Osmanlı Merkez ve Taşra Teşkilatı Dersi 4. Ünite Özet

Taşra Teşkilatı / Timar Sistemi, Eyalet, Sancak Ve Kaza Düzeni

Timar Sistemi

Timar, muayyen bir bölgeye ait vergi gelirlerinin belirli yükümlülükler karşılığında padişah tarafından bir şahsa verilmesidir. Burada belirli bir arazinin tevcihi veya araziye ait bazı hakların verilmesinden ziyade bir takım vergilerin havale edilmesi söz konusudur. Timar sisteminin tatbiki için devlet, hâkimiyet altına alınmış ülkelerde bir tahrir (sayım) yaparak, vergi gelirlerini tesbit eder ve daha sonra bu vergi gelirlerini dirlik denilen küçük birimlere bölerek askerî hizmetler karşılığında sipahilere tevcih eder. Böylece devlet belirli bölgelerin vergi gelirlerini toplamak külfetinden kurtulduğu gibi ihtiyacı olan askerleri de temin etmiş olurdu.

Timar’ın Kökeni

Osmanlılar büyük ölçüde Selçuklu müesseselerinden faydalanmak yoluna gitmiştir. Osmanlılar Anadolu Selçuklularındaki iktâ (Osmanlılardan önceki devletlerdeki ve Selçuklulardaki timar sistemidir) sistemini esas almışlardır. Balkanlarda Osmanlı hâkimiyeti kurulduktan sonra Bizans veya Sırp timarlarının birçoğu, bütün mahalli özellikleriyle aynen devir ve teslim alınmıştır. Osmanlılarla çağdaş olan Akkoyunlu Devleti’nde de timar sisteminin mevcut olduğu Doğu ve Güneydoğu Anadolu’nun Osmanlılara geçmesinden sonra tertip olunan kanunnâmelerden açıkça anlaşılmaktadır.

Bütün bunlardan, timarın Osmanlı devletinin karakteristik bir kurumu olmadığı benzeri bir yapının diğer Anadolu beyliklerinde de var olduğu sonucu çıkmaktadır. Timar sisteminin Osmanlı devletinin başlangıcından itibaren tatbik edildiği resmî belgeler ve vekayinâmelerin ifadesi ile sabittir.

Dirlik Çeşitleri

Tahrirler tamamlandıktan sonra bir eyalete veya sancağa ait vergi gelirleri dirlik denilen muayyen büyüklükte parçalara ayrılarak kişilerin rütbe ve istihkaklarına göre tevcih edilmektedir. Timar sistemi içerisinde dirlikler üç ana gruba ayrılmıştır. Bunlar has, zeamet ve timar adını almaktadır.

Haslar: G eliri 100 bin akçe ve yukarısı olan dirliklere has denilmiştir. Bunlar başta padişah olmak üzere şehzadeler, veziriazam, vezirler, valde sultan ve padişahın kız kardeşleri ve kızları ile beylerbeyileri, sancakbeyileri gibi yüksek dereceli devlet adamlarına tahsis edilmektedir.

Ayrıca padişahın annesi başta olmak üzere, kız kardeşi, kızları ve haseki denilen padişahtan çocuğu olmuş saray kadınlarına da paşmaklık denilen haslar tevcih olunurdu.

Zeametler: Zeamet, geliri 20 bin ila 99.999 akçe arasında olan dirliklere verilen isimdir. Zeamet orta dereceli devlet memurlarına ve sipahi subaylarına tevcih edilmektedir. Bunlar arasında bazı yörük beyleri, müsellem beyleri, defter kethüdaları, timar defterdârları, sancakbeyi ve beylerbeyilerin oğulları sayılabilir. Ayrıca dirliğe geçmek isteyen kapıkulu mensuplarından çavuş, müteferrika, kapıcı ve divân kâtiplerine de zeamet verilirdi. Zâim denilen zeamet sahibi, timarlı sipahiler gibi, dirliğinin bulunduğu yerde ikamet etmek ve sefere çağırıldığında cebelisi ile eşmek (savaşmak) zorunda idi.

