Tarihi Coğrafya Dersi 1. Ünite Özet

Temel Kavramlar Ve İlgili Alanlar

Giriş

Bilim ve teknolojinin hızla ilerleyip sorunların karmaşıklaştığı dünyada, geleneksel bilimlerin problemlerin çözümünde yetersiz kaldığı kabul edilen bir gerçektir. Bir disiplinin baş edemediği durumlarda interdisipliner/disiplinler arası araştırma sahalarının ortaya çıkarak, zamanla yaygınlaşması da bu yüzdendir. Dolayısıyla, özellikle son yıllarda üzerine yapılan araştırma ve tartışmaların arttığı disiplinler arası bir araştırma sahası olan tarihi coğrafya, Türkiye’de hızla daha geniş çevrelerde duyulmaya ve ilgi çekmeye başlamıştır.

Tarihi coğrafyanın doğru algılanması için gerekli ön şartlardan biri, bilimsel sistematikteki yerinin belirlenmesidir. Böylece, öncelikle tarihi coğrafyanın ne olduğu/ne olmadığı ve kimlerin tarihi coğrafyacı olduğu/olmadığı tespit edilirse, zaten geriye fazla sorun kalmayacaktır. Batıdaki durumuna ve düşüncemize göre tarihi coğrafya, tıpkı tarihi sosyolojinin sosyoloji içinde, tarihi jeolojinin jeoloji içinde, tarihi dilbilimin dilbilim içinde olduğu gibi coğrafyanın içerisindeki bir sahadır. Bu örneklerin hepsinde geçen “tarihi” ibaresi, araştırılan konunun geçmişte kaldığını göstermekte olup başka bir anlamı ve izahı yoktur. Farklı bir deyişle tarihi ibaresi “sıfat tamlaması” yaparak önündeki ismi niteleyen ve onun geçmişe ait olduğunu belirten bir kelimedir. E.G.R. Taylor’ın (1879-1966) da belirttiği, “sıfat olan tarihi ibaresinin isim olan coğrafyaya uygulanması, doğrusunu söylemek gerekirse coğrafyacının çalışmalarını sadece geriye götürür; onun konusu aynı kalır” açıklaması, tarihi coğrafyanın yerinin anlaşılmasında, tarihi coğrafya ile coğrafya tarihi arasındaki bağın belirlenmesinde önemli bir rol oynar.

Birçok sorunu olmakla beraber, coğrafya gibi “mekân temelli” olan tarihi coğrafyanın adlandırılmasında ve tanımlanmasında karışıklar yaşanmaktadır. Bazen birbiriyle karıştırılan ve İngilizce’deki “history of geography”den farklı, “historical geography” şeklinde olan bu isim, Türkçe’ye “tarihi coğrafya” ve “tarihsel coğrafya” şeklinde iki türlü çevrilmektedir. Bunlardan “tarihi coğrafya” adı daha uygundur.

Temel Kavramlar

İnsan-doğal ortam etkileşimini araştırma odağına alan mekân temelli coğrafya, sahip olduğu bazı prensiplerle diğer bilimlerden ayrılmaktadır. Yani coğrafyayı diğer bilimlerden ayıran, onlardan farklı bir bilim yapan ilkeleri bulunmaktadır ki, bunlar kesinlikle nedensellik veya kıyaslama değildir. Çünkü bütün bilim dalları, araştırmasını yaparken bu ilkelerden faydalanır. Hatta bilimin çıkış noktasında öncelikle olması gereken ilke bilindiği üzere nedenselliktir. Dolayısıyla, coğrafyanın ayırıcı temel prensibi dağılıştır, dağılış olmalıdır.

Dağılış, konum ve bölge kavramı ile doğrudan ilişkili olup olay ya da yerin Dünya’da nerelerde ve nasıl bir düzende yayılış gösterdiğinin belirlenmesidir. Dağılışı verebilmek için öncelikle konumun belirlenmesi gerekir. Konumu belirlenen olay ya da yerlerin gruplandırılarak alansal yayılışlarının ortaya konması ise genellikle bölgeler vasıtasıyla mümkündür. Bu açılardan konum, bölge ve dağılış iç içedir, çoğu zaman birlikte değerlendirilir. Coğrafi çalışmalarda dağılış genellikle üç şekilde verilir: Yatay (alansal), dikey ve zamanda dağılış.

Coğrafya “insan ve doğal ortamın karşılıklı etkileşimini araştıran ve bunu yaparken de özellikle dağılış ilkesini uygulayan” bir bilimdir. Ancak bu şekildeki bir yaklaşım, coğrafyayı diğer bilimlerden ayıracak ve diğerleri arasında yer bulmasına yardım edecektir. Mekânı, yani doğal ortam ile insan etkileşimini coğrafi araştırmanın merkezine alan günümüz coğrafya zihniyetindeki dağılışı uygulamak için, yatay ve dikey -ayrıca bazı durumlarda zamanda- dağılışın yapılması gereklidir. Bu konuyu Tümertekin-Özgüç (2002) şöyle dile getirir: “dağılışlar, doğal olarak, coğrafyada daima en önemli konu olmuş ve bununla ilişkili olarak da haritalar ve haritalama teknikleri geliştirilmiştir”.

Coğrafyada herhangi bir dağılışı oluşturan eleman ya da kalıpların türlerinin saptanması ve ona bağlı olarak açıklanmasında “ölçek” en önemli unsurdur. Bir ölçekte nokta halinde olan bir unsur, bir diğer ölçekte alan halinde görülebilmektedir. Böylece gerek ölçek gerekse çalışmanın amacı mekânsal dağılımların harita ya da plan halinde gösterilme şekillerini de etkilemektedir. Ölçek coğrafi olay ve süreçlerin temsil, deneyim ve organizasyonunu bir veya birkaç seviyede açıklar. Coğrafi çalışmalarda üç farklı ölçekten bahsedilir; kartografik, metodolojik ve mekânsal ölçek.

Kartografik ölçek, doğal ve beşeri unsurların harita düzlemine aktarılması sırasında kullanılan küçültme oranıdır. Metodolojik ölçek , coğrafi araştırma konusunun niteliğine ve amacına göre çalışılmak istenen alanın sınırlanmasıyla ilgilidir. Mekânsal ölçek ise, belirli bir mekânın/alanın boyutlarını ve algılanmasını ifade eder.

Ölçek sorunu coğrafi düşünce için esastır; aynı olayın farklı ölçeklerde incelenebildiğini açıklayan bazı coğrafyacıların tersine, bunların farklı ölçeklerde kavranıldıkları için farklı olaylar olduklarının bilincine varmak gerekir. Bazı olaylar sadece geniş alanlar göz önünde bulundurularak kavranabilirken, tamamen başka nitelikte olan diğerleri, çok indirgenmiş yüzeyler üzerinde çok kesin gözlemlerle kavranabilirler. Ölçek değişikliği, inceleme düzeyi değişikliğine ve kavramlaştırma düzeyinde bir değişikliğe de tekabül etmelidir.

