İletişim Sosyolojisi Dersi 5. Ünite Özet

Basın Özgürlüğü

Basın Özgürlüğünün Tarihsel Gelişimi ve Felsefi Temelleri

Matbaanın icadıyla standartlaşma, bireysel akıl yürütüme ve karara varma kolaylaşmıştır. Batı Avrupa’daki 16. yüzyılda basın sektörünün harekete geçirdiği entelektüel birikim basın özgürlüğüne ilişkin ilk mücadele olarak gösterilebilir.

Basın özgürlüğü, inanç, vicdan ve düşünce özgürlüğü ile de ilişkilidir. Avrupa’daki reform hareketlerinin güçlenmesiyle, dini metinler daha fazla kişiye ulaşmış ve din konusunda devletin ve kilisenin sınırlandırmalarının dışında din özgürlüğünden bahsedilebilmiş bu sayede yayıncılık sektörü daha da gelişmiştir. 17. yüzyılda yeni bir kıtanın keşfiyle (Amerika kıtası) yeni dünyalara ilişkin yayınlar ilgi görmüştür. 17. ve 18. yüzyıllarda roman gibi yeni edebiyat türlerinin ortaya çıkması, okuryazarlığı arttırmış ve yayıncılığı daha da genişletmiştir. Gazetelere bilgi aktaran muhabirler aracılığıyla yeni işler bulabilen tüccarlar, özgürlük mücadelesine ilişkin katkıda bulunmuşlardır.

17. yüzyılda periyodik yayınlanan ilk gerçek gazete diyebileceğimiz yayınlar çıkmış, bugünkü anlamda ilk gazete de 1609 yılında Strasbourg’da haftalık olarak çıkan Almanca Avisa, Relation oder Zeitung olmuştur.

17. yüzyılda güçlenen liberalizm akımıyla birlikte basın özgürlüğü alanından fikirler ortaya atılmış ve bu konun ilk önemli temsilcisi olan John Milton 1644 yılında bu konudaki ilk yazısını kaleme almıştır. Milton, basın özgürlüğünün toplumsal faydalarını altı başlıkta sıralamıştır:

  • Gerçeklerin serbest olarak yayılımını sağlar.
  • Yeni olduğundan garip gelebilecek iyi fikirleri kötü olarak anlamamızın önüne geçer.
  • Kötü kaynakların çokluğundan dolayı basın eserlerinin sansürlenmesi, insanların bu kaynaklara ulaşımının önüne geçemez.
  • İnsanların geneli sansür görevini yapacak niteliğe sahip değildirler.
  • Eserlerin sadece çok azı tamamen kötüdür. Kötü bölümleri az olan eserlerin sansürleri, okuyucuyu o eserin iyi bölümlerinden mahrum eder.
  • Bir eserin iyi ve kötü yanlarının kendisi tarafından ayrılması, okuyucu için bir hayat tecrübesidir.

Basın özgürlüğü konusunda bir diğer önemli düşünür ise John Locke’tur. Locke, 1694 yılında İngiliz parlamentosunda devlet sansürünün kaldırılmasıyla ilgili konuşmasında, sansürün tüccarlar açısından olumsuz olabilecek ekonomik sonuçlarına vurgu yapmıştır. Lock’a göre devlet insanların rızasıyla kurulmuştur ve bu nedenle devlet, insanların yaşam, özgürlük ve mülkiyet haklarını ihlal edemez.

18. yüzyıl ise ilk günlük gazetelerin basılmasına, muhalif gazetecilik anlayışının oryaya çıkışına, gazetelerde reklam ve ilanların yayınlanmasına ve Amerikan basınının kuruluşuna sahne olmuştur. Aydınlanma döneminin etkisiyle, birçok alandaki eski düşünceler eleştirilerek yeniden değerlendirilirken, ansiklopedi gibi yeni yayın türleri ortaya çıkmış, basın özgürlüğü insanın temel hakları çerçevesinde ele alınmıştır. 18. yüzyıldaki bir diğer önemli durum ise parlamento tartışmalarının gazetelerde yayınlanmasıyla ilgili tartışmalardır. Basın özgürlüğü savunucuları, politikanın sadece belirli bir sayıdaki kişi arasında tartışılmasını mutlakiyetçi bir tutum olarak görmüşlerdir. 1720 yılında, bir gazetecinin kendisine aktarılan parlamento tartışmalarına ilişkin haber yapması sonucunda hapis yatmasıyla başlayan mücadele, 1771 yılında başka bir gazetecinin katıldığı parlamento tartışmalarını hafızasında tutarak oluşturduğu kusursuz raporların eleştirilmemesi sayesinde zaferle son bulmuştur.