Timarlar: Osmanlı timar sisteminin esasını ve sayı olarak ana grubunu timarlar oluşturur. Timar, genel olarak geliri en fazla 19.999 akça olan dirliklere denilmektedir. Bir sancaktaki timar kadrosu icmal deftere yazılırdı ki, buna icmallü kılıç timar tâbir edilirdi. Kılıç miktarı eyaletlere göre farklılık gösterir. Tevcihi bakımından kılıç timar iki kısma ayrılır: Tezkereli timar, tezkeresiz timar. Tezkeresiz timar, eyalet yöneticisi olan beylerbeyilerin merkeze sormadan kendi tuğrasını taşıyan berâtı ile tevcih edebildikleri timarlardır. Timarın tezkereli olması için beylerbeyinin sipahi adayının eline bir tezkere vermesi, yani timar tevcihini merkeze teklif etmesi lazım gelir. Bu tezkereleri değerlendiren dîvân, teklifi yerinde bulduğu takdirde sipahiye timar berâtı verir. Tezkereli timar, daimî kadrolu timar anlamına gelmektedir.

Serbest Timarlar: Timarları, idâri ve mâlî özerkliği bakımından “serbest” olan ve olmayan timarlar şeklinde iki ayrı bölümde incelemek lâzım gelir. Pâdişah hasları ile sultan ve vezir vakıflarından başka; vezir, beylerbeyi, sancakbeyi, nişancı, defterdâr, divan kâtipleri, çavuşlar, çeribaşları, subaşılar ve dizdarlar vb. gibi yüksek rütbeli idâre âmirleri ile diğer memûr ve askerlerin has ve zeâmetleri, idârî ve mâlî bakımdan bâzı imtiyazlara sâhip serbest timar olarak muâmele görmektedir.

Timarın Tevcihi ve İntikali: Timarın tevcihi ve intikali hususunda birçok kurallar mevcuttu. Bunlar zaman içerisinde bazı ufak değişmeler göstermişse de sistem esas itibariyle aynı kalmıştır. Defter yazıları belirli bir rakamın altında olan timarları, beylerbeyiler tevcih edebilirdi. Bunlara tezkeresiz timar denirdi. Geliri yüksek olan ve tezkereli tâbir olunan timarlar için merkezden padişah berâtı almak lâzım gelirdi. Timar belli şartlar dâhilinde evlâda intikal ettirilebilirdi. Hayatta olan zaim ve timar sahiplerinin oğullarına dirlik verilmezdi. Ancak ihtiyarlık veya hastalık sebebiyle hizmete kudreti kalmayan sipahi yetişmiş ve hizmete yarar oğluna timarını devir edebilirdi. Sipahi öldüğü takdirde de timarının kılıç kısmı oğluna bırakılırdı. Ancak seferde şehid düşen sipahinin oğluna yatağında öleninkine göre daha yüksek gelirli timar verilirdi.

Kapıkullarının Timara Geçmesi: Saray erkânıyla kapıkulu ordusunun yeniçeri ve sipahi bölüklerinin yüksek rütbeli subayları ve diğer mensuplarının terfi edebilmesi ve bu suretle kadrolarda yeni yetişenlere yer temini için, sancağa çıkmak âdeti vardı. Bu takdirde, yeniçeri ağasına 500.000, emîr-i alem’e 450.000, kapıcıbaşı, emîr-i ahûr, çaşnıgirbaşı vb. gibi saray ağalarına 350-400.000 akçelik haslar tevcih olunurdu. Altı bölük halkı denilen kapıkulu süvari bölüklerine mensup sipahi-oğlanı, silahtar, ulûfeci gibi bölüklerinin ağaları da 200-300.000 akçelik haslar ve ona göre de vazifeler alırlardı.

Timarlı Sipahilerin Hak ve Sorumlulukları: Sâhib-i arz ismini taşıyan timarlı sipahi, gerçekte timarı dâhilindeki toprakların ve bu toprakları işleyen reâyânın vermekle mükellef bulunduğu vergilerin mülkiyetine sahip değildi. O, ancak kendisinden istenen belirli hizmetleri yerine getirdiği müddetçe devlete âit çeşitli vergileri kendi hesabına toplamak hakkına sahipti. Kendisine tahsis edilen vergiler, vazifeye bağlı bir nevi maaş mahiyetinde idi. Bundan dolayı, bir mülk gibi satılması, vakfedilmesi veya miras olarak intikal ettirilmesi mümkün değildi.

Hassa Çiftlikler: Sipahi timarında, doğrudan doğruya sipahi tarafından işletilen ve “kılıç yeri” tabir edilen “hassa çiftlikler” ve “hassa çayırlar” vardı. Hatta bazen değirmen, bağ ve bahçe de hassa olabilmektedir.

