İnsan Davranışı Ve Sosyal Çevre 2 Dersi 4. Ünite Özet

Toplumsal Cinsiyet

Toplumsal Cinsiyet Nedir?

Toplumsal cinsiyet, dünya toplumlarınca benimsenen kadınlık ver erkekliğe ilişkin kabulleri ve bu kabullerden kaynaklanan eşitsizliği anlamamız için gerekli bir kavramdır. Örneğin, neden kadınlar “narin”, “zayıf”, “duygusal”, “evliliği arzulayan” ve “anaç” bireyler olarak görülürken erkekler hem karakter hem de fiziksel olarak “güçlü”, “akılcıl”, kişisel ilişkilerinde “özgürlüğüne düşkün” ve evliliklerinden ya da ev yaşamından çok çalışma hayatlarındaki sorumluluk ve başarılarıyla “erkek” olarak kabul edilmektedir.

Üretim süreçlerine katılım açısından da kadınlar ve erkekler arasında farklılıklar bulunmaktadır. Pek çok toplumda erkekler için siyasi figür olmak ya da mühendislik, askerlik, taksi/otobüs şoförlüğü gibi alanlar, kadınlar içinse hemşirelik, öğretmenlik, temizlik işçiliği gibi alanlar uygun görülmektedir. Yine benzer biçimde kadının yeri ev ve özel alan olarak kabul edilirken, erkeğin alanı sokak ve kamusal alan olarak görülmektedir.

Dünyadaki tüm kadınlar ve erkeklerin taşıdıkları roller yukarıda bahsedildiği gibi midir? İnsanlığın ortaya çıkış sürecinden itibaren, değişmeyen “doğal” kadınlık ve erkeklik durumlarından bahsedebilir miyiz? Yoksa, toplumsallaşmaya dayalı, sosyo-kültürel olarak inşa edilen ve tarihsel olarak değişim gösterebilen kadınlık ve erkeklik durumları mı söz konusudur? Toplumsal cinsiyet tartışmaları genel olarak bu soruların yanıtlarına ilişkindir. Toplumsal cinsiyet kavramıyla beraber literatürde feminist çalışmalar ve kadın çalışmaları olarak adlandırılan alan da genişleyerek, toplumsal cinsiyet çalışmaları alanına evrilmiştir. Toplumsal cinsiyet çalışmaları, kadınlar ve erkekler arasındaki hiyerarşik ilişkilerin yanı sıra kadınlar ve kadınlar, erkekler ve erkekler arasındaki ilişkileri de sorunsallaştırmaktadır.

Genel olarak insanın doğuştan cinsiyetli olarak üreyen bir tür olduğu kabul edilmektedir. Kadın ve erkek olarak ayrılan bu cinsiyetler biyolojik kökene dayanmaktadır. İnsanlar üreme sistemlerinde, kromozomlarında ve hormonlarında görülen farklılıklardan dolayı bir cinsiyet bölünmesi yaşamaktadırlar. Bundan dolayı, literatürde cinsiyet kavramı yerine, özellikle de toplumsal cinsiyetle karıştırılmaması için, “biyolojik cinsiyet” kavramı da kullanılmaktadır. Toplumsal cinsiyet kavramı ise cinsiyetten farklı olarak kadınlık ve erkeklik durumlarının ortaya çıkmasında, sosyo-kültürel ve tarihsel sürecin rolünü vurgulamak amacıyla kullanılmaktadır. Dolayısıyla kavram, kadınlık ve erkekliğin bireyin doğumundan sonra içinde bulunulan toplum tarafından inşa edildiği; bireylerin toplumda kadın ve erkek cinsiyetlerine yüklenen değer ya da beklentilere göre “kadın” ve “erkek” yapıldıkları anlamında kullanılır. Toplumsal cinsiyet, cinsiyeti reddetmekte ancak kadınlık ve erkekliğin oluşumunda sosyo-kültürel alanın etkisine vurgu yapmaktadır. Cinsiyet, biyolojik; toplumsal cinsiyet ise sosyo-kültüreldir.

