Temel İnsan Hakları Bilgisi 2 Dersi 1. Ünite Özet

İnsan Hakları Kavramı Ve Kökeni

Giriş

Özgür bir şekilde düşündüğünü söyleyebilmek, istediği yere gidebilmek, yerleşebilmek, diğer bireylerle ve devlet makamlarıyla olan ilişkilerinde insanca ve hakça muamele görebilmek, insanın günlük yaşamında farkına varmadan ve değerini bilmeden kullandığı ve yararlandığı haklardan sadece birer örnektir.

İnsan Hakları Kavramı

İnsan hakları etimolojik, sosyolojik ve dolayısıyla ahlaki olarak kişinin sırf insan olduğu için sahip olduğu haklar demektir.

Doktrinde ve uygulamada önceleri kamu özgürlükleri kavramı kullanılmış, daha sonra kavram olarak, “insan hakları” yaygın olarak kullanılmaya başlanmıştır.

İnsan haklarının muhatabı olarak devlet ve onun temsilcisi olarak hükûmet, insan haklarına hem müdahale etmemek hem de bazı çeşit hakların kullanılmasına da ortam hazırlamakla yükümlüdür. Devletler bu yükümlülüklerini insan haklarını anayasal güvence altına alarak yerine getirmektedir.

İnsan hak ve hürriyetleri, dinî inanç, felsefi düşünce ve dünya görüşünün bir yansıması ve sonucu olarak değişen ve gelişen bir nitelik taşımaktadır. Bu sebepledir ki insan hakları konusunda bugün gelinen noktayı haklar bakımından ulaşılabilecek en son nokta olarak değerlendirmek mümkün değildir. Çünkü insan değiştikçe beklentileri arttıkça talep ettiği haklarda da değişiklikler olacaktır. O yüzden “insan hakları” geçmişten günümüze uzanan ve halen devam eden ve normal şartlarda devam edecek olan bir süreçtir. Bu tarihsel süreç içerisinde doğal hukuk düşüncesinden kaynaklanan haklar listesi de giderek genişlemiştir.

Hak Kavramı

Hak, belli bir gücün taleplerine temel olan isimlerdir. Bu bakımdan bir hakka sahip olmak demek meşru bir temele dayanan taleplerde ısrar etmeye yetkili olmak anlamına gelmektedir. Diğer bir anlatımla hak söz konusu hakka sahip olan kişinin bir şeyi yapmaya yetkili olduğunu belirtir.

Hak aynı zamanda bir meşruluk iddiasıdır, belli bir somut durumda başkasının özgürlüğüne müdahale edebilmek için ahlaken yetkili olunduğunun kısaltılmış formülüdür.

Kısaca, hak hukukun koruduğu menfaattir; hukuk düzenince tanınan bir yetkidir. Hak, kişiyi hukuki iktidarla donatır; bunu kullanıp kullanmamak hak sahibinin takdirindedir.

Hak kelimesinin iki temel ahlaki ve siyasi anlamı vardır: doğruluk ve yetki. Birincisinde bir şeyin haklı olduğundan ve haklı olan bir eylemden söz ederiz. İkincisinde ise bir kimsenin bir hakka sahip olduğundan bahsederiz. Normal olarak haklardan söz ettiğimizde bu ikinci anlamı vurgulamış oluruz.

Bir hakkın varlığının anlamlı olabilmesi için ise hak ile birlikte şu unsurların bulunması gerekir; yetki, talep, saygı gösterilme zorunluluğu. Yetki, hakkın özü olan bir şeyi yapabilmektir. Talep unsuru ise her hak sahibine olumlu ya da olumsuz bir talepte bulunma yetkisi verir. Saygı gösterilme unsuru da hakkın konusundan yararlanma yetkisinin genel olarak veya bir kişiye bağlı olarak tanınmasını istemek ona saygı gösterilmesini meşru olarak beklemek demektir.

