İnsan Hakları ve Demokratikleşme Süreci Dersi 2. Ünite Özet

İnsan Haklarının Kategorileri

İnsan Haklarının Sınıflandırılması

İnsan hakları sosyal, ekonomik, kültürel ve siyasal gelişmelere göre sürekli gelişir ve bir takım ölçütlere göre sınıflandırılır.

Bu konuda en yaygın olan ayrım Alman hukukçusu Georges Jellinek’in insan ve devlet arasındaki farklı statü ilişkilerini;

  • Negatif statü hakları,
  • Pozitif statü hakları ve
  • Aktif statü hakları olarak üç farklı kategoride sınıflandırdığı ayrımdır.

Negatif statü hakları , devletin insanların hak ve özgürlüklerine dokunmama ile yükümlü olduğunu belirtir. Bu haklar devlete yapmama veya dokunmama gibi bir negatif yükümlülük yüklerken, pozitif statü hakları tam tersine, devleti insan haklarının gerçekleşmesinde yardımcı olmakla sorumlu tutar. Statü haklarının üçüncüsü olan aktif statü hakları insanların siyasi yaşama dâhil olabilme hakkını sağlar. Bu üç hakkın her birisi diğerini tamamlamadıkça Hürriyetin Monzimi , yani Hürriyetin tekliği sağlanamaz.

Bir diğer ayrım ise hakların oluşumunun kronolojik sırasına göre;

  • Birinci kuşak haklar,
  • İkinci kuşak haklar ve
  • Üçüncü kuşak haklar olarak adlandırır.

Birinci kuşak haklar modern dönemde burjuvazi ile aristokrasinin çatışması sonucunda ortaya çıkarak, tarihte ilk olarak insanların hem kişisel hem de siyasi haklarını sağlamıştır. Burjuvazi; “Bourg” (şehir, kent) kelimesinden türemiştir; kelime anlamı “kent-soylu”dur. 18. yüzyıldan itibaren kullanılmaya başlanan burjuvazi; kent ve kasabalarda oturan ve geçimini zanaat ve ticaret ile sağlayan bağımsız toplumsal grupları tarif eder.

İkinci kuşak haklar Sanayi Devrimi döneminde işçi sınıfının mücadelesi sonucunda ekonomik, sosyal ve kültürel haklar elde edilmiştir.

İkinci Dünya Savaşı sonrası ortaya çıkan üçüncü kuşak haklar veya ayrı bir değişle dayanışma hakları ise bağımsızlık kazanan ülkelerin insanca yaşayabilmeleri için ortaklaşa hareket etmelerinden ve taleplerinden doğmuştur. Bu haklar bireylerden öte doğrudan halklara tanınır.

Bazı ayrımlar ise insan hak ve özgürlüklerini kişinin fizik hürriyeti, düşünce hürriyeti ve kolektif hürriyetleri gibi tematik olarak kategorize eder.

Bunun dışında bir diğer ayrım ise insan hak ve özgürlüklerin kullanım biçimine göre değerlendirilip bireysel ve kolektif haklar olarak sınıflandırılır.

Bu ayrımlar hakların bütünlüğü ilkesine tabidir ve bu hakların toplamı insan onurunu koruyan insan haklarını meydana getirir.

İnsan Haklarında İkili Ayrım

17. ve 18. yüzyılda temel amaç, devletin haksız ve gayri meşru icraatlarına karşı bireyi korumak olduğundan, insan haklarını kategorilere ayırma ihtiyacı söz konusu değildi. Fakat süreç içinde insan hakları literatüründe;

  • Bir tarafında sivil ve siyasi hakların,
  • Diğer tarafında ise ekonomik ve sosyal hakların bulunduğu geleneksel ikili ayrım doğmuştur.

Sivil ve siyasi haklar

Bugün uluslararası düzenlemelerle garanti altına alınan sivil ve siyasi hakları dokuz ayrı kalem altında ele almak mümkündür:

  • Ayrımcılık yasağı,
  • Kişinin fiziki ve manevi bütünlüğüne saygı,
  • Kişi özgürlükleri,
  • Yargılamayla ilgili haklar,
  • Özel hayat ve aile hayatının korunması,
  • Düşünce özgürlüğü hürriyeti,
  • Toplumsal ve siyasi faaliyetlerle ilgili özgürlükler,
  • Mülkiyet hakkı,
  • Yabancıların hakkı.