Biyolojik görüşler cinsiyeti, tamamen fizyolojik, hormonal, doğuştan gelen farklılıklara indirgemişlerdir. Bu açıdan bakıldığında cinsiyet ve toplumsal cinsiyet arasında bir ayrım yapmak anlamlı ve gerekli değildir. Söz konusu görüşler, doğuştan gelip mutlak olduğu varsayılan biyolojik cinsiyet özellikleri olduğu, dolayısıyla kadın ve erkek arasındaki eşitsizliğe dayanana toplumsal ilişkinin de değişmeyeceği üzerine kurulmuşlardır. Bu açıdan kuramlar “özcü” ve “indirgemeci” oldukları için eleştirilmişlerdir.

İnşacı görüşler ise cinsiyetin sosyo-kültürel ve tarihsel bağamdan ayrı düşünülemeyeceği üzerinde durmaktadır. Buna göre, toplumsal cinsiyet ile cinsiyet arasındaki ilişki zayıftır ve cinsiyet toplumsal cinsiyeti belirlemez. Toplumsal cinsiyet kavramı da bu çerçevede, sosyo kültürel ve tarihsel olarak inşa edilen ve cinsiyete yüklenen kadınlık ve erkeklik rollerini ve eşitsizliğe dayalı ilişkileri tanımlamak amacıyla kullanılır.

Kadınlık ve erkekliğe ilişkin olduğu varsayılan özelliklerin sosyo-kültürel açıdan ele alınmaya başlanmasıyla, biyolojik temelli kabuller, özellikle feminist çalışmalar tarafından sorgulanmaya başlanmıştır. Toplumsal cinsiyet kavramı da ilk olarak feministler tarafından bugünkü anlamıyla kullanılmaya başlamıştır. Kavram feministler için önemlidir, çünkü eğer bir toplumsal inşa söz konusuysa, aynı zamanda toplumsal cinsiyet de değişebilir. Mutlak, tarih dışı, evrensel bir kadınlık ve erkeklik durumu söz konusu değildir. Dolayısıyla, kadınların ikincil konumda bulunduğu eşitsizliğe ve ayrımcılığa dayalı olan toplumsal cinsiyet ilişkileri de düzeneğin işlediği toplumsal istem de değiştirilebilir.

Toplumsal cinsiyet kavramı, literatürde özellikle 1970’li yıllardan itibaren kullanılmaya başlanmıştır. BU açıdan toplumsal cinsiyete yapılan vurgu, tarihsel olarak 1960’ların sonlarında başlayan İkinci Dalga Feminizmin çabalarıyla gündeme gelmiştir. Bunun yanı sıra cinsiyet ve cinsiyet rollerinin oluşumunda, toplumsal alanın etkilerine yapılan vurgunun çok daha önce başladığını söylemek mümkündür. Friedrich Engels, Margaret Mead, Virginia Wolf ya da Simoné de Beavoir gibi yazar ve düşünürler konuya bu açıdan yaklaşmışlardır. Kadınların ataerkil olan toplumsal sistemde, erkeklerin karşısındaki ikincil ve eşitsiz konumunu üreten iktidar ilişkileri üzerinde durmuşlardır.

Toplumsal cinsiyet kadınlık ve erkekliğin, toplumsal/kültürel/tarihsel bağlamda öğrenilen bazı rol/davranışlar tarafından biçimlendirildiğini belirtmek amacıyla kullanılmaktadır. Toplumsal cinsiyet konusunda yapılan çalışmalar, dünya toplumlarında özellikle kadınların aleyhine işleyen, cinsiyet ayrımcılığı/eşitsizliği vb. olguların ortaya çıkmasında biyolojik nedenlerin değil sosyo-kültürel nedenlerin rol oynadığını ve dolayısıyla da değiştirilebilir olduğunu göstermiştir. Bunun yanı sıra kavram, bireyin biyolojik cinsiyetiyle kendisine yüklenen toplumsal cinsiyeti arasında farklılıklar olabileceğini tartışmaya açması bakımından da önemlidir.