Hak ve Ödev

Bilindiği üzere kazanılan her hak bir yükümlülüğü de beraberinde getirmekte; hakların karşılığı olan bu yükümlülükler de hak sahibine ait olmaktadır. Bu yükümlülükler hakkın niteliğine göre pozitif veya negatif olabilir. Yani kişi bir hak karşısında bir hareketi yapmakla yükümlü olabileceği gibi (pozitif anlamda yükümlülük) bir hareketten kaçınma yükümlülüğü altında da olabilir (negatif yükümlülük).

Kişi bir hakkını ileri sürebilmek için o hakkın yükümlülüklerini noksansız yerine getirmiş olmalıdır. Fakat bu söz konusu durum insan hakları bakımından pek gerçekçi ve doğru bir yaklaşım değildir. İnsan hakları belli bir ödeve bağlanamayan devlete yönelik tek taraflı haklardır. “İnsan haklarının aynı zamanda onların özneleri için ödevler de içerdiği” veya varlıklarının ödevlerinin yerine getirilmesine bağlı olduğu görüşü yanlıştır. İnsan haklarının aynı zamanda bir ödeve bağlandığı şeklindeki anlayış tehlikelidir. İnsan haklarının bir ödevi yerine getirme yükümlülüğüne bağlanması, bir hakka ilişkin ödevi yerine getirmeyenlerin o ödeve ilişkin haktan yararlanamamaları sonucunu doğuracaktır ki bu, insan haklarının etiğine ters düşer.

İnsan Hakları

İnsan hakları diğer bütün haklardan üstün bir nitelik taşır. İnsan hakları ahlakilik düşüncesinden kaynaklanan hakları ifade etmektedir. Başka bir deyişle insan hakları en üstün ahlaki talepleri ifade eder. İnsan haklarının üstün olması demek, bu haklara dayanan iddia ve taleplerin başka bütün hak iddiaları karşısında üstün olması demektir.

İnsan hakları deyimi ile bazen de tüm insanlara tanınması gereken haklar anlatılmak istenir. Buna “soyut anlamda insan hakları” da denir. Bu anlamda insan hakları “olanı” değil “olması gerekeni” gösterir.

İnsan hakları menşei itibariyle negatif karakterli haklardır. Yani çıkış noktasında bu haklar kişiler lehine pozitif bir durumun tesisini gerektirmez, daha çok kişinin hak ve özgürlüklerine müdahaleden kaçınmayı ifade eder. Bu hakları koruyucu haklar olarak adlandırmak mümkündür.

Birinci grup haklar içerisinde önce medeni haklar yer almış, daha sonra bunlara siyasi haklar dâhil olmuştur. Siyasi haklara, katılma hakları da denilmektedir. İlk olarak negatif karakterle ortaya çıkan insan hakları daha sonraları pozitif bir nitelik de kazanmıştır. Bu haklar ikinci grup haklar olarak nitelendirilmektedir. Devletten bir şeyler talep etmeye dayanak oluşturur. Bu haklar genelde ekonomik niteliktedir. Daha sonraları bu iki grup hakkın dışında üçüncü grup haklar ortaya çıkmıştır. Bu haklara dayanışma hakları da denilmektedir.

Eşitlik ve Özgürlük Kavramları

En başından beri ortaya koymaya çalıştığımız insan hakları kavramı ve bu hakların kullanılması kişi özgürlüğünün bir ifadesidir. Bu çerçeve içerisinde bireye tanınan haklar ve bu konudaki eşitlik ile bireyin haklardan yararlanma özgürlüğü birbirini tamamlayarak insan haklarının temelini oluşturur. Yani pek çok düşünüre göre farklı anlatım tarzları ile ifade edilmiş olsa da insan haklarının temelinde özgürlük ve eşitlik yatmaktadır.

“Özgürlük” sözlük anlamı ile “herhangi bir kısıtlamaya ve zorlamaya bağlı olmaksızın düşünme veya davranma, herhangi bir koşula bağlı olmama durumu; her türlü dış etkiden bağımsız olarak insanın kendi istencine, kendi düşüncesine dayanarak karar vermesi durumu” dur. Özgürlük; insanın bilinçli ve amaçlı olarak eylemde bulunabilme potansiyelini, serbestçe seçebilme kapasitesini ifade eder, “bireyin özel alanı içerisinde zorlanmadan masun” olması durumudur.

