Türkiye Cumhuriyeti İktisat Tarihi Dersi 4. Ünite Sorularla Öğrenelim
İkinci Dünya Savaşı’Nda Türk Ekonomisi
İkinci dünya savaşı yıllarında Türkiye’nin hem iç hem
de dış politikasını belirleyen en önemli siyasi aktör
kimdir?
Milli Şef İsmet İnönü, savaş yıllarında
Türkiye’nin hem iç hem de dış politikasını belirleyen en
önemli siyasal aktör olmuştur. İsmet İnönü, Mustafa
Kemal Atatürk’ün ölümü üzerine Genelkurmay Başkanı
Fevzi Çakmak’ın (dolayısıyla ordunun) da desteğini alarak
Cumhurbaşkanı seçilmiş ve yeni bir yapı tesis etmeye
çalışmıştı.
Mustafa Kemal Atatürk’e “ebedi şef”, İsmet İnönü’ye
de yaygın şekilde “milli şef” denilmesine ne zaman
başlanmıştır?
Cumhuriyet Halk Partisi’nin (CHP’nin) 26 Aralık
1938 tarihli I. Olağanüstü Kongresi’nde yapılan tüzük
değişikliğiyle Mustafa Kemal Atatürk’e “ebedi başkan”,
İsmet İnönü’ye de “değişmez genel başkan” unvanları
verilmişti. Kongre’den sonra da Mustafa Kemal Atatürk’e
“ebedi şef”, İsmet İnönü’ye de yaygın bir şekilde “milli
şef” denilmeye başlanmıştı.
26 Mart 1939’da yapılan genel seçimde Meclis nasıl
şekillenmiştir?
26 Mart 1939’da yapılan genel seçim iki dereceli
seçim esasına göre uygulanmış, 62 ilden 424 milletvekili
seçilmişti. Bu rakamın 420’si CHP tarafından partililere
danışılarak elde edilmiş isimlerdi. Bunlardan 4’ü müstakil,
14’ü kadın ve 4’ü de gayr-i müslimdi.
1939 yılında uygulamaya alınan ve Türkiye’de partidevlet
bütünleşmesinin hafifletilmesini hedefleyen
çalışmalar nelerdir?
CHP, 29 Mayıs-3 Haziran 1939 tarihleri arasında
V. Olağan Kurultayı’nı toplayarak tüzüğünde önemli
değişiklikler yaptı. Başbakan’ın Parti Genel Başkan
Vekili, İçişleri Bakanının da Parti Genel Sekreteri olması
zorunluluğunun kaldırılması, illerde valilerin il başkanı
olması sistemine son verilmesi, parti müfettişliklerinin
oluşturulması ve TBMM’nde denetimi sağlamak amacıyla
parti içinde “Müstakil Grup” kurulması gibi ilkeler kabul
edildi. Müstakil Grubun kurulmasıyla otoriter rejimin
yumuşatılması hedeflenmişti. Bu aynı zamanda partidevlet
bütünleşmesinin hafifletilmesi anlamına da
gelmişti.
İkinci Dünya Savaşı’nın başlarında Türkiye’nin
kültürel modernleşmesine katkı sağlayacak çalışmalar
neler olmuştur.
Cumhurbaşkanı İsmet İnönü, İkinci Dünya
Savaşı’nın başlarında otoritesini tahkim ettiği bir sırada
ülkenin kültürel modernleşmesine de katkı sağlayacak
hamlelerde bulunmuştu. Halkevlerinin işlevlerini daha
geniş bir tabana yaymak, Cumhuriyet ideolojisini köylere
ulaştırmak amacıyla Halkodalarının oluşturulmasını teşvik
etti. Hiç kuşkusuz bu dönemin en ünlü ve en tartışmalı
hamlelerinden biri Köy Enstitüleri’nin kurulmasıdır.
Köy enstitülerinin kurulma amaçları nelerdir?
Köy Enstitüleri, köy kökenli çocukların öğretmen
olarak yetiştirilip, kırsal kesimde ilköğretim sorununu
çözmek üzere oluşturulmuştu. Ancak bunun kadar
Cumhuriyet’in değerlerini köye götürmek de bu kurumun
temel işlevlerinden biri olarak düşünülmüştü. Doğu ve
Batı klasiklerinin Türkçeye çevrilmesi de dönemin
üzerinde durulması kültürel çalışmaları arasında yer
almıştı.
1944 yılı Türkiye iç politikasında yaşanan gelişmeler
nelerdir?
1944 yılı iç politikada hızlı gelişmelerin olduğu
bir yıldır. Mart 1944’te CHP Meclis Grubu’nda Saraçoğlu
Hükümeti için güven oylaması yapılmış ve 251’e karşı 57
red oyu kullanılmıştı. Red oylarının yüksek çıkması
hükümetin yıprandığını ve savaş yıllarında izlenen iktisadi
politikaların hoşnutsuzluk yarattığını göstermişti. Mayıs
ayı içerisinde “Irkçılık-Turancılık” davası açılmıştı.
Savaşın başlarında hükümete yakın odaklarca
desteklenmiş ve Almanya ile yakın ilişkiler kurmuş
bulunan Turancılar, hükümete karşı komplo kurdukları
gerekçesiyle tutuklandılar. Yayın organları kapatıldı.
Diğer yanda sol görüşleriyle tanınan Adımlar, Yurt ve
Dünya, Yürüyüş ve Barış Dünyası’nın yayınına son
verilmişti. Basın üzerindeki baskı Tan ve Vatan
gazetelerinin kapatılmasıyla devam etmişti.
1930’larda Türkiye nasıl bir dış politika izlemiştir?
Türkiye, 1930’larda yeni bir dünya savaşının
ufukta belirdiği bir sırada, ittifaklara katılmama
politikasını gözden geçirerek, bölgesel ittifaklar içinde yer
almaya başlamıştı. Balkan ve Sadabad Paktları bunun
somut örnekleriydi. Özellikle İtalya’nın Arnavutluk’u
işgal etmesi (8 Nisan 1939) ve Almanya’nın Orta
Avrupa’da irredentist politikalara yönelmesi Türkiye’yi
bir hayli kaygılandırmıştı. Bunun üzerine Türkiye, 12
Mayıs’ta İngiltere ve 23 Haziran’da da Fransa ile iki ayrı
deklarasyon imzalamıştı. İki deklarasyonda öne çıkan
hüküm şuydu: “Bu kesin anlaşmanın yapılmasına değin,
Türkiye Hükümeti ve Büyük Britanya Hükümeti (ve Fransa
Hükümeti) Akdeniz bölgesinde savaşa yol açacak bir
saldırı ortaya çıktığında, edim sel işbirliği yapmaya ve
birbirlerine ellerinden gelen tüm yardım ve kolaylığı
göstermeye hazır bulunduklarını açıklarlar”. Böylece
Türkiye, Batılı demokrasilere yanaşmış ve dış politika
anlayışında önemli değişikliklere gitmişti. Türk Dış
Politikasının Batı’ya yönelmesinde 23 Ağustos 1939’da
Sovyetlerin Nazi Almanya’sı ile yaptığı saldırmazlık
antlaşmasının yarattığı kuşku da büyük rol oynamıştı.