İkili sitem kuramı, Marksist feministlerin sınıf analizi ile radikal feministlerin ataerkil analizini anlamlı bir biçimde bir araya getirerek toplumsal cinsiyet ilişkilerini açıklamayı amaçlayan sosyalist feministler tarafından geliştirilmiştir. Walby ise modern dönemin İngilteresindeki toplumsal cinsiyet ilişkilerini çözümlemek için ikili sisteme, yine adı geçen feminist kuramlardan yola çıkarak, bazı eklemelerde bulunur. Ataerkil ilişkilerde ırk, etnisite, coğrafya, sınıf, tarihsellik gibi olguların yaratabileceği farklılıklara dikkat çeken Walby, kapitalist sistemdeki ataerkinin temel olarak ücretli çalışma, ev işleri, devlet, kültür, cinsellik ve şiddet alanlarındaki ilişkiler üzerinden kurulduğunu belirtir. Bu alanlar farklı yollarla birbirlerine eklemlenmekte ve ataerkinin farklı biçimlerde yaratmaktadırlar. Bu biçimler, ev içine ilişkin olan “özel ataerki” ve piyasa-devletin egemen olduğu “kamusal ataerki” olmak üzere ikiye ayrılmaktadır. İkinci dünya savaşı sonrası dönemde özellikle evli kadınların yükselen biçimde kapitalist iş kollarında istihdam edilmesi ve kadın haklarının gelişimiyle beraber gelişmiş Batılı toplumlarda “kamusal ataerki” başat olmaya başlamıştır. Walby’e göre ataerki, tarihsel olarak değişmezliği olan, statik bir yapı sergilemez ve belirli ırk, etnisite, ulus gibi farklılıklar da göz önüne alınarak incelenmelidir.

Günümüzde ataerki kavramı yerine, modern kapitalist öncesi toplumlara yaptığı göndermeden, evrenselci ve tarih-dışı bir kullanımı olduğundan ve özellikle günümüz modern toplumlarındaki eşitliksiz cinsiyet ilişkilerini daha fazla vurgulamanın gerekliliği gibi nedenlerle, bazı araştırmacılar tarafından toplumsal cinsiyet düzeni-sistemi-ilişkileri-rejimi vb. kavramları da kullanılmaktadır. Örneğin Connell’a göre modern toplum, kendi tarihsel koşulları içinde erkek egemenliğine dayalı bir cinsiyet düzeni geliştirmiştir; aile, devlet, sokak, vb. her türlü toplumsal kurumun içinde, yine kendine özgü biçimlerde, belirli cinsiyet rejimleri işler. Yukarıda görüşlerine yer verilen Walby de son dönem çalışmalarında ataerki yerine “cinsiyet rejimi” kavramını kullanmaya başlamıştır. Ancak Delphy’nin de belirttiği gibi gerek ataerki gerekse toplumsal cinsiyet rejimi ya da düzeni olarak adlandırılsın, tüm kavramların ortak noktası toplumu tümüyle kuşatan bir sisteme göndermede bulunmalarıdır.

Toplumların sosyo-ekonomik, kültürel ve politik ihtiyaçlarına göre oluşturulan cinsiyet ilişkilerinde kadınlar ve erkekler, yine bu toplumsal yapıya özgü araçlarla ve birbirleriyle etkileşim halinde toplumsal kurumlar yoluyla kadın ver erkek yapılmaktadırlar. Bu kurumlar aile, okul, işyerleri, kışlalar, medya vb.dir. Örneğin Türkiye’de doğumunda itibaren aile içinde bebeklere cinsiyet ayrımlarını belirten kızlar için pembe oğlanlar için mavi giysiler giydirilmesiyle başlayan süreç çocukların oyuncaklarının farklılaşmasıyla devam eder.

Böylece hangi renklerin, oyunların, kimliklerin, rollerin hangi cinsiyetler için olduğuna dair normlar da öğretilmiş olur. Kadınlık alanının evlilik, çocuk ve annelikle özdeşleşen ev içi özel alanken; erkeklik alanının kamusal alan olarak görülmesi bu süreçte başlar. İlerleyen süreçte erkekler sünnet, askerlik, kadınlar ise evlilik gibi törenlerle kendilerine yüklenen toplumsa cinsiyet rollerini yerine getirir; erkek ve kadın olurlar.