Reâyânın Toprağa Bağlılık Prensibi ve Diğer Yükümlülükler: Sipahinin, üzerinde kayıtlı reâyâsının kendisine ziraat yapması için tahsis edilen toprakları işlemekten vazgeçip, çiftini bozup, köyünü terk edip, başka işlerle meşgul olmak istemesi hâlinde, onları zorla tarlasının başına getirtme veya çift bozan resmi nâmı altında bir tazminat ödetme hakkı vardı.

Devlet düzeni büyük ölçüde timar sistemine dayandığı için vergi mükellefi reâyâyı, bulunduğu yere bağlamak prensibi zarurîydi. Reâyânın kendi üzerlerine kayd edilmiş olan toprakları işlemesi gerekiyordu.

Sipahilere bırakılmış olan vergiler, iyice hesaplanıp çeşit ve miktarı belirtilmiş olan bir gelirdi. Bu itibarla hâsılat rakamlarının herhangi bir kısmında meydana gelecek bir noksanlık, sipâhinin gelirini azaltırdı.

Elinde kâfi miktarda toprağı olduğu halde, bu toprağı terk edip başka bir sipâhinin timarında çalışan veya başka bir geçim yolu seçmiş bulunan reâyâyı, timar sahibi mahkeme kararıyla “göçürüp” işinin başına dönmeye mecbur edebilirdi.

Bir Asalet Sınıfı Olarak Timarlı Sipahiler: Devlet, sipahiliği halka kapalı ve imtiyazlı bir sınıf halinde bulundurmak maksadıyla çeşitli tedbirler almaya çalışmıştır.

Temel amaç, timar sisteminin mükemmel işlemesini sağlamak ve sipahi ordusunun disiplin açısından bozulmasının önüne geçmektir. Devlet her ne kadar sipahi sınıfını halktan ayırıp imtiyazlı bir sınıf halinde muhafaza etmek istemişse de muhtelif yollarda harp meydanlarında yararlık göstermek imkânını bulmuş olan yiğitler bir yolunu bulup timara geçmeyi başarmışlardır.

Fakat zamanla timar kadroları dolup da, sipahi neslinden bir sürü insanın açıkta kaldığı devirlerde devlet, timarlı sipahilerin memnuniyetsizliklerini ortadan kaldırmak için, bu sınıfın imtiyazlarını muhafaza edecek tedbirler almaya mecbur olmuştur. Yeni bir padişah tahta geçtiği zaman yapılmakta olan berat yenilemeleri (tecdîd-i berât) ve arazi tahrirleri esnasında vuku bulan itiraz ve ihbarlar sonunda birçok sipahinin, sırf babadan dededen sipahi olmadıkları için, ellerinden dirliklerinin alındığı dahi olmaktadır.

Timar Sisteminin Bozulması ve Islahı Teşebbüsleri: Timar sisteminin XVI. asrın sonlarına doğru soysuzlaşarak devlet idaresinde büyük bir buhrana sebep olduğu konusunda bu devirdeki askerî, siyasî ve sosyal bozuklukların mahiyeti ve ıslahı çareleri hakkında yazılmış olan risalelerde açıkça ortaya konmuştur. Risalelerde timar rejimini ayakta tutan belli başlı nizam ve kaideler uzun zamandan beri tatbik edilmeyerek unutulmuş ve onların yerine birtakım yolsuzluklar âdet ve usul haline gelmiştir.

Kitab-ı Müstetâb ismiyle risalenin müellifi bozulmanın III. Murad devrinde başladığı görüşündedir. Bu devirden itibaren sadrazam ve serdar gibi devletin yüksek makamlarını işgal edenler, büyük bir hikmet ile konulmuş olan kanunları ihmal ederek nizamın bozulmasına sebep olmuşlardır.

Koçi Bey, devletin uğradığı askerî bozgunlarla iç isyan ve karışıklıkların sebepleri ve devlet işlerinde alınması gerekli ıslahat tedbirleri hakkında IV. Murad’a (1623- 1640) takdim ettiği layihada timar sistemindeki bozuklukları etraflıca ele almıştır. Koçi Bey’e göre de, timar sistemindeki bozuklukların sebebi eski usul ve nizamların terk edilerek askerî dirliklerin, sipahiliğe ehil olmayan kimselerin eline geçmesidir. Bunun sonucu olarak sipahi zümresi askerî bir kuvvet olarak eski gücüyle birlikte devlet ve cemiyet içindeki itibarlı mevkiini de kaybetmiştir.

Koçi Bey’e göre, askerî olduğu kadar siyasî ve idarî büyük buhranların da sebebi timar sisteminin XVII. yüzyıldan itibaren bütün özellikleriyle tamamen tasfiye edilmek üzere bulunmasıdır. Sistemin ortadan kalkması devletin asli kuruluş nizamındaki denge unsurlarını bozmuştur.