İkinci Dünya Savaşı döneminde Türkiye’nin stratejik
önemi nasıl ortaya çıkmıştır?
Bu dönemde, Türkiye, hem İngiltere hem de
Almanya için stratejik önemde bir ülkedir. İngiltere,
Mısır’ı, Ortadoğu’yu ve dolayısıyla Hindistan ikmal
yolunu koruma arzusuyla Türkiye’ye ihtiyaç duymuştu.
Almanya da, Arap petrollerine ve bölgedeki Nazi yanlısı
güçlere ulaşmanın bir yolu olarak Türkiye’yi yanında
görmek istemişti. Bu bağlamda Türkiye ise, Birinci Dünya
Savaşı’nda alınan dersler sonucu savaşın dışında kalma ve
Müttefiklerden (özellikle İngiltere ve ABD) yardım alma
niyetiyle hareket etmişti.
Sovyetlerle yapılan görüşmelerin başarısızlıkla
sonuçlanmasından sonra, İngiltere, Fransa ve Türkiye
arasında 19 Ekim 1939’da imzalamam Üçlü İttifak
Antlaşmasının en önemli hükmü nedir?
Antlaşma’nın en önemli hükmü şöyleydi: Madde
1. “Türkiye’ye karşı bir Avrupa Devletince girişilecek bir
saldırı sonucunda, Türkiye bu Devletle savaş durumuna
girdiği takdirde, Fransa ve Birleşik Krallık, edimsel (Şili)
olarak, Türkiye ile işbirliği yapacaklar ve ona ellerinden
gelen tüm yardım ve desteği göstereceklerdir”.
Türkiye’nin İkinci Dünya Savaşı dışında kalmak için
yayınladığı bildiri neleri içermektedir?
Türk Dışişleri, önce 26 Haziran 1940’da
geçiciliği belirtilmeyen taraf olmama bildirisi yayınlamış,
1 Kasım’da da kara ve hava sahasını taraflara kapattığını
belirterek resmen savaş dışı halini ilan etmişti. Türk
Dışişleri, bu hamlesine gerekçe olarak savaşı Doğu
Akdeniz’e taşımama ve İngiltere’yi rahatlatmak olarak
göstermişti.
Türkiye’nin 1941 yılında İkinci Dünya Savaşı dışında
kalmaya yönelik imzaladığı siyasal belgeler nelerdir?
1941 yılında Türkiye bir dizi siyasal belgeler
(antlaşma ve deklarasyon gibi) imzalayarak kendini
güvenceye almaya çalışmıştır. Önce 17 Şubat 1941’de
Bulgarlarla, daha sonra da 25 Mart 1941’de Sovyetlerle
deklarasyonlar imzalamıştır. Öte yandan Almanya,
Balkanlardaki işgallerinin Türkiye ile ilgili olmadığını
belirterek yakınlaşmıştır. Hatta bu dönemde Almanlar,
Sovyetlerin Boğazlarda emelleri olduğunu dahi Ankara’ya
açıklamıştır. Almanya, Sovyetlere saldırmadan önce
güney kanadını güvenceye almak için etrafını kuşattığı
Türkiye’ye bir antlaşma önermiştir. Böylece 18 Haziran
1941’de Türk-Alman Saldırmazlık Antlaşması
imzalanmıştır.
Türk-Alman Saldırmazlık Antlaşması kısaca nasıl
açıklanabilir?
18 Haziran 1941’de Türk-Alman Saldırmazlık
Antlaşmasına göre Türkiye ve Almanya, toprak
dokunulmazlığına karşılıklı olarak saygı göstermeyi ve
birbirlerine karşı her türlü hareketten kaçınmayı
yükümlenmişlerdir. Ayrıca antlaşmanın, Türk, İngiliz,
Fransız Üçlü Antlaşması’na aykırı olamayacağı da taahhüt
edilmiştir.
Sürecin devamında Almanların Sovyetlere saldırmasıyla
Türkiye, Boğazları Müttefiklere açma baskısını hissetmiş,
buna karşılık savaşta tarafsız kalacağını tekrarlamıştır.
İngiltere ve Sovyetler, Türkiye’nin kaygılarını
giderebilmek için 10 Ağustos 1941’de Montrö’ye bağlılık
ve saldırıya uğraması halinde Türkiye’ye yardım etme
taahhüdünde bulunmuşlardır.
İkinci dünya savaşı döneminde Amerika Birleşik
Devletleri’nin Türkiye’ye ekonomik yaptırım uygulama
nedeni nedir?
Almanlarla yapılan saldırmazlık ve krom satışı
antlaşmalarının ardından Türk-Amerikan ilişkilerinde
gerginlik yaşanmıştır. ABD, yapılan antlaşmaların Türk
politikasının dengeli olmadığını gösterdiğini düşünerek
Türkiye’ye ekonomik yaptırımlar uygulamıştır. Pearl
Harbor baskınından sonra İngiltere’nin arabuluculuğuyla
ABD, ılımlı bir tavır takınmış ve “Ödünç Verme ve
Kiralama Yasasından” yararlanma hakkını Türkiye’ye
tekrar sunmuştur.
İkinci dünya savaşı döneminde Türkiye’nin ekonomik
sorunları neler olmuştur?
Türkiye, İkinci. Dünya Savaşı’na katılmamakla
birlikte, 1939-1945 yılları arasında savaş ekonomisi
sorunlarıyla uğraşmak durumunda kalmıştır. Buna göre,
bu dönemde Türkiye’nin içine girdiği seferberlik havası,
üretim kapasitesi yüksek faal nüfusun silâhaltına
alınmasına yol açmış, böylece ordudaki asker sayısı artmış
ve bütçeler de savunma masraflarına tahsis edilmiştir.
1940 yılında savunma harcamaları genel bütçenin
%53’ünü oluştururken, 1941 yılında bu oran %55’e
çıkmış, ardından her yıl %1’lik indirim uygulanarak 1944
yılında %51 seviyesine inmiştir. Böylece ülkenin
sınırlarına dayanmış olan savaş nedeniyle, hazır bir ordu
elde tutulmak istenmiş, genç ve dinamik bir kuşak silah
altına alındığından üretim oranı da düşmüştür. Örneğin
1938 yılında buğday üretimi 4.279.000 ton iken, bu rakam
1945 yılına gelindiğinde 2.189.000 tona gerilemiştir.