Ekonomik ve sosyal haklar

19. yüzyılda siyasi mücadeleyi şekillendiren iki önemli faktör vardı:

  • Biri, aristokratlara karşı muhalefet ederken demokratik değerlerin taşıyıcılığını yapan ve sosyo-politik değişimlerin önünü açan burjuvaların iktidar olduktan sonra sahip olduğu birtakım hakları sosyo-politik değişimi engellemek için kullanmaya başlamasıydı.
  • Diğeri ise Sanayi Devrimi’nin doğurduğu sonuçlardı.

Ekonomik ve sosyal hak anlayışında birey, tek başına ve çevresinden soyutlanmış bir varlık olarak ele alınmaz, toplumsal bir varlık olarak düşünülür. Keza devletin de pasif durması değil, hakların temini için ekonomik ve siyasal hayata aktif katılımı istenir.

Ekonomik ve sosyal haklar pozitif haklar kategorisine girmektedir. Bu kategoride bireyin daha iyi ve daha rahat şartlarda yaşayabilmesi adına devletten gerekli koşulları sağlayıp sürece müdahil olması talep edilir. Bu talepler devletin maddi imkânlarına bağlıdır ve aşağıdaki gibi üç maddede ele alınabilir.

  • Çalışma hakkı,
  • Sosyal güvenlik hakkı,
  • Kültürel haklar.

Ekonomik ve sosyal hakların statüsü

Bazı yazarlar sivil ve siyasal haklar ile ekonomik ve sosyal haklar arasında ayrımın sadece tarihsel gelişmeyle ilgisi bulunmadığını ve bu hak grupları arasında bir nitelik farkı bulunduğunu belirtir. Örneğin Cranston, sivil ve siyasi hakların evrensel, üstün ve mutlak ahlaki haklar olduklarını, aynı nitelikleri haiz bulunmayan ekonomik ve sosyal hakların ise farklı bir kategoriye ait olduklarını söyler. Cranston, sivil ve siyasi hakları “insan hakkı” olarak niteler ama “ekonomik ve sosyal haklar” adı altındaki taleplerin ise bir hak değil bir “ideal” olduğunu belirtir.

Hakka saygı gösterilmesi ve hemen yerine getirilmesi gerekirken, ideal varılmak istenen bir hedeftir ve tanımı gereği derhal gerçekleştirilmez.

Buna karşılık Donnerly, ekonomik ve sosyal taleplerin de insan onuru kavramı kapsamında bir insan hakkı olduğunu savunur. Donnely, sivil ve siyasi hakların, ekonomik ve sosyal haklara nispetle daha üstün ve daha önemli olduğunu da kabul etmez. İçinde bulunulan şartlara bağlı olarak ekonomik ve sosyal bir hak, sivil ve siyasi nitelikteki bir hak kadar ve hatta belki ondan daha fazla önem taşıyabilir.

İkili ayrımın değerlendirilmesi

Bu klasik ikili ayrım birçok yönden eleştiriye açıktır:

  • İlk olarak, insan haklarının bu şekilde ikiye ayrılmasının felsefi bir temelinin bulunmadığı, bunun tamamen Batı’daki toplumsal ve siyasal tarihin kendine özgü şartlarından doğmuş olduğu ifade edilir. Buna göre, mevcut monarşik iktidarları sınırlamak amacını taşıyan doğal haklar düşüncesi, 17. ve 18. yüzyıllarda sistemde radikal değişiklikler yaratmıştır. Monarşi; Fransızca “Monarchie” kelimesinden Türkçeye geçmiştir. Siyasal iktidar›n, genellikle miras yoluyla bir kişinin (kral, imparator, vb.) üstünde toplandığı yönetim biçimidir. Yüzyıllar boyunca dünyadaki en yaygın yönetim biçimi olarak varlığını sürdürmüş olan bu yönetimde tüm yetkiler hükümdarın elindeydi. Ancak 18. yüzyılın son dönemlerinde meydana gelen siyasi ve toplumsal değişimlerle “meşruti monarşi” denilen yeni bir monarşi türü doğdu. Meşruti monarşide, hükümdarın yetkileri sınırlandı ve sembolik bir konuma getirilen hükümdar halk tarafından seçilen bir parlamentonun kararlarına uymak zorunda kaldı. Günümüzde Hollanda, Danimarka, İngiltere ve İsveç gibi ülkeler, meşruti monarşi ile idare edilir.
  • İkincisi, sivil ve siyasi haklar ile ekonomik ve sosyal hakları iki ayrı sınıfta değerlendirmek pratik bazı kolaylıklar sağlar, ama unutulmamalıdır ki, bu ayrım, hatları kesin çizgilerle belirlenmiş mutlak bir ayrım değildir.
  • Üçüncüsü, siyasi ve sivil hakların devletin sadece “negatif”, ekonomik ve sosyal hakların ise devletin sadece “pozitif” edimine ihtiyaç duyduğu görüşü de gerçeği yansıtmaz.