Koçi Bey’in eski timar sisteminin ihyası hususunda teklif ettiği ıslahat planları çok geniş çaplı ve mevcut imkânlara bakılırsa, yaptığı hesaplar ölçüsüz derecede iyimserdir. Bazı noktalardaysa kendi kendisiyle çelişmekte ve memleketin içinde bulunduğu şartlarla tezada düşmektedir. Koçi Bey’e göre, son zamanlarda şunun bunun eline geçmiş veya padişah haslarına katılmış olan eski timar kadroları geri alınarak, tekrar ihyası suretiyle elde edilecek dirliklere, o zamana kadar açıkta bırakılmış olan eski kapıkulu mensuplarını ve işe yarar sipahileri yerleştirmek uygun olacaktır.

Koçi Bey’in hesaplarına göre bu suretle 7-8 bine düşmüş olan timarlı sipahi ordusunun mevcudu 100.000 kılıcı bulacak ve bu kadrolar cebelüleri ve kendilerine katılacak diğer zümrelerle birlikte 400-500.000 kişiye çıkacaktır.

Koçi Bey ve çağdaşları, Yeniçağlar denilen bir devrin komşu Avrupa memleketlerinde ve dolayısıyla Osmanlı toplumunda ve devlet yapılarında meydana çıkardığı yeni ihtiyaç ve temayülleri hiç hesaba katmamışlardır. Savaşlarda kullanılan yeni ateşli silahların ve tabya usullerinin gelişimi devamlı ve toplu olarak talimle uğraşan profesyonel bir orduya olan ihtiyacı arttırmıştı.

Hâlbuki timarlı sipahiler sefer olmadığında timarının başına dönmek zorundaydı. Bu ise onların yeni talim usullerini öğrenmelerine engeldi. Sipahilerin ihmal edilmesi ve sayılarının azalmasının temel sebebi buydu.

Eyalet ve Sancak Düzeni

Eyalet ve Beylerbeyi

Beylerbeyi veya diğer adıyla melikü’l-ümerâ Anadolu Selçuklularında ordunun başkomutanı demekti. Hükûmet merkezinde veya merkeze yakın olan kendi iktâ bölgesinde oturur ve savaş çıktığında cepheye giderdi.

Osmanlı devletinin ilk dönemlerinde bir tane beylerbeyi vardı ve bütün ordu işlerinden sorumlu idi. Padişahtan sonra sözü en çok geçen kişiydi.

Orhan Gâzi’nin oğlu Şehzade Süleyman ilk beylerbeyi idi. Onun ölümünden sonra bu makama Lala Şahin Paşa getirilmiştir. Fakat bir süre sonra I. Murad zamanında, vezir Çandarlı Halil Paşa’nın ordu kumandanlığını da üzerine almasıyla beylerbeyilerin ehemmiyetleri biraz azalmışsa da nüfuzları devam etmiştir. Zamanla Rumeli’de fetihlerin genişlemesi ile beylerbeyilik makamı Anadolu ve Rumeli olmak üzere ikiye ayrılmıştır. Daha sonra beylerbeyilerin sayısı artmıştı.

Başlangıçta beylerbeyileri eyaletin askerî işlerinden sorumlu idiler. Zamanla hem askerî, hem de mülkî âmir durumuna geldiler. Fakat XIX. yüzyıla kadar askerî yönleri daima ön planda kaldı. Mâlî ve adlî meselelerde yetkileri oldukça sınırlıydı. Bu konular eyalet defterdârı ve kadısının yetkisindeydi. Doğrudan merkez tarafından atanan ve dîvân-ı hümâyûn’a karşı sorumlu olan sancakbeyileri üzerindeki beylerbeyinin yetkisi sadece teftişten ibaretti. Fakat sefer zamanında sancakbeyileri beylerbeyinin emrine girerdi.

Ayrıca eyaletindeki halkın can ve mal güvenliğinin sağlanması da beylerbeyinin görevi idi. Beylerbeyi, eyaletin merkez sancağında otururdu. Buna Paşa Sancağı denirdi. Onun başkanlığında toplanan ve timar anlaşmazlıklarını, reaya ile sipahiler arasındaki meseleleri kısacası eyalet içerisindeki çeşitli meseleleri görüşen dîvân-ı hümâyûn benzeri bir beylerbeyilik dîvânı vardı. Klâsik dönemde beylerbeyiler umumiyetle kul kökenli, enderûn’da yetişmiş kişilerden oluşuyordu.