İkinci dünya savaşı sırasında Türkiye’de uygulanan
ekmek karnesi uygulaması neden ortaya çıkmıştır?
1938 yılında buğday üretimi 4.279.000 ton iken,
bu rakam 1945 yılına gelindiğinde 2.189.000 tona
gerilemiştir. Üretimdeki bu düşüşe kırsalda üretilen malın
kente aktarılamaması da eklenince kentli nüfusun
beslenmesi sorunu da ortaya çıkmıştır. Bu durumun en
bilinen sonucu ise büyük kentlerde uygulanan ekmek
karnesi (yani ekmeği karne karşılığında ve kısıtlı adetlerle
kişilere vermek) uygulaması olmuştur.
17. İkinci dünya savaşı döneminde Türkiye’nin ithalat
olanakları savaştan nasıl etkilenmiştir?
Cevap: Dışarıda süren savaş, ülkelerin kaynaklarını
savaşa aktarmasından dolayı ithalat olanaklarını da
kısıtlamıştır. 1938 yılında 118.899.100 dolar olan
Türkiye’nin ithalat hacmi süreç içerisinde 50.034.600
dolar seviyesine kadar inmiş, 1945 yılında ise 96.969.000
dolar seviyesinde tutunmuştur. Böylelikle ithalattan alınan
vergi gelirleri önemli derecede düşmüş, bu daralmayla
birlikte kamu giderlerinin finansmanı da
karşılanamamıştır. Böylece devlet, mevcut seferberlik
halinden dolayı oldukça artmış olan masraflarını vergiler
yerine para basarak karşılamaya çalışmış, bu da para
tedavülünü yani ülke içinde dolaşan para miktarını
genişletmiştir. Örneğin 1938 yılında tedavülde olan para
miktarı 219.000.000 lira iken 1946’da bu miktar 975.000.
000 liraya ulaşmıştır. İthalattaki bu gerileme ile birlikte
malın dışarıdan bir alternatifi olmadığından ülke içindeki
stokların değeri de yükselmiştir.
Refik Saydam ile Şükrü Saraçoğlu Hükümetlerinin
İkinci Dünya Savaşı döneminde ortak izlediği ekonomik
politika ne olmuştur.
Refik Saydam ile Şükrü Saraçoğlu Hükümetleri
“azalan üretim ve ithalat koşullarında oluşan darlıkların ve
önlenemeyen enşasyonist baskıların halk yığınlarının
tahammül sınırını aşmasını önlemek ve büyük kentlerin
beslenmesini, ısınmasını ve giyimini sağlamak” ya da en
azından oluşan sonuçları hafifletmeye çalışmak şeklindeki
bir ortak görevle karşı karşıya gelmişlerdir. Böylece bu
dönemde hükümetlerin iktisat politikaları ekonomik
büyüme ve gelişmeleri hızlandırmaktan ziyade, ürün
fiyatlarında oluşan artışları önlemek, patlak veren
karaborsa ile mücadele etmek ve vurguncu zenginliklerle
birlikte ortaya çıkan sosyal adaletsizlikleri çözmek
yönündedir.
25 Ocak 1939 tarihinde başbakanlığa getirilen Refik
Saydam’ın İkinci dünya savaşı başlarında karşı karşıya
kaldığı iki farklı politika ne olmuştur?
25 Ocak 1939 tarihinde başbakanlığa getirilen
Refik Saydam, savaşın başlarında izleyebileceği iki farklı
politika ile karşı karşıya kalmıştır:
• İlki, mevcut bütçe imkânları ile ordunun ve kentli
nüfusun temel beslenme ihtiyacını karşılama için
ticareti devlet denetimi altına almak ve sıkı polis
denetimli bir fiyat sınırlaması uygulamaktı.
• İkinci ise iç ve dış piyasalarda savaş
kıtlıklarından doğan talep artışlarının çiftçi ve
sanayici için yaratacağı kamçılayıcı etkisinden
yararlanmak amacıyla fiyatlar ve piyasa şartları
üzerindeki kontrollerden olabildiğince
kaçınmaktı. Ve üretimi teşvik edecek açık
enşasyonist artışa da büyük ölçüde katlanmaktı.
Refik Saydam Hükümeti bu iki politikadan ilkini izlemiş,
onun ardından gelen Saraçoğlu Hükümeti ise ikinci
politika yönünde adım atmıştır.
Türkiye ikinci dünya savaşı sırasında ne gibi iktisadi
önlemlere ihtiyaç duymuştur?
Türkiye, ikinci Dünya Savaşı sırasında bu yılların
özel ihtiyaçlarına cevap vermek için bazı yeni iktisadi
önlemlere ihtiyaç duymuştur. Bu önlemlerden biri olan
Milli Korunma Kanunu, için, savaş döneminin en önemli
düzenlemesi denilebilir. Ona bu derece önem
atfedilmesinin nedeni ise, bu dönemde alınan bütün
kararların bu kanuna dayanılarak çıkarılmasından ileri
gelmektedir. Dolayısıyla kanunun uygulanmasını
incelemek, başlı başına dönemin iktisat politikalarını
anlamak demektir.
Bununla birlikte Varlık Vergisi ve Toprak Mahsulleri
Kanunları ise dönemin olağanüstü şartlarına müdahale
etme ve denge oluşturma amacıyla çıkarılmıştır. Böylece
bu vergi kanunları, bize dönemin karmaşık şartları
hakkında bize ipuçları verecektir. Kısacası dönemin ana
iktisat politikasını belirleyen ya da anlatan metinler işte bu
üç temel kanundur.
18 Ocak 1940 tarihinde onaylanan “Milli Korunma
Kanunu” gerekçesi nedir?
Avrupa’da oluşan gerginliğin bir savaşa
dönüşmesiyle birlikte hemen her yerde Hükümetler
tarafından olağanüstü ekonomik tedbirlerin alındığı
belirtilmiştir. Böylece ülkemizde de bu durumun olası
etkilerini önlemek için ekonomik bakımdan koruyucu ve
savunucu tedbirler alma zorunluluğu olduğu açıklanmıştır.
Esas gerekçe ise şu şekilde ifade edilmişti: “Bu
zorunluluklardan ötürü Milli Korunma Kanunu adı altında
hazırlanan bu kanun tasarısı Yüksek Meclis’e
sunulmuştur. Bu tasarı ile Cumhuriyet Hükümeti, Yüksek
Meclis’ten durumun gerektirdiği yetkilerin verilmesini
istemektedir. Eğer Avrupa’nın bugün içinde bulunduğu
durum, koşullar ve bunların ülkemizdeki yansımaları,
gereken her durumda Yüksek Meclis’e ayrı bir kanun
tasarısıyla başvurmak imkânını verecek durumda olsa idi,
hükümetin bu yolu izleyeceği kuşkusuzdu. Fakat olaylar
öylesine hızlı ilerlemekte ve değişmektedir ki, bu durum
ancak ivedilikle günü gününe ve özellikle zamanında
alınacak karar ve tedbirlere ihtiyaç göstermektedir.”