19. yüzyılın başlarından itibaren, eğitimli ve düzenli geliri olan tüccarlar, öğretmenler, hukukçular, yazarlar, muhasebeciler, banka-borsa çalışanları gibi kesimler gazete ve dergilere ilgi göstermiştir. Bu yayınlar, özellikle politik iktidarı elinde bulunduranların dışında kalan burjuva kesiminin haklarını politik mecralarda savunan birer araç niteliği kazanmışlardır. Ayrıca bu yüzyılda siyasal ve taraflı gazeteciliğin ilk örnekleri de görülmüştür. Kamu çıkarı, kamusal fayda ve kamuoyu gibi kavramların kullanımı zamanla yerleşmeye başlamıştır. Basın, yurttaşlar için yönetimden hesap sorma aracı haline de gelmiştir. Halkın çıkarını gözetme konusunda meşruluk kazanan basın, liberal demokrasilerde dördüncü güç olduğunu ilan ederek, bu durumun yasallaşması için mücadele vermeye başlamıştır.

19. yüzyıl aynı zamanda sanayi devrimi yüzyılı olarak anılmış ve bu dönemde fabrikalaşma artarken, bilim ve teknoloji alanında da birçok yenilik yaşanmış ve işçi sınıfı mücadeleleri de bu dönemde başlamıştır. Fabrikalaşma, basın sektörünü de etkilemiş, kâğıdın üretimi ucuzlaşarak çoğalmış ve bu pazarda sermaye birikiminin gerekliliği artmıştır. Bu durum sektörde tekelleşmeyi de beraberinde getirmiştir. Ağır vergiler ödeyen basın, bu vergilerin düşürülmesi konusunda da mücadele vermiştir.

İşçi sınıfı, yönetimler tarafından sansüre uğramaya başlamış ve bu nedenle basın özgürlüğü mücadelesinde bir taraf haline gelmiştir. Kadınlara oy hakkını savunan feminist harekette bu mücadeleye katılmıştır. Bu tür mücadeleler, görüşlerini yaymak ve dayanışma duygusu yaratmak için muhalif yayıncılık örneklerini ortaya koymuşlardır. Sosyalist yayıncılık, yüzyılın ikinci yarısında güçlenmiş ve eleştiri hakkını yasal teminat altına alınması için ilk adımlar atılmıştır.

İngiliz filozof John Stuart Mill, düşünce açıklama ve basın özgürlüğünü zorunlu gösteren sebepleri şu şekilde açıklamıştır:

  • Hükümet tarafından bastırılan herhangi bir düşün-ce doğru olabilir.
  • Düşünce yanlış bile olsa içinde doğruyu barındıra-bilir.
  • Egemen olan bir görüş, doğru olmayabilir. Doğruya, düşünceyi zıt düşüncelerle karşılaştı- rarak ulaşılabilir.

John Keane’e göre 19. Yüzyıldaki basın özgürlüğü mücadelesinin kazanımları şunlardır:

  • Yönetici sınıfları zaaflar konusunda sıkıştırmaya yaramış,
  • Devletin ifade özgürlüğü konusundaki sınırlamalarını görünür hale getirmiş,
  • Medeni haklar ve demokrasi mücadelesine hız kazandırmış,
  • Anayasa reformu, temsili kurumlara duyulan ihtiyaç ve toplumdaki azınlıkların ve ötekilerin baskı altında tutulması konusunda bilgi aktarmış,
  • İşçi sınıfındakilerin okuryazarlık düzeylerini yükseltmiş ve kolektif okuma gruplarının oluşmasına olanak sağlamış,
  • Oy hakkına sahip olmasalar da, toplumsal ve siyasal olaylarla ilgilenen insan sayısının artmasını sağlamıştır.