Beylerbeyi atandığı eyaletin beylerbeyileri için tahsis edilmiş olan defterde yazılı haslarını tasarruf ederdi. Beylerbeyi, Paşa unvanını taşıyordu ve önemli eyaletlere vezir rütbesinde beylerbeyiler tayin ediliyordu.

İdarî Bakımdan Eyaletler

Sâlyâneli eyaletler: Sâlyâne, yıllık demektir. Sâlyâneli eyaletlerde timar sistemi uygulanmıyordu. Yani tahrir (sayım) yapılmıyor, timar ve zeamet gibi dirlikler bulunmuyordu. Eyaletin gelirleri öncelikle eyaletteki beylerbeyi, sancakbeyi ve diğer görevlilerin maaşları çıktıktan sonra merkeze alınıyordu. Bu eyaletler Mısır, Bağdad, Şehr-i zor, Yemen, Habeş, Lahsa, Cezayir, Trablusgarb ve Tunus eyaletleri idi.

Sâlyânesiz eyaletler: Sâlyânesiz eyaletler ise timar sisteminin uygulandığı eyaletlerdi. Buralarda tahrir yapılıyor ve tahrir sırasında eyaletin geliri has, zeamet ve timar şeklinde dirliklere ayrılıyordu. Eyalet geliri içerisinden mühim bir kısmı da padişah hasları adı altında merkez hazinesine tahsis ediliyordu. Ayrıca, bu eyaletlerden mahallinde yapılan harcamalardan sonra artan para merkezî hazineye her yıl irsaliye olarak gönderiliyordu. Bu eyaletler: Anadolu, Rumeli, Karaman, Diyarbekir, Erzurum, Dulkadriye, Şam, Budin, Van, Temeşvar vs. eyaletleri idi. Sâlyânesiz eyaletlerin merkezi otoriteye olan bağlılıkları daha sıkıydı. Sancak taksimatı pek değişmemişse de eyalet teşkilatı devletin sona ermesine kadar sık sık değişikliğe uğramıştır.

1864 yılında kabul edilen Vilayet Nizâmnâmesi ile taşra yönetimi vilayet, sancak, kazâ ve köy şeklinde idarî birimlere ayrıldı. Vilayet yöneticisi vâli, sancak yöneticisi mutasarrıf, kazâ yöneticisi kaymakam idi. Bunların hepsi sivil âmirler idi. Daha sonra kazâ’dan sonra bir alt birim olarak nâhiye oluşturuldu. Bunun yöneticisine de Nâhiye Müdürü deniyordu. İmtiyazlı Eyaletler: Sâlyâneli ve Sâlyânesiz eyaletlerin dışında özel statüleri olan bazı yönetimler vardı. Beylerbeyilik/Eyalet statüsünde olmayan bu yerler literatürde “imtiyazlı eyalet” olarak geçse de bunlar klasik eyaletlerden farklı, iç işlerinde bağımsız prenslik, hanlık, voyvodalık vb. idi. Bunlar Eflâk, Boğdan, Erdel, Mekke Şerîfliği ve Kırım hanlığı idi.

Eflak, Boğdan ve Erdel Voyvodalıkları: Bugünkü Romanya ve Moldavya’yı içine alan ve halkı Romence konuşan Eflâk ve Boğdan, fetihten sonra doğrudan merkeze bağlanmamış, Hıristiyan aslından gelen bazı prensler voyvoda unvanıyla buralara yönetici atanmıştı. Avrupa’daki diğer bir imtiyazlı eyalet olan Erdel, bugünkü Romanya ile Macaristan arasında kalmaktadır. Transilvanya denilen bu bölge Mohaç zaferinden sonra (1526) Osmanlı hâkimiyetine girmiştir. Erdel beyleri de Eflâk ve Boğdan voyvodaları gibi sadrazamla yazışmalar yapabilirlerdi. Erdel 1699 Karlofça antlaşması ile Macaristan’a terk edilmiştir. Voyvodalar iç işlerinde muhtariyete sahip idiler. Fakat Osmanlı ordularıyla beraber seferlere katılırlar ve her yıl Osmanlı hazinesine haraç öderlerdi.

Kırım Hanlığı: Kırım Hanlığı, Fâtih zamanında Gedik Ahmed Paşa’nın 1475’teki seferi ile Osmanlı devletine bağlanmıştı. Osmanlı idaresi Cengiz Han soyundan gelen Kırım hanlarını ortadan kaldırmamış hanlığın dîvân-ı hümâyûna tâbi olarak varlığını sürdürmesine izin verilmiştir. Giray unvanıyla anılan Kırım Hanları’nı dîvân-ı hümâyûn seçerdi.

