Maliye Politikası Dersi 6. Ünite Özet

Ekonomik Büyüme Ve Kalkınmaya Yönelik Maliye Politikası

Maliye Politikası ve Ekonomik Büyüme

Ekonomik büyüme, bir ülkede mal ve hizmet üretim kapasitesindeki genişleme olarak tanımlanabilir. Bu genişlemenin doğal sonucu olarak üretilen mal ve hizmet miktarı, diğer deyişle milli gelirin reel değeri artacaktır. Ekonomik büyüme, ülkelerin yaşadığı birçok sorunun çözümünde temel araçlardan birisidir. Örneğin, toplumsal istikrar açısından önemli olan istihdamın arttırılması ekonomik büyüme ile mümkündür.

Ekonomik büyüme, gayrisafi millî hasıladaki artışın reel değeri ile ölçülür. Kişi başına gelir ise bir ülkedeki millî gelirin nüfusa bölümüyle hesaplandığından, kişi başına gelirin artması için ekonomik büyümenin nüfus artış hızından yüksek olması gerekir. Bununla birlikte, GSMH’nin büyüklüğü veya kişi başına değeri, bir ülkedeki gelir dağılımı adaleti veya bireylerin yaşam standardı ile ilgili bilgi vermez. Çünkü millî gelir, yüksek olduğu hâlde değişik toplum kesimlerine farklı miktarlarda dağılabileceği gibi, kazanılan gelirin ne kadarlık bir çalışma ile elde edildiği değişebilir. Sermaye ve teknoloji kullanımı arttıkça elde edilen gelir için yapılan çalışma saati daha az olacaktır. Diğer taraftan gerçekleşen büyüme, genellikle üretim imkânlarının tam anlamıyla kullanılması hâlinde elde edilebilecek olan üretim potansiyeli nden daha küçüktür. Ekonomik büyümeye ilişkin olarak yapılan tanımlamalar genellikle sayısal niteliklidir ve bireylerin yaşam standardı ve refah düzeyi hakkında açık bilgi içermez. Bu yüzden de kalkınma alt başlığı altında ele alınacak olan nitel büyüme nin de dikkate alınması gerekir.

Ekonomik Büyümeyi Belirleyen Faktörler

Büyüme konusu, en eski ekonomi okulu olan Merkantilistler’den ve ekonomi biliminin kurucusu sayılan Adam Smith’ten günümüze kadar ilgi konusu olmuştur. Yirminci yüzyılın ilk yarısında ekonomi teorisi iki temel yaklaşım üzerinden tartışılmıştır:

  • Klasik yaklaşım, yatırımların kapasite etkisi ne dikkat çekerken,
  • Keynesyen yaklaşım yatırımların gelir etkisi ne önem vermiştir.

Ülke deneyimleri ve daha sonraki teorik çalışmalar her iki yaklaşımın sentezi biçiminde ortaya çıkmıştır. HarrodDomar büyüme modelinde, yatırımların hem kapasite hem de gelir etkisine dikkat çekilerek büyüme süreci sermaye birikimi ile açıklanmıştır. İşgücü ve teknolojik gelişmeleri de hesaba katan Neo-klasik büyüme modeli, üretim faktörlerinden emek ve sermaye arasında ikame imkânlarını dikkate alan bir üretim fonksiyonu aracılığıyla geliştirilmiştir. Buna göre büyüme, teknolojik gelişme ve nüfus artışı ile açıklanabilir.

Otonom teknolojik gelişme ler, emek ve sermayenin verimliliğini etkiler. Tüketimi maksimize eden bir yatırım düzeyi vardır ve bu düzeyin aşılması hâlinde tüketim azalır. Otonom teknolojik gelişme varsayımı, eğitim, araştırma-geliştirme ve yatırım faaliyetlerinin etkisini dikkate almamaktadır. Buna karşın içsel büyüme modelleri çerçevesinde, uyarılmış teknolojik gelişme lere dikkat çekilerek, devletin verimli harcamalar yaparak teknolojik gelişmeleri ve verimliliği olumlu yönde etkileyebileceği savunulmuştur. Özetle, ekonomik büyümeyi belirleyen üç temel faktör;

  • Emek,
  • Sermaye ve
  • Teknolojik gelişmedir.