18 Ocak 1940 tarihinde onaylanan “Milli Korunma
Kanununun” hükümleri nelerdir?
Kanun’un getirdiği hükümlere göre; Hükümet
ihtiyaçlarını karşılamak için, üretimlerin niteliklerini
belirlemek amacıyla sanayi ve maden işletmelerini
denetleyebilecek, bu işletmelere üretim programı
verebilecek ve işletmelerde üretilecek malın üretim
hacmini, ürünün miktarını ve türünü saptayabilecektir.
Aynı zamanda hükümet, bu işletmelerdeki çalışma
sürelerini belirleme hakkına da sahip olacaktır. Bununla
birlikte sanayi, maden ve diğer işletmelerdeki işçiler ve
diğer teknik elemanlar, geçerli bir mazeretleri olmaksızın
ve bunu da bildirmeksizin çalıştıkları yerlerden
ayrılamayacaklardır. Çalışma yükümlülüğü olanlara da
emeklerine karşılık olarak normal ödeme yapılacaktır.
Kanunla birlikte Hükümet’e mal ve yardımcı malzeme
stoklama hakkı verilmiştir. Böylece Hükümet bazı
ürünlerin yurtdışına çıkışını yasaklayarak ihracata el
koyabilecekti, ithal edilecek ürünlerin de belirlemesini
yapabilecekti. Ayrıca Hükümet, piyasa değer fiyatlarından
bu ürünlere el koyabilecek ve ihtiyacı olan kuruluşlara el
koyduğu bu ürünleri üzerine kâr koymadan verebilecekti.
Kanuna göre, mesai saatleri her gün üç saat uzatılabilecek,
iş yasasının çocukların ve kadınların lehindeki hükümleri
de uygulanmayabilecekti.
12 Kasım 1942 tarihinde kanunlaşan Varlık Vergisi
Kanunu gerekçe ve kapsamı nedir?
Kanunun gerekçesi ve kapsamı, Kasım 1942’te
Başbakan Şükrü Saraçoğlu tarafından Meclis’te şu şekilde
anlatılmıştır: “Eşya fiyatlarının bugünkü delice artışında
bir vakıa vardır ki, o da tedavüldeki Türk parasının
mütemadiyen artması ve 700 milyona çok yaklaşmış
olmasıdır. Tek yol tedavüle çıkan paranın bir kısmını vergi
olarak geri çekmekten ibarettir. Ve bu geri alış başlıca
harp yıllarında çok para kazanmış olanlardan
yapılmaktadır ve yalnız bir defaya mahsus olarak
alınmalıdır. Başlıca üç matrahtan para toplayacaktır.
Ehemmiyet sırasıyla:
• Tüccarlar,
• Emlak ve akar sahipleri,
• Büyük çiftçilerdir.
Harp yıllarında en çok parayı tüccarlar kazandığı için bu
varlık vergisinin en büyük yükünü bittabi onlar
taşıyacaktır”. Görüldüğü gibi kanunun gerekçesi savaş
yıllarında ortaya çıkan ekonomik adaletsizliklerin
önlenerek halktaki tepkiyi azaltmak olarak takdim
edilmiştir. Bunun yanında kanunun teknik amacı ise, Türk
lirasının düşen değerini yükseltmektir. Yani piyasada bol
miktarda bulunan banknot, liranın değerini düşürürken,
Varlık Vergisi üzerinden oldukça kısa bir süre içinde ve
büyük miktarlarda banknotun piyasadan çekilerek, liranın
değerinin yeniden arttırılması sağlanacaktı.
12 Kasım 1942 tarihinde kanunlaşan Varlık Vergisi
Kanunu hangi maddeleri içermektedir?
Kanun’un 1. Maddesi, ticaret ve tarım
burjuvazisinin servetleri ve olağanüstü kazançları
üzerinden vergi alınmasını ve her kişiden bir defaya
mahsus olmak üzere mükellefiyet gruplarının oluşturması
hükmü vardı. 2. Maddede de, “mükellefiyet tesis
edilenlerin” 4 grupta toplandığı açıklanmıştır. Buna göre
vergi şu mükelleflerden alınacaktı:
• Kazanç ve buhran vergisi mükellefleri
(kapsamında ticaret erbabı, maaşlı hizmetli,
küçük ve seyyar esnaf da bulunmaktadır),
• İşine zarar vermeden vergi mükellefi olabileceği
komisyonlarca belirlenmiş (büyük) çiftçiler,
(vergi borç miktarlarının düşüklüğü sebebiyle
çiftçilerin borçları kanunun yürürlükte kaldığı
sürece boyunca pek dikkate alınmamıştır),
• Sahip oldukları binaların veya bina hisselerinin
yıllık gayrisafi gelir toplamı 2.500 liradan ve
arsalarının vergide kayıtlı kıymetleri 5.000
liradan yukarı olup bu miktar çıkarıldıktan sonra
geri kalan gelir ve kazançlarla vergiyi
verebileceği komisyonlarca kararlaştırılanlar,
• 1939 yılından beri kazanç ve buhran vergilerine
bağlı bir işle uğraştığı halde kanunun yayını
tarihinde işini terk, devir ve tasfiye etmiş olanlar,
• Meslekleri tüccarlık, komisyonculuk, aracılık
olmadığı halde 1939 yılından beri bir defaya
mahsus bile olsa ticari alışverişe aracılık ederek
para veya ürün almış olanlar.
4 Haziran 1943 tarihinde kanunlaşan Toprak
Mahsulleri Vergisi Kanununun çıkarılma nedeni neydi?
Türkiye’de Aşar Vergisi’nin kaldırılmasından
sonra milli gelirin neredeyse yarısını oluşturan tarımsal
ürünlerden devleti tatmin edici bir vergi alınmamıştır.
Bununla birlikte savaş yıllarında, önemli kazançlar elde
etmiş büyük toprak sahiplerinin gelirlerinin
vergilendirilmesi de yapılmamıştır. Nitekim bu yönde
yapılacak bir vergilendirme Korkut Boratav’a göre Varlık
Vergisi uygulamasının da tamamlayıcısı olacaktı. Şükrü
Saraçoğlu Hükümeti bu yönde bir talebi 1943 yılında bir
tasarı ile Meclis’e taşımış ve tasarı 4 Haziran 1943’de
kanunlaşmıştır.