Mekke-i Mükerreme Emirliği: Mısır’ın fethinden hemen sonra Mekke emiri, Yavuz Sultan Selim henüz Kahire’de iken, Mekke’nin anahtarlarını göndererek itaatini arz etmişti. Mekke emirleri Hz. Peygamberin soyundan geliyorlardı. Bu sebeple Osmanlı idaresi onlara büyük hürmet ve itibar gösterdi. Emirlik yerinde bırakıldığı gibi, para yardımı da yapıldı.

Hac yolları güvenlik altına alınmış, Mekke ve Medine fukarasının geçimi için Anadolu ve Rumeli’nin dört bir yanında vakıflar kurulmuştur. Ayrıca her yıl törenle Surre Alayı denilen ve Kabe örtüsü ile yardım paralarını taşıyan kervanlar gönderilmiştir.

Sancak İdaresi

Sancak Kavramı ve Sancak İdaresinin Ortaya Çıkışı: “Sancak” kelimesi, “ucu sivri direk üzerinde olan bayrak” anlamında olup, Türkçedir. Sancak, savaşlarda taşınan, rengi ve deseniyle bir hükümdar ya da komutanın hâkimiyetini sembolize eden bayrağa denmektedir. Türk tarihinde tuğ ve davul ile birlikte zikredilen sancak, aynı zamanda hükümdarın önemli hâkimiyet sembolleri arasında yer almaktadır. Savaşlarda, hükümdar adına, onu temsil eden askerî komutanlar; sancakbeyileri ve beylerbeyileri sancak taşıyabilirlerdi. İşte bu yüzden başlangıçta, savaşlarda komutanlarca taşınan ve hükümdar tarafından verilmiş olan sancak, sonradan coğrafi ve idarî bakımdan muayyen bir bölgeyi ifade eder hâle gelmiştir.

Sancak, Osmanlı devleti teşkilatının temel idarî birimi kabul edilmiştir. Ülkenin ve devlet teşkilatının düzenlenmesinde ve taşra ordusunun yetiştirilmesinde muayyen bir coğrafi bölgeyi kaplayan sancaklara ve onların yönetimine özel bir önem verilmiştir.

Devlet idaresini öğrenmeleri için şehzadelerin sancağa çıkmaları ve dîvân-ı hümâyûn’dan çıkan fermanların esas itibariyle sancakbeyilerini muhatap alması gibi uygulamalar, sancakların temel idarî birim kabul edilmesinden kaynaklanmaktadır. İdarî olarak sancak, timar sisteminin tatbik edildiği yerlerde ortaya çıkmıştır. Timar sisteminin uygulanmadığı Mısır, Bağdad, Basra ve Habeşistan gibi eyaletlerde sancak teşkilatı yoktur.

Sancakbeyi, sancağındaki timarlı sipâhilerin ve zâimlerin tabii komutanıdır. Kendi kapu halkı ve sancağındaki zâim, sipâhi ve cebelüler ile birlikte emredilen seferlere katılmak zorundadır. Bu onun asli görevidir. İdârî görevi ise, reâyâ’nın rahat ve huzur içerisinde yaşaması için sancağın düzenini ve emniyetini sağlamak, bunun için tedbirler almaktır. Sancakbeyinin diğer bir görevi de, mukataa gelirlerinin toplanmasıdır. Bu onun asli görevi olmayıp, zaman zaman ortaya çıkan arızî bir durumdur.

Sancakbeyileri, en az 200 bin akçeden başlamak üzere, kıdem ve istihkaklarına göre değişen oranlarda 500-600 bin akçeye kadar varan haslar tasarruf etmektedirler.

