İnsan ve Toplum Dersi 3. Ünite Özet

Kentleşme

Giriş

Kentler uygarlık tarihinin en önemli basamaklarından biridir. Toplumbilimsel açıdan kent, “toplumsal açıdan bir örnek olmayan insanların göreli olarak geniş bir alanda, yoğun bir biçimde ve sürekli olarak birlikte bir yere yerleşmiş bulunması” biçiminde tanımlanabilir. Kentleşme, dar anlamda, kent sayısının ve kentlerde yaşayan nüfus sayısının artmasıdır. Kentlileşme ise kent kültürüne ait değer, davranış ve tutumların benimsenmesi olarak tanımlanabilir.

Kentlerin Kökeni

Antik kentler hakkındaki arkeolojik kazılara dayalı bilgilerin azlığı ve eski çağlarda kent öncesi ve kent yaşamına dair yazılı belgenin bulunmaması, kentlerin ne zaman ve nasıl ortaya çıktığını, nasıl geliştiğini ortaya koymayı ve daha sonraki kentlerle karşılaştırma yapmayı güçleştirmektedir.

İlk kentler maden çağında ortaya çıkmıştır. Metal silah kullanan insanlar kaba taş silah kullanan insanlara göre askeri olarak daha çok üstünlük kurmuştur. Bu dönem kentleri, hâkimiyet altına alınan topluluklar etrafında kurulmuş birer ordu karargâhıdır. Bu kentler gıda ihtiyaçlarını, istila ettikleri tarımsal üretim yapan art bölgelerden sağlamışlardır.

İlk kentler kurulduktan sonra yöneticilerin ordu karargahları saraylara dönüşmüş, tapınaklar dikilmiş, sivillerin ihtiyaç duyduğu malzeme ve silahların yapımını sağlayan zanaatkarlar da kent nüfusuna eklenmiş ve bu zanaatkarların ürettikleri fazla malzemeler kentleri, kırsal ürünlerle değişimin yapıldığı ekonomik pazarlara dönüştürmüştür.

Gordon Child’e göre; Mısır, Mezopotamya ve İndus Vadisi’nde ortaya çıkan kentlerin yönetici sınıfı, dini kurumlar ve zanaatkâr grupları gibi yapıları nedeniyle neolitik köylerden farklılaşmaktadır. Child’a göre ilk kentlerde bulunan resim ve heykeller, soyut düşünme ve kavramsallaştırma yeteneğinin geliştiğinin ve tapınak, saray ve anıtsal yapılar da, siyasal gücün işaretleridir.

Sanayi Öncesi Kentler

Sjoberg, sanayi öncesi kentlerin gelişimini;

  • Ekolojik,
  • Ekonomik ve
  • Toplumsal örgütlenme başlıkları altında ele almıştır.

Ekolojik örgütlenme: Sanayi öncesi kentlerin nüfusu az, sokakları dar, mahalle ve sokakları etnik temelli toplumsal farklılaşmayı yansıtmaktadır. Tarımda makineleşmeye geçilmemiş olması, ulaşım yetersizliği gibi nedenlerle kent ve kırsal arasında gıda ticareti yetersizdir. Sokaklar kentin ekonomik ve toplumsal dokusunu yansıtmaktadır. Sokaklar dar ve kentin belirli caddeleri farklı meslek gruplarıyla anılmaktadır.

Ekonomik örgütlenme: Sanayi öncesi kentlerde ekonomide uzmanlaşma ve farklılaşma çok düşüktür. Ağırlık ve ölçü biriminin olmaması, muhasebe ve kredi sisteminin gelişkin olmaması, alışverişin pazarlık yoluyla gerçekleştirilmesi ekonominin akılcılığa dayanmadığını göstermektedir. Seçkinler dışında ekonomik etkinlikte bulunan tüccarlar, el zanaat işçileri, tefeciler gibi çeşitli meslekler, lonca olarak adlandırılan meslekî örgütlerde bir araya gelmektedirler ve üyesi oldukları loncaların kuralları içinde faaliyette bulunmakta; diğer toplulukların ekonomik etkinlikleri ile bir faaliyet göstermemektedirler.