Kalıp yargı, birey ya da bireyler grubunu tanımlamak için kullanılan basitleştirilmiş, betimsel kategoriler olarak açıklanabilir. Gruplar arası ilişkiler, inançlar ve sosyal temsiller bağlamında kullanılan kalıp yargı kavramı, bir birey, grup ya da bir topluluk hakkında temellendirilmemiş kanaatlerden oluşur. “Kadınlar duygusaldır”, “Erkekler ağlamaz” vb. kalıp yargılar basitleştirilmiş, yaygın inançlara göre oluşturulan ve söz konusu toplumdaki farklılıkları dikkate almayan yargılara bir örnektir. Bunun yanı sıra, bir topluluğa özgü olan temelsiz bir özet bilgi haline gelmiş, grup açısından dünyayı kısa yoldan tanımlamaya, davranışları ve beklentileri de daha önceden düzenlemeye yarayan bu inançlar, ayrımcılığın ve şiddetin önünü açabilirler.

Kalıp yargılar, önyargıdan farklı olarak olumlu ya da olumsuz olabilir ve bir dış gruba ilişkin zorunda da değildirler. Yani kalıp yargılar genelde çeşitli meslek, yaş, ırk, cinsiyet, azınlık topluluklarını hedef alsa da topluluk üyeleri kendi toplulukları hakkında da kalıp yargılara sahip olabilmektedir. Kalıp yargıların en önemli özelliklerinden biri “doğal” olarak kabul edilmesi ve zor değişen bir yapı sergilemeleridir.

Erkekleri egemen kadınlarınsa ikincil konumunu meşrulaştırma işlevini gören cinsiyet kalıp yargıları en fazla şu dört alanda gözlenir: Kişilik özellikleri (girişkenlik-duygusallık-şefkatlilik-rekabetçi olmak vb.), rol davranışları (annelik-ev kadınlığı-çalışan kadın olmakaile babası olmak vb.), meslekler (hemşirelik-sekreterlikmühendislik-itfaiyeci olmak vb.) ve fiziksel özellikler (zayıflık-güzellik-atletiklik-kaslı olmak vb.).

Toplumsal Cinsiyete Dayalı Ayrımcılık

Ayrımcılık, bir bireyin ya da grubun doğuştan gelen ya da sonradan edinilmiş özellikleri ve farkları bahane edilerek toplumun geri kalan kısmı tarafından bilinçli olarak dışlanması ve belirli haklardan mahrum bırakılmasıdır.

Toplumsal cinsiyete dayalı ayrımcılık, bilinen ayrımcılığın toplumsal cinsiyete atfedilmiş rol ve özellikler üzerinden uygulanmasıdır. Toplumsal cinsiyete dayalı ayrımcılık, erkek egemen sistem içerisinde sistemli bir biçimde işleyen, kadına yönelik ayrımcılık olarak karşımıza çıkar. Ayrımcılık, toplumsal cinsiyet ekseninde gerçekleştiğinde cinsiyetçilik adını alır.

Cinsiyetçilik diğer ayrımcılık biçimlerinden farklı olarak, kadınlara yönelik görünüşte “olumlu” olan tutumlarla da işleyen bir ideolojidir. Pek çok toplumda, “sevecen, duygusal, narin vb.” kalıp yargılarla temsil edildikleri için kadınların “zayıf”, erkekler tarafından “korunmaya muhtaç” varlıklar olduğu sonucuna varılır ve böylece korumacı cinsiyetçilik adı verilen davranış pratikleri üretilir. Kadınlara yönelik düşmanlıkla karakterize olan cinsiyetçilik sosyal psikoloji literatüründe düşmanca cinsiyetçilik olarak adlandırılır ve açık, kaba ve kolayca tespit edilebilen bir ayrımcılık formudur. Oysa korumacı cinsiyetçilik, “sevgi, özen, ilgi” kisveleri altında daha ince, daha sinsi ve zor teşhis edilebilir bir ayrımcılık formudur. Biri dışlayarak, düşmanlaştırarak, şiddet göstererek diğer ise çocuklaştırarak, güçsüzleştirip erkeğe bağımlı hale getirerek kadınları denetlemeye ve ikincil konumda tutmaya hizmet eder.