Kolektif Haklar

İnsan haklarının özünü insanın gruplardan bağımsız birey olarak bir takım haklarla donatılıp, bu hakları devlete ve diğer insanlara karşı öne sürüp eşitliğini ve özgürlüğünü sağlama düşüncesi oluşturmaktadır. Böylece İkinci Dünya Savaşından sonra insan hakları çerçevesinde kolektif haklar eğilimi gündeme gelmiştir. Burada savunulan argüman ise insan haklarının öznesinin yalnızca insan olmadığı, toplumun ve toplumsal grupların da insan haklarına sahip olduğuna yöneliktir. Bazen kolektif haklar kişilerin ancak diğer kişilerle kullanabilecekleri haklar olarak tanımlanır. Kimi zaman da söz konusu haklar topluluğun yararını elde etmek için kullanılan haklar olarak tanımlanır.

Kolektif haklar azınlık grupların etnik, kültürel, dilsel ve din gibi ayırt edici özelliklerinin korunması ve geliştirilmesini sağlar.

İnsan hakları doktrininde kolektif haklara ilişkin iki temel çizgiden bahsedilir:

  • Klasik liberal çizgi: İnsan hakları birey olarak insanın hakkıdır. Grup ve toplulukların onları oluşturan bireylerden bağımsız olarak doğrudan doğruya kendisine ait bir ahlaki statüsü yoktur, dolayısıyla hakları da söz konusu olamaz.
  • Kolektivist çizgi: Kolektif haklar bireyin haklarıyla eşit görülür ve aynı şekilde savunulur. Kolektivistler kolektif kimliklerin de hak sahibi olabildiklerine inanırlar.

Prima facie; latince bir kavramdır ve Türkçeye “ilk bakışta, ilk izlenim, ilk intiba üzerine” şeklinde çevrilebilir. Bir şeyin primia facie doğru ya da yanlış olması, onun daha ilk görüşte, hakkındaki ilk ve doğrudan bilgiler ortaya çıkar çıkmaz, titiz ve ayrıntılı bir incelemeye gerek kalmaksızın doğru veya yanlış olduğunun anlaşılabilmesidir.

Paternalizm (Babacılık); bir yönetim ilişkisi olarak devletin (veya yönetici gücün) bir toplumun ihtiyaçlarını, bir babanın çocuklarının ihtiyacını karşılaması gibi karşılaması veya o toplumun hayatını bir babanın çocuklarının hayatını düzenlemesi gibi düzenleme iddia ve girişimidir.

İki tür kolektif hak

Peter Jones, kolektif hakları bir bütün olarak düşünmektense iki tür kolektif hak arasında ayrım yapmanın daha doğru olacağını savunuyor:

  • İlk tür kolektif haklar, söz konusu grubun ortak çıkarını koruyan haklardır. Burada bütün grup üyelerinin paylaştığı bir çıkardan ve bireylerin ayrı ayrı değil ama birleşik olarak sahip olduğu haklardan bahsedilir.
  • İkinci tür kolektif haklar ise, öznesi doğrudan doğruya grup -grubun bağımsız kimliği- olan ve grup üyelerinin haklarından türetilmeyen haklardır.

Uygulamada kolektif haklar

Ulusal ve uluslararası hukuki metinlerde bulunan kolektif hakları iki düzlemde ele almak mümkündür:

  • Birinci düzlemde, grubun doğrudan doğruya kendisine ait haklar olmaktan ziyade ya grup üyelerinin ortaklaşa kullanabildikleri haklar veya üyelerin ortak çıkarını temsil eden haklar bulunur.
  • İkinci düzlemde ise hakkın sahibinin kolektif kimlik olduğunu belirten haklar yer alır. Mesela “ikiz sözleşmeler” olarak bilinen BM’nin Sivil ve Siyasal Haklar Sözleşmesi ile Ekonomik, Sosyal ve Kültürel Haklar Sözleşmesinin 1. maddesinde halklara tanınan “kendi kaderini tayin hakkı” kolektif hakların tipik bir örneğidir.