Toplumsal örgütlenme: Sanayi öncesi kentler, katı sınıfsal tabakalaşma sistemine sahiptir. Statü farklılıkları, bireysel özellik, konuşulan dil, kıyafet, etnik bir gruba ve mesleğe dâhil olma, yaş, cinsiyet ve toplumsal sınıfa ait olma gibi özelliklerle belirginleşmektedir. Alt ve üst sınıflar kesin çizgilerle ile birbirinden ayrılmıştır. Seçkinler kentin yönetim, din ve eğitim kurumlarında yer alıp vergilerin toplanması, yargılama ve kolluk gücü ile toplumsal düzenin sürdürülmesinden sorumlu iken; orta sınıfa ise rastlanmamakta; alt sınıfta yer alan insanlar ise toplumun en kirli işlerini yapmaktadırlar.

Sanayi Kenti

Kentlerin gelişiminde en önemli etki Endüstri Devrimi’yle birlikte gerçekleşmiştir. Sanayi kentinin ekonomisi, sanayileşme öncesi kentlerde görülen zanaat üretimi ve ticari faaliyetlerden farklı olarak; endüstriyel üretime dayanmaktadır.

Bu dönemde şehir merkezleri ofis, depo ve ticari iş birimlerinin bulunduğu alanlardı. Bu merkezlerin çevresinde yetersiz altyapının olduğu işçi mahalleleri bulunmaktaydı. Buralarda kanalizasyon sisteminin olmaması beraberinde bulaşıcı hatalıkları getirmiştir. Buna karşın ticaret merkezlerinin dışında üst orta sınıfın kaldığı mahallelerde, düzenli yapılaşmanın olduğu villa tipi evler yer alırdı.

19. yüzyıl sonlarında sanayi şehrinin değişimini biçimlendiren iki temel faktör bulunmaktadır. Birincisi, yeni endüstriyel ekonomi refah seviyesinin yükselmesi üzerinde olumlu bir etkide bulunmuştur. Ulaşım sistemlerindeki gelişmeler kentsel taşımacılığı da etkilemiştir. 20. yüzyılın ilk on yılında elektrikli tramvaylar, otobüs ve özel otomobil kullanımının artması şehrin mekânsal düzenini değiştirmiştir. Bu nedenle bu dönemin gelişmiş ülkelerinin kentleşme sürecinin en önemli özelliklerinden biri, kent merkezinden uzakta yeni yerleşim birimleri olan banliyölerin kurulmasıdır.

Sanayi şehrinin değişmesini etkileyen ikinci faktör ise, kentlerde oluşan reform hareketlerinin yükselmesidir. Bu dönemde kentlerde çıkan hastalıklar ile mekânsal faktörler arasında ilişki kurulmuştur. Hastalıkla karşı kanalizasyon sistemi ve temiz su ihtiyacının giderilmesine önem verilmiştir. Bu gelişmeler, sanayi kentinin fiziksel yapısında olumlu dönüşümlerin yaşanmasına neden olurken kentsel nüfusun sağlık göstergelerinde olumlu değişimler yaşanmıştır.

Modern Kentleri Açıklayan Yaklaşımlar

Chicago Okulu: Sosyal Ekolojik Yaklaşım: Kentin ayrı bir çalışma konusu olarak analiz edilmesi 1920’li yıllardan sonra Chicago Okuluyla başlamıştır. Bu anlamda bu okul içinde gelen araştırmacılar kent sosyolojisinin gelişimine önemli katkılar yapmıştır. Bunlardan bazıları aşağıda açıklanmaktadır.