Bu bilgilerden sonra coğrafya disiplini için temel nitelikte olan ve dolayısıyla tarihi coğrafyanın anlaşılmasını önemli derecede kolaylaştıran bazı kavramları açıklamakta büyük fayda bulunmaktadır.

TDK Büyük Türkçe Sözlük’te zaman , “Bir işin, bir oluşun içinde geçtiği, geçeceği veya geçmekte olduğu süre, vakit; bu sürenin belirli bir parçası; belirlenmiş olan an; çağ, mevsim; bir işe ayrılmış veya bir iş için alışılmış saatler; dönem, devir” gibi anlamlara gelmektedir. Zaman, determinist bir yapı kadar, olasılıklara açık bir yapı olarak da tasarlanabilir. Tek tek olayların, olguların, süreçlerin (yani tekil noktaların) zaman oku üzerinde yerleştirilmesiyle kronolojiyi oluştururlar. Fakat “zaman” kronoloji ile özdeş değildir; çünkü kronoloji bir tespittir, hâlbuki zamanı olaylara yön verme özelliğine sahip olarak da tasarlarız. Zamanın önde gelen özellikleri arasında, ileriye doğru akıyor olması, onu algılamamıza bağlı olmaması, tersinemez bir özellik taşıması sayılabilir. Bu akış içinde biz zamanı, henüz yaşanmamış (gelecek), halen yaşanmakta olan (şimdi) ve yaşanmış bitmiş (geçmiş) olaylar olarak üç temel dilime ayırırız.

TDK Büyük Türkçe Sözlük’te geçmiş, “Zaman bakımından geride kalmış, esbak, bugüne göre geride kalmış olan zaman, mazi; arkada kalan hayat” gibi anlamlara gelmektedir. Çoğunlukla tarih ile aynı anlamda kullanılan geçmiş, esasen zaman bakımından geride kalmış, yani yaşanmış bitmiş olaylara atıf yapan bir ifadedir. Geçmiş, zamansal olarak yassı değil, derindir; durağan değil devingendir; zamanın derinliği de, değişim de somut verilerle kanıtlanabilir. Geçmişi bu bakış açısıyla inceleyen jeoloji, jeomorfoloji, paleoantrpoloji, sanat tarihi, tarih (ve tarihi coğrafya) gibi birçok bilim dalından biri de arkeolojidir.

Coğrafya çalışmalarında, olay ya da yerin nerede olduğunun belirlenmesi önemlidir. Bu da konum analizi ile gerçekleştirilir ki, bu analiz iki boyutta yapılır. Birincisi mutlak konumun belirlenmesi anlamına gelen, Dünya üzerinde herhangi bir yerin ya da olayın konumunun standart olarak kullanılan koordinat sistemiyle belirlenmesidir. İkincisi ise göreceli konum olarak adlandırılır ve zaman, mesafe, yön, ilişkiler, maliyet, coğrafi unsurlar (yollar, denizler, önemli ülke ya da kuruluşlarla ilişki ve yakınlık vb.) gibi değişkenler bağlamında bir yerin başka bir yere göre durumu ya da o yerin konumsal özelliklerinin belirlenmesi demektir. Herhangi bir olayı ele alıp bulunduğu yeri ya da yerleri haritada gösterirsek dağılışı belirlemiş oluruz. Dağılışlara ait analizlerin coğrafyada çok önemli bir yeri vardır. Çünkü coğrafyacı çeşitli olayların dağılışını incelerken aslında asıl amacı olan yerlerin, mekân birimlerinin özelliklerini ortaya çıkarmaya çalışır.

Harita , yeryüzünün tamamının/bir bölümünün, belli bir ölçeğe göre küçültülmüş ve az çok yalınlaştırılmış olarak kâğıt üzerine aktarılmış izdüşümüdür. Mekânı temsil etme yöntemi olan ve mekân üzerindeki unsurları görselleştirme aracı olarak kullanılan harita, dağılış ilkesinin uygulanması bakımından coğrafyanın sıkça kullandığı tekniklerden biridir. Haritalar, seçilmiş olan fiziki ve beşeri özellikler hakkındaki coğrafi bilgiyi temsil ederler.

Coğrafyacılar ve haritacılar için “harita” kavramı, aslında coğrafi bir alanın genellikle düz bir yüzey üzerindeki modeli ya da temsilidir. Genellikle haritanın üzerindeki her nokta belirli ölçü ya da izdüşüm sistemine göre Dünya üzerindeki gerçek bir coğrafi konumu karşılamaktadır. Bu sayede haritalar, dağılış biçimlerinin incelenmesini sağlayarak, “olası ilişkileri ortaya çıkarmayı, araştırma sonuçlarının daha genelleştirilmiş bir şekilde iletilmesini ve coğrafi verilerin kayıt edilmesi için bir taban görevi yapmayı” sağlamaktadırlar.

Haritalar , çok miktarda bilgiyi yoğun olarak içerdiklerinden, çalışılan konuya açıklık getirmek için son derece önemlidirler. Fakat konu ile ilgili bütün detay harita üzerine aktarılmaz, bundan dolayı her zaman genellemeler yapılmaktadır. Haritalar sadece, orada nesnel bir tarzda zaten var olan şeyi temsil eder ve Dünya ile ilgili imajları yansıtırlar. Harita nesne, bilgi ve kavramların sembolize edilmiş hali, aynı zamanda olay ve nesnelerin harita dili olarak adlandırılan simgelerle ifadesidir. Araştırmacılar için oldukça faydalı ve zaman kazandıran bir kaynak olması yanında, mükemmel bir eğitim gereci olarak harita ve harita koleksiyonu durumundaki atlas, hem büyük yararlar hem de önemli sınırlamalar taşımaktadır. Haritalar, birçok hareketten elde edilen bir film karesi, fotoğraf makinesi ile gerçek hayattan alınan bir enstantane gibidirler, belli bir anı dondururlar ve belli bir zaman diliminde olan biteni belirlememize izin verirler.

Harita hazırlamak, bölgesel araştırmalardaki durumun tespit edilerek eksiklikleri ortaya çıkarmanın en iyi yöntemi olması nedeniyle, araştırmacıları yeni mekân ve konularda çalışma yapmaya yöneltir. Ayrıca, yaptığı çalışmalarda araziyi bilmeyen ve coğrafi ölçeğe göre mekânı tanımayan araştırmacılar, alansal olarak coğrafi mesafeleri, doğal kaynaklar ve topoğrafik engelleri vb. göz önünde tutarak düşünmeyi öğrenirler.