19. yüzyıl sonlarında ise, basın çalışanları mesleki olarak örgütlenmeye başlamış ve sendikalar ile sosyalist ve liberal eğilimleri benimsemişlerdir. Haber verme işlevlerinin göz ardı edilmeleri para kazanmak amacıyla gazetelerde reklam ve ilanların artması, haber ajansı sayısının sınırlı olması ve özel çıkarların basında temsil edilmesi gibi konular eleştirilere neden olmuştur.

Kamu çıkarını gözeten basın, zaman içerisinde değişerek ulus çıkarını gözetmeye başlamıştır. Özel çıkarlar soyut bir ulusal çıkarla örtülmüş ve basın zamanla iktidarın paydaşlarından biri haline gelmiştir. Ulusal yayıncılık kuruluşları, temsili olanın kendileri olduklarını savunarak, diğer yayın kuruluşlarını görmezden gelmiş, meşruiyet zeminlerini düzenin ve ulusal güvenliğin sağlanması olarak belirlemişlerdir.

Theodore Peterson, basına karşı eleştirilerin 19. yüzyıldan 20. yüzyıla kadar yoğunlaşarak ve şiddetlenerek arttığını belirtmiş ve bu eleştirileri yedi maddede özetlemiştir. Bunlar:

  1. Basının iktidarı kendi amaçları için kullanması ve medya patronlarının kendi görüşlerini yayması,
  2. Basının büyük şirketlerin elinde bulunması reklamların editöryel bağımsızlığa izin vermemesi
  3. Basının sosyal değişime direndiği,
  4. Sansasyonel ve eğlence haberlerinin ağırlıkta olması,
  5. Basının kamu ahlakını tehlikeye atması,
  6. Basının, kişilerin özel hayatına saldırması,
  7. Belirli bir sosyo-ekonomik sınıfın kontrolünde olmasıdır.

I. Dünya Savaşı sonrasında basına devletler tarafından yeniden sansür getirilmiş ve bu sansür ortadan kalktıktan sonra birçok dernek, devletin çoğulcu anlayışı bozmadan kanunlar çerçevesinde basının sınırlanmasını talep etmiştir. Bu talepler karşılığını bularak 1918 yılında kışkırtıcı yayınlarla ilgili bir yasa A.B.D.’nde kabul edilmiş, II. Dünya Savaşı sonrasında ise birçok batılı ülkede basının kişilerin temel haklarına karşı kötü kullanımı ve basın sektöründeki tekelleşmeye yönelik düzenlemeler yapılmıştır.

Basın Özgürlüğünden İletişim Özgürlüğüne

10 Aralık 1948 tarihinde kabul edilen “İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi”nin 19. maddesinde iletişim özgürlüğü kavramı şu şekilde belirtilmiştir: “Herkesin, hiçbir sınır tanımadan kendi istediği şekilde enformasyondan yararlanma; düşünce edinme ve yazma bakımından fikir ve ifade özgürlüğü vardır.” 20. yüzyılda birçok iletişim aygıtının toplum hayatına girmesiyle iletişim özgürlüğü kavramı özellikle 1970’lerde yaygın olarak kullanılmaya başlamıştır. Bu kavram, yeni iletişim aygıtlarının düzenlenmesine ve basın özgürlüğüne getirilen eleştirilerden kaynaklanmaktadır.

İletişim özgürlüğü, basın özgürlüğündeki gibi sadece konuşma özgürlüğü değil, tüm düşünce ve kanaatlerin iletilebilmesini vurgulayan bir kavramdır. İfade özgürlüğü de basın özgürlüğünden daha geniş bir alanı kapsayarak iletişim özgürlüğüne gönderme yapmaktadır.