İkinci dünya savaşı döneminde Türkiye’de sektörel
faaliyetlerin temel alt yapı destekleyicileri neler olmuştur?
Sektörel faaliyetin temel altyapı destekleyicisi
olarak insan kaynakları, üç ana başlıkta incelenir. Bunlar
• Nüfus,
• Sağlık ve
• Eğitim alanlarındaki gelişmelerdir.
Ülke nüfusu, savaş yıllarındaki askeri seferberlik sonucu
genç nüfusun askere alınması, penisilin ve DTT gibi
ilaçların yeterince bulunmamasından dolayı salgın
hastalıkların artması ve çocuk ölümlerinin fazla olması
nedeniyle istenilen düzeyde artmamıştır. Bu yıllarda yıllık
nüfus artış oranı binde 10.59 seviyesinde kalmıştır.
Türkiye’de Tarım sektörü ikinci dünya savaşından
nasıl etkilenmiştir?
İkinci Dünya Savaşı yıllarında tarım sektörü
ülkedeki seferberlik halinden etkilenmiştir. Bu etki, üretim
kapasitesi yüksek dinamik nüfusun silâhaltına
alınmasından kaynaklanmıştır. Yani kişiler tarlalarında
durup üretim yapacakları yerde vakitlerini askeri
garnizonlarda geçirmek zorunda kalmışlardır. Bu
dönemde sektörü olumsuz yönde etkileyen bir diğer olay
da birkaç yıl art arda meydana gelen kuraklıklar olmuştur.
Dolayısıyla verilerin de ortaya koyacağı gibi savaş
yıllarında Türkiye’de tarımsal üretim ve verim yönünden
istatistikî anlamda önemli bir gelişme yaşanmamıştır.
Türkiye’de Sanayi sektörü ikinci dünya savaşından
nasıl etkilenmiştir?
Sanayi İkinci Dünya Savaşı sırasında ürkmüştür,
sanayi önemini kaybetmiştir. Zira savaş döneminde
çıkarılan Varlık Vergisi ve Milli Korunma Kanunu ile
büyük kent burjuvazisinde birikmiş sermayenin bir kısmı
devlete aktarılmak istenmiştir. Bu düzenleme bir yandan
özel girişimcileri kısıtlamış bir yandan da onları kontrol
etmiştir. Ayrıca bu dönemde yapılan yatırımların oldukça
büyük bir kısmı ordunun ve kamunun ihtiyaçlarına
yönlendirilmiştir. Örneğin 1939 yılında 111 adet kamu
kuruluşu bulunmaktadır. Bu da kamu kuruluşu sayısının
önceki dönemlere göre %260 oranında arttığını
göstermektedir. Zaten bu dönemde savunmaya ayrılan pay
da genel bütçenin yarısını oluşturmaktadır.
İsmet İnönü’nün “değişmez genel başkanlık” ve “milli şef” sıfatlarını üstlenmesinin altında yeten nedenler nelerdir?
İsmet İnönü’nün “değişmez genel başkanlık” ve
“milli şef” sıfatlarını üstlenmesinin altında, hem parti
ve devlet mekanizması üzerinde otorite kurma hem
de Avrupa’daki tek partili şef düzenlerinden etkilenmiş olması yatmaktadır
İsmet İnönü, iç barışı sağlamak üzere neler yapmıştır?
İsmet İnönü, iç barışı sağlamak üzere Atatürk’e ve
kendisine muhalif olanlarla barışma yoluna gitmiş ve
başta Kazım Karabekir olmak üzere bazı kişilerin de
31 Aralık 1938 tarihli ara seçimlerde milletvekili olmasını sağlamıştı. İzmir Suikastı davası nedeniyle gözden düşmüş olan Dr. Rıza
Nur, Rauf Orbay, Adnan Adıvar, Halide Edip Adıvar
gibi ünlü isimler de, sürgünde bulundukları ülkelerden Türkiye’ye dönme olanağına kavuşmuşlardı.
Celal Bayar'ın 25 Ocak 1939’da başbakanlık görevinden istifa etme nedeni nedir?
Bu istifanın nedeni Celal Bayar’ın liberal malî ve iktisadî politikaları savunmasıydı.
Bu nedenle devletçi görüşleriyle bilinen Cumhurbaşkanı İnönü’yle ters düşüyordu.
Celal Bayar'dan sonra kim başbakan oldu?
Dr. Refik Saydam
Refik Saydam kimdir?
8 Eylül 1881 tarihinde dünyaya geldi. Balkan Savaşları ve I. Dünya
Savaşı’nda ordu bünyesinde tifo, dizanteri, veba
ve kolera hastalıklarıyla mücadele etti ve tifüse
karşı geliştirdiği aşıyla tıp literatürüne girdi. 1919
yılında 9. Kolordu Sağlık Müfettişi Muavinliği
görevi ile Mustafa Kemal Atatürk’ün yanında
Samsun’a çıktı. Erzurum ve Sivas Kongrelerine
katıldı. Birinci TBMM’ne Doğubayazıt milletvekili olarak girdi, 1923 seçimlerinde de İstanbul
milletvekili olarak üyeliğini sürdürdü. Cumhuriyet döneminde sağlık alanında birçok çalışma
yaptı. 1938 yılından sonra İçişleri Bakanlığı,
CHP Genel Sekreterliği ve Kızılay Başkanlığı görevlerini yerine getirdi. 1939-1942 yılları arasında Başbakanlık yaptı. 8 Temmuz 1942 tarihinde
bir inceleme gezisi sırasında kalp krizi geçirerek
hayatını kaybetti.
26 Mart 1939'da yapılan seçimde seçilen milletvekilleri hakkında bilgi veriniz?
Seçimler iki dereceli seçim esasına göre yapılmış, 62
ilden 424 milletvekili seçilmişti. Bu rakamın 420’si
CHP tarafından partililere danışılarak elde edilmiş
isimlerdi. Bunlardan 4’ü müstakil, 14’ü kadın ve 4’ü de
gayr-i müslimdi. Buradaki milletvekillerinin meslekleri ise diş hekimliğinden gazeteciliğe geniş bir alana yayılmıştı.
Cumhurbaşkanı İsmet İnönü, İkinci Dünya Savaşı’nın başlarında otoritesini tahkim ettiği bir sırada ülkenin kültürel modernleşmesine de katkı sağlayacak ne gibi hamlelerde bulunmuştu?
Halkevlerinin işlevlerini
daha geniş bir tabana yaymış, Cumhuriyet ideolojisini
köylere ulaştırmak amacıyla Halkodaları oluşturmuştu. Hiç kuşkusuz bu dönemin en ünlü ve en tartışmalı
hamlelerinden biri Köy Enstitüleri’nin kurulmasıdır.