İlgili Alanlar

Tarihi coğrafyanın tarih, arkeoloji, coğrafya tarihi, çevre tarihi, paleocoğrafya gibi bazı disiplin veya ilgili alanlar içerisinde yerinin anlaşılması, konunun daha iyi kavranmasını sağlayacaktır.

Tarih Disiplini

TDK Büyük Türkçe Sözlük’te tarih, “Bir olayın gününü, ayını ve yılını bildiren söz; toplumları, milletleri, kuruluşları etkileyen hareketlerden doğan, olayları zaman ve yer göstererek anlatan, bu olaylar arasındaki ilişkileri, daha önceki ve sonraki olaylarla bağlantılarını, karşılıklı etkilenmeleri, her milletin kurduğu medeniyeti inceleyen bilim; bir konuyu geçmişi ve gelişimi içinde inceleyen anlatı”, şekillerinde tanımlanmıştır.

İngilizce’de tarih disiplini (history) ile zaman anlamına gelen tarih (time) kesin olarak birbirinden ayrılmışken, bunlar dilimizde aynı kelimelerle ifade edildiği için bazen karışıklıklara yol açabilmektedir.

Basitçe “geçmişin bilgisi”ne ve genel bir tanımla, “olayların seyrinden, maddenin ve eşyanın geçmişinden ve mevcut durumundan bahseden her yazı ve her hikaye”ye tarih adı verilmektedir. Ancak tarih, çeşitli tarihçiler tarafından farklı yönleri dikkate alınarak tekrar tekrar tanımlanmıştır. Zira tarih olay ve olgulardan meydana gelmektedir ki, bir zaman dilimi içinde meydana gelen olaylara tarihi olay; bu olayların uzun zaman içinde kanunlara dönüşmesi, yeni bir hal alması ve insana tesir etmesine de tarihi olgu denir.

Yaygın bir şekilde tarih, “geçmişte yaşamış insan topluluklarının yaptıklarını yer ve zaman göstererek belgelere dayalı bir biçimde anlatan bilim dalı” şeklinde tanımlanır. Burada, mekân/yer ve zaman kavramları dışında diğer önemli bir vurgu; tarihin belgeye dayalı olarak yapılmasıdır. Tarihin bilim alanı olarak yazılmasında en azından asgari seviyede kanıtlara dayanması gerektiği noktasında görüş birliği vardır. Geçmişi yazı ile anlamlı kılmak, yazıyla bir anlamda yeniden inşa etmek, tarihe biçilen görevin özüdür.

Modern tarih yazıcılığının belgeyi merkeze alan bu düşüncesiyle birlikte, insanlığın başlangıcından yazının bulunduğu MÖ. 3500 yıllarına kadar belge dışındaki çeşitli maddi ve sözlü kaynakları bulma ve inceleme görevi arkeolojiye; 3500’den günümüze kadar geçen süreç ise yazının belirlediği belgelerle geçmişi inşa etme görevi tarihe verilmiş oldu.

Bütün tarihi olayların bir mekânda cereyan ettikleri düşünüldüğünde, tarih-coğrafya ilişkisinin ne denli iç içe olduğu anlaşılır. Kaldı ki, tarihi olayların oluşmasında coğrafi şartlar büyük rol oynar, olaylara şekil verir ve hatta uygarlıkların gelişmesine imkân sağlar. Coğrafya bilimi olmadan tarih yazmak mümkün değildir. Kaldı ki, coğrafya bilimi de bir dizi alt disiplinler geliştirmiştir ve hepsi de tarihin yorumlanmasına yeni kapılar açmaktadır. Beşeri coğrafya ve demografi bilgisi, insanlığın dağılımını ele alırken; iktisadi coğrafya da üretim-tüketim ilişkilerini ve bunların sonuçlarını ortaya koymaktadır. Coğrafya bilimi, kendi prensiplerini kullanarak, geçmişteki zaman dilimlerini araştırma konusu yapan tarihi coğrafya disiplinini üretmiştir. Tarihi coğrafya, iskân alanlarının belirlenmesi, bir yerin nüfus yapısı ve o nüfusun sosyal ve iktisadi yönlerini ele alması bakımından tarih bilimine en yakın duran disiplindir.

Arkeoloji

Arkeoloji, insanın geçmişini, geride bıraktığı maddi kültür belgelerine dayanarak inceleyen bilim dalı olup bu belgeler, uygarlık tarihinin başlangıcından, yani insanoğlunun ilk aleti yaptığı andan bu güne kadar, kendi gereksinmeleri için kullandığı nesnelerin tümüdür. Üretilen ilk aletler, evler, tapınaklar, çanak çömlek kalıntıları, heykelcikler, küller, tohumlar, hayvan kemikleri vb. maddi kültür belgelerini oluşturur. Arkeoloji’de bunlara kalıntı adı da verilir. Yüzey araştırması ya da kazı sonucu ortaya çıkarılanlar da buluntu olarak adlandırılır.

Yunanca kökenli “archaios” ve “logos” kelimelerinden türeyen arkeoloji (sözcük anlamı: eskinin bilimi), insanlık tarihine ait her türlü uygarlık ve kültür izini (maddi kalıntıyı) kendi bilimsel ilkeleri ve yöntemleriyle araştıran, çeşitli alt bilim alanlarının katkısıyla analiz eden, yorumlayan bir bilim dalıdır. Arkeolojinin keşif sürecinden geçerek bilimsel bilgi haline gelen her türlü veri, aynı zamanda başta sanat tarihi ve tarih olmak üzere diğer bilimlerin hizmetine de sunulmuş olur. Arkeolog, sistematik hale gelmiş bu çalışmaların dışında, toplumun kültür bilincinin oluşmasında da sorumluluk taşır. Kültürel mirasın bilimsel çalışma sürecinin yanı sıra, yaşatılması ve gelecek nesillere aktarılmasında da aracı rolü üstlenir. Çalışma alanını ilgilendiren her konuyu milliyet, sınır, dönem ve kültür ayırmaksızın objektif bakış açısıyla sahiplenir.