İletişim özgürlüğüne ilişkin görüşlerin uluslararası alanda dile getirilmesi 1970’lerin sonunda UNESCO aracılığıyla gerçekleşmiştir. 1979 yılındaki McBridge raporunda iletişim hakkının haberleşme hakkının ötesinde, bireylerin ileti alma ve bilgilendirme hakkını kapsadığı ve hem bireysel hem de kolektif olarak çift taraflı bir diyaloğun sürdürüldüğü vurgulanmıştır. Raporda iletişim hakkı ile birlikte; toplanma, tartışma, katılma ve diğer ortaklık hakları; soruşturma, bilgilendirme, bilgilendirilme ve diğer enformasyon hakları, kültür edinme, seçme, özel yaşamın korunması ve insan gelişimiyle ilgili diğer haklar iletişim hakkı ile ilişkilendirilmiştir.

II. Dünya Savaşı sonrasında, siyahlar, kadınlar ve işçi sınıfı gibi hak arayan grupların gazete ve dergi çıkartmalarına ilişkin yerel yönetimler mali desteklerde bulunmuşlardır. Batı Avrupa’da 1980’lerle birlikte basının ayrıcalıklı gruplarla hareket ettiği bilinmektedir. Bununla birlikte 1950-1980 arasında gelişen radyo televizyon yayıncılığı yüksek maliyetli olduğundan kamu yayıncılığı yerel ve ulusal yönetimler tarafından desteklenmiştir.

İngiltere’deki BBC (British Broadcasting Corporation – İngiliz Radyo Televizyon Kurumu) başta olmak üzere, kamu hizmeti yayıncılığı toplumda herkesin eşit iletişim olanaklarına ulaşımını sağlamak için oluşturulmuştur. Bu yayın kuruluşlarının giderleri kamu tarafından karşılanmış, özerklikleri ile yasalar aracılığıyla teminat altına alınmıştır. Bu kurumlar aracılığıyla kamuların yargılama ve eleştiri yetenekleri gelişmiştir. Yönetimlerin zaman içerisinde yasaları delerek bu kurumları kendileri için kullanmaları ağır eleştirilere neden olmuştur. Süreç içerisinde kamu yayını yapan kurumlar, özel yayıncılık yapan kurumlara alternatif olmayı sürdürmüşler, bünyelerinde birçok eşitlikçi yayın anlayışına sahip çalışan deneyimli çalışan yetiştirmişler ve birçok sivil toplum örgütü ve meslek kuruluşlarına seslerini duyurmada destek olmuşlardır.

Modern Kapitalist Devletlerde 1980 Sonrasında İletişim Özgürlüğü tartışmaları ve Modern Sansür Türleri

Kamu hizmeti yayıncılığı halkı eğitme, bilgilendirme ve kültür seviyesini yükseltme gibi amaçlarla donanmış, hem piyasadan hem de devletten bağımsız iş gören bir yayıncılık alanına işaret etmektedir. Yeni sağın savunduğu kuralsızlaştırma/deregülasyon (deregulation) 1980 sonrasında A.B.D.’de başlayarak Avrupa’ya sıçramış, özelleştirme düşüncesi ile birleşerek yeni bir dönemi getirmişlerdir. Deregülasyon taleplerinin özünde pazarın genişlemesi ve girişimcilerin bu pazar içerisinde serbest bir biçimde hareket etmek istemeleri yatmaktadır. Bu düşüncenin iddiası devlet tekelinden sıyrılmış yayıncılığın daha özgür olacağıdır. John Keane, bu düşüncenin bazı durumlarının göz ardır edildiğini savunmuştur. Bunlar;

  • Tekellerin, girişimcilere engel koyması ve sınırlaması,
  • Enformasyonun kamusal yarardan uzaklaşması ve metalaşması,
  • Büyük firmaların yurttaşların ne okuyup izleyeceğine dair kararlar verebilmesi,
  • Enformasyon üretim ve dağıtımını ellerinde bulunduranların hangi düşüncelerin pazara girip girmeyeceğini kontrol etmesi,
  • Ticari yayıncıların okuyucu, dinleyici ve seyircilerin isteklerini umursamamasıdır.

Yeni sol görüş ise deregülasyon fikrine karşı çıkmış, kamu hizmeti yayıncılığını savunmuş fakat bu yayıncılığın azınlıkların enformasyona ulaşımı ve hakları çerçevesinde yeniden düzenlenmesi gerektiğini savunmuştur. Ayrıca yeni sol ve toplumsal hareketler, yasal olarak tanım- lanmayan fakat politik olarak devletin müdahale ettiği görünmeyen sansürlere dikkat çekmişlerdir. John Keane, beş siyasal sansür türünü bu bağlamda dile getirmiştir. Bu sansürler; olağanüstü hal erkleri, silahlı gizlilik, yalan söylemek, devlet reklamcılığı ve korporatizmdir.