Köy Enstitüleri, köy kökenli çocukların öğretmen
olarak yetiştirilip, kırsal kesimde ilköğretim sorununu
çözmek üzere oluşturulmuştu. Ancak bunun kadar
Cumhuriyet’in değerlerini köye götürmek de bu kurumun temel işlevlerinden biri olarak düşünülmüştü.
Doğu ve Batı klasiklerinin de çevrilmesi dönemin kültürel çalışmaları arasında yer almıştı.
Numan Menemencioğlu kimdir?
1893 yılında Bağdat’ta
doğmuştur. Yükseköğrenimini Lozan Üniversitesi
Hukuk Fakültesi’nde yapmıştır. Cumhuriyet döneminde çeşitli ülkelerde diplomat olarak görevlerde bulunmuştur. 1937 yılında da milletvekili
seçilmiştir. Şükrü Saraçoğlu Hükümeti’nde Dışişleri Bakanlığı görevini üstlenmiştir. İkinci Dünya
Savaşı sırasında dış politikanın yürütülmesinde
kritik sorumluluklar üstlenmiştir. Bakanlık görevinin ardından Paris ve Lizbon elçilikleri görevlerini
yerine getirmiştir. 1956 yılında emekliye ayrılan
Menemencioğlu, 15 Şubat 1958’de vefat etmiştir.
1944 yılı iç politikada ne gibi gelişmeler olmuştur?
1944 yılı iç politikada hızlı gelişmelerin olduğu bir yıldır. Mart 1944’te CHP Meclis Grubu’nda
Saraçoğlu Hükümeti için güven oylaması yapılmış
ve 251’e karşı 57 red oyu kullanılmıştı. Red oylarının yüksek çıkması hükümetin yıprandığını ve
savaş yıllarında izlenen iktisadi politikaların hoşnutsuzluk yarattığını göstermişti. Mayıs ayı içerisinde “Irkçılık-Turancılık” davası açılmıştı. Savaşın
başlarında hükümete yakın odaklarca desteklenmiş
ve Almanya ile yakın ilişkiler kurmuş bulunan Turancılar, hükümete karşı komplo kurdukları gerekçesiyle tutuklandılar. Yayın organları kapatıldı.
Türkiye, 1930’larda nasıl bir dış politika izlemiştir?
Türkiye, 1930’larda yeni bir dünya savaşının
ufukta belirdiği bir sırada, ittifaklara katılmama politikasını gözden geçirerek, bölgesel ittifaklar içinde yer
almaya başlamıştı. Balkan ve Sadabad Paktları bunun
somut örnekleriydi. Özellikle İtalya’nın Arnavutluk’u
işgal etmesi (8 Nisan 1939) ve Almanya’nın Orta
Avrupa’da irredentist politikalara yönelmesi Türkiye’yi
bir hayli kaygılandırmıştı. Bunun üzerine Türkiye, 12
Mayıs’ta İngiltere ve 23 Haziran’da da Fransa ile iki
ayrı “deklarasyon imzalamıştı. İki deklarasyonda öne
çıkan nokta şu şekildedir: “Bu kesin anlaşmanın yapılmasına değin, Türkiye Hükümeti ve Büyük Britanya
Hükümeti (ve Fransa Hükümeti) Akdeniz bölgesinde
savaşa yol açacak bir saldırı ortaya çıktığında, edimsel
işbirliği yapmaya ve birbirlerine ellerinden gelen tüm
yardım ve kolaylığı göstermeye hazır bulunduklarını
açıklarlar”. Böylece Türkiye Batılı demokrasilere yanaşmış ve dış politika anlayışında
önemli değişikliklere gitmişti. Türk Dış Politikasının
Batı’ya yönelmesinde 23 Ağustos 1939’da Sovyetlerin
Nazi Almanya’sı ile yaptığı saldırmazlık antlaşmasının
yarattığı kuşku da büyük rol oynamıştı.
İrredantizm nedir?
İtalyanca irredantia (kayıp topraklar) kökünden
gelen bu kavram, ilk olarak 19. yüzyıl İtalyan ulusal hareketi sırasında kullanılmaya başlandı. Bir
devletin kendi sınırlarına yakın soydaşlarının bulunduğu bölgeleri ilhak etmesidir.
Bu dönemde, Türkiye hem İngiltere hem de Almanya açısından niçin stratejik önemde bir ülkedir?
İngiltere, Mısır’ı, Ortadoğu’yu ve dolayısıyla Hindistan’ın
ikmal yolunu koruma arzusuyla Türkiye’ye ihtiyaç
duymuştu. Almanya da, Arap petrollerine ve bölgedeki Nazi yanlısı güçlere ulaşmanın bir yolu olarak
Türkiye’yi yanında görmek istemişti.
İngiltere, Fransa ve Türkiye arasında 19 Ekim 1939’da imzalanan Üçlü İttifak Antlaşması'nın en önemli hükmü nedir?
Madde 1. “Türkiye’ye karşı bir Avrupa Devletince
girişilecek bir saldırı sonucunda, Türkiye bu Devletle
savaş durumuna girdiği taktirde, Fransa ve Birleşik
Krallık, edimsel (fiili) olarak, Türkiye ile işbirliği yapacaklar ve ona ellerinden gelen tüm yardım ve desteği göstereceklerdir”
Ödünç Verme ve Kiralama Yasası nedir?
ABD’nin Mihver devletlerine karşı 1941-
1945 yılları arasında Müttefik ülkelere
savaş malzemesi sağlamak için geliştirdiği
destek programıdır. ABD Başkanı Roosevelt tarafından sunulan ve 11 Mart 1941
tarihinde ABD Senatosunca kabul edilen
yasa, stratejik açıdan Mihver devletlerine
karşı savaşan Müttefikleri desteklemeyi
ve ABD’nin savunulmasını amaçlamıştır.
ABD Başkanı bu yasayla, silah, hammadde, yedek parça ve teçhizat gibi stratejik
malzemenin Müttefik ülkelere satışı, ödünç
verilmesi, kiralanması ya da transferi konusunda yetkilendirilmiştir. Bu dönemde yasa
kapsamında Türkiye’ye 95 milyon dolarlık
savaş malzemesi verilmiştir
Türkiye İkinci Dünya Savaşı'na girmiş midir?