Emek, nüfus artışıyla doğal bir büyüme süreci izlemekle beraber eğitim harcamaları yoluyla verimliliği değişebilen stratejik bir faktördür. Teknolojik gelişmeler, emek ve sermayenin verimliliğini arttırır.

Maliye Politikası Araçlarının Büyüme Üzerindeki Etkileri

Büyümeyi belirleyen üç temel faktör olan emek, sermaye ve teknolojik gelişme maliye politikası araçları ile devlet tarafından yönlendirilebilir. Maliye politikasının; Sermaye birikimi, emek arzı ve teknolojik gelişme üzerinde çeşitli etkileri bulunmaktadır.

Yatırım ve Sermaye Birikimi Üzerindeki Etkileri

Büyümenin temel belirleyicilerinden birisi sermaye birikimidir. Sermaye birikimi ise temelde kamu yatırımları ve özel yatırımların katkısı ile sağlanır. 1980’lere kadar olan dönemde Kamu iktisadi teşebbüsleri yoluyla değişik üretim alanlarında yatırım yapan devletler, bu tarihlerden sonra ağırlık kazanan liberalleşme politikaları ile beraber ağırlıklı olarak altyapı yatırımlarına yönelmiştir. Altyapı yatırımları bütün kamu hizmetleri ve özel mal ve hizmetlerin sunumu için vazgeçilmezdir. Bu altyapı hizmetleri büyük boyutlarda olduğunda ve sermaye birikiminin yeterli olmadığı ülkelerde genellikle kamu sektörü tarafından gerçekleştirilir. Söz konusu altyapı dar anlamda altyapı kapsamında değerlendirilir ve maddi altyapı olarak adlandırılır.

Diğer önemli bir altyapı unsuru ise gayri maddi altyapı olarak adlandırılan ve emeğin miktar ve kalitesini doğrudan etkileyen eğitim ve sağlık hizmetlerinden oluşur. Beşeri sermaye; Eğitim ve sağlık hizmetleri yoluyla sağlanan teknik bilgi birikimi ve organizasyon yeteneğidir. Gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerde eğitim ve sağlık hizmetleri büyük ölçüde devlet tarafından sağlanır. Beşeri sermayenin diğer önemli unsuru teknik bilgi ve organizasyona ilişkin zihinsel emektir.

Maddi ve gayri maddi altyapı yatırımlarının devlet tarafından yapılması iki nedenle gerekli olmaktadır. Bazı hizmetler kamusal mal niteliğinde olduğu için özel sektöre bırakıldığı takdirde ya hiç üretilmeyecek veya yeterli düzeyde üretilemeyecektir. Diğer taraftan, eğitim gibi bazı hizmetlerin dışsallıkları vardır. Ulaştırma ve haberleşme gibi bazı hizmetler ise ölçek ekonomileri nedeniyle doğal tekel niteliğindedir ve devlet tekeliyle üretilmeleri maliyeti düşürmektedir. Bu nedenlerle altyapı yatırımlarının önemli bir bölümü devlet tarafından doğrudan veya devletin denetiminde özel sektör tarafından sunulur.

Kamu yatırımları bir yönüyle doğrudan talep yönlü bir gelir yaratırlar. Diğer taraftan mal ve hizmet üreten özel sektör için girdi niteliğinde olduklarından, dolaylı bir büyüme etkisi de yaratırlar. Bu anlamda kamu yatırımları ve özel yatırımlar tamamlayıcı niteliktedirler.

Hızlandıran etkisi; kamu yatırımlarının özel sektör yatırımlarını özendirmesidir. Özel sektör yatırımları finansman imkânlarına bağlıdır. İşletmeler yatırımlarının bir bölümünü otofinansman ile karşılarken kaynaklarının yetersiz olması hâlinde para ve sermaye piyasalarından elde ettikleri dış finansman ile de yatırım yapabilirler.