Olağanüstü hal erkleri, hükümetin olağanüstü durumlarda belirli konu ve düşüncelere sansür getirmesidir. Silahlı gizlilik, polis ve askeri organlara dayanarak kitle iletişim araçlarının denetlenmesidir. Yalan söylemek, hükümetin belirli konularda ortamı yatıştırmak ve kendi çıkarları doğrultusunda eleştirileri ve haberleri yanlış yönlendir- melerini kapsamaktadır. Devler reklamcılığında, medya kuruluşları ekonomik anlamda devlete bağlı kılınarak sansür uygulanır. Korporatizm ise devlet görevlileri ve sivil toplum örgütleri arasında kamusal sorumluluk içermeyen pazarlıkların yapılarak, bu pazarlık ve korporatist nitelikli ilişkilerin kamuya açıklanmaması olarak tanımlana-bilmektedir.

Sansürün yeni biçimleriyle birlikte çoğalan baskıyı bertaraf etmeye çalışan toplumsal hareketler, “radikal medya”, “barış gazeteciliği”, “alternatif yayıncılık” kavramları çerçevesinde yoğunlaşarak iletişim hakları ellerinden alınmış toplulukların özgürlük mücadelelerine katkıda bulunmaktadır.

Radikal medya odaklı çalışmalarda, belirli toplulukların hak mücadelesine ilişkin tarihsel süreci keşfetmek; eski ve yeni iletişim araçlarının arşivlerini ortaya çıkarmak; şarkı, şiir, afiş, duvar yazısı gibi öğeleri yeniden anlamlandırmak, bu konulara ilişkin filmler üretmek gibi konular göze çarpmaktadır.

Barış gazeteciliğinde, özellikle ulusal ve etnik çatışma alanlarını ırkçı ve ulusalcı yargılardan uzaklaştırarak uluslararası ve yerel dayanışmayı ortaya çıkarmak amaçlanmaktadır.

Taraflı ve siyasal yayıncılığın yeniden yorumlanarak ve okuyucu/yazar, dinleyici-izleyici/yapımcı, bireysel emek/kolektif emek süreli yayın/düzensiz yayın gibi alanlar arasında oluşan keskinlikleri ortadan kaldırmak alternatif yayıncılığın alanına girmektedir.

Teknoloji ile birlikte iletişim alanları da genişlemiş; sosyal medya, bloglar, arkadaşlık siteleri hızla yenilenen internet sayfaları daha hızlı bir enformasyon akışını üreterek daha fazla kişi ve kurumun bu akıştan faydalanmasını sağla- mıştır. Buna karşın, yoksul ülkelerin bu akıştan faydalanmaları yine sağlanamamış, yeni alandaki şirketlerin tekelleşmesi ana sorun olmaya devam etmiştir. Bununla birlikte, akademik çalışmalarda sıkça değinilen sorunlar; porno-grafik yayınların dağılımı ve kontrolsüzlüğü; özel hayat gizliliği ve kişilik haklarına ilişkin saldırıların aşırılığı; aşırı enformasyondan dolayı bilgi kirliliği; ırkçı ve milliyetçi söylemlerin yaygınlaşması ve ulusal devletlerin internet erişimini engelleme güçleri olmuştur.

Türkiye’de Basın Özgürlüğünün Tarihsel-Hukuksal Gelişimi

1864 yılına kadar Osmanlı’da basın özgürlüğüne dair hukuki ve objektif herhangi bir sınıra rastlanılmamaktadır. Padişahların isteği doğrultusunda basın şekillenmiştir. 1864 yılında Matbuat Nizamnamesi ile basına ilişkin ilk yasal düzenlemeler yapılmıştır. Bu nizamnamede cezaya tabi tutulan bazı hükümler şunlardır:

  • Ruhsatsız gazete çıkarmak,
  • Gazetenin imzalı bir sayısını ilgili devlet birimine göndermemek,
  • Hükümetten gelen resmi yazıları yayınlamamak,
  • Genel adaba ve milli ahlaka aykırı yazılar basmak,
  • Padişaha taarruz sayılabilecek yazılar yazmak
  • Dost hükümdarlara dokunacak sözlerin yazılması.