Baskı neticesinde Türkiye, savaşa girmeyi ilke olarak kabul etmekle birlikte, askeri
yetersizliklerini öne sürmüştür. 14 Ocak 1943 tarihli Casablanca Konferansı’nda alınan Türkiye’nin
savaşa girmesi adına gerekli baskının yapılması
kararı, Cumhurbaşkanı İnönü ile Churchill’in 30
Ocak-1 Şubat 1943’te (Deringil’e göre 30-31 Ocak)
Adana’da yapacağı görüşmeyi hazırlamıştır. Türkiye
burada Almanya’nın Sovyetlere karşı bir denge unsuru olduğunu ve Sovyetlerin savaş sonunda kazandıklarıyla yayılmacı bir politika izleyeceğini öngörmüştür. Bunun üzerine İngilizler, kurulacak güçlü
bir uluslararası örgütle Sovyetlerin olası tutumunun
engelleneceğini vaat etmiştir. Ayrıca Türkiye’ye bir yıllık savaş ihtiyaç malzemesi, uçaksavar ve tanksavar birliklerinin verilmesini de kararlaştırmıştır. Sovyetler de Türkiye’nin Almanya
ile yaptığı antlaşmaları Müttefiklerin aleyhine bulmuştur. Bu yaklaşım üzerine Türkiye ile Sovyetler
arasında bu dönemde çeşitli görüşmeler yapılmıştır.
Görüşmelerde Türkiye işbirliğinden yana olduğunu
belirtirken, Sovyetlerin tutumu Türkiye’nin savaşa
girmesi yönünde olmuştur. İngiltere ve ABD, Kuzey Afrika’daki Müttefik zaferinin ardından, 12-16 Mayıs 1943’te
Washington’da bir araya gelerek, Türkiye’yi savaşa
sokma ve Romanya’daki Alman petrol tesislerine
Türkiye üzerinden saldırı düzenleme planlarını
görüşmüşlerdir. 11-24 Ağustos 1943’te düzenlenen Quebec Konferansı’nda da Türkiye’nin hava
sahasını Müttefiklere açması ve Alman ticaret gemilerinin Boğazlardan geçişinin engellenmesi istekleri kararlaştırılmıştır.
Mihver devletlerinin art arda yenilgilere uğratıldığı bir
dönemde Türkiye, savaşta taraf olmanın ötesinde,
Sovyetlerin savaş sonrası tutumunu hesaplamaya
hazırlanmıştır. Nitekim 19 Ekim 1943’te yapılan
Moskova Konferansı ile birlikte İngiltere, taahhüt
ettiği yardımda tasarruf etme düşüncesiyle artık
Türkiye’nin savaşa kendiliğinden girmesini istemiştir. İngiltere ve SSCB arasında 1 Kasım’da imzalanan protokole de, Türkiye’nin
müttefik devletler safında savaşa girmesi ve hava
üslerini açması için bir çağrıda bulunulacağı belirtildi. Bu dönemde özellikle Sovyetlerin kullandığı
dil, Türkiye’nin savaş sonrası masasına oturabilmesi için savaşa girmesi gerektiği şeklindedir.
Bu çağrı 5 Kasım 1943’te I. Kahire Konferansı’nda da yapılmıştır (Deringil,
1994:210). Türkiye çağrıya, savaşa girmeyi ilke
olarak kabul ettiğini belirterek yanıt verecek ve
artık tarafsızlık diplomasisini askıya alıp, güçsüz
durumunu anlatmaya çalışacaktır. 28 Kasım-1
Aralık 1943 tarihleri arasında gerçekleştirilen
Tahran Konferansı’nda sadece 17 filoluk bir İngiliz yardımının taahhüt edilmesiyle, Müttefiklerin Türkiye’ye ekonomik ve askeri yardım yapma
konusunda niyetlerinin olmadığı ortaya çıkmıştır
(Aydın, 2009:461). Müttefiklere göre bu konferans, Türkiye’nin savaştan sonra yapılacak görüşmelere katılabilmesi için son fırsattır. Bununla
birlikte 4-8 Aralık tarihlerinde gerçekleştirilen II.
Kahire Konferansı’nda da Müttefiklerin Türkiye’yi
savaşa çekme ısrarcılığı doruk noktasına ulaşmış,
savaşa katılmaması halinde Türkiye’nin yalnızlaşacağı fikri yinelenmiştir (Aydın, 2009:462). Türkiye buna, savunmasının yeterliliğinin sağlanması
gerekliliğini belirterek cevap vermiş, ayrıca konferansta ortak bir harekât planı öneren İngiltere’nin
sadece uçak göndermesini yardım olarak görmediğini belirtmiştir. Sovyetler ise bu tarihten itibaren
Türkiye’yi artık görmezden gelmeye başlamıştır.
Bununla birlikte mevcut harekât planının görüşülmesi adına 1 Ocak 1944 tarihinde Türkiye’ye gelen Müttefik askeri heyetinin bir ay zarfında sonuç
alınamayıp aniden geri dönmesiyle İngiliz-Türk
ilişkileri gerginleşmiştir. Bunun üzerine İngiltere
ve ABD, Türkiye ile ilişkilerin dondurulduğunu ve
yapılan malzeme yardımının da durdurulduğunu
açıklamışlardır. Bu dönemde Almanlarla yapılan
krom satışı anlaşmasının yenilenmesi, bozulan ilişkileri daha da germiştir. Bu gelişme üzerine Müttefikler 4 Nisan’da stratejik hammaddelerin satışının
devamı halinde Türkiye için abluka tedbirlerinin
alınacağını bildirmişlerdir. Böylece Türkiye 21
Nisan’da krom satışını tamamen durdurduğunu
açıklamıştır. Bu açıklamayı, tüm ticaret potansiyelinin engellenmesi talebi izlemiştir. Görüşmeler
neticesinde Türkiye, oluşacak hacimsel gerilemeyi
Müttefiklerin doldurmaları taahhüdü karşılığında,
Mihver devletleriyle olan ticaret hacmini azaltmayı
kabul etmiştir. Sürecin devamında Müttefik protestolarının oluşmasıyla birlikte Türkiye, Alman
ticaret gemilerinin tamamının geçişini engelleyeceğini bildirmiştir. Aldığı bu önlemlerle, İngiltere ile
ilişkilerinde canlanma sağlayan Türkiye, Sovyetlerle de arasını düzeltmek adına içerideki Turancılara karşı bir operasyon düzenlemiş ve Mayıs ayında 23 Turancıyı tutuklamıştır. Ancak Sovyetler,
Türkiye’nin Almanlara hâlâ savaş ilan etmemesi nedeniyle Turancı tutuklamaları yetersiz görmüştür.
Türkiye süreçten endişe duymuştur. Savaşa girmek için 3 Temmuz 1944’te, Ödünç Verme ve Kiralama Yasası’ndan yeniden yararlanma, savaş sonrası Müttefik karar alma mekanizmasına katılma
hakkı elde etme, savunma için savaş malzemesi ve
uçak alma, Almanya ile ilişkilerin kesilmesi ve savaş
şartlarından doğacak mali ihtiyaçların karşılanması
gibi şartlar öne sürmüştür. İngiltere teklifleri kabul
ederek bu durumun Türklerle ittifakın teyidi olduğunu ilan etmiştir. Bunun üzerine Türkiye, Almanya ile bütün ilişkilerini keseceğini bildirmiştir.