Kendi Kaderini Tayin Hakkı (Self-Determinasyon Hakkı)

Kendi kaderini tayin hakkı bir yandan birleştirici ilkeyken diğer yandan da ayrılma ile eş anlamlı olarak kullanılmaktadır. Söz konusu hak etnik kimliklerin yükselmesi ve kolektivist isteklerin çoğalmasıyla insan hakları çerçevesinde düşünülmeye başlamıştır. Cindy Holder hayatları birbiriyle bütünleşmiş bireylerden oluşan bir grup için kendi kaderini tayin etme hakkını temel bir şart olarak görmektedir. Bir topluluğun hayatın ortak yönlerine hâkim olacak şartlara ilişkin olarak birlikte ve kendileri için karar alma hakkına sahip olması kendi kaderini tayin hakkı olarak adlandırılmaktadır. Uluslararası hukukta kendi kaderini tayin hakkı Birleşmiş Milletlerin Şartı ile birlikte başta yalnızca bir ilkeye konu olmuştur. Bu ilke 1960 yılında hakka dönüşmüş ve bu hak önce sadece sömürgelerle ait bir hak olarak sınırlı tutulmuştur. Sömürge; bir devletin kendi ülkesinin sınırları dışında egemenlik kurarak yönettiği ve ekonomik ve siyasi çıkarlar sağladığı ülkedir (sömürülen ülke, koloni, müstemleke). 1966 yılında ise kendi kaderini tayin hakkı BM’nin ikiz sözleşmesi ile evrensel bir hak olarak nitelendirilmiştir.

Kendi kaderini tayin hakkının üç boyutu

Kendi kaderini tayin hakkının üç boyutu vardır. Bunlar kısaca şöyle açıklanabilir:

  • Ekonomik boyut: Halkların kendi doğal zenginlik ve kaynaklarından yararlanabilmesi
  • Sosyal boyut: Her halkın içinde yaşayacağı sosyal sistemi seçme ve bu sistemin içinde yaşama hakkı
  • Kültürel boyut: Kendi kültürüne göre yaşama, onu koruma, geliştirme ve gelecek nesillere aktarma ve tüm bunları gerçekleştirmek için gerekli kuruluşlara sahip olabilmesi Kendi kaderini tayin hakkının gerçek anlamda etkin olması adına bu üç boyutun birlikte bulunması gerekmektedir.

Kendi kaderini tayin hakkının niteliği

Hem BM hem de doktrinde diğer insan haklarının korunup geliştirilmesi için kendi kaderini tayin hakkı temel şart olarak görülmektedir. Halkların bir bütün olarak haklarına kavuşmadan onları oluşturan bireylerin de tam anlamıyla haklarına hak ve özgürlüklerine sahip olamayacakları düşünülmektedir. Kendi kaderini tayin hakkı hem üstün hukuk normu hem de üzerinde herkesin anlaşmaya vardığı norm olarak nitelendirilmektedir.

Kendi kaderini tayin hakkının öznesi

1966 yılındaki BM ikiz sözleşmesi “tüm halklar”ın kendi kaderini tayin hakkına sahip olduğunu beyan ederken, bu halkların kimler olduğuna dair hiçbir açıklama yapmamıştır. Kesin ve net bir halk tanımlamasına bugüne kadar ulaşılamamıştır. Bu durumda hakkın öznesinin kim olduğuna dair ancak teorideki tartışmalar ve pratikte meydana gelenler ölçü alarak alınabilir.

Hukukta “azınlık” kavramı hakkında genel olarak kabul edilen tanım, BM Ayrımcılığın Önlenmesi ve Azınlıkların Korunması Alt Komisyonu Raportörü Francesco Capatorti’ye aittir. Capatorti, BM Siyasi ve Medeni Haklar Sözleşmesi’nin 27. maddesine ilişkin olarak hazırladığı raporda azınlığı şöyle tanımlar: “Azınlık; sayıca bir devletin nüfusunun geri kalanından az olan, hâkim olmayan durumda bulunan, bu devletin vatandaşı olan üyeleri nüfusun geri kalanından farklı etnik, dinsel ya da dilsel özelliklere sahip, üstü örtülü bir biçimde de olsa kültürlerini, geleneklerini, dinlerini ya da dillerini korumaya yönelik bir dayanışma gösteren bir gruptur.”

Acaba azınlıklar self-determinasyon hakkına sahip midir? Bu konu tartışmalıdır; yaygın görüş, kendi kaderini tayin hakkının “halklar”a tanınmış olduğu ve bu nedenle azınlıkların bu hakka sahip olmadığı yönündedir. Nitekim uluslararası belgelerde de azınlık hakları ile selfdeterminasyon hakları ayrı maddelerde düzenlenmiştir.

Grup Hakları

Etnik, dinsel ya da dilsel azınlık grupların hakları genelde grup hakları olarak tanımlanır. Söz konusu grupların fiziksel varlığı ve kimliği bu hakların amacıdır. Dolayısıyla bu tür hakların etkili kullanılabilmesinin yolu topluluğun kendi kurumlarını oluşturması olduğu ileri sürülür.