1867 yılında ise Matubat Nizamnamesi’ni yok sayan “Âli Kararnamesi” yayınlanarak Muhhir ve Vatan gazeteleri kapatılmıştır. Tercuman-ı Ahval ve Tasvir-i Efkar’ ın yayınlarına son verilmiş, yeni görev yerlerine gitmek istemeyen Ali Suavi, Namık kemal ve Ziya Bey yurtdışına kaçmışlardır. Mizah dergisi Diyojen 1871 yılında 15 kez, aynı yıl İbret gazetesi bir ay; 1872 yılında İbret gazetesi dört ay; 1873’te ise Hadika gazetesi iki ay ve İbret ile Basiret gazeteleri süresiz olarak kapatılmıştır. 1874’te ise Hülasa tül Efkar, Şark ve Hayak gazetelerinin yayın hayatına son verilmiştir.

19. yüzyılın son çeyreğinden 1908 yılındaki II. Meşrutiyetin ilanına kadar ki II. Abdülhamit döneminde de basın yoğun kontrol ve tedbire maruz kalmıştır. Bu dönemde gazeteciler satın alınmaya çalışılmış ve yabancı ülkelerle haberleşme engellenmiştir. II. Meşrutiyet sonrasında gazeteciler dernekleşmiş, ön sansür memurlarını matbaalarına almama eylemi yapmışlardır. Bu eylemin yapıldığı 24 Temmuz, Cumhuriyetin ilanından sonra “Gazeteciler/Basın Bayramı” olarak kabul edilmiştir. Görece özgürlük dönemi kısa sürmüş 1909’da kabul edilen ve devletin güvenliğini bozup, halkı ayaklanmaya yönelik yayın yapan gazetelerin davalar sonuçlanıncaya kadar hükümetçe kapatılmasını öngören Matbuat kanunu kabul edilmiş ve 1931 yılına kadar yürürlükte kalmıştır.

Cumhuriyet sonrası dönemde kabul edilen 1924 tarihli Teşkilâtı Esasî’ye Kanunu’nun 77. maddesinde yer alan “Matbuat (basın) kanun dairesinde serbesttir ve neşir edilmeden (yayınlanmadan) evvel teftiş ve muayeneye tabi değildir” ifadesiyle basın özgürlüğü yasal teminat altına alınmıştır. Sonrasında 4 Mart 1925’te yaşanan Şeyh Sait ayaklanmasıyla birlikte Takrir-i Sükûn Kanunu’nun kabul edilmesiyle sansüre geri dönülmüştür.

Tek partili dönemdeki baskı II. Dünya Savaşı ile birlikte daha da artmıştır. 1931 tarihli Matbuat Kanunu’na 1938 yılında yapılan eklemelerle gazeteler iktidar tarafından yönlendirilmek istenmiş, buna uymayan gazetelerin kapatılması yoluna gidilmiştir. Bu dönemde basın özgürlüğü savunucuları “vatan hainliği” ile suçlanmışlardır. Dönemin muhalif basını, Türk demokrasi- sini anlamamakla ve Türk “inkilâbına” katkıda bulunmamakla itham edilmiştir. Çok partili döneme geçilmesi ile birlikte basın üzerindeki baskılar azalmış Matbuat Kanunu’nun 50. Maddesi 1946 yılında değiş- tirilerek, gazetelerin kapatılma kararı mahkemelere bırakılmıştır. 1950 yılında iktidara gelen Demokrat Parti, basın özgürlüğünü sağlamayı programına dâhil etmiş ve “basının dördüncü güç olduğu”na ilişkin kabulle beraber 21 Temmuz 1950’de yürürlüğe giren 5680 Sayılı Basın Kanunu’nu hazırlamıştır. İlgili kanunla birlikte, izin ve ruhsat sistemini kaldırılması, basın suçlarına ilişkin özel mahkemelerin kurulması, cevap hakkının yeniden düzenlenmesi ve gazete sahiplerinin cezai sorumluluktan kurtulması gerçekleşmiştir.