Otofinansman; İşletmelerin kârlarından oluşturdukları yatırılabilir fonlardır. Hem otofinansman hem de dış finansman maliye politikalarından doğrudan ve dolaylı olarak etkilenmektedir. Amortisman uygulamaları da özel sektör yatırımlarını etkiler. Örneğin, hızlandırılmış amortisman, yapılan sabit sermaye yatırımlarının kısa sürede amorti edilmesini sağlayarak yatırımların geri dönüşünü hızlandıracağından özel sektör için teşvik edici olacaktır. Yatırım maliyetinin ilk yılın gayrisafi kazancından indirilmesi olarak ifade edilebilecek olan ani amortisman uygulaması ise daha güçlü bir teşvik olacaktır.

Yatırım indirimi; y atırım harcamalarının vergi borcundan indirilmesidir ve firmalar için teşvik edicidir. Ayrıca, kâr elde edemeyen girişimciler için ise yatırım primi gibi uygulamalar devreye girebilir. Yatırım Primi, yatırım yapılması için verilen sübvansiyonlardır.

Özel yatırımlar üzerinde etkili olan diğer bir araç yabancı sermaye dir. Bir ülkede yapılan yatırımlar ya kamu tasarruflarından ya da özel tasarruflardan karşılanmaktadır. Ancak, yurt içi tasarrufların yatırımları finanse etmede yeterli olmaması hâlinde yabancı tasarruflar da kullanılabilir. Yatırılabilir fonların kaynağı şüphesiz tasarruftur. Büyüme açısından yaşamsal öneme sahip iki temel kavram;

  • Tasarruf gücü ve
  • Tasarruf eğilimidir.

Tasarruf gücü, harcanabilir gelirin zorunlu ihtiyaçlar için gerekli olan düzeyin üstünde olmasıdır. Tasarruf Eğilimi ise harcanabilir gelire ve biriktirme davranışlarına bağlı tasarruf isteğidir.

Öncelikle bir ülkede tasarruf gücü olması gerekir. Ancak, bu gücün olması tasarruf yapılması için yeterli değildir. Tasarruf eğiliminin de yüksek olması gerekir. Gelir yüksek olduğu halde, bireylerdeki tüketim alışkanlıkları tasarrufların düşük olmasına neden olarak büyüme için gerekli kaynakların sağlanmasını zorlaştırabilir.

Emek Arzı Üzerindeki Etkileri

Üretim sürecinde istihdam edilen emeğin miktar ve kalitesi maliye politikalarından etkilenir. Emeğin miktarı açısından bakıldığında, temel kavramlardan birisi emek arzı, yani çalışma arzusudur. Maliye politikası araçları emeğin kalitesi ve verimliliğini de etkiler. Nitelikli işgücünün verimliliği daha yüksektir. Eğitimsiz iş gücünün verimliliği düşük olduğu gibi istihdam imkânları açısından da sorun yaratır. Diğer taraftan mevcut iş gücünün verimliliği sağlık harcamaları ve sosyal harcamalardan etkilenebildiği gibi yüksek vergiler dolayısıyla vergi sonrası geliri büyük ölçüde azalan iş gücü, nitelikli bile olsa verimli çalışmayabilir. İş gücünün niteliği yanında çalışma koşulları da iş gücüne katılımı ve istihdam imkânlarını etkilemektedir.

Teknolojik Gelişme Üzerindeki Etkileri

2. Dünya Savaşı sonrasında ortaya çıkan büyümeye ilişkin teorik ve deneyimsel tartışmalarda sermaye ve emek kadar, bunların verimli kullanılabilmesinin de büyüme üzerinde dikkate değer etkiler yarattığı kabul görmüştür. Bu verimlilik ise teknolojik gelişme ye bağlıdır. Teknolojik Gelişme, üretim süreçlerin verimliliği arttıran buluş ve yeniliklerdir. Maliye politikası teknolojik gelişme sürecini etkiler. Bilimsel çalışmalar ve araştırmageliştirme faaliyetleri ile gelişen teknoloji, devletin, mali teşvikler gibi dolaylı araçları ve somut projelerin desteklenmesi gibi doğrudan araçları ile hız kazanabilir.