Robert Ezra Park (1864-1944); sosyal ekolojik yaklaşım ekolünün kurucusudur. Park, Darwin’in evrim teorisinden etkilenmiş ve doğadaki bitki ve hayvan türlerinin var oluşu için gerekli uygun çevresel koşullara uyum sağlama süreçlerinde, canlı türlerinin yaşadığı rekabet ve mücadeleyi, istila, yerine geçme ve egemenlik kurma biçimlerini modern kentleri açıklamak için kullanmıştır. Ekolojik yaklaşıma göre kentlerin içindeki farklı semtler ve bölgeler, kent nüfusunun, var olan kaynaklar için birbirleriyle rekabet etmeleri biçiminde doğal uyum gösterme süreçlerinin bir sonucu olarak oluşmuşlardır.

Park’a göre kent hayatı biyotik ve kültürel olmak üzere iki düzeyde örgütlenmektedir. Kentin biyotik düzeyi, konut, mahalle, alışveriş merkezleri, iş ve ticari gibi alanları ifade etmektedir. Kültürel düzey ise, biyotik düzey üzerinde kurulan değer, norm, örf ve adetler temelinde gelişen bir yapıdır.

Roderick D. Mckenzie , Ernest Burgess ile birlikte sosyal ekoloji yaklaşımını kentin merkezden dışa doğru uzanan büyüme süreçlerini açıklamak için kullandılar. Mckenzie’ye göre, birey, grup ya da firmalar kent mekânında yer edinebilmek için mücadele etmektedir. Bu mücadelen başarılı çıkanlar kentin en iyi yerlerine yerleşirken başarısız olanlar kentin istenmeyen kötü yerlerine yerleşmek zorunda kalmaktadır.

Ernest Burgess (1886-1966) ise, ortak merkezli bölge modeli ile kentin büyüme modelini analiz etmektedir. Buna göre beş halka belirlemiştir. Bunları şöyle sıralamak mümkündür:

  • Birinci dairede iş ve ticaret bölgesi yer alır. Buralarda gün içinde nüfus çok yoğun iken, mesai bitiminde nüfus azalmaktadır.
  • İkinci daire, nüfus ve arazi kullanımının kaygan ve değişken olduğu geçiş bölgesidir. Bu bölge niteliksel açıdan daha kötü olan oturma bölgelerini içerir. Ticari faaliyetler nedeniyle nüfus değişimi yaşanmaktadır.
  • Üçüncü daire işçilerin oturduğu bölgedir. Bu bölge, geçiş bölgesinden kaçan ve çalıştıkları yere daha kolay gitmeyi isteyen sanayi işçileri ve ikinci kuşak göçmenleri kapsamaktadır.
  • Dördüncü daire üst sınıfların yaşadığı bölgedir. Bu bölgede zenginlerin büyük mülkleri ile birlikte orta sınıf konutları yer almaktadır.
  • Beşinci dairede ise, yöre kentler (banliyöler) yer alır.

Louis Wirth (1897-1952), diğer yazarlardan farklı olarak, kentin ekolojik sürecinden ziyade kentin ne olduğu ve kentin bir yaşam biçimi olarak kendine özgü nasıl bir davranış biçimi ürettiğini sorgulamaktadır. Wirth, kent kültürünü ifade etmek için “kentlilik” kavramını öne çıkarmıştır. “Kentlilik” nüfusun büyüklüğü, nüfusun yoğunluğu ve nüfusun çeşitliliği sonucunda oluşan kentsel yaşama ait bir davranış biçimidir. Birey bu yaşam tarzında birden fazla çatışmacı role sahiptir, toplumsal ilişkilerinde samimi ve yakın ilişkiler yerine resmi ve ikincil ilişkiler içindedir.

Kentte nüfus büyüklüğünün artması, kişisel farklılıkların da daha çok artmasına neden olmaktadır. Bu durum bireyler arasında köylere göre kutuplaşmanın yaygınlaşmasına yol açmaktadır. Aynı zamanda nüfusun büyüklüğü, etnik köken, akrabalık, komşuluk ilişkileri gibi ortaklıkları ve bundan kaynaklanan paylaşım duygularını ortadan kaldırmakta ya da zayıflatmaktadır.