1954 tarihli “Neşir Yoluyla veya Radyo ile İşlenecek Bazı Cürümler Hakkındaki Kanun”, basın ile hükümet arasındaki ilişkinin bozulduğunun göstergesi olmuştur. 1960 yılında gerçekleşen darbe sonrasında 1961 yılındaki yeni anayasa ile basın özgürlüğü demokratik esaslara uygun bir biçimde tanımlanmış, “basın hürdür; sansür edilemez” ilkesi benimsenmiştir. Aynı yıl çıkan “Basın İş Kanunu” ile basın çalışanlarının güvencesi sağlanmış, Basın İlan Kurumu’nun oluşturulmasıyla basın ile resmi kurumlar arasındaki ilişki düzenlenmiştir. 1964 yılında yürürlüğe giren Türkiye Radyo ve Televizyon Kurumu Yasası ile kamu hizmeti yayıncılığı yasal olarak güvenceye alınmıştır. Olumlu gelişmelerin yaşandığı bu süreç 1971 askeri muhtırası ve sonrasındaki sıkıyönetim uygulamalarıyla son bulmuş, basına tekrar birçok kısıtlama getirilmiştir. Bu dönemde birçok gazeteci çeşitli nedenlerle tutuklanmış ve mahkûm edilmiştir. Dönem içinde 39 kez gazete kapatma cezası verilmiş TRT’nin özerk yapısına müdahale edilmiştir. Bu durum kamu hizmeti yayıncılığının sekteye uğramasına neden olmuştur.

1970 sonrasında yayın kuruluşları büyümeye gitmiş ve çoğu sanayi kuruluşlarının yan kuruluşlarına dönüşmüşlerdir. Gazeteler bu dönemde mevcut dönemi sürdüren ittifak bloğu içinde yerlerini almışlardır.

Türk Silahlı Kuvvetlerinin yönetime el koyduğu 12 Eylül 1980 tarihinden sonraki sıkıyönetime basın ve haberleşmeye sansür koyma yetkisi verilmiştir. Özellikle sol basın ortadan kaldırılmaya çalışılmış, sayısız tutuklama ve kapatma cezaları gerçekleşmiştir. 1982 Anayasası ile birlikte yasakçı ve antidemokratik bir yol izlenerek basın özgürlüğü sınırlanmış ve 1990’lı yıllardaki Terörle Mücadele Kanunu, basın özgürlüğünü de engellemenin dayanağı olmuştur.

1990’larda geleneksel basın yerini ‘medya sektörüne’ bırakmıştır. Yeni olan bu sektör büyük holdinglerin kontrolü altına girmeye başlamıştır. 80’li yıllardaki güçlü sendikalar zamanla zayıflamış ve basın çalışanları iş güvencesi açısından baskı oluşmuş, iletişim hakkı ve basın özgürlüğü engellenmiştir.

1994 yılında çıkan yasa ile faaliyete başlayan Radyo Ve Televizyon Üst Kurulu yayıncılık alanını düzenlemeye yönelmiştir. 2011 tarihinde Radyo ve Televizyon Kuruluş ve Yayın Hizmetleri Hakkındaki Kanun ile kurulun düzenleyici ilkeleri ortaya konmuştur. Bu kanun kamu hizmeti anlayışına uygun olmaması, tekelleşme ve ayrımcılığa karşı önlemleri barındırmaması açısından eleştirilmiştir.

Avrupa Birliği üyelik sürecine ilişkin 2004 yılında Cumhuriyet döneminin üçüncü ve son kanunu olarak yeni bir basın kanunu hazırlanmıştır. 2004 tarihli Basın Kanunu; bilgi edinme, yayma, eleştirme yorumlama ve eser yaratma haklarını içerek şekilde basın özgürlüğü ekseninde hazırlanmıştır. Bun karşın gazetecilere yönelik adli, idari ve siyasal baskılar devam etmiştir.


Güz Dönemi Dönem Sonu Sınavı
18 Ocak 2025 Cumartesi
v