Özgürlük kavramını, haklar konusunda yaptığımız gibi, negatif-pozitif ayrımına tabi tutmamız mümkündür. Pek çok yazara göre; “negatif özgürlük” kişinin özel alanı içerisinde herhangi bir zorlamadan masun olması durumudur. Özgürlük denince akla gelen, kafalarda oluşan ilk izlenim de budur. En yalın ve basit anlamıyla özgürlük, hür olmaktır. Fakat zaman içerisinde bu yaklaşıma bir eleştiri olarak ortaya çıkan “pozitif özgürlük” kavramı ortaya çıkmıştır. Bu yaklaşıma göre kişinin özgür olabilmesi için herhangi bir özgürlüğünü kullanmadan yasaklı olmamasının yanında kişinin söz konusu özgürlüğü kullanabilmesi de gereklidir.

Salt özgür olma durumunu terime dönüştüren “negatif özgürlük” kavramına getirilen diğer bir eleştiri de “rasyonel özgürlük” anlayışıdır. Özgürlüğü bu açıdan ele alanlar, kişinin özgürlüğünün önünde devlet, toplum gibi dış engellerin yanında, bilinçsizlik ya da yanlış bilinç gibi iç engeller de bulunur denilmektedir. Bu yaklaşıma göre kişinin bilinç dışı hareket ederek giriştiği eylemler özgürlüğünü kullanması demek değildir. Aksine kişi rasyonel olmayan bu davranışları ile kendi özgürlüğünü kendisi sınırlıyor demektir.

İnsan haklarının temelini oluşturan diğer bir kavram da “eşitlik” kavramıdır. Etimolojik olarak eşitlik iki veya daha çok şeyin eşit olması durumu, denklik, müsavat, muadelet demektir. İnsan hakları açısından ise birey insan olmak bakımından başkalarıyla eşit değere sahiptir. Bu değer de bireyin kişisel özelliklerinden ayrı olarak vardır.

Eşitlik herkese eşit muamele edilmesini, saygı gösterilmesinin gerektirir. Bu gerekliliğin otoriteye karşı güvence altına alınması “özgürlük” kavramında olduğu gibi kanunlarla mümkündür.

Eşitlik kavramı içerisinde bahsettiğimiz şey “herkesin kişiliğine saygı gösterilmesi” değil, herkese “insan onuruna eşit saygı gösterilmesidir”.

Çoğu zaman eşitlik, toplumların sosyo-kültürel açıdan gelişmelerinde önemli bir itici güç olabilmektedir. Buna karşılık özgürlük eşitliğe kıyasla daha soyut, daha karmaşık, daha yüksek bir kavramdır. Roger Lacombe’un söylediği gibi özgürlük daha çok elit tabakanın özlemini duyduğu bir idealdir.

İnsan Haklarının Öznesi Olarak Birey

İnsan haklarının öznesi topluluklar değil bireylerdir. İnsan hakları insanlara, insan olmaları sebebiyle verilen haklardır. Bu bakımdan insan hakları temelde “birey hakları” dır, Bunun nedeni ise sadece bireylerin tercihlerde bulunabilmesidir. Bu bakımdan özgürlük sadece insanlar için kullanılması anlamlı olan bir kavramdır.

İnsan haklarının öznesinin bireyler olması demek aynı zamanda bu haklara sahip olmanın belli bir topluma, kolektiviteye bağlı olmaması anlamına gelir. İnsan haklarının bir kolektiviteye mensubiyetten bağımsız olması zorunludur. Çünkü insan hakları çoğu kez topluma ve devlete karşı ileri sürülen haklardır.

İnsan Haklarının Kökeni

İnsan haklarının kökeni; insan olma durumu, insan tabiatı ve insanlık kavramıdır. Kısacası “insan doğası”, insan onurudur. “Onur” kelimesi sözlüklerde “insanın kendine karşı duyduğu saygı, şeref, öz saygı, haysiyet, izzetinefis” olarak açıklanmaktadır.