Ülkemizde ilk arkeolojik kazılar 1871 yılında Troia/Truva’daki kazılar ile başlatılır. Ardından, özellikle batı Anadolu’da yabancı heyetlerce yapılan kazılar gelir. Bilimsel disiplinin, kazı tekniklerinin ve kültür bilincinin tam oturmadığı bu yıllar, aynı zamanda tarihi eserlerin yağmalandığı ve eserlerin Avrupa’ya taşındığı bir dönemdir. Geç de olsa yaşadığımız topraklarda kültür bilincinin oluşması ve kanunlarla tanınması, buna bağlı olarak da arkeoloji ve sanat tarihi bilimlerinin aynı ivmeyle yükselişi, 1881’de Müze-i Humayun Müdürü Umumisi olan Osman Hamdi Bey’in hem arkeolog, hem sanat tarihçi hem müzeci hem de sanatçı kimliğine borçludur. 1882 yılında kendisinin kişisel gayretleriyle Mekteb-i Sanayi-i Nefise-i Şahane’nin (sonraki adıyla Güzel Sanatlar Akademisi) açılması, Türk modern sanatının ve dolayısıyla sanat tarihinin oluşumunda bir başlangıç noktası, temel taşı niteliği taşır.

Arkeoloji kısaca, maddi kalıntıları kullanarak geçmişin incelenmesidir. Bunu yaparken arkeoloji şu üç unsuru kapsar: Nesneler, çevresel ortam ve bunları kullanarak yapılanlar. Nesneler, arkeologların zamanlarının çoğunu kazarak, tanımlayarak, zaman ve mekân kategorisine göre sıralayarak geçirdiği şeylerdir. Çevresel ortam, arkeologların yaptığı şeylerin pek çoğunun mekân ve mesafe içerdiğini bize hatırlatır. Mekân zaman ile eşdeğer ağırlığa sahiptir, çünkü farklı nesneler, farklı zamanlarda olduğu kadar farklı yerlerde de bulunmaktadır.

Tarihi dönemleri araştıran bütün disiplinler gibi, arkeolojide de tartışılan hususlardan biri, “arkeolojinin araştırdığı dönemin ne kadar zamanı kapsadığı” sorusudur. Yani arkeoloji, yürüttüğü araştırmalarda kronolojik açıdan ne kadar eskiyi inceler, arkeoloji ne zaman başlar? J.Goody, şu ifadeyi (2014) kullanmaktadır: “yazıdan önce her şey tarih öncesidir, tarihçilerden çok arkeologların alanıdır”. M.Özdoğan (2012) ise; “Arkeolojinin zamansal alt sınırının başlangıcı, insanın ilk standart, tanımlanabilir aleti yapmasıdır, üst sınırı ise “dün”e kadar gelir. Bugünkü bilgilerimizle insanlar ilk standart aletleri 2,5 milyon yıl önce yapmaya başlamıştır. Yani arkeoloji bu tarihten itibaren başlamaktadır” bilgisini vermektedir. Diğer taraftan arkeoloji, sadece prehistorya döneminin çalışma disiplini değildir. Tarihsel olarak belgelerin kıtlaştığı her durumda ya da belgelerin yanında karşılaştırmalı bir yaklaşım geliştirerek tarih yazmak için arkeolojik kalıntılara yer verilmesi mümkündür.

Arkeoloji ile tarih arasındaki ilişki hakkında Hodder-Hutson (2017) farklı ve iki taraflı bir açıklama getirir: “Tarihsel açıklama, önceki bağlamlara ve olaylara yaptığı gönderme aracılığıyla tanımlandığında, arkeoloji tarihin bir parçası olarak görülebilir. Oysa arkeoloji belgelerle ilgilenmez, maddi kültürle ilgilenir. Bir kâğıda mürekkeple yazılmış bir yazı, maddi kültürün bir türüdür ve arkeoloji açısından bu tür bir maddi kanıttan anlam çıkarmak ile genel olarak maddi nesnelerden anlam çıkarmak arasında fark yoktur. Bu anlamda ele aldığımızda ise tarih, arkeolojinin bir parçası olarak görülebilir”.

Esasen arkeoloji ile tarih aynı amaçla, geçmişi inceleyen iki kardeş disiplin olarak görülebilir. Fakat arkeoloji, çoğunlukla yüzey araştırması ve arkeolojik kazılardan elde edilen maddi kalıntılar ile çok uzun bir sürede ve farklı yöntemler kullanarak araştırma yaptığından, tarih disiplininden ayrı görülmektedir. Ve bunu yaparak, sadece tarih disiplinine değil, geçmişi inceleyen tüm disiplinlere malzeme sunma görevini de yürütmektedir. Genel hatlarıyla söylemek gerekirse, arkeolojik verilerden yola çıkarak sosyal, siyasal, ekonomik ve kültürel hayat hakkında derin bilgiler elde edilebilir.

Arkeolojide bölgesel ölçekte bilgi toplamanın birincil yöntemi yüzey araştırmasıdır ; arkeologlar yüzey araştırmasıyla, bir iki sit alanından elde edemeyecekleri zenginlikte ve araştırmak istedikleri konuları şekillendirecek düzeyde belge bulabilirler. Yürüyerek yapılan araştırma -arazi yürüyüşü ya da arkeolojik keşif de denir - genellikle bir ya da daha fazla araştırma ekibinin sistemli bir şekilde arazide dolaşarak yüzeyi dikkatle taramasını kapsar.

Tarih boyunca insanlar, yalnızca yaşadıkları yerlerde atıklar bırakmış ya da yerleştikleri topraklara binalar inşa etmiş değillerdir; bulundukları yerin ötesiyle de etkileşim içinde olmuşlardır. Kültürel çevre arkeolojisi yaşanılan yerin ötesinde bulunanlarla ilgilenir.

Diğer bütün bilim dalları gibi arkeoloji de, belirli bir soruna cevap aramak amacıyla yapılan bir çalışmadır. Başka bir deyişle, toplumda çoğu kez yanlış anlaşıldığı gibi arkeolog, gördüğü ya da kendisine duyurulan herhangi bir yerde araştırma ya da kazı yapmaz; her arkeoloğun ilgilendiği, uzmanlaştığı belirli bir bölge ve o bölgenin içinde de belirli bir dönem vardır. Dolayısıyla yapılacak araştırmanın seçimini, arkeoloğun bir bilim insanı olarak yöneldiği konu, bununla bağlantılı soru ve çözüm beklentisi belirler. Arkeoloğun amacı kazı yapmak değildir; kazı, sonuç elde etmek için kullanılan yöntemlerden yalnızca biridir. Bu kapsamda arkeolog, geçmiş dönemlerdeki kültürü, insan yaşamını, bulunduğu ortamı sorguladığında, çoğu kez bu soruların cevabını bulmak için diğer bilim dallarıyla işbirliği yapmak zorundadır. Bunlar jeolojiden coğrafyaya, zoolojiden botaniğe, kimyadan nükleer fiziğe kadar, konusu insan ve yerküre olan tüm uzmanlık alanlarını kapsayabilir.