Yurtluk-Ocaklık ve Hükûmet Sancaklar: Osmanlı idaresi, Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgesinin fethinden sonra idarî teşkilatlanmayı yaparken, bölgenin coğrafi özelliklerini, siyasî ve sosyal yapısını dikkate almıştır. Yaylak ve kışlakların çokluğu sebebiyle bölge, göçebe aşiretler için oldukça elverişliydi. Bundan dolayı Doğu ve Güneydoğu Anadolu’nun birçok yöresi kalabalık aşiretlerle meskûndu. Aşiretler arasında sıkı bir dayanışma hâkimdi. Bu özelliklerinden dolayı, Doğu ve Güneydoğuda feodal bir yapı hâkimdi. Bölgede Osmanlı idaresi kurulduğu zaman birçok yerde, aşiret otoritesine dayanan feodal hâkimler uzun yıllardır merkezi otoriteden uzak, bir nevi muhtariyet içerisinde siyasî varlıklarını devam ettirmekte idiler. Osmanlılardan önce yöreye hâkim olmuş olan Safevîler, Akkoyunlular, Karakoyunlular ve Timurlular, tam bir merkezî otorite kurabilmiş değillerdi. Feodal hayatın tabii bir unsuru olan çeşitli kalelerde üslenmiş olan bölge hâkimleri, Doğu ve Güneydoğu Anadolu’yu ele geçiren büyük siyasî güçlerin tâbiyetini kabul ederek yüzlerce yıldır hayatiyetlerini devam ettirmekte idiler.

Osmanlı idaresi, bu hususları göz önünde bulundurarak, imparatorluğun diğer kısımlarına nazaran Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da farklı bir teşkilat uygulamasına gitmek ihtiyacı duydu. Yapılan düzenleme sonunda bölgede üç tip sancak ortaya çıkmıştır. Bunlar, Klâsik Osmanlı sancakları, Yurtluk-ocaklıklar ve Hükûmet sancakları’dır. Klâsik Osmanlı sancakları, sancakbeyilerinin merkez tarafından, ümera arasında herhangi birinin tayin ve gerektiğinde azl edilebildiği sancaklar olup, imparatorluğun birçok yerinde görülen ve devletin her tarafta hâkim kılmak istediği sancak tipidir.

Yurtluk-ocaklık sancaklar ise, bölgenin fethi sırasında hizmet ve itaatlerinden dolayı eski sahiplerine tevcih edilmiş ve sancakbeyiliği belli bir ailenin mülkü olan sancaklardı. Bunlarda, sancakbeyiliği babadan oğula geçmektedir.

Hükûmet sancakların, yurtluk-ocaklıklar’dan tek farkı bu sancaklarda tahrir yapılmamasıdır. Bu sebeple timar ve zeâmet de bulunmamaktadır.

Kazâ Düzeni

Kazâ ve Kadı

Kazâ, ticarî ve kültürel üstünlüğü ile çevrenin merkezi olmuş bir kasaba veya şehir ile böyle bir topluluk merkezini çevrelemiş köylerin teşkil ettiği idarî bir birliktir.

Kazâ merkezi olan şehirlerin büyük çoğunluğu, Osmanlı öncesi devirlerde de bulundukları bölgenin siyasî, iktisadî ve kültürel bakımdan merkezi durumunda olan yerlerdir. Osmanlı İmparatorluğu adlî teşkilat bakımından, birçok kazâ bölgelerine ayrılmıştır. Her kazâ birimi doğrudan dîvân-ı hümâyûna bağlıdır.

Eyalet-sancak şeklindeki askerî teşkilattan ayrı olarak tamamıyla sivil karakterli bir de kazâ idaresi mevcuttur. Kazâ idaresinin başı olan kadı genellikle kazâ merkezi olan ve nefs tabir edilen şehirde oturur.

Kazâ bölgesi içinde kalan bütün köylerin davaları meclis-i şer denilen ve çok defa kadı’nın evi veya merkez camiin yanında bulunan mahkemede görülürdü.

Kadı ve Nâip

Kadı, kazâ idaresinin başı olup, mutlaka yüksek dereceli bir medreseyi bitirmiş ve belli müddet Edirne, Konya, Sivas, Bağdat gibi büyük şehirlerde “dânişmend” (stajiyer) olarak hizmet görmüş kişiler arasından tayin olunurdu. Kadı, görevine ancak iki sene müddetle atanabiliyor, iki yıl sonunda İstanbul’a giderek “mülâzemette” (maaşsız hizmette) beklemesi gerekiyordu.

Kadıların tayin işleri kadıaskerlere aitti.

Kadıların görev ve yetkileri oldukça genişti. Bunlar adlî, askerî, malî, beledî ve örfî olarak mütalaa edilebilir. Adlî açıdan kadı, şer’î mahkemenin reisidir. Her türlü anlaşmazlıklar ve cezaî müeyyideyi gerektiren suçlar meclis-i şer’ denilen kadı’nın başkanlık ettiği mahkemede çözümlenirdi. Kadının hükmü olmadan hiç kimse cezalandırılamazdı. Her türlü alacak borç ve miras davaları ile arazi anlaşmazlıkları ve ehl-i örf ile reâyâ arasındaki anlaşmazlıklar kadı tarafından halledilirdi.