Grup hakları kavramı genelde kolektif hak kavramıyla eş anlamlı olarak kullanılmaktadır. Ancak Kymlicka gibi yazarlar grup taleplerini iki kısma ayırmak gerektiğinin altını çizer. Bunları ise;

  • İç kısıtlamalar ve
  • Dış korumalar olarak adlandırır.

İç kısıtlamalar , grup içi ilişkileri kapsar ve grubun kendi üyeleri karşısında talep ettiği haklardır. Yalnız grubu oluşturan bireylerin grup dayanışması adına baskı altında kalması riski oluşabilir. Dış korumalar ise gruplar arası ilişkilerle ilgilidir ve bir toplumun kararlarının etkisini sınırlayıp grubun kendi varlığını ve kimliğini korumayı amaçlar. Dış korumalar iç kısıtlamalara nazaran küçük grubu büyük grup karşısında kendini daha iyi müdafaa edebilir duruma getirerek çeşitli grupların daha eşit bir konuma gelmelerini sağlayabilir.

Kymlicka’nın düşünceleri bir toplumdaki azınlık grubun her biri büyük toplumun ekonomik ve politik baskıları nedeniyle tehdit altında olmasına dairdir. Bu durumda grupların çaresizliğini azaltmak ve onlara karşı karşıya kaldıkları tehlikelerden korumak için onları bir takım haklarla donatmak gerekir. Bu haklar üçe ayrılır ve kısaca şöyle açıklanabilir:

  • Özel temsil hakları: Bu haklar bir azınlığın ülke çapında alınan kararlarda göz ardı edilmesi ihtimalini azaltır.
  • Özyönetim hakları: Burada güç daha küçük birimlere aktarılır.
  • Çok etniklilik hakları: Yeterince destek görmeyen veya dezavantajlı konuma düşen özel dinsel ve kültürel pratikler koruma altına alınır.

Ama Tok’a göre azınlık grupların kültürel kimliklerini korumak ve geliştirmek için eşit vatandaşlık haklarına ek olarak bazı özel hak düzenlemeleri yapılması gerekmektedir. Bunlar ise üç gruba ayrılır ve kısaca şöyle açıklanabilir:

  • Muafiyet hakları: Azınlık grubun dini yaşamıyla örtüşmeyen büyük toplumun bazı ortak kanun ve politikalardan muaf tutulmasını talep etme hakkıdır.
  • İntibak ettirici tanınma hakları: Göçmen veya otokton grupların asimilasyona maruz kalmayıp topluma entegre olmasını sağlayan haktır.
  • Statü hakları: Bir grubun tarihi yurdu olarak gördüğü belli bir coğrafyada özyönetim talebi hakkıdır. Statü hakları da genelde ikiye ayrılır:
    • Biri “tam ayrılık”,
    • Diğeri de “ayrılığa varmadan özyönetim talebi”dir.

Otokton; yerli, bir yerden başka bir yere göçmeyen/göçmemiş olan kişi ya da gruptur.

Asimilasyon; sosyolojik anlamda asimilasyon; farklı kökenden gelen azınlıkları, bunların kültür birikimlerini ve kimliklerini baskın doku ve yapı içinde eriterek yok etme sürecini ifade eder.

Federasyon; tek bir federal (merkezi) devletin içinde çok sayıda küçük (federe) devletin (eyalet, bölge) varlığı esasına dayanır.

Otonomi; bir kurumun, idari yapılanma içinde hiyerarşik olarak bağlı bulunduğu merkez kurum karşısında idari ve mali anlamda nispi bir bağımsızlığa sahip olması, faaliyetlerini ve işleyiş biçimini seçmekte, gelirlerini nasıl harcayacağını belirlemede ve iş işleyişinde kısmi bir serbestliğinin bulunmasıdır. Muhtariyet, özerklik.

Yeni trendler ve talepler

Toplumsal yaşamın koşullarına bağlı olarak insan haklarının çerçevesi genişler ve gelişir. Dolayısıyla insan hakları daimi bir gelişim içindedir. Bilim ve teknolojinin hızla gelişmesi ve bilhassa tıp ve mühendisliğin geldiği son noktada insan haklarına yeni bir boyut eklemiştir. Dördüncü kuşak haklar ile bilimin ve tıbbın kötüye kullanılarak insan onuruna zarar verilmesini önleyen haklar gündeme gelmiştir.

Son dönemlerde hak talebinin en çok dile getirildiği alanlardan biri de “Cinsel kimlik hakları” alanıdır.


Güz Dönemi Ara Sınavı
7 Aralık 2024 Cumartesi
v