Nüfusun yoğunluğu , kent insanının ve etkinliklerinin farklılaşmasını ve toplumsal çeşitliliğin artışını güçlendirir. İnsanların kentte yerleşim yerlerini seçmelerinde yoğunluk, arsa değerleri, kira bedeli, sağlıklılık, estetik ve gürültü önemli etmenler arasında yer alır.

Nüfusun çeşitliliği , en önemli etkisini sınıf yapıları üzerinde hissettirmektedir. Farklı grupların etkileşimi, kentin katı sınıf yapısını kırmakta ve toplumsal tabakalaşma sistemi içinde toplumsal hareketliliği güçlendirmektedir.

Ekonomi Politik Yaklaşım; 1960’lı yıllardan sonra Marx’ın görüşlerinden etkilenen ve kenti ekonomi politik bir bakış açısıyla analiz eden sosyologların yaklaşımını ifade etmektedir. Bu yaklaşım içinde yer alan Henry Lefebre, Manuel Castells ve David Harvey, Marx’ın toplum teorisinden etkilenmiştir. Bu araştırmacılar, Marx’ın kapitalist toplum teorisini II. Dünya Savaşı sonrası kentleşme dinamiklerinin anlaşılması için yeniden yorumlamışlardır.

Henry Lefebre (1901-1991) sermaye yatırımı, kâr, rant, ücret, sınıf sömürüsü ve eşitsiz gelişim gibi ekonomik kategorileri kent analizinde kullanılmaktadır. Bu bağlamda kentleşmeyi beş boyutta ele almaktadır:

  1. Kentsel gelişim kapitalist sistemin oluşumu ve devamı ile ilgili bir süreçtir.
  2. Sermayenin birinci birikim aşaması; üretilen mallar, işçilerin çalıştırılması gibi doğrudan üretim sürecinde oluşmaktadır. İkinci aşamada kentsel mekân ya da toprak, fabrika üretim sürecinde üretilen mallar gibi piyasada alınıp satılan bir mala dönüşmektedir.
  3. Toplumsal yapı, bir kentin mekânlarına da yansımıştır. Mekân toplumsal örgütlenmenin bir parçasıdır ve insanlar sosyal ilişki ve etkileşim üzerine konuşurken aslında üstü kapalı olarak bu ilişki ve etkileşimlerin gerçekleştiği mekândan da söz etmektedirler. Bu bağlamda mekânın ikili bir anlamı vardır. Mekân bir yandan insanların davranışlarını etkilerken, diğer yandan ise ihtiyaçların karşılanması için insanlar tarafından dönüştürülmektedir.
  4. Devlet, mekânı toplumsal kontrol ve iktidar için kullanmaktadır.
  5. Lefebre’ye göre, kapitalist toplumda kent mekânı, “somut” ve “soyut” olmak üzere ikili bir işleve sahiptir. Somut mekân, günlük yaşam pratiklerimizi gerçekleştirdiğimiz, ihtiyaçlarımızı karşıladığımız kullanım değerine sahip toplumsal mekândır. Soyut mekân ise, mekânın kullanım değerinin ikinci plana itilerek üzerinden kâr ve rant edilen bir araca dönüşmesini ifade etmektedir.

Manuel Castells (1942- ): Ekonomi politik yaklaşımının bir diğer temsilcisi olan Castells’e göre, kapitalist toplumda emek gücünün yeniden üretimi için gerekli gıda, barınma ve insanların ihtiyacı olan diğer mal ve hizmetlerin karşılanması gerekmektedir. Ancak kapitalist girişimciler kârlarını azamiye çıkarmak için çalışanlara her zaman hak ettiği değerin altında bir ücret vermektedir. Eğer çalışanlara hak ettikleri ücreti verirse, kendi kârından vazgeçmek zorunda kalacaktır. Bu durum kapitalizmin temel çelişkilerinden biri olarak görülmektedir.