Söz konusu sözleşmenin ilgili maddesi şu şekildedir: “Kadınlara karşı ayrım deyimi kadınların medeni durumlarına bakılmaksızın ve kadın ile erkek eşitliğine dayalı olarak politik, ekonomik, sosyal, kültürel, medeni ve diğer alanlardaki insan hakları ve temel özgürlüklerinin tanınmasını, kullanılmasını ve bunlardan yararlanılmasını engelleyen veya ortadan kaldıran veya bunu amaçlayan ve cinsiyete bağlı olarak yapılan herhangi bir ayrım, mahrumiyet veya kısıtlama anlamına gelecektir.”

Toplumsal cinsiyete dayalı ayrımcılık, kaynaklara ve fırsatlara ulaşmada eşitsizlik, şiddet, temel hizmetlerden yararlanmada yetersizlik, çalışma yaşamı ve politikada kadının sınırlı olarak yer alması ve kadınlarla erkekler arasındaki kişisel ilişkilerde güç dengesizliğini kapsar.

Doğrudan cinsiyet ayrımcılığı, açık bir biçimde kadınların aleyhine ve/veya erkeklerin lehine sonuçlar yaratan uygulamaları kapsar. Aynı işi yaptığı halde kadınların erkeklerden daha düşük ücret almaları ya da işlerin kadınerkek işi olarak ayrılarak, erkeğe uygun görülen çalışma alanlarının kadınlara kapatılması doğrudan cinsiyet ayrımcılığıdır.

Dolalı cinsiyet ayrımcılığı, biçimsel olarak eşitlikçi gözüken davranış ve uygulamaların kadınların aleyhine sonuçlar yaratmasıdır. İş alanları konusunda kadınlara doğrudan ayrımcılık yapılmayan, eşitlikçi görülen bir sektörde kadınlar için gerekli olabilen yaygın ve ucuz bir kreş uygulamasının olmayışı çocukları olan kadınların çalışma hayatı bakımından engelleyici olacak; bu dolaylı ayrımcılık sonucunda ise ücretli işinden vazgeçmek zorunda kalan -yine toplumsal cinsiyet rollerinin bir sonucu olarak- çocuğa bakmakla yükümlü görülen anne olacaktır.

Cinsiyete dayalı iş bölümü, basit bir görev paylaşımı ya da iki cinsiyetin yaşamlarındaki sorumlulukları eşit olarak paylaşması değildir. Tersine, kadınların ver erkeklerin bu şekilde konumlandırılmaları kadınlara aleyhine büyük bir eşitsizlikle ve ayrımcılıkla sonuçlanır. Bu durum kadınların çalışma yaşamını sınırlar, özellikle geleneksel ve düşük gelirli ailelerde eğitim alma oranlarını düşürür, onları bir anlamda eve kapatır, ev içi emeklerini ise görünmez kılar.

Örneğin, adrese dayalı nüfus kayıt sistemi 2015 sonuçlarına göre Türkiye’de 2.664.144 kişi okuma yazma bilmemektedir. Bunların 2.191.867’sini kadınlar oluşturmaktadır. 2015’te kadınların mecliste temsil oranı ise %14.73’te kalmıştır. Türkiye İstatistik Kurumu Hanehalkı İşgücü İstatistikleri (+15) 2016 yılı verilerine göre ise Türkiye’deki kadın istihdam oranı %28’dir. Kadınların işgücüne katılma oranı ise %32.5 olarak kayda geçmiştir. Aynı raporda kadınların, işgücüne dahil olamaması konusunda gösterilen neden %53.3’lük bir oranla ev işleriyle meşgul olma durumlarıdır.

Bu tür ayrımcılık, bireyleri, biyolojik cinsiyetlerine uygun davranmaya zorlar. Genel geçer erkeklik-kadınlık rollerinin bir biçimde dışında olan bu sınırları ihlal eden erkekleri ve kadınları düzene sokmayı amaçlar. Toplumda geçerli olan erkeklik-kadınlık rollerine uymayanların bu tür ayrımcılıkla karşılaşmaları ise hem kamusal hem de özel yaşamda temel hak ve özgürlüklerinin ihlali ile sonuçlanır.