Maliye Politikası ve Kalkınma

Az gelişmişlik kavramı gelişmiş ülkelere referansla yapılan bir tanımlamadır. 20. yüzyılda, özellikle de 2. Dünya Savaşı sonrasında istatistiksel yöntemlerin gelişmesiyle beraber, ulusal ekonomilere ilişkin olarak daha ayrıntılı bilgi edinme imkânı ortaya çıktı ve gelir düzeyi ve yaşam standardı yüksek ülkelere göre daha düşük gelire ve yaşam standardına sahip ülkeler geri kalmış ya da az gelişmiş ülkeler olarak tanımlandı. Gelişmiş ve az gelişmiş ülke ayrımında niteliksel ve niceliksel bazı ölçütler kullanılmaktadır. Kişi başına gelir temel niceliksel ölçütlerden birisidir. Dünya Bankasının tanımlamasına göre dörtlü bir ayrım yapılmaktadır. Buna göre;

  • Kişi başına gelir düzeyi (yuvarlanmış rakamlar olarak) 1000 doların altında olan ülkeler düşük gelir grubu,
  • 1000-3700 dolar arası orta altı gelir grubu,
  • 3700-11500 arası orta üstü gelir grubu,
  • 11500 dolar üstü ise yüksek gelir grubu ülkeleri olarak tanımlanır.

Bu tanımlamanın bir sorunu, satın alma gücü paritesine göre doların her ülkede mal karşılığının farklı olmasıdır. Ekonomik kalkınma, bir ülkenin zenginleşmesi ile beraber, o ülkede yaşayan insanların yaşam standardının da artmasıdır.

Gelişmekte Olan Ülkelerin Özellikleri

Yoksulluk sınırı; bireyin beslenme, giyim, barınma gibi temel ihtiyaçlarını karşılayabilmesi için gerekli gelir miktarıdır. Gelişmiş ya da gelişmekte olan ülkelerin coğrafi koşulları, sosyolojik özellikleri ve siyasal yapıları birbirinden farklıdır. Bu yüzden de ülkelerin bütün özelliklerini kapsayan bir gelişmişlik ya da az gelişmişlik tanımı yapmak pek de mümkün değildir. Ancak, gelişmekte olan ülkeler ayırımı yapılırken, ülkelerin temel bazı ortak özellikleri dikkate alınır. Bu özellikler, gelişmekte olan ülkeler için şu şekilde özetlenebilir:

  • Kişi başına gelir düzeyi düşüktür. Yoksulluk sınırı, bazı ülkelerde kişi başına günde 2 doların altına kadar düşebilmektedir.
  • Kişi başına gelirin düşük olmasının önemli sonuçlarından birisi tasarrufların düşük ve dolayısıyla sermaye birikiminin yavaş olmasıdır.
  • Nüfus artış hızı yüksektir ve bu nüfusun önemli bir bölümü kırsal bölgelerde yaşamaktadır. Dolayısıyla kentleşme oranı düşüktür.
  • Üretim yapısı tarım ağırlıklıdır ve tarımsal üretim büyük ölçüde geleneksel yöntemlerle yapılmaktadır. Verimlilik düşük ve gizli işsizlik yaygındır. Kente göçle beraber, sermaye birikimi yetersiz ve beşeri sermaye düşük olduğundan, işsizlik artmaktadır.
  • Gelir dağılımı adaletsiz bir yapı arz etmektedir.
  • Eğitim düzeyi düşüktür. Bu durum bir yandan üretim sürecinde insanların verimliliğini düşürürken, diğer yandan sosyal kalkınma açısından bir engel teşkil etmektedir.
  • Sağlık hizmetlerinin miktarı ve kalitesi düşüktür. Bunun bir nedeni düşük eğitim düzeyinden kaynaklanan bilinçsizlik iken diğer bir nedeni sağlığa ayrılan kaynakların yetersizliğidir. Bu yüzden de bireylerin yaşam süresi kısa, çocuk ölümleri yüksektir.
  • Az gelişmiş ülkelerin önemli bir çoğunluğu otoriter siyasal rejimlerle yönetilmektedirler. Gelişmiş ülkelerde çoğunlukla hakim olan ve bireyin kararlarının önemsendiği demokratik yönetimlerden çok, bir kişi veya grubun baskı ile yönettiği bu ülkelerde, toplumun geniş kesimleri karar süreçlerinin dışında kalmaktadır.

Ekonomik Kalkınma ve Yapısal Dönüşüm

Kalkınma sürecini 1950’li yıllarda anlamaya çalışan ekonomistlerden birisi A. Lewis’tir. Lewis’in ikili yapı modeli, ekonomik gelişme sürecini genel olarak geleneksel tarım toplumu ile modern sanayi toplumu ayrımı yaparak anlamaya çalışır. Tarım sektöründe fazla nüfus olduğundan, iş gücünün üretime marjinal katkısı sıfıra yakındır. Sanayi sektöründe yeterli istihdam olmadığı için iş gücünün marjinal katkısı yüksektir. Böylece tarımdan sanayiye iş gücü transfer edildiğinde, tarımsal üretimde bir azalma olmamakta ancak sanayi sektöründe üretim artacağından, toplam üretim artmaktadır. Bu sektör tarımdan sanayiye doğrudan bir sıçrama mümkün olmadığından kentsel/enformel olarak tanımlanabilecek hizmet ağırlıklı bir yapıdır.

Üçlü ekonomik yapı; gelişmekte olan ülkelerde geleneksel tarım yapısından modern sanayi yapısına geçerken ortaya çıkan hizmet ağırlıklı kentsel/enformel sektörü içeren ekonomik yapıdır. Özellikle sanayi yatırımlarının yetersizliği hâlinde bu sektör büyük boyutlarda olabilmektedir. Dolayısıyla sanayileşmiş batı toplumlarının izlediği tarım-sanayi-hizmetler yerine, gelişmekte olan ülkelerde tarım-hizmetler-sanayi biçiminde bir gelişme seyri ortaya çıkmaktadır. Türkiye’nin de aralarında bulunduğu ülkeler 1980’li yıllardan itibaren liberalizasyona gitmişler ve ithal ikamesi yerine ihracata yönelik büyüme politikalarını tercih etmişlerdir. Bu politika tercihindeki beklentiler, dış ödeme zorluklarının aşılması ile ekonomide bir yapısal dönüşüm gerçekleştirilmesi ve gelişen dünya ekonomilerine ayak uydurulmasıdır. Yapısal uyum olarak adlandırılan bu sürecin önemli bir boyutu da kamu dengelerinin sürdürülebilir bir noktaya getirilmesi ile mali uyumun sağlanmasıdır.

Gelişmekte Olan Ülkelerde Kamu Maliyesinin Yapısı

Bir ülkede ekonomik yapıdaki gelişmişlik ile siyasal yapı, hukuk sistemi ve kurumsal yapı arasında doğrudan bağlantılar vardır. Devletin fonksiyonları ve devletin finansmanı gelişme sürecinde önemli bir yere sahiptir.

Kamu Harcamalarının Yapısı

Kalkınmanın hızlandırılması için devletin sunduğu hizmetlerin miktar ve bileşimi önemlidir. Bu nedenle, genel kamu hizmetleri, fiziki sermayenin güçlendirilmesi için yapılacak altyapı harcamaları, beşerî sermayenin güçlendirilmesi için yapılacak eğitim ve sağlık harcamaları ve savunma harcamalarının ayrı ayrı ele alınması gerekmektedir. Kalkınma sürecini olumlu etkileyecek önemli iki harcama kalemi;

  • Fiziksel altyapı ve
  • Beşerî sermaye harcamalarıdır.

Gelişmekte olan ülkelerin bir özelliği eğitim düzeyinin düşük olması ve nitelikli eleman sıkıntısıdır. Katma değeri yüksek alanlarda üretimin arttırılması ancak nitelikli iş gücünün varlığı ile mümkün olabilir. Sosyal hizmetler, kalkınma sürecinde ele alınması gereken diğer bir konudur. Sonuç olarak, kalkınmayı hızlandıracak bir harcama bileşiminde, yüksek miktarda genel kamu ve güvenlik harcamalarından çok altyapı, eğitim ve sağlık hizmetlerine ağırlık verilmesi gerekmektedir.

Kamu Gelirlerinin Yapısı

Kamu harcamalarının finansmanı için devletin gelir elde etmesi gerekmektedir. Kamu gelirlerinin en sağlıklı ve kalıcı kaynağı vergilerdir. Gelişmekte olan ülkelerde kamu gelirleri açısından en önemli sorunlardan birisi vergi kapasitesi nin düşük olması ve vergi gayreti nin yetersiz olmasıdır. Bu ülkelerde aynı zamanda gelir idaresinde de kurumsal kapasite yetersizliği vardır. Kayıt sistemindeki yetersizliklerin de etkisiyle bu ülkelerde devlet gelir vergisi toplamakta zorlanır.

Kalkınmanın Finansmanı ve Kalkınmacı Devlet

Gelişmekte olan ülkelerin en önemli sorunlarından birisi, belki de en önemlisi, kalkınma sürecinde ihtiyaç duyulan kaynakların finansmanıdır. Veri bir üretim kapasitesinde, üretim düzeyi sermaye/hasıla katsayısı na bağlıdır. Bu katsayı, mevcut sermaye ile ne kadar üretim yapılabileceğini gösterir. Bir ülkede tasarruflar üç kaynaktan sağlanmaktadır:

  • Yurt içinde özel sektörün yaptığı tasarruflar,
  • Devletin tasarrufları ve
  • Dışarıdan gelen yabancı tasarruflar.

Devlet bir yandan tasarrufları teşvik edecek önlemler alabileceği gibi, diğer yandan vergilendirme yoluyla bir anlamda zorunlu tasarruf yaptırma yoluna da gidebilir. Böylece, özel sektör tarafından yapılamayan tasarruflar kamu tasarrufu olarak yapılmış, sonuçta yurt içi tasarruflar artmış olur. Günümüz ekonomik koşullarında kapalı ekonomi ile hareket etme şansı kalmamıştır. Maliye yazınında; birincisi etkinlik, ikincisi ise telafi hipotezi olarak anılmaktadır.

Uluslararası rekabet kaygısıyla düşürülen vergi oranları arz yanlı ekonomi yaklaşımı nda beklendiği gibi bir etki yaratmadığı zaman, kamu gelirleri azalacak ve eğitime, sağlık ve sosyal hizmetlere ayrılacak kaynak yetersiz olacaktır. Küreselleşmenin olumlu bir yönü ise gelişmekte olan ülkelere yönelen yabancı sermayedir.

Yükselen piyasalar olarak tanımlanan gelişmekte olan ülkelerin finansal piyasalarının doğru yönetilmesi halinde, yabancı sermaye gelişmekte olan ülkelerin sermaye ihtiyacını olumlu etkileyebilir. İstikrarsızlık yaratan etkilerin hafifletilmesi amacıyla kısa süreli sermaye hareketleri veya sıcak para olarak adlandırılan finansal hareketler üzerinden alınacak düşük oranlı vergiye Tobin Vergisi denir. Daralma döneminde hızla kaçan sermaye, bazen getirdiğinden daha fazlasını götürebilmektedir. Son küresel krizde daha da belirgin hale gelen bu soruna karşılık Tobin Vergisi bir çözüm olarak düşünülmektedir.

Türkiye’nin Ekonomik Kalkınma Sorunu

Cumhuriyetin kuruluşuna denk düşen 1920’li yıllarda, Türkiye sanayi ürünleri ithalatçısı ve tarım ürünü ihracatçısı durumundaydı. Sermaye birikimi yetersiz, işletmeler küçük ve tarıma dayalı sanayiler ağırlıkta olduğundan, özel sektörün desteklenmesi ve yabancı yatırımların teşvik edilmesi kaçınılmazdı. 1950’lerin ortalarında ise hava koşullarının kötüleşmesi ve dış talepteki azalma tarım kesimini zora sokunca, tarım kesimine yönelik fiyat destekleme programı uygulanmış, vergi gelirlerindeki kısıt, para basılmasına neden olmuş, bu da enflasyonist etki yaratmıştır. Bu durumun beraberinde getirdiği dış ticaret açıkları ise devlet kontrollerinin değişik biçimlerde artmasına neden olmuştur.