Castells’e göre, tam da bu noktada devlet çalışanlar (emek) ve girişimciler (sermaye sahibi) arasındaki çelişkileri çözmek için aracılık eder. Devlet çalışanların ücretleriyle karşılayamadıkları tüketim ihtiyaçlarını tedarik ederek sistemin devamını sağlar.

Bu anlamda Castells’e göre kentler ortak tüketim mekânları olarak kavramsallaştırılmaktadır. Konut, altyapı, ulaşım, eğitim, sağlık, alışveriş, dinlenme gibi emeğin yeniden üretim sürecinin unsurları kentlerin ortak tüketim alanlarını oluşturmakta ve bütün bu ihtiyaçlar devletin müdahalesiyle çözülmektedir.

Castells’e göre; İkinci Dünya Savaşı sonrasından 1980’lere kadar, gelişmiş ülkelerde devlet bu görevini yerine getirebilirken; 1980 sonrasında yaptığı harcamaları daraltmış ve işsizlik, düzensiz gelir ve fiyat artışı nedenleriyle yaşam kalitesi bozularak, sınıf çelişkileri derinleşmeye başlamıştır.

David Harvey (1935- ) ise, çalışmalarında genel olarak kapitalist sistemin adaletsizliği üzerine odaklaşmaktadır. Harvey’e göre, kent mekânları kapitalist sistemin çelişkilerinin bir yansımasıdır. Kapitalist girişimciler, kârı azami seviyeye yükseltme amacı güderken, belli dönemlerde ekonomik kriz yaşarlar. Krizler ise, kârların düşmesine yol açmaktadır.

Kapitalistlerin, kârlarını yeniden yükseltmek için geliştirdikleri stratejilerden biri de kent mekânlarına yatırım yapmalarıdır. Bu anlamda modern kentlerin büyümesi, kapitalistlerin kârlarını azamiye çıkarmak için kentsel mekâna yapılan yatırımların sonucu gerçekleşmektedir.

Toplumsal ihtiyaçların dışında kâr amaçlı yapılan yatırımlar mekânsal eşitsizlikleri doğurmakta; alt ve üst gelir grubundan bireylerin yaşam yerlerini şekillendirmektedir. Bu da;

  • Etnik,
  • Irksal ve
  • Sınıfsal ayrımlara neden olmaktadır.

Türkiye’nin Kentleşme Deneyimi

Modernleşme süreci içinde Türkiye’nin kentleşme deneyimi tarihsel olarak;

  • 1923-1950,
  • 1950-1980 ve
  • 1980 sonrası olmak üzere üç dönem altında ele alınmaktadır.

Türkiye’nin ilk dönem kentleşme deneyimi, 1923-1950 yılları arasını kapsar. Ankara’nın başkent seçilmesi, ülkenin demiryolu ağlarıyla örülmesi ve fabrikaların Anadolu kentlerine kurulması ile bu gelişmeler aynı zamanda ulus devlet olma sürecidir. Bu süreçte devlet kentleşme sürecinde aktif rol oynamış, sanayi yatırımlarının Anadolu kentlerine yapılması ile birlikte bu bölgelerde kentleşme hızlanmış, yine de kentleşme hızı ülke genelinde düşük kalmıştır.

1950 sonrasında iç göç nedeniyle kentleşme hızı yüksekmiş, Marshall yardımları ile tarımsal üretim artmış ve tarımda iş gücü açığa çıkmıştır. Bu değişimler, iç göçü hızlandırmıştır. Bu dönemde kırsaldan kentlere göç eden ilk kuşak göçmenler iki temel sorunla karşılaşmışlardır:

  • Birincisi barınmak için gerekli konut ihtiyacını karşılamaktır. Göçmenler konut sorunlarını, gecekondu tipi mekânlar üreterek, çözmüştür.
  • İkinci sorun ise, geçimlerini sağlayabilmek için gerekli işi bulmaktır. Bu sorun ise, göçmenlerin ekonominin sanayi ve hizmet sektöründe örgütlü ve güvenceli işlerde çalışmasıyla aşılmıştır. Ancak sınırlı kapasiteye sahip bu sektörlerde iş bulamayan göçmenler enformel sektörlerde çalışmak zorunda kalmışlardır.