Arkeoloji, tarih ve geçmişi araştıran diğer tüm disiplinler, araştırmaları sonucunda elde ettikleri tüm bulguları kendi metodolojileri çerçevesinde değerlendirerek, bir inşa eylemine başlarlar. Elbette yapılan girişim, geçmişte olmuş ve bitmişi inşa etmek olduğundan, doğal olarak yapılan iş “yeniden inşa” adını almaktadır. Zira zaten var olan bir şey inşa edilemez, olmayan şey inşa edilir. Her disiplin bunu yaparken, kendine ait ilkeler, yöntemler ve kaynaklardan faydalandığı gibi, komşu ve yakın disiplinlerden de bu anlamda yararlanır. Dolayısıyla, aslında yapılan iş ve gidilmek istenen hedef aynı olmasına rağmen, ortaya farklı yollar çıkabilir. Zaten farklı bilimlerin ortaya çıkma gerekçesi de budur.

Coğrafya Tarihi

Yazılan her şey tarihin konusuna girer; ister sıradan bir evrak, ister bir mektup isterse bir kitap olsun hemen herkes tarih okur. Barzun-Graff’ın belirttiği gibi, yapılan her araştırma, hazırlanan her metin aslında bilinçli veya bilinçsizce hazırlanmış bir tarihtir.

Başka ülkelerde olduğu gibi Türkiye’de de tarihi coğrafya, bazen coğrafya tarihi ile karıştırılmış ve birbirinin yerine kullanılmıştır.

Aslına bakılırsa, günümüzdeki kabulüyle diğer bütün bilimler gibi, coğrafya tarihi de bilim tarihinin konusudur. Bilim tarihi, bir bilim dalının kendi geçmişini, başka bir deyişle o geçmişin takvimini, kronolojisini vermek değil, nasıl ve niçinini yani nedenselliğini belirlemektir.

Coğrafya tarihi, tarih/bilim tarihi içerisinde iken, tarihi coğrafya, coğrafya biliminin içerisinde yer almaktadır. Coğrafya biliminin nerede, nasıl ve ne zaman doğduğunu, doğuşundan bugüne kadar nasıl bir gelişim sürecini izlediğini araştıran bilim dalına coğrafya tarihi denilmektedir.

Coğrafya insanlığın yaşı kadar eski olmasına rağmen, insanların bu tarz gereksinimlerinden kazandıkları deneysel bilgiyi ilk defa sistemli bir yapıya kavuşturup coğrafyaya bilim karakteri kazandırmaları, Eski Yunanlılar döneminde olmuştur. Eski Yunan devrinin seçkin bilim adamlarından Miletli Anaksimander (MÖ. 611-547) ilk harita yapımcısı ve matematiki coğrafyanın kurucusu kabul edilmektedir. Bu dönemde, başlıca temsilcileri Miletli Thales (MÖ. 580 dolayları), bir dünya haritası da çizen Miletli Hekataios (MÖ. 550-480), Platon (MÖ. 427-347), Eratosthenes (MÖ. 275-195) olan; güneş, güneş sistemi, gezegenler, yıldızlar, dünyanın şekli, hareketleri, boyutları ve dünya üzerindeki yerlerin konumunu belirleyerek haritacılığa zemin hazırlayan “umumi/matematiki coğrafya” görüşü ileri sürüldü. Bahsedilenlerden Eratosthenes’in, dünyanın yuvarlaklığına inandığı ve hatta şaşırtan bir kesinlikle dünyanın çevresini (250.000 stadium, bir stadium 158 m olduğuna göre 39.816 km olarak) hesapladığını biliyoruz. Hatta Eratosthenes, aynı zamanda kitabında “dünyanınyeryüzünün tasviri anlamında -coğrafya- sözcüğünü başlık olarak kullanan ilk kişi”, yani coğrafyanın isim babasıdır.

Tarih biliminin isim babası olan Herodothos (MÖ. 485- 425), sadece tarihte değil, coğrafya biliminde de ileri bir seviyede idi. Heredothos, o dönemde yerleşilen ve bilinen dünyanın bir tasvirini yaparak; dünyada yaşayan halkların adlarını sayıp, geleneklerini betimleyerek, coğrafî görüşlerden biri olan “bölgesel coğrafya” fikrini ortaya attı. Aslında Herodothos’un, yazılarında görünüşte tarih ile örülü bir coğrafya bulunduğundan, bu haliyle bölgesel coğrafya ekolüne “tarihi coğrafya” adını verenler de vardır. Böylece daha İlkçağ’da ve ilk coğrafya çalışmalarında birbirinden farklı iki görüş ortaya çıktı. Biri umumi/matematiki (riyazi, heyi) coğrafya, diğeri bölgesel (ülkeler, mevzii hatta bazen tarihi) coğrafya şeklinde beliren bu ikilik, XVIII. yüzyıl ortalarında Avrupa’da modern coğrafyanın temelleri atılıncaya kadar devam etti.

Genel olarak bakıldığında Yunan ve Romalı coğrafyacılar özellikle üç temel sorunla ilgilenmişlerdir:

  1. Batlamyus’un korografi olarak adlandırdığı, yerlerin ayrıntılı topoğrafik tasviri ve tarihi.
  2. Yer’in boyutlarının ölçülmesi ve harita yapımı.
  3. İnsan ve çevre arasındaki ilişkiye yönelik olarak çevrenin insanı etkilediği; buna karşın insanın çevresini çok sınırlı biçimde değiştirebildiğine ilişkin felsefi ilgi.

Ortaçağ, bilimin gelişimi açısından Avrupa için karanlık bir dönemdir. Bu dönemde düşünürler, Hıristiyan kilisesinin dogmalarına uymayan her şeyi reddetmişlerdir. Dolayısıyla bu dönemde batı coğrafyası, diğer birçok bilim gibi gelişmemiş, hatta gerilemiştir. Roma İmparatorluğu’nun yıkılması ve Eskiçağ kültürünün çökmesiyle beraber Ortaçağ’ın başından Haçlı seferlerinin sonlarına (XIII. yüzyıl) kadar coğrafya ilmi Hıristiyan âleminde pek gerilemiştir. Bu dönemde coğrafyanın Avrupa dışında, özellikle İslam bilim adamlarıyla geliştiğini görüyoruz. Gerçekten de Müslüman müelliflerin hem Eski Yunan, hem Çin-Hint hem de İran coğrafya eserlerinden faydalandıkları ve üzerine ekledikleri katkılarıyla birlikte çağını aşan eserler hazırladıkları görülür. İyi bir araştırmacı ve gözlemci olan bu coğrafyacılar aynı zamanda devrinin büyük seyyahlarıdır.