IMF ile kurulan ilişkilerin büyük ölçüde belirleyici olduğu bu ekonomi politikasına genel olarak liberalizasyon damgasını vurmuştur ve bu çerçevede, devalüasyon, fiyat kontrollerinin kaldırılması ve dış ticarette serbestliğin arttırılmasının yanı sıra, maliye politikası önlemleri olarak KİT fiyatlarında artışa gidilmiştir. Ancak, bu tür politikaların kısa dönemli etkisi daraltıcı olmuş ve bu dönemde de dış ödemeler ve enflasyonda bir rahatlama olurken ekonomide daralma meydana gelmiştir. Ülkemiz 1960’ların başından itibaren ise planlı kalkınma dönemine girmiştir.

Kalkınma Planlarının Temel Amaçları ve Uygulama Sonuçları

Ülkemizde hızlı ve kalıcı kalkınma amacıyla beş yıllık kalkınma planları yapılmış ve ilki 1963-1967 dönemi için yapılan bu planlarda %7 oranında büyüme öngörülmüş ve sonraki planlarda ise %7’nin üzerindeki büyüme oranlarına sürekli vurgu yapılmıştır. Ayrıca, bu büyüme oranı ile bağlantılı olarak vergi, harcama ve diğer makro büyüklükler hedeflerle uyumlu olacak şekilde belirlenmiştir. Sektörler itibarıyla, belirlenen büyüme oranları ise yaklaşık rakamlarla, tarımda %4, imalat sanayinde %12, enerji de %13 ve madencilikte %10’dur. Bu hedefler yanında, kalkınma sürecine kamu kesiminin öncülük edeceği de vurgulanmıştır. Dördüncü Beş Yıllık Kalkınma Planı bir yıl gecikme ile 1979-1983 yılları için hazırlanmıştır.

1980 Sonrasındaki Yeni Ekonomik Kalkınma Anlayışı

Alınan önlemlere rağmen aşılamayan sorunların çözümü amacıyla 24 Ocak 1980 tarihinde alınan kararlarla, ülkenin sanayi sektörü üretim yapısının dış rekabete açılarak dönüştürülmesi amaçlanmıştır. 1980 istikrar paketinin temel amaçları şu şekilde özetlenebilir:

  • Enflasyon artışını önlemek,
  • İhracat artışı yoluyla dış dengeyi sağlamak,
  • Ekonomide serbest piyasa koşullarını oluşturmak.

Türkiye’de Maliye Politikası ve Kalkınma İlişkisi

Kalkınmada temel tartışma konularından birisi maliye politikalarının çerçevesidir. Özel sektöre ağırlık veren liberal politikalar kamu sektörünün payını azaltmayı önerir. Kalkınma sürecinde devletin önemli bir fonksiyonu, bireylerin yaşam standardını arttırmaya yönelik sosyal harcamalara olan ihtiyaçtır. Sosyal güvenlik harcamaları ve sosyal hizmetler büyük ölçüde kamu kaynaklarıyla sunulmaktadır. Sosyal güvenlik sistemi çalışanların ödedikleri primlerle çalışmakla birlikte, kaynakların yetersizliği hâlinde açığı devlet tarafından kapatılmaktadır. Tipik olarak Türkiye’de geçmişte uygulanan erken emeklilik politikaları ve kayıt dışı çalışmanın yaygınlığı sosyal güvenlik sistemini zora sokmuş ve gelecek nesillere yük transfer etmiştir. Diğer taraftan, her toplumda çalışamayan ve bakıma muhtaç bir kesim vardır. Sosyal güvenlik sistemine dahil olmayan bu kesime de belirli ölçüde harcama yapılması ihtiyacı ortaya çıkmaktadır. 2001 Krizi sonrasında yapılan reformlarla yukarıda sözü edilen kamu finansman sorunları bir ölçüde hafifletilmiş ve uygulanan maliye politikaları ile kamu dengeleri büyük ölçüde sağlanmıştır. 2008 yılından itibaren ağırlaşan küresel kriz ortamında bile, dengeler bir ölçüde de olsa korunmuştur. Ancak günümüz koşullarında da geçmişten beri devam eden sorun, dış açıktır. 2012 yılında teşvik politikalarında yapılan değişiklikler bu sorunun çözümüne yöneliktir.


Güz Dönemi Dönem Sonu Sınavı
18 Ocak 2025 Cumartesi
v