İnsan hakları bakımından nasıl ki hukuki hakların kaynağı hukuk, sözleşmeden doğan hakların kaynağı sözleşme ise insan haklarının kaynağı da insanlık tabiatıdır diyebiliriz. Bu durum insan hakları belgelerinde “insanlık onuru” olarak kendisine yer bulmaktadır.

İnsan haklarının temelini oluşturduğu kabul edilen insan onuru, insan olarak var olabilmeye ilişkin ahlaki bir görüştür. Bu doğrultuda Amerikalı düşünür Ayn Rand da insan haklarını “insan tabiatının, insanın insana yaraşır bir şekilde yaşayışı için gerekli kıldığı varlık şartları” olarak tanımlamıştır.

Genel olarak kaynağını insan onurundan alan insan hakları, herkeste eşit olarak var olduğu düşünülen bu onura uygun bir hayatın sağlanması için gerekenlerin teminine yönelik bir pratik özelliği taşır.

İnsan Haklarının Kapsamı

İnsan hakları diğer haklardan daha farklı bir kapsayıcılığa sahiptir. İster hukuktan ister sözleşmeden kaynaklanıyor olsun hakkın muhatabı normalde işleme ya da olaya taraf olanlarken; insan haklarından ise herkes insan olma sıfatıyla yararlanır. Bu durum insan haklarının evrenselliği olarak düşünülebilir. Bu özelliği ile insan hakları devlet tarafından tanınsın-tanınmasın, hukuki güvence altına alınsın-alınmasın, bir coğrafyaya bağlı olmaksızın, tüm insanlara tanınan hakları kapsayacak özelliktedir. Bu durum insan haklarına tanınan yüksek ahlaki nitelikten kaynaklanmaktadır.

Bu bağlamda insan hakları çerçevesinde insan; coğrafi sınırlar dikkate alınmaksızın içinde yaşadığı toplum ve mekândan bağımsız şekilde bir varlık olarak algılanmakta ve hak sahibi olarak kabul edilmektedir.

İnsan hakları içerisinde hak ve hürriyetlerin her biri insanlık onurunu temsil eder, aynı uygarlık sisteminin parçasıdır.

İnsan Haklarının Felsefi Temelleri

İnsan hakları tek yönlü bir kavram değildir. Hukuki, siyasi, felsefi yönleri de bulunan bir kavramdır.

Antik Yunan’da Felsefi Temeller

MÖ 5. yüzyılda Eski Yunan toplumlarının, bulundukları çağ bakımından insanlığı en üst düzeye ulaştırdıkları kabul edilmektedir.

MÖ 7. yüzyılda toprakların zengin aristokratların elinde toplanması nedeniyle toplum içinde mülksüzler sınıfı çoğalmış ve bir çatışma başlamıştır. MÖ 632’de bu düzeni yıkmak için bir başkaldırı başlamış, aristokratlar sert önlemlerle bunu önlemeye çalışmış ve MÖ 624’te Drakon isimli birine ceza kanunu hazırlatmışlardır. Temel amacı; aristokratların mallarını ve canlarını korumak için çoğunlukla idam cezalarını içeren yaptırımlar oluşturmaktır. Aristokratlar, Drakon yasalarının kendileri için çözüm yolu olmadığını anlamış ve birtakım reformlarla sınıf çatışmalarını engelleyerek iş birliğine zemin hazırlamayı istemişlerdir.

MÖ 594’te Solon, aristokratlar ile mülkiyet sahibi olmayan kişiler arasındaki siyasal çatışmada arkon (yasa koruyucu) seçilip Solon kanunları adıyla anılan birtakım düzenlemeleri yapmıştır. Solon kanunlarında borç köleliği kaldırılmış, toprak sınırlandırılması getirilmiş ve vatandaşlar soyluluklarına göre değil, zenginliklerine göre dört sınıfa ayrılmıştır. Bunlar;

  1. 500 kile üzüm, buğday, şarap gibi bir mala sahip olanlar
  2. 300 kile
  3. 150 kile
  4. 150 kilenin altında mal varlığı bulunanlardır.

İlk üç sınıfın zorunlu askerlik hizmeti bulunmaktaydı. O dönem için bu bir yükümlülük değil bir ödül olarak görülmekteydi. 4. sınıfın askerlik ve vergi hizmeti yoktu. Seçme hakkı vardı ama bu sınıf memur ve yönetici seçilemiyordu. Bu kanunlarla Solon, “herkesin kanunlar önünde eşitliği” ilkesi üzerinde durmuştur. Solon’a göre ideal bir toplum ve devlet düzeni ancak halkın yöneticilere, yöneticilerin de kanunlara tabi olmasıyla sağlanabilir. Böylece “hukuk devleti” ve “hukukun üstünlüğü” kavramlarından tarihte ilk kez bahsedilir olmuştur. Ama Solon meşhur kanunlarıyla çağının ötesinde yeni bir toplum yaratmak istemişse de uygulamada pek de başarılı olamamıştır.

MÖ 5. yüzyılda Atina’da sofizm ortaya çıkmış, Pers Savaşları sonrasında Atina’daki yoğun gelişmeler (sosyal, siyasal, kültürel açıdan), siyasi açıdan zaman zaman aksamalara neden olmuş ve demokratik kurumların bu gelişmelere yeterince cevap verememesi nedeniyle Sofistler bu ihtiyacı karşılamayı amaçlamıştır.

Sofistler içinden MÖ 480-410 yılları arasında yaşayan Protogaros, Teos’da doğmuş bir düşünürdür. Sofist düşüncenin kurucusu olarak kabul edilmektedir.

Sofistler, siyaset ve güzel konuşma sanatını öğretmek için gezici öğretmenlik yaparak demokratik düzen içindeki kültür boşluğunu tamamlama işlevi gören ve bu hizmetleri karşılığında para alan kişilerdir. Bu nedenle daha sonraları Sofist sözcüğü bilgi şarlatanlığı yapan kimse anlamında kullanılmıştır.

Ünlü sofistler arasında Protogaros, Gorgios, Critias, Antipon, Hipias, Koliklas, Trasmakos sayılabilir. Bu düşünürler genel olarak mevcut düzenin eksiklikleri ve eleştirileri noktasında birleşmelerine rağmen bu düzenin yerine nasıl bir düzen inşa edilmesi gerektiği konusunda anlaşamamışlardır.

Sofistlere göre insan ahlaki bir değer ve varlık olmaktan ziyade çıkarlarına hizmet eden bencil bir varlıktır. Bütün insanların kabul edeceği objektif, genel, mutlak bir gerçeklik bulunmamaktadır. Sosyal ve siyasal hayatta egemen kurallar da değişmez ve kutsal değerler değildir. Bunlar ülkeye ve zamana göre değişiklik arz edebilir. Ayrıca bu kurum ve kurallar insan iradesidir. Devlet de bu kurumlardan birisi olduğuna göre insan yapısına göre siyasi bir oluşumdur. Fakat bu siyasi oluşumun temelinde kuvvet yer almaktadır. İktidar her zaman kuvvetin ifadesi, güçsüzlerin itaat etmesini gerektiren bir olgudur.

Eski Yunan’da egemen olan bir diğer düşünür grubu Kynikler’dir. Kynik sözcüğü eski Yunan’da “köpek” anlamına gelmektedir. İlkel yaşayıştan dolayı kynik düşünce olarak adlandırılmaktadır. Aşırı eşitsizlikçi kent devleti toplumuna karşı bir tepki hareketi olarak doğmuştur. Sınıf çatışmasının yoğun olduğu bir dönemde mutluluğa ulaşmanın yollarını aramışlardır.

Kynik düşünürler Yunan toplumundaki bireyleri aristokrat-avam, yabancı-vatandaş, özgür-köle olarak eşitsiz ayrımlara tabi tutan site devleti vatandaşlığı anlayışına karşı çıkmakta, kozmopolis kavramını ileri sürmekteydiler. Kozmopolisi tüm dünya insanlarını aynı topluluğun bireyleri olarak gören “evren kent” biçiminde tanımlamakta ve dünya kentinde eşitsizlikçi bir durumun sona ereceğini belirtmekteydiler. Antintenes ve Diogenes, Kynik düşüncesinin önemli temsilcileridir.

Yunan uygarlığının en büyük iki filozofu sayılan Platon ve Aristo’nun yaptığı gibi, tüm sistem anlayışlarını insanların eşitsizliği üzerine kuran yaklaşımlar vardır. O dönem içerisinde gerek Platon gerekse Aristo devleti kişinin mutlak efendisi olarak tanıyıp kölelik kurumunu kabul etmiş hatta meşru görmüşlerdir.

Doğal Hukuk Görüşü Çerçevesinde Felsefi Temeller

Dönemlere göre doğal hukukun kaynakları farklıdır. İlk Çağ’da tabiat ve düzen, Orta Çağ’da ilahi ve beşeri hukuk, Yeni Çağ’da hukuk, cebir, bireysel akıl arasındaki farklılıklar doğal hukukun çatışmalarından çıkış yolu aradığını göstermektedir.

İlk çağlardan bu yana doğal hukukun akla mı, iradeye mi dayanacağı sorundur. Rasyonel düşünce insanı insan yapan en önemli özelliğin akıl olduğunu, doğal hukukun değişmez zamana bağlı olmadığını, ideal bir akılsal düzen içinde olduğunu ileri sürer. İradeci görüş ise doğal hukukun kaynağını irade bildiriminde arar.

17. ve 18. yüzyıllardan sonra ortaya çıkan doğal hukukun amacında da tartışmalar vardır. Doğal hukukun pozitif hukukun kaynağındaki ilkeleri belirlediği iddia edilmektedir.

Doğal hukuk öğrenilmiş değil apriori bir hukuk sistemini ifade eder. Pozitif hukuk sistemlerine göre daha mükemmel, daha yüksek bir hukuk olduğundan bütün insanlar için geçerlidir. Pozitif hukuk devlet tarafından yapılan ve yaptırım gücü devlete dayanan insan eseridir. Pozitif hukukun esası zorlamaya dayanmaktadır.

İlk çağlarda en önemli doğal hukuk savunucuları Stoacılardır. Stoacıların geliştirdiği doğal hukuk öğretisine göre insanların yaptıkları kanunlar mükemmel olmadığı için tüm evrene uygulanabilecek nitelikte değildir. Dünyevi kanunlar ancak doğal hukuka uygunluğu ölçüsünde geçerlidir. Stoacılar özgürlüğü kişinin iç dünyası ile ilgili bir kavram olarak ele almışlardır. Onlara göre insan için özgürlük kendi nefsini ve tutkularını yenebilmektir. Yani tutkularının esiri olmaktan ve bütün dış etkenlerden kendisini kurtarabilen insan köle de olsa hürriyetine kavuşmuş demektir. Böylece elde edilen hürriyeti hiçbir baskı ortadan kaldıramaz ve bu bakımdan denilebilir ki köle ile hür insan arasında bir fark yoktur. Stoizm köleliği ilk olarak reddederek insanın bağımsız olduğunu savunmuştur.

Stoa felsefe okulunun kurucusu Zenon’dur. Dönemin bir diğer düşünürü Cicero Yunan Stoasının düşünce yapısını sürdürmüş ve akıl yoluyla erişilen hukukun kaynağını doğa olarak göstermiştir.

Orta Çağ’da doğal hukuk anlayışı bakımından; ilk çağlardaki kadim anlayışı kabul eden ölçüt, dinî bir içeriğe dönüşmüş, Tanrısal iradeye büründürülmüştür. Hukuk sorunları Tanrı devleti-dünya devleti arasındaki bir ilişkiyle açıklanmıştır. Thomas Aquinas bu dönemde yaşamış önemli bir düşünürdür.

Yeni Çağ’da (17. ve 18. yüzyıllara gelindiğinde) birçok rasyonalist düşünür ilk çağlardaki doğal hukuk anlayışını benimsemiş ve onu geliştirmişlerdir. Bu çağda bir bakıma doğal hukuk öğretisi bir ahlak öğretisi olmaktan sıyrılıp artık toplumsal ve siyasal hayata girmeye başlamıştır.

Dönemin düşünürlerinden Grotius’ a göre bir hukuk kuralının doğal olması için, insan doğasına uygun olması gerekir. İradeye dayalı hukuk ikiye ayrılır: Tanrısal iradeye dayalı hukuk, insan iradesine dayalı hukuk. 17. yüzyılda yaşayan Hollandalı düşünür Hugo Grotius Hristiyanlık, Aristoculuk ve Stoacılığı birleştiren St.Thomas’ın sentezinden beslenen ilk doğal hukukçudur.

Hobbes ise doğal durum ve doğa yasası, doğal hak, toplum sözleşmesi, insan doğası kavramlarını ortaya atmıştır. Doğa, insanları bedensel ve zihinsel yetenekleri bakımından eşit yaratmıştır. Demek ki insanlar doğuştan eşittir.

İnsan haklarının felsefi temeli kabul edilen doğal hukukun on sekizinci yüzyılda ortak bir düşünce hâline gelmesinde John Lock e’un katkılarından bahsetmemek yanlış olur. İngiliz filozofu Locke’a göre insanların doğal durumlarında, yani sivil-siyasal duruma geçmeden önce, zaten sahibi oldukları doğal haklar, kişilere devletleri karşısında korunmuş bir özel alan sağlamaktadır. Toplumsal sözleşme fikrini savunan Locke’a göre insanlar doğal ortamlarında özgürce yaşamaktadırlar. Ne var ki bu doğal yaşam sırasında insanlar kendi davalarının yargıcı da olduklarından toplum yaşamının sağlıklı devamı açısından bazı sakıncalar doğmaktadır. Bu sakıncaları gidermek üzere insanlar anlaşarak, bir yönetim kurup cezalandırma haklarını bu üstün otoriteye devretmişlerdir. Fakat bu hak devri cezalandırma hakları ile sınırlı kalmalıdır. Bireyin özgürlükle gelen mülkiyet ve doğal yaşamdan kaynaklanan diğer hakları sözleşme ile kurulan devlete geçmez.

Dönemin diğer düşünürleri olan Montesquieu, Voltaire ve Rousseau da bireyin doğal olarak bazı hakları olduğu fikrini benimsemişlerdir.

20. Yüzyılda İnsan Haklarının Felsefi Dayanakları

1907-1992 yılları arasında yaşamış, Oxford Üniversitesinde felsefe profesörü olarak çalışmış Kelsen ve Bentam’ın görüşlerini takip etmiş, önemli bir hukukçu Hart’tır. Hart, hukuk, özgürlük ve ahlak üzerinde durmakta, bilhassa ahlak-hukuk ayrımını netleştirmeye çalışmaktadır. Belli bir davranışın ortak standartlarına göre ahlaka aykırı olması, bu davranışın hukuk tarafından cezalandırılması için yeterli midir, kendi başına ahlakı dayatmak ahlaken de uygun mudur vb. soruları sormakta, ahlaka aykırılık ile adaba aykırılık sorularının ayrılması gerektiğini ifade etmektedir.

Hart, bireysel özgürlüğün bir değer olarak tanınması gerektiğini belirtip hukukun temel amacının başkalarına zarar vermeyi yasaklamak olduğunu söyler.

John Rawls ise Kant’tan esinlenerek önce bir adalet teorisi, sonra da bir adalet kavramı geliştirmeye çalışmıştır. Siyasal tarafsızlık ilkesini adaletin iyiye önceliği doktriniyle haklılaştırmaya çalışmıştır.


Güz Dönemi Dönem Sonu Sınavı
18 Ocak 2025 Cumartesi
v