VIII. yüzyılda, yani İslam coğrafyasının temellerinin atıldığı Abbasiler döneminden itibaren sürdürülen çalışmalarla, IX. Yüzyılın ortalarında Irak’ta “ tasviri coğrafya ” okulu, X. Yüzyılda da Orta Asya’da Belh’de ise Belhi tarafından kurulan “bölgesel coğrafya” okulu ortaya çıktı. Özellikle Yunan coğrafyasının etkisinde kalan bu okullara mensup coğrafyacılar, konu üzerinde rehberlik edecek düzeyde klasik eserler meydana getirdiler.

Bu dönemde, İbn-i Sina ile çağdaş olan ve onunla tartıştığı bahisler olduğu bilinen Biruni (973-1048), astronomi, matematik ve coğrafyaya orijinal katkılar yapan ünlü bir müellif olarak kabul edilmektedir. Dünyanın şekli ve boyutları hakkında doğru fikirleri olan Biruni, “ ufuk derinliği” kavramından yola çıkarak Dünya’nın çevresini 41.297 (bugün 40.000 kabul edilir) km olarak hesaplamıştır.

Coğrafyanın bir bahsi olan kartoğrafyaya gelince, Müslümanlar Yunanlılar’ın dünya haritasını IX. Yüzyılın ilk çeyreğinde tanıdılar. Bu tasavvura göre Hint Okyanusu ve muhtemelen Atlas Okyanusu kapalı göller idiler. Bu tasavvurdan ve Arapça’ya aktarılan Batlamyus coğrafyasının çevrilmesinden sonra Halife Memun yetmiş kadar bilgini bir Dünya haritası yapmak ve bir dünya coğrafyası yazmakla vazifelendirdi. Bu, büyük kısmı ölçülen enlem ve boylam derecelerine dayanan ilk haritaydı. Bahsedilen haritayla başlayan gelişme XVII. yüzyılın sonuna kadar devam edecekti ve gelişmenin son yüzyıllarında Osmanlılar’ın katkısı büyük olmuştu.

İslam biliminin yükselen çizgisi bir süre sonra tersine dönmeye başladı ve 500 yıl kadar süren bir kabul etme ve asimilasyon sürecinden sonra Avrupa’da XVI. yüzyılda kreativite kendini gösterdi. XVII. yüzyılda Avrupalılar kendilerini önde görmeye başladılar; bunu Müslümanlar da kabullenmeye başlamışlardı.

Osmanlı coğrafya eserlerinin genel bir değerlendirmesi yapılırsa, bunların Dünya coğrafya literatürüne, özellikle “metodik açıdan” çok fazla katkı yapmadıkları söylenebilir. Çünkü öncelikle Osmanlılar XVII. yüzyıla kadar klasik İslam coğrafya eserlerini, daha sonra da batılı coğrafya eserlerinin çevirisini yapmışlar, ama bunu yaparken kendi araştırma ve gözlemlerini ya düşük seviyelerde katmışlar ya da hiç katmamışlardır. Ayrıca, Osmanlı döneminde coğrafya bilimine gerekli önem ve ilginin gösterilmediği, doğurduğu birçok sonuçtan da anlaşılmaktadır.

XVI. yüzyılda batıda Rönesans ve Reform’un etkisi ile diğer bütün bilimlerde olduğu gibi, coğrafyada da büyük gelişmeler ve dönüşümler yaşanmaya başlamıştır. Rönesans, meçhul âlemlerin keşfedildiği büyük seyahatler ile bütün bilgilere yeni temeller veren muazzam ilmi keşifler devridir. Gerçekten de bu devirde coğrafi ufkun fevkalade genişlemesi, haritacılıktaki büyük gelişmeler ve coğrafyanın da yardımcısı olan tabii ilimlerin gelişmesi sonucu, coğrafya yeni bir ivme ve çehreye kavuşmuştur. Avrupa’daki Rönesans ve “Keşifler Çağı” olarak bilinen kültürel yeniden uyanışla birlikte, Avrupa coğrafi bilginin merkezi haline gelmiştir.

Batıda XV-XVI. yüzyıllarda büyük bir gelişme ve genişleme devresi yaşayan coğrafya, böylece modern coğrafyanın kurulduğu, sonra “Aydınlanma Çağı” adı verilen XVIII. yüzyıla iyi bir hazırlık yapmıştır. Aslında çok eski bir geçmişe sahip olan coğrafya, Avrupa’da “klasik dönem” adı verilen yaklaşık 1750-1900 yılları arasındaki 150 yıl içinde özellikle Kant, Humboldt, Ritter, Peschel ve Ratzel’in çalışmalarıyla bilimsel kimliğini kazanmıştır.

Alexander von Humboldt (1769-1859), modern fiziki coğrafyanın kurucusu ve 5 ciltlik “Kosmos” adlı tamamlanamayan ünlü coğrafya kitabının müellifidir. Tutkulu bir bitki bilimci ve coğrafyacı olarak özellikle Yeni Dünya karalarında oldukça uzun seyahatler yapmış ve coğrafyada neden ve etki ilişkisine dikkat çekmiştir.

Carl Ritter (1779-1859), modern beşeri coğrafyanın kurucusu ve 19 ciltlik “Die Erdkunde” adlı tamamlanamayan ünlü coğrafya kitabının müellifidir. Fazla seyahat etmediği halde coğrafya yazmış ve tarih ile ilgilenerek, tarih ve coğrafyayı “biri olmadan diğerinin yaşayamayacağı kız kardeşler” olarak görmüştür.

Avrupalıların deniz aşırı topraklara ilgi duyması, sömürgeler edinmesi ya da var olan sömürgelerini genişletme ve değerlendirmelerinde coğrafyacıların büyük rol oynaması sonucunda “ sömürgeci coğrafya” dönemi adı verilen bir devre yaşanmıştır.

Avrupa’daki Aydınlanma Çağı, sadece coğrafya için değil hemen bütün bilim dalları adına çok önemli değişim ve dönüşümlerin yaşandığı bir dönemdir. Bilimsel devrim adını da alan bu dönemde, birçok bilim dalında yenilikler, dallara ayrılmalar ve yeni alt dalların ortaya çıktığı görülmektedir. Aradan geçen zamanla birlikte, coğrafyanın birçok çocuğu oldu; bunların arasında astronomi, botanik, jeoloji, meteoroloji, arkeoloji ve antropoloji sayılabilir.

Esasen coğrafya farklı zaman dilimlerinde farklı şekillerde algılanmış ve dönüşüm geçirerek içerik ve yöntemlerde farklılıklar ortaya çıkmıştır. Klasik çağlarda coğrafya genellikle coğrafi keşifler, harita yapımı ve arazi gözlemleriyle ilişkilendirilmiştir. Coğrafyada XV. yüzyıldaki coğrafi keşifler çağından 1800’lere kadar temel problem, mutlak konumu ölçecek ve kaydedecek metrik bir sistemin geliştirilmesi, harita projeksiyonlarının evrimi, bununla ilgili haritaların oluşturulması ve yenilenmesiydi. Bu bağlamda coğrafyanın gelişimi büyük ölçüde kartoğrafyanın gelişimi ile aynı anlama gelmekteydi. 1800’lerden sonra ise, yerlerin daha doğru konumlandırılmasına bağlı olarak coğrafi çalışmalar “yerlerin nasıl olduğu betimlemesi ve bunlar arasındaki benzerlik ve farklılıklar” üzerine yoğunlaşmaya başlamıştır.