Toplumsal Cinsiyete Dayalı Şiddet

Ayrımcılıkta olduğu gibi, toplumsal cinsiyete dayalı şiddetin hedefinde de kadınlar bulunmaktadır. Yine aynı şekilde toplumlarda kabul gören yargılar ve kadınlara atfedilen cinsiyet rolleri şiddetin nedenini oluşturur. Toplumsal cinsiyete dayalı şiddet, ayrımcılığın şiddete varan halidir. BU şiddet kadınlara, kadın oldukları için uygulanan bir şiddettir. Kadına yönelik şiddet dünyada yaygın ve sistematiktir. Her türlü ekonomik, sınıfsal, kültürel ya da coğrafi konumda ortaya çıkmaktadır.

Erkeğin şiddet kullanımı çoğu kez toplum tarafından belirlenen görevler ve bunların “erkekte yarattığı istek ve arzularla” ilişkilidir. Örneğin, “Ailesini geçindirmeye çalışan, karısının namusunu koruyan, çocukları kötü yola düşmesin diye onları eğitmeye çalışan” bir baba -kendisini erkek de yapan- bu toplumsal görevleri ve zorunlulukları uyarınca şiddet uygulayabilmektedir. Bundan dolayı geleneksel değerlerden beslenen erkeğin güçlü, egemen ve kadından her şekilde sorumlu olarak görüldüğü toplumsal bir anlamlandırma yapısında erkeğin “haklı” şiddeti de kadını “terbiye etmek”, “yönlendirmek” ver erkekliğini göstermek anlamına gelmektedir.

Başkasının vücut bütünlüğüne zarar veren, ona acı çektiren her türlü saldırı olarak tanımlanmaktadır. Bireyin fiziksel olarak zarar görmesine neden olan her türlü eylemi kapsayan fiziksel şiddet sağlıksız koşullarda yaşamaya mecbur bırakmaktan namus cinayetine kadar uzanmaktadır.

Birinin istemediği yerde, zamanda veya şekilde cinsel ilişkiye zorlamak; kişinin rızası olmaksızın cinsel nitelikli eylemlerde bulunmak, cinselliği bir tehdit, sindirme ve kontrol etme aracı olarak kullanmaktır. Dünya Sağlık Örgütü tarafından cinsel şiddet “cinsel eylem gerçekleştirmek amacıyla girişim, istenmeyen cinsel içerikli konuşmalar, birini cinsel amaçlı kullanmak, mağdur ve fail arasındaki ilişkinin niteliğine bakmaksızın ev ya da iş ortamında kişinin cinselliğine yönelik zorlayıcı yaptırımlar” olarak tanımlanmıştır.

Bağırmak, korkutmak, küfür etmek, tehdit etmek, hakaret etmek, eve kapatmak, küçük düşürmek, lakap takmak, kadının nasıl giyineceği, nereye gideceği, kimlerle görüşeceği konusunda baskı yapmak, öfkesini çocuklardan çıkarmak, çocuklarını göstermemekle tehdit etmek, silah göstermek gibi eylemleri kapsamaktadır.

Kadının para harcamasının kısıtlanması, çalışmasına izin verilmemesi, zorla çalıştırılması, ekonomik konulardaki kararların erkek tarafından tek başına alınması, kadının parasının elinden alınması, iş yerinde olay yaratmak suretiyle kadının işten atılmasına neden olunması, kadının iş bulmayı kolaylaştırıcı becerilerini geliştirmesinin engellenmesi, ev ihtiyaçlarını karşılayacak maddi kaynaktan yoksun bırakılması, engelli kadını zorla dilendirme gibi birini kontrol etmek ya da cezalandırmak amacıyla ekonomik olarak sınırlamak için yapılan her türlü eylemdir.

Toplumsal Cinsiyet ve Medya

Kadına yönelik ayrımcılık barındıran her türlü sözlü ifadedir. Toplumsal cinsiyete ilişkin kalıp yargıların söze dökülmüş halidir. Erkek egemen, eşitsizliğe dayalı toplumsal cinsiyet rollerini pekiştirir ve meşrulaştırır.


Güz Dönemi Ara Sınavı
7 Aralık 2024 Cumartesi
v