Göçmenler kente göç ettikten sonra da, konut sorunun çözülmesi ve iş bulma gibi konularda dayanışma ve destek ağlarını kullanmışlardır. Bu anlamda Türkiye’de aile, akraba, komşuluk, hemşerilik gibi geleneksel ilişki ağları göç sürecinde; göç edilecek kentin ve mahallenin belirlenmesinde, konut ve iş sorununun çözülmesinde, kentin yabancılaştırıcı koşullarına karşı destek, yardımlaşma ve dayanışmacı yönleriyle önemli bir güce sahiptir.

1980 sonrası dönemin en belirgin özelliği Türkiye’de kentleşmenin belli bir doygunluğa ulaşmasıdır. Bu dönemde kırdan kente göçle birlikte kentler arasında da göç yapılmıştır. Bu göçler, genellikle zorunlu nedenlere dayanmaktadır.

Dışa açık sanayileşme modelinin benimsenmesi ile kentlerin dünya pazarı ile bütünleşmesi için altyapı ve telekomünikasyon yatırımlarına öncelik verilmiş, turizm yatırımları teşvik edilmiş, dinlenme faaliyetleri geliştirilmiş, seracılığın yaygınlaşması sağlanmış; bu da batı ve güney kıyılarında sermaye ve nüfus dağılım oranlarını etkilemiştir.

Yerli ve yabancı sermayenin yatırımlarının artmasıyla toplu konutlar artmış, gecekondulara kat izni verilerek apartmanlaşmalar başlamıştır. Kentsel alanda raylı sistem, altyapı, alışveriş ve eğlence merkezleri, oteller kurulmuş ve kent dokusu değişmiştir.

Dünya Kenti

Dünya kenti kavramı; 1980 sonrası dönemde bazı kentlerin ulusal konumlarının dışında ekonomik, siyasal ve toplumsal özellikleriyle ön plana çıkarak, dünya ölçeğinde merkezi bir konuma yerleşmelerini ifade etmek için kullanılmıştır.

Friedman’a göre dünya kentlerinin özellikleri şunlardır:

  1. Dünya kenti dünya ölçeğinde devam eden finansal hareketlerin yoğunlaştığı yerlerdir.
  2. Dünya kentlerinde çok uluslu şirketlerin yönetim merkezlerinin yoğunlaşma oranları yüksektir.
  3. Dünya kenti uluslararası kurumların yoğunlaştığı yerlerdir.
  4. Dünya kentleri önemli kabul edilen üretimlerin yoğunlaşma düzeyinin fazla olduğu yerlerdir.
  5. Dünya kentleri ulaşım ağı açısından önemli bir konuma sahiptirler.

Dünya kentleri dünya ekonomisinin mal, hizmet üretimi ve finansal akışın sağlandığı ve akışın bu merkezler tarafından denetim ve kontrolünün yapıldığı yerlerdir. Bu kentler, hem birbirleriyle rekabet halindedirler hem de karşılıklı bağımlılık içinde kendi ülkeleri dışında kısmen ayrı bir sistem oluştururlar.

Dünya kentlerinin, bilgi akışının sağlanabilmesi için gerekli iletişim teknolojilerine sahip olması beklenmektedir. Bu kentlerde oluşan servis sektörünün beklentilerini karşılayabilmek için gerekli ucuz işgücü, bu kentlere göç eden emek ile sağlanmaktadır. Düşük ücretli, sosyal haklardan ve temel vatandaşlık haklarından yoksun yeni çalışma biçimleri sonucunda kentsel emek gücü parçalanmakta ve farklılaşmaktadır. Yaşama maliyetlerinin yüksek olduğu bu kentlerde, göz kamaştırıcı zenginlik ve derin yoksulluk bir arada bulunur.


Bahar Dönemi Dönem Sonu Sınavı
25 Mayıs 2024 Cumartesi