Klasik coğrafya dönemini, 1874’te Almanya ve onu takiben diğer Avrupa ülkeleri ve ABD üniversitelerinde coğrafya bölümlerinin açılmasıyla ilişkilendirilebilecek “modern coğrafya”nın ortaya çıkışı takip eder. Böylece, kısmen İlkçağ’dan beri, insanın yeryüzündeki yaşamının içinde yaşadığı çevre tarafından şekillendirildiğini ileri süren “ çevreci determinizm ” düşüncesine karşı; 1920’lerde “ possibilizm ” etkili olmaya başlamıştır. Bu düşüncede, insan-çevre ilişkisinde insanın da etkili olduğu savunulmuştur. Bahsedilen dönemde, coğrafyanın betimlemeye dayalı yapılmasına tepki olarak doğan düşünceler, 1950’lerden itibaren coğrafyada bir “ nicel dönüşüm/quantitative turn ” ya da “nicel devrim/quantitative revolution” yaşanmasına sebebiyet vermiştir.

Nicel coğrafya yaklaşımının özellikle 1960’lardan sonra yaşanan sosyal değişimleri açıklamada yetersiz kalmasıyla birlikte, genel olarak sosyal bilimlerde ve dolayısıyla beşeri coğrafyada davranışsal, hümanist, post-modern, idealist, yapısalcı, Marxist, anarşist, feminist, aksiyonel, realist vb. görüşler ışığında yeniden tanımlanmaya ve sorgulanmaya başlanmıştır. Kafa karışıklığına neden olmamak için 1970’lerden sonra, yaşanan değişimler en genel haliyle “ eleştirel coğrafya ” kavramı içinde ele alınmaktadır.

Çevre Tarihi

TDK Büyük Türkçe Sözlük’te çevre, “bir şeyin yakını, dolayı, etraf, periferi; kişinin içinde bulunduğu toplumu oluşturan ortam; hayatın gelişmesinde etkili olan doğal, toplumsal, kültürel dış faktörlerin bütünlüğü”; TDK Bilim ve Sanat Terimleri Sözlüğü’nde ise, “bir organizmanın ya da bir parçasının üzerinde etki yapan dış etkenler topluluğu; bireyi etkileyen canlı ve cansız varlıklar ile bütün güç ve koşulların toplamı; varlığın, içinde oluştuğu ve yaşamını sürdürdüğü ortam; canlıların içinde yaşadıkları ortam ve bu ortamlardaki çeşitli faktörlerin bütünü, ambiyens” şekillerinde açıklanmaktadır.

Coğrafi açıdan çevre, insan ve diğer canlıların içinde yer aldığı ve yaşam şartlarını oluşturan tüm organik ve inorganik unsurlardan oluşan, süreç ve etkileşimlerin gerçekleştiği ortamdır. Bu anlamda doğa-insan ilişkisinin ortaya konulmasında çevre önemli bir kavramdır.

İnsanlık tarihi boyunca varlığını sürdüren çevre sorunları, sanayi devriminden sonra ciddi bir ivme kazansa da, özellikle XX. Yüzyılda bilimsel literatüre girebilmiştir. Aslına bakılırsa, nispeten yakın dönemde kullanıma giren “ çevre tarihi/çevresel tarih” isimlendirmesi; tarih, çevre bilim, coğrafya, ekoloji, peyzaj tarihi, paleoekoloji, palinoloji, dendroloji, paleocoğrafya, tarihi ekoloji, çevre arkeolojisi, ormancılık tarihi, tarihi arazi kullanımı gibi pek çok disiplin, alt disiplin ve araştırma sahası ile yakın veya bağlantılıdır. Bu bağlamda çevre tarihi ile birlikte anılan ve yakınlaşan araştırma sahalarından birisi de tarihi coğrafyadır. Genel bir ifadeyle çevre tarihi, geçmişte yaşayan toplulukların tüm çevresel unsurlarını kapsadığından, kendisine “ geçmiş mekânı ” inceleme sahası seçen tarihi coğrafyayla olan yakınlığı da hemen dikkatleri çekmektedir.

Kısaca, sanayi devrimiyle birlikte başlayan süreçle doğal kaynakların ölçüsüz kullanımı artmış ve özellikle, sanayileşmenin ileri olduğu alanlarda doğal tahribat çok belirgin hale gelmiştir. İnsanlık tarihinde, bu döneme kadar en çok ormanların yakılması/kesilmesi, bataklık ve küçük göllerin kurutulması ve teraslama yapılması şeklinde beliren çevrenin tahribi artık sürekli, kalıcı ve büyük boyutlarla, geniş sahalarda yaşanır hale gelmiştir. Sanayi devrimiyle birlikte, seri ve fazla miktarlardaki üretim anlayışı yanında, kimyasallar ve plastik gibi yeni, doğada uzun sürede yok olmayan ürünlerin kullanımının yaygınlığı, tahribatı sürekli ve daha kötüsü kalıcı hale getirmiştir. Sanayi tesisleri ve sınai ürünlerin atmosferi, suyu, toprağı, bitki örtüsünü yani bütünüyle doğayı kirletmesi ise çevrenin geri dönülmez şekilde kaybolma hızını arttırmıştır.

Tarihin her alt-kümesi gibi, çevre tarihinin de pek çok kişiye birçok şey ifade ettiğini belirten J.R. McNeill’in (2003) tercih ettiği tanım şudur: “İnsan toplumları ile bağımlı oldukları doğanın geri kalanı arasındaki ilişkinin tarihidir”. İnsanoğlu uzun zamandır doğanın bir parçasıdır, fakat özellikle son binyılda, haydut bir memeli olarak dünyevi ekosistemleri sürekli etkileyen nüfuz ve sayıları elde ettiğinde ayırıcı bir parçası haline gelmiştir. Çevre tarihi, özellikle 1970’lerdeki, çevre hareketlerinin neticesi olarak ortaya çıkmış ve günümüze kadar gelişimini hızlı bir şekilde sürdürmüş bir tarih alt disiplinidir. Tarihçilik açısından geçmişin belgelerinin farklı bir gözle okunmasını vaad ederek günümüz tarihçileri için yeni ve ufuk açıcı, hatta heyecanlandırıcı tarihsel yorum imkânları sunmaktadır.

