Vergi Teorisi Dersi 1. Ünite Sorularla Öğrenelim
Verginin Tanımı, Amaçları, Tarihsel Ve Teorik Gelişimi
Vergi nedir?
Kamunun mal ve hizmet üretiminde finanse
edilmesi gerekir. Bunun çeşitli yolları vardır. Bunlardan
biri daha fazla para basmak suretiyle para biriminin
değerini düşürmektir. Ancak bu durum enflasyona yol
açmaktadır. Devlet için bir diğer alternatif sunduğu mal ve
hizmetlere bir bedel uygulamaktır. Burada devlet bir ticari
işletme gibi hareket eder. Ancak bu yol da oldukça güçtür,
hatta savunma gibi kamu hizmetlerinde kişileri
kullanımlarına göre bir yükümlülüğe tabi tutmak
imkânsızdır. Devletin finansman ihtiyacını karşılamasının
bir diğer yolu da borçlanmadır. Devlet kendi
vatandaşlarından ya da dışarıdan borç alabilir, ancak
kişilerin devlete borç vermeye hazır olacakları miktar
oldukça sınırlıdır.
Bütün bunlara alternatif bir diğer finansman yöntemi ise
vergilemedir. Devletler genellikle gelir ihtiyaçlarını
karşılamak için yukarıda saydığımız yöntemlerin hepsini
kullanmakla birlikte, vergi kamu gelirleri içinde devletin
en önemli gelir kaynağı olarak kabul edilmektedir.
Bir vergi tanımında mutlaka bulunması gereken temel
unsurlar nelerdir?
• Vergi kamu otoriteleri tarafından alınır,
• Vergi gönüllü değil kanuni bir zorunluluktur,
• Vergide özel bir karşılık bulunmamaktadır,
• Vergi parasal bir yükümlülüktür.
Verginin amaçları nelerdir?
Bir verginin en temel amacı kamuya gelir
sağlamaktır. Eğer bir ülkede diğer kamu geliri türleri
oldukça fazla ise yani devlet çok gelir getiren mülklere
sahipse ya da ülkedeki zenginler arasında devlete gönüllü
bağış yapmak konusunda bir yarış varsa, ancak o zaman
devletin gelir kaynağı olarak vergiye olan ihtiyacı azalır.
Yirminci yüzyıla gelene kadar vergilemenin temel amacı
devlete gelir sağlamak (mali amaç) olmuştur. Günümüzde
ise vergilemenin mali olmayan amaçlar için de kullanıldığı
görülmektedir. Örneğin vergi, tütün gibi sağlığa zararlı bir
malın tüketimini kısmak suretiyle sosyal politikanın bir
aracı olarak kullanılabilir. Yerli endüstriyi korumak için
bazı ithal mallardan yüksek oranda vergi alınabilir.
Devletin gelir dağılımındaki adaletsizlikleri azaltmak için
diğer politikaların yanı sıra vergi politikasını kullanması
da mümkündür.
İlk bilinen verginin çıkış amacı nedir?
Verginin bilinen ilk tarihi, Mezopotamya ve
Mısır uygarlıklarına dayandırılmaktadır. Milattan önce
3500’lerde Sümer tabletlerinde vergiye ilişkin kayıtlara
rastlanmıştır. Bu dönemde, kralın gelir kaynakları
papazların, yargıçların ve ordunun ihtiyaçlarını
karşılamaya yetmediği için vergilere başvurulmak zorunda
kