Türk Edebiyatının Mitolojik Kaynakları Dersi 7. Ünite Özet

Edebi Motiflerin Mitolojik Kökenleri –I

Yakındoğu Mitolojisi, Süreklilik ve Divan Şiiri

Her ne kadar Yakındoğu kültürü Büyük İskender’le (M.Ö. 331) ve Büyük Roma imparatorluğunun doğuya doğru yayılmasıyla birlikte başlayan siyasî değişmeler sonucunda Yunan ve Roma kültürlerinin etkisinde kalmışsa da bu kültürel etki tek yanlı olmamış; özellikle Büyük İskender döneminden itibaren Doğu kültürü de Yunan kültürünü kesin bir şekilde etkilemiş ve M.S. 4. yüzyıla kadar süregelen dönemde Hellenistik kültür adıyla anılan Doğu-Batı bileşimi bir kültür oluşturmuştur.

M.Ö. 73 yıllar sırasında, Tanrı Jove (Jupiter)’un misafirperverliği üzerine yemin edilirken, bugün dahi Anadolu’da yaygın bir şekilde kullanılan “tuz-ekmek hakkı” üzerine ant içildiğini görmek şaşırtıcı değildir. işte Yakındoğu’da teşekkül eden bu çok yönlü kültür, Roma imparatorluğunun geniş sahalara yayılması dolayısıyla Avrupa’da İspanya’ya, İngiltere’ye ve Kuzey Afrika’ya kadar uzanan geniş topraklarda mahallî kültürlerle kaynaşarak yepyeni biçimler ve anlamlar kazanmıştır. Aynı şekilde Ateşperest, Süryani, Maniheist vs. halk, Müslüman olmakla yepyeni bir dünyaya girmiş, eski kültüründen tamamen arınmış, o anda hemen ve sadece İslâm kültürünü benimsemiş, geçmişi bir kalemde tamamen silmiş değildir. Divan şiirinin yapısını anlamak için onun tarih boyunca gelişen kültürlerden aldığı zenginlikleri bilmek gerekir. Zira Divan şiirinin temelleri ne sadece İslâm medeniyeti dairesi içinde gelişen kültüre ne de Yakındoğu İslâmî klâsik Edebiyatı’nın şiir anlayışına dayanmaktadır

Klasik Türk Edebiyatında Mitolojik Motifler-I

Leylî

Klâsik İslâm Edebiyatı’ndaki romans kahramanı Leylî; İştar, Astarte, Afrodit, Venüs, Beltis, Mylitta Atargatis (Yunanca: Derketo), Artemis gibi çeşitli adlarla anılan aşk ve savaş tanrıçasının yüzyılları aşarak klâsik Yakındoğu edebiyatına ulaşılmış temsilcilerinden en önemlisidir.

Eski Babil, Asur devletlerine ait mitolojik hikâyelerde geçen bazı mitolojik motifleri daha iyi anlamak için Babil ve Asur’da kullanılan silindir mühürlerdeki ve bazı rölyeflerdeki sembollerin fotoğraflarını gözden geçirmek gerekir. Bu silindir mühürlerin bazılarında sembolü Venüs yıldızı olan Sümer’in aşk ve savaş tanrıçası İnanna (Semitik, İştar) da resmedilmiştir. İnanna daha sonraki yüzyıllarda aynı mahiyetteki Semitik tanrıça İştar ile aynîleşince hem aşk hem de savaş tanrıçası olmuştur. inanna/İştar’ın savaş sırasında uyandırdığı korku ve dehşet, Mezopotamya’da aslan ve kaplan sembolleriyle ifade edilmiştir. Ayrıca kaplan, renginin siyahlığı dolayısıyla geceyi ve gece gökyüzünü sembolize etmesi yönünden İnanna’nın sembolü olmuştur.

Kaplan, mitoloji ve Yakındoğu edebiyatında sadece aşk ve savaş tanrıçasıyla ilgili bir sembol değildir. O, aynı zamanda karanlığın ve gecenin de sembolüdür. Karanlığı, geceyi, aşk ve savaş tanrıçasını ve dolayısıyla kadını, doğumu, çoğalmayı, hayatı ve ölümü temsil eden kaplanın derisi bir sembol haline gelmiş, özellikle insanların maddeye yönelik arzuları ve isteklerine yenilmeyen, yani nefsinin heveslerine kapılmayan, böylece maddeden uzaklaşarak ilahiliğe ulaşan insan iradesini temsil etmiştir. Kaplan’ın bu özelliği bizim Edebiyatı’mızda önemli bir yer tutmakta, şiirsel söylemlerin arka planını meydana getirmektedir. Meselâ şairler, ıstırap içinde kendi vücudunu döverek mor ve siyah lekelerle dolduran âşığı, kaplanın/leoparın (peleng) derisindeki siyah lekelere çağrışım yaparak betimlemişler; âşığın böylece maddi arzularından sıyrılarak ilâhi bir mertebeye ulaşmış olduğunu bu imajla anlatmışlardır. Venüs: Divan şiirinde Zühre ve Nâhid ismiyle yer alan Venüs, efsaneye göre İranli, çok güzel ve şûh bir kadın imiş. Hârût ile Mârût adlı meleklerden hile yoluyla göğe yükselmenin yolunu bulmuş, gökyüzüne çıkmıştır. (Bkz. Edebi Motiflerin Mitolojik Kökenleri II, ilm-i sihir ve ilm-i tılsım Hârût ve Mârût)

Bereket, aşk ve savaş tanrıçasının daha başka simgeleri de vardır. Mesela İştar bir röliyefde Anat olarak bir aslanın üstünde ayakta durmakta, bir elinde hayatın sembolü olan yılanı, bir elinde de aşkın sembolü olan lotus çiçeğini tutmaktadır. Fakat o, her zaman hayatın ve aşkın tanrıçası değildir; o, aynı zamanda savaşın, karanlığın ve tehlikenin de tanrıçasıdır. Meselâ bir Kenan mitinde İştar, “pencerenin önünde oturup dışarısını seyreden bir fahişedir”. O sayısız âşıklarıyla flört eden, onları aşk acısıyla kıvrandırarak öldüren kadındır. Onun bu vasfı Gılgamış efsanesinde de bulunur. Bu da gösteriyor ki İştar’ın sevgisi tehlikeli bir sevgidir. Leylâ, zâlim ve âşıklarını öldüren İştar gibi Mecnûn’a zulmetmemiş olsa da, Mecnûn’un aklını kaybetmesine sebep olmuştur. Aynı şekilde divan edebiyatında Leylî’nin çeşitli versiyonları olan sevgili de bakışlarıyla âşığını öldüren, acımasız, başkalarıyla flört eden kadındır. Leylî’nin efsânevi kişiliğini tespit ettikten sonra, onun kaplan, Venüs yıldızı, ay ve geceyle olan bu mitolojik ilişkisinin divan edebiyatı metinlerine nasıl ulaştığını ve hangi biçimlerde muhafaza ettiğini görelim: Hasedden yere çalmış şîr-i çarh evreng-i hurşîdi/Gönül Kaysı peleng-i kulle-i kühsâra yaslanmış (Hayâlî, Divan 215) [Kıskançlığından evrenin aslanı, güneşin tahtını yere çalmış; gönül Kaysı dağın tepesindeki kaplana yaslanmış.] Bu beyitte Leylî ile Mecnûn mazmunun gizlendiği aslan motifi yer almaktadır. Gece ve gündüzü meydana getirmek üzere daire, “çarh” çizen güneş, kıskançlığından gurup vakti güneşinin, hurşidin tahtını yere çalmıştır. Venüs yıldızına hiçbir vakit ulaşamayacak olan güneş, kıskançlığından akşam güneşinin tahtını yere çalmış, onu yok etmiştir. Şair burada bir tabiat olayına başka bir sebep yükleyip hüsn-i talil sanatı yapmaktadır. Bu beyitte Kays ve karanlık dolayısıyla Leylî ve Mecnûn mazmunları bulunmakta ve onların aşk hikâyesine telmih yapılmaktadır.

Zülf/Ömür

Aşk ve savaş tanrıçası İştar’ın bir elinde hayatın devamlılığını ve ebedîliğini sembolize eden bir yılan tuttuğu belirtilmişti. Aynı şekilde divan edebiyatındaki sevgilinin de yılan ile çok yakın bir ilişkisi vardır. Ancak imaj değişmiş ve başka bir şekil almıştır. Divan edebiyatında yılan sevgilinin saçıdır. Genel olarak bu benzerlik sevgilinin saçının kıvrım kıvrım ve uzun olmasına dayanmaktadır, çünkü yılan da kıvrılarak hareket eder ve uzundur. Tanrıçanın elindeki yılan artık sevgilinin saçını mecazen sembolize etmiş olmasına rağmen yine de eski anlamına yakın bir anlamda beyitlerde muhafaza edilmiştir. Zira divan edebiyatında saç, uzunluğu bakımında ömrü yani hayatı sembolize eder. Sevgilinin yılana benzeyen saçı da zalim ve acımasız aşk ve savaş tanrıçasının elindeki yılan gibi hayatı sembolize etmektedir. Âşıklarına mutluluk getirmeyen zalim tanrıça gibi sevgili de saçının uzun ve siyah tellerine bağlanan âşıklarını ıstırapla kıvrandırmakta ve acıyla ağlatmaktadır. Sevgilinin uzun ve siyah saçlarının uçlarına bağlanmış olan âşıklar ise hayatları boyunca karanlıkta, aç, şaşkın, yolunu bulamayarak yerlerde sürünmektedirler. Meselâ Necâtî Bey’den aldığımız şu beyitler bu anlamı açıkça belirtir: Her gün ol ruhsârı gül-zâr-ı cinânı gözlerem/ Her gice ol zülfi ‘ömr-i câvidânı gözlerem (Necâtî Bey G.374/1) [Her gün o yüzü cennetin gül bahçesi gibi olan güzeli beklerim; her gece o, ebedî hayat olan saçı beklerim.] Genel olarak gül ve gül bahçesine benzetilen sevgilinin yüzü, bu beyitte cennetteki gül bahçesine benzemektedir. Yüz, aydınlık ve güneşle ilgili bir konum içinde bulunmaktadır. Aynı şekilde ikinci mısrada gece de siyah rengi dolayısıyla siyah renkli zülf/saçla aynı konum içindedir. Şair gündüz vakti sevgilinin yüzünü, gece olunca da saçını görmek ümidine düşer. Fakat şair beyitte “gözlerem” redifini kullanarak ne sevgilisinin yüzünü ne de saçını görebildiğini, ancak onların yerine güneşin aydınlığını ve gecenin karanlığını seyrettiğini ironik bir ifadeyle belirtir. Bizim için önemli olan bu beyitte yine saçın “ömr-i câvidânî” olmasıdır.

Zülf/Yılan

Divan edebiyatında sevgilinin saçı, aşk ve savaş tanrıçası İnanna (İştar, Astarte, Afrodit)’in elindeki hayatı temsil eden yılanı aklımıza getirir. En eski, Sümer efsânesi Gılgamış’tan beri hayat suyunu bulan ve ebedî hayata, ölümsüzlüğe kavuşan yılan olmuştur. Divan edebiyatında da saç-yılan-ömür kavramları arasında açık bir ilişki bulunmaktadır. Ancak saç-yılan-ömür arasındaki bu ilişki divan edebiyatında çeşitli kalıplaşmış imajların gelişmesiyle birbirinden ayrı söylemler içerisindeki iki ayrı grupta toplanmıştır; saç-ömür; saç-yılan. Bu iki ana gruptaki ilişkiler zamanla daha başka imajları da kendi etraflarında toplamışlardır. Bazen de saç-ömür ve saçyılan birbirleriyle bir beyitte başka söylemlerle birleşerek yan yana gelmişlerdir. Saç sevgilinin yüzünü çevrelemekte ve yüzü örtmektedir. Dolayısıyla nefesiyle hayat bağışlayan dudağı da örtmektedir. Bir başka kalıplaşmış imaj da bizi başka bir saç ve yılan ilişkisine götürür. Yılan gizli hazinenin bekçisidir. Diğer bir geleneksel kabul olan kalıplaşmış imaj da yüzün bir çiçek bahçesi ve gül bahçesi olarak düşünülmesidir. Genel olarak gül ve gül bahçesine benzetilen sevgilinin yüzü, bu beyitte cennetteki gül bahçesine benzemektedir. Yüz, aydınlık ve güneşle ilgili bir konum içinde bulunmaktadır. Aynı şekilde ikinci mısrada gece de siyah rengi dolayısıyla siyah renkli zülf/saçla aynı konum içindedir. Şair gündüz vakti sevgilinin yüzünü, gece olunca da saçını görmek ümidine düşer. Fakat şair beyitte “gözlerem” redifini kullanarak ne sevgilisinin yüzünü ne de saçını görebildiğini, ancak onların yerine güneşin aydınlığını ve gecenin karanlığını seyrettiğini ironik bir ifadeyle belirtir. Bizim için önemli olan bu beyitte yine saçın “ömr-i câvidânî” olmasıdır. İzârın âbı ne sudur ki hüsn mevcini urur/ Letâfetinden eder hattına sirâyet-i lutf (Ahmet Paşa G. 142/6) [Yanağının parlaklığı nasıl bir sudur ki güzellik denizinin dalgası gibi dalgalanır. Letâfetinden, yani yüzünün şeffaflığından yüzündeki küçük ayva tüylerine lütûf (su ve parlaklık) sirayet eder.] Beyitin ilk mısrasında âb kelimesinin, “su, nehir, deniz, pınar, yağmur, parlaklık, tazelik” gibi çeşitli anlamlarından, parlaklık ve tazelik anlamı kullanılmıştır. Fakat iham sanatıyla kelimenin su anlamına da işaret edilmiştir. Ursa yüzine subh-dem ol gül-‘izâr âb/Dîdâr cezbesinden olur bî-karâr su (Ahmet Paşa G.36/1) [Sabah vaktinde o gül yanaklı güzel yüzüne su vursa; su, o güzel yüzü görmenin yarattığı şevkten, cezbeden kararsız hale gelir.] Bu beyitte dîdâr cezbesi aynı zamanda “cemâl-i ilahî”ye de işaret etmektedir. Aslında beyitte birkaç imaj iç içe girmiştir. Ahmet Paşa’nın şu beyiti de aynı imajı, yüz-zülf-yılan-hazine ilişkisini çok güzel bir şekilde anlatmaktadır: Halka-i zülfün ki ruhsârında ser-gerdân yatar/Yastanıp genc üstüne bin başlı bir sub’ân yatar (Divan 143) [Senin yanağındaki saçının kıvrımı başı dönmüş bir halde yatıyor, sanki hazine üstüne yaslanarak bin başlı bir yılan yatmaktadır.] Özellikle divan edebiyatında bulunan “yılan kıbleyi ve Kâ’be’yi tavaf eder” genel kabulü de çok ilginçtir. Bu bize Nabateanların Ka’bu adlı ana tanrıçasının siyah, dört köşe taştan ibaret olan sembolü ile Babil’in aşk tanrıçası İştar’ın elinde hayatı temsil eden yılan sembolünü bir arada düşündürüyor. Çünkü M.Ö. 7. yy’dan Roma imparatorluğu zamanına, M.S. 106 yılına kadar devam eden Nabateanların tanrıçası Ka’bu/Allat’ın Babil’in aşk tanrıçası İştar’ın bir uzantısı olduğunu biliyoruz.

Bir başka imaj da saçın ejderhaya yüzün de cennete benzetilmesiyle ortaya çıkar. Bu tasavvur, Kur’an’da ve sözlü gelenekte anlatılan Hz. Adem ve Hz. Havva’nın cennetten kovulmaları hikâyesiyle ilgilidir. Zirâ cennetin bekçisi ve koruyucusu olan yılan, şeytanı cennete gizlice almış ve çok iyi bildiğimiz insanlık trajedisinin sebebi olmuştur. Bu ilişki aynen sevgilinin yüzü ve saçına uygulandığında, sevgilinin yüzü veya yanağı cennet olur. Saçı da cennet bahçesinin koruyucusu olan yılana benzetilir. Meselâ Necâtî Bey bu mitolojik motifi aşağıdaki beyitte şöyle işlemiştir: Kâ’be ise ârızun zülf-i siyehdür örtüsi/Cennet ise ruhlarun su’bân saçun derbânıdur (Necâti Bey, Divan 255) [Senin yüzün Kâ’be ise, siyah saçların onun örtüsüdür. Yanakların cennetse yılana benzeyen saçın onun bekçisidir.] Kıble, insanların Kâ’be’ye yönelmesi olduğuna göre, sevgilinin yüzü Kâ’be’ye benzetilmiştir. Sevgilinin zülfü de tıpkı bir ejderhanın Kâ’be’nin etrafına dolanması gibi sevgilinin yüzünü çevirmiştir. Çok eski zamanlardan beri ejderha’nın Kâ’be’yi dolandığı bilinmektedir. Bu beyitte ve bir önceki beyitteki Necâtî’nin bu ifadesinin tarihselliğine değinmek istiyoruz. Çünkü İslamiyet’ten önce Kâ’be ile ilgili bir röliyefte büyük bir yılan Kâ’be duvarını sarmış, gökyüzünde ise, Simurg kanatlarını açmış bir şekilde tasvir edilmiştir. Bu beyitten, insanlığın müşterek zihninde var olan bu motiflerin Yakındoğu’da son yüzyıllara kadar varlıklarını muhafaza etmiş oldukları anlaşılmaktadır Saçömür-yılan ilişkisinin bu şekilde bir anlam kazanmasana muhakkak ki çok eskiden beri halk arasında söylene gelen mitolojik hikâyeler çok etkili olmuşlardır.


Bahar Dönemi Dönem Sonu Sınavı
25 Mayıs 2024 Cumartesi