Kadı, bulunduğu şehrin belediye hizmetlerinin yürümesinden sorumlu en üst âmirdi. Şehir kethüdası, çöpcübaşı, mimarbaşı, esnaf kethüdaları, pazarbaşı ve muhtesip gibi kişilerden müteşekkil bir çeşit belediye meclisinin de başkanı idi. Esnafın sattığı her türlü ticarî mallara mevsimine göre fiyat vermek şeklinde tanımlanabilecek olan narh işleri de kadıya aitti. Askerî ve malî görevleri arasında ise, avârız hânelerinin tesbiti ve avârız bedellerinin toplanması, kürekçi bedelinin toplanması, nüzül ve sürsat zahiresi adı altında ordunun iaşe işlerinin halledilmesi de geliyordu. Nüzül zahiresini kadılar ordu-yı hümâyûn’a bizzat kendileri götürmek zorunda idiler. Kadı’nın mahkeme işlerinde yardımcısı olan bir kısım memurlar da mevcuttu ki, bunların başında nâip geliyordu. Nâip kadının bulunmadığı hallerde duruşmaları idare etmek, serbest dirlikler içerisinde yer almayan köylerdeki davâların yerinde görülmesi için olay mahalline gitmek gibi görevleri ifa ediyordu.

Kadıya yargı işlerinde yardımcı olan subaşı, muhzırbaşı ile emrinde muhzırlar, asesbaşı ve asesler, mukayyid vs. gibi görevliler vardı.

Her duruşmada hazır bulunan ve kazânın doğruluğu ve dürüstlüğü ile tanınmış ileri gelenlerinden seçilmiş bir nevi jüri mevkiindeki “şuhûdü’l-hâl” denilen bir heyet mevcuttu.

Kadı’nın hükmünü ancak dîvân-ı hümâyûn bozabilirdi. Bu sebeple kadı’nın verdiği kararı beğenmeyenler dîvân’a başvurabilirlerdi.

Nahiye

Nâhiye kavramı Tanzimat öncesinde ve sonrasında farklı anlamlara gelmektedir. Tanzimat öncesinde nahiye, aynı özelliklere sahip köylerden müteşekkil idarî bir bölgeye denildiği gibi, cihet, yön, taraf, bölge, vilâyet, dîvân ve cemâat anlamlarında da kullanılmıştır.

Tahrir defterlerinde sipahilerin tasarruf ettikleri köy ve mezraalar kaydedilirken mutlaka hangi nahiyeye bağlı oldukları belirtilmektedir.

Tanzimat’tan sonra Osmanlı idarî yapısında önemli değişiklikler olmuştur. Taşra idaresi eyalet, sancak, kazâ ve nahiye olarak düzenlenmiştir. Eyalet idaresine sivil valiler, sancaklara mutasarrıflar, kazâlara kaymakamlar, kazânın bir alt birimi olan nahiyelere ise nahiye müdürleri atanmıştır.

Subaşı

Kökeni Orta Asya’ya dayanan sü kelimesi, ordu, asker anlamlarına gelmektedir. Sülemek, ordu sevk etmek, sefer etmek, demektir. Sübaşı da ordu komutanı demektir. Kelime Osmanlı devrinde subaşı haline gelmiştir. Selçuklularda subaşı bir vilayetin askerî valisi demekti. Osman Gâzi’nin Karacahisar’ı feth ettikten sonra buraya kardeşi Gündüz Bey’i subaşı tayin etmiştir. Adlî ve askerî meseleler haricinde kalan işler subaşının yetki ve görev alanına giriyordu. Fâtih kanunnâmesine göre biri mîrî subaşı, diğeri timar subaşısı olmak üzere iki tür subaşılık vardır. Mîrî subaşılar’a şehir subaşısı da denirdi. Bunlar şehirlerdeki ihtisab işlerine bakarlar; bu meyanda vazifelerinden biri gündüzleri kol gezerek çarşı, pazar ve mahalle aralarının temizliğini temin etmek, kaldırımları tamir ettirmektir.

Timarlı subaşı ise sancakbeyinden sonra sipahilerin en önemli subayıdır. Görevi bulunduğu eyalet ve sancak merkezlerinin idare âmirliğidir. Bunlar serbest dirlik tasarruf ederler, sefere cebelüleri ile birlikte katılırlardı.


Güz Dönemi Ara Sınavı
7 Aralık 2024 Cumartesi
v