esinlenerek önce bir adalet teorisi, sonra da bir adalet kavramı geliştirmeye çalışmıştır. Siyasal tarafsızlık ilkesini adaletin iyiye önceliği doktriniyle haklılaştırmaya çalışmıştır. Bizler adil koşullar altında eylemde bulunan özgür, eşit ve rasyonel kişiler olarak tercih ettiğimiz adalet ölçütleri her ne ise onlara dayanabiliriz, demektedir. Rawl, hakkaniyetin genel bir adalet kavramlaştırılmasında benimsenmesi gerektiğini söylemekte, eşitsiz paylaşım herkesin menfaatine olmayacaksa tüm temel sosyal mülkiyetlerin eşit olarak paylaşımını gerektirir, demektedir. Toplumsal sözleşmeden hareket eder. Adalet hakkında düşünürken her zaman çatışan çıkarları varsaymak zorundayız. Çünkü çatışan değerlerin olmadığı bir yerde adalet de olamaz. Bireysel otonomi devletin tarafsız olmasını gerektirmektedir, derRousseau’nun sosyal kurumların erdemi olarak kabul ettiği adaletle metafizik açıdan değil siyasal adalet konusunda bir konsensüse ulaşmayı hedeflemektedir. Kendimiz için istemediğimizi öteki için de istememek yani Kantçı adalet anlayışını benimsemektedir. Herkesin sosyal sınıfına bakılmaksızın yaşamlarında yetenekleri ve çabaları için başarmaları için hakkaniyetli olmaları gerekmektedir, der. (Arnhart, s. 397-404; Işıktaç, s. 342-346). Fertlerin doğuştan getirdikleri haklar doğrultusunda istedikleri düşünceyi benimseyebilecekleri kabul edilmelidir. Adaletin iyiye önceliği, adaleti bozmaya yönelik eylemler karşısında siyasal otoriteye güç kullanma yetkisi verir. Adaleti ihlal eden karşısında otorite güç kullanır. Başkalarına zarar veren iyi anlayışlar karşısında devlet tarafsız olmalıdır (Rawls, s. 24-30; Işıktaç, s. 346-350; Arnhart, s. 412-423). Adaletle ilgili iki temel tezi; Adil dağılımın sağlanması ve toplum sözleşmesidir. Eşitsizlik herkesin menfaatine olmadığında adaletsizlik olur. Tüm yurttaşlar eşit olmalı, yetenek ve becerilerini geliştirmede eşit fırsatlara sahip olmalıdır. Eşitliğin sağlanması için vergilendirme veya başka şekilde hükûmet, zenginlerin servetinin bir kısmını yoksullara aktarmalıdır. Bazı doğuştan gelen ve doğanın bağışladığı eşitsizlikler bir şekilde tazmin edilmek zorundadır. Hiç kimse zenci veya beyaz olarak doğmayı hak etmez. Irk yüzünden hiç kimse ne ödül ne de cezayı hak edebilir. Bunda Rawls’ın yaşadığı bölgenin daha çok zencilerden oluşması ve o dönemde birçok haksızlığın yapılması önemli bir etkendir. Adil bir toplumda yaşama ait şeyler ahlaki dikkate göre dağıtılmalıdır. Rawls’da adalet anlayışı ahlaki kişiler olarak tüm insanların insanlık özelliğinden dolayı eşit saygıyı hak ettiği iddiasına dayanmaktadır (Işıktaç, s. 360-361). Bahsettiğimiz bu felsefi düşünce süreci ne nitelik ne de nicelik bakımından insan haklarının temelini tam olarak ortaya koymak için yeterli değildir. İnsanların doğuştan elde ettikleri haklar olarak insan hakları, ilk çağlarda başlayıp günümüze kadar sistemleşerek gelen doğal hukuk anlayışına dayanan, birey açısından ivedilikli ve elzem haklardır (Sancar, s. 320-321.).
-
AÖF Sınavları İçin Ders Çalışma Taktikleri Nelerdir?
date_range 10 Gün önce comment 11 visibility 18095
-
2024-2025 Öğretim Yılı Güz Dönemi Kayıt Yenileme Duyurusu
date_range 7 Ekim 2024 Pazartesi comment 1 visibility 1183
-
2024-2025 YKS Ek Yerleştirme İle Yerleşen Adayların Çevrimiçi (Online) Başvuru ve Kayıt Duyurusu
date_range 24 Eylül 2024 Salı comment 1 visibility 628
-
Çıkmış Soruları Gönder Para Kazan!
date_range 10 Eylül 2024 Salı comment 5 visibility 2757
-
2023-2024 Öğretim Yılı Yaz Okulu Sınavı Sonuçları Açıklandı!
date_range 27 Ağustos 2024 Salı comment 0 visibility 918
-
Başarı notu nedir, nasıl hesaplanıyor? Görüntüleme : 25586
-
Bütünleme sınavı neden yapılmamaktadır? Görüntüleme : 14513
-
Akademik durum neyi ifade ediyor? Görüntüleme : 12516
-
Harf notlarının anlamları nedir? Görüntüleme : 12507
-
Akademik yetersizlik uyarısı ne anlama gelmektedir? Görüntüleme : 10434