Ancak 1945 yılına gelindiğinde İngiltere,
Türkiye’nin savaşa katılmasının bir etki yaratmayacağını düşünmeye başlamıştır. Yalta Konferansı’nda
(4-11 Şubat 1945) alınan “Birleşmiş Milletler
Konferansı’na 1 Mart 1945 tarihi itibariyle Almanya ve Japonya ile savaşta olmayan devletlerin kurucu üye olarak katılamayacakları” kararı sonrası Türkiye, 23 Şubat’ta mevcut koşulu yerine getirmek
adına bu iki devlete savaş ilan etmiştir. Sovyetler
bu durumu yine de yetersiz bulmuş ve Türkiye ile
yaptığı Dostluk ve Tarafsız Antlaşması’nı yenilemeyeceğini bildirmiştir. 7 Mayıs 1945’te Almanya’nın
ve 14 Ağustos’ta da Japonya’nın teslim olmasıyla II.
Dünya Savaşı resmen sona ermiştir. Türkiye bu büyük savaşın dışında kalmayı başararak süreci atlatabilmiştir
Milli Koruma Kanunu nedir?
Refik Saydam Hükümeti, II. Dünya Savaşı başlamadan önce savaşın yaratacağı olası ekonomik tahribatı öngörerek ülkedeki ekonomik dengelerin nasıl korunacağına ilişkin bir takım hazırlıkları başlatma
gereği duymuştur. Bu amaçla Hükümet, aralarında eski Kadro Dergisi üyelerinin de bulunduğu Sanayi
Tetkik Heyeti’ne bir rapor hazırlatmıştır. Bu rapor “Müdafaa Ekonomisi” adını taşımıştır. Uzmanlar grubu tarafından hazırlanan bu rapor, 1939 yılı sonunda Başbakanlık makamına sunulmuştur. Saydam Hükümeti, raporun sunulmasıyla birlikte, mevcut rapora dayanarak Meclis’ten bir yasa tasarısı hazırlanmasını
istemiştir. Aynı zamanda “Milli İktisat Kanunu” adlı bir tasarıyı da Meclis’e göndermiştir. Meclis’e gönderilen bu tasarı, emek, tasarruf, mülk edinme ve şirket kurma özgürlüklerini kısıtlayan yetkileri Hükümet’e
vermektedir. Özgürlüklerin kısıtlanması söz konusu olduğundan metnin anayasaya aykırı olup olmadığı
tartışılmıştır. Hal böyle olunca Meclis içinde tasarıya karşı bir muhalefet de doğmuştur. Oluşan direnci
kırmak için Recep Peker’in başkanlığında bir komisyonun kurulması kararlaştırılmıştır. Peker’in başkanlığındaki bu komisyon, bir metin hazırlayarak “Milli Korunma Kanunu” başlığıyla Meclis’e sunmuştur.
Kanun tasarısı üzerinde yapılan tartışmaların sonucunda, 18 Ocak 1940 tarihinde Meclis’te kabul edilerek
kanunlaşmıştır
Salkım Hanımın Taneleri filmi neden önemlidir?
Yılmaz Karakoyunlu’nun
“Salkım Hanımın Taneleri”
adlı romanından uyarlanmış, Tomris Giritlioğlu’nun
yönettiği “Salkım Hanımın
Taneleri” adlı film, Varlık
Vergisi ve Aşkale toplama
kampını konu edinmesi bakımından izlenebilir.
İktisadi Buhran Vergisi nedir?
1929 dünya ekonomik krizinin etkilerini
azaltmak, azalan vergileri arttırmak için
1931 yılında yürürlüğe konulmuştur. Geçici bir vergi olan İktisadi Buhran Vergisi,
çalışanların maaşlarından kesilmiştir. Kazanç vergisi mükellefleri, ayda 30 TL ve
altında maaş alanlar, ziraatta çalışan işçiler
bu vergiden muaf tutulmuştur.
Salma Yöntemi nedir?
Kavram olarak salma, köy ihtiyar heyetince salınan bir aile vergisidir. Salma,
köy mahallî hizmetlerini karşılamak üzere
köyde oturan veya oturmamakla birlikte
köyde maddi ilgisi bulunanlardan alınan
dağıtmalı bir çeşit genel gelir vergisi niteliğinde ve herkesin ödeme gücüne göre aile
itibariyle koyulacak bir vergidir. Burada
alınacak vergi miktarını belirleyecek kişi
köyün muhtarıdır. Böylece kavram vergi
belirleyiciliğinde kanaat yetkisini öne çıkarmaktadır.
Kliring nedir?
Ülkeler arası ticarette kullanılan bir ödeme şeklidir. Burada ödeme, döviz kullanılmadan mahsup veya takas yoluyla
gerçekleştirilir. Antlaşmayı imzalayan ülkelerdeki ithalatçılar satın aldıkları malın
bedelini kendi ülkelerindeki kliring kurumuna kendi para birimleriyle öderler.
Malın bedeli ise ihracatçıya buradan aktarılır. Bu ödeme yöntemine, para biriminin
alış gücü yetersizliği bulunan ve ürününü
serbest dövizle satamayan ülkelerce başvurulur. Yöntemin sıklıkla kullanılması ülke
dış ticaretini bağımlı kılmaktadır.
-
AÖF Sınavları İçin Ders Çalışma Taktikleri Nelerdir?
date_range 1 Gün önce comment 11 visibility 16716
-
2024-2025 Öğretim Yılı Güz Dönemi Kayıt Yenileme Duyurusu
date_range 7 Ekim 2024 Pazartesi comment 1 visibility 1059
-
2024-2025 YKS Ek Yerleştirme İle Yerleşen Adayların Çevrimiçi (Online) Başvuru ve Kayıt Duyurusu
date_range 24 Eylül 2024 Salı comment 1 visibility 552
-
Çıkmış Soruları Gönder Para Kazan!
date_range 10 Eylül 2024 Salı comment 5 visibility 2618
-
2023-2024 Öğretim Yılı Yaz Okulu Sınavı Sonuçları Açıklandı!
date_range 27 Ağustos 2024 Salı comment 0 visibility 825
-
Başarı notu nedir, nasıl hesaplanıyor? Görüntüleme : 25489
-
Bütünleme sınavı neden yapılmamaktadır? Görüntüleme : 14446
-
Akademik durum neyi ifade ediyor? Görüntüleme : 12481
-
Harf notlarının anlamları nedir? Görüntüleme : 12440
-
Akademik yetersizlik uyarısı ne anlama gelmektedir? Görüntüleme : 10365