Çevre tarihi ile coğrafyanın -daha doğrusu tarihi coğrafyanın- aynı konuyu ele alması, aynı şekilde tanımlanması gibi ilginç bir durumla karşılaşılmaktadır. Bu sorunun kaynağı, çevre tarihindeki “çevrenin” bir bütün halinde düşünülmesi ve “mekan” olarak kabulüdür. Çevre tarihindeki çevre, esasen coğrafyadaki mekan ile tamamen eş anlamlı ve aynıdır. Zira insanın olmadığı, insan elinin değmediği doğal ortam/çevre tahrip edilmemekte, kirlenmemekte ve haliyle çevre tarihinin inceleme kapsamına girmemektedir. Ancak doğal ortama/çevreye insan eli değdiğinde, yani coğrafyadaki mekan haline dönüştüğünde çevre olmakta ve çevre tarihinin kapsamına girmektedir. Şu halde, çevre tarihindeki çevrenin bahsedilen anlamında kullanılması doğru görünmemekte, çevrenin unsurlarını tek tek ele alan anlayış, çevre tarihine daha uygun düşmektedir.

Paleocoğrafya

Paleocoğrafya, çeşitli kaynaklarda coğrafyanın veya jeolojinin bir alt dalı olarak kabul edilmekte; bazı çalışmalarda ise Kuvaterner bilimi içerisinde gösterilmektedir. Bu çalışmalarda, ele aldığı konular ve takip ettiği yöntemlerle ilgili verilen kısa bilgilere bakıldığında tarihi coğrafya ile yakın olarak algılandığı, hatta bazen karıştırılan bir saha olduğu görülmektedir.

Paleo , kelime olarak “eski/geçmiş” anlamındadır ve bu haliyle paleocoğrafya , “eski/geçmiş coğrafya” anlamına gelmektedir. Yani, yine “geçmişe ait coğrafya” karşılığında kullanılan tarihi coğrafya ile aynı görünmektedir. Gerçekten de bunların, aynı mı, farklı mı oldukları çözüme kavuşturulması gereken bir sorundur.

Paleocoğrafya , ana hatlarıyla; jeolojik zamanlardaki fiziki coğrafya araştırmaları olarak tanımlanabilir. Paleocoğrafyanın, insansız zaman dilimlerindeki fiziki coğrafya unsurlarının (kıtalar, topografya, sular, bitkiler vb.) oluşumu ve gelişimini araştırdığı belirtilmekte, hatta bazen bahsi geçen zaman dilimi Holosen’e kadar götürülmektedir. AnaBritannica’da paleocoğrafya, “yeryüzünün belirli bir bölgesinin, jeolojik geçmişin belirli bir zamanındaki coğrafyasının belirlenmesini konu edinen bilim dalı” şeklinde tanımlanmıştır. Paleocoğrafya, günümüzdeki coğrafi ve jeolojik olguların geçmişe yönelik yorumlanmasına dayanır; bu yorumlarla ulaşılan sonuçlardan hareketle, o yörenin incelenen jeolojik geçmişteki coğrafi özelliklerinin haritası hazırlanır. Paleocoğrafya haritaları, yalnızca incelenen geçmişteki kara ve deniz dağılımını gösterecek kadar basit olabilir. Ama fosil, bitki ve hayvan topluluklarının yerleşimini ve dağılımını; tortullaşma ortamlarını (örneğin deltalar, resifler, çöller, derin deniz havzaları); yükselme, aşınma ya da alçalma ve çökelme bölgelerini; başlıca mevsim kuşaklarını gösteren karmaşık ve ayrıntılı haritalar da vardır.

Ülkemizde sıkça kullanılan paleocoğrafya kavramına karşılık uluslararası literatürde farklı iki kavramın ön plana çıktığı görülmektedir. Bunlardan birincisi “ paleoortam ”, ikincisi ise “ tarihi coğrafya ”dır.

Kuvaterner dönemi, ortam koşullarının belirlenmesi kapsamında özellikle 1970’li yıllardan itibaren başlayan çalışmalar, bahsedilen araştırmaların boyutlarını oldukça geliştirmiştir. Kuvaterner biliminin gelişimi ile birlikte kullanımı yaygınlaşan bir kavram ise “ paleoortam/paleoenvironment” olmuştur. Bu kavram uluslararası literatürde insanın da dahil olduğu ortamın nasıl oluştuğu ve geliştiği, ortam koşullarına göre canlıların nasıl bir değişim süreci geçirdiğini ifade etmektedir. Bununla birlikte biyolojik ortamla sınırlı olan çalışmalarda paleoekoloji/paleoecology , daha spesifik yürütülen araştırmalar da ise çalışma konusunun niteliğine göre paleo-klimatoloji, paleo-jeomorfoloji, paleovejetasyon, paleo-arazi kullanımı gibi isimler kullanılmaktadır. Yurt dışındaki bu manzaraya karşın, uluslararası literatürden farklı olarak ülkemizde böyle çalışmalarda, konu daha ziyade hepsini kapsayan paleocoğrafya başlığı altında toplanmıştır.

Bu noktada tartışmaya girmeden, var olan karışıklığı ortadan kaldırmak amacıyla, bir öneri getirmek gerekirse şunlar söylenebilir: Bir canlı kalıntısının fosil olarak kabul edilebilmesi için, günümüz coğrafi şartlarından farklı bir dönemde yaşaması gerektiği bilinen bir gerçektir. Bu da genellikle Holosen, yani günümüzden yaklaşık 12.000 yıl öncesine karşılık gelmektedir. Bu tarihin aşağı yukarı Neolitik dönem başlangıcına da karşılık gelmesi, konuyu beşeri açıdan da kuvvetlendirmektedir. Dolayısıyla paleocoğrafyanın araştırdığı dönemin Holosen öncesi dönem olduğunu kabul etmek doğru bir yaklaşımdır denilebilir. Bu düşünce, diğer tartışmalara yeni bir katkı olabilir ama ülkemizde paleocoğrafyanın yeni olduğu dikkate alınırsa, genel geçer bir kabul için henüz erkendir. Bu sahadaki tartışmalar, uzman araştırmacılara bırakılarak konunun, coğrafyanın içinde olduğu esas alınacaktır. Başka bir ifade ile tıpkı tarih disiplininde prehistorikhistorik dönem ayrımındaki gibi bir tasnif esas alınarak ve insanların ortaya çıkmasından başlayarak Holosen döneme kadar paleocoğrafya ve Holosen dönemden çağdaş zamana kadar tarihi coğrafya olarak kabul edilebilir.


Güz Dönemi Ara Sınavı
7 Aralık 2024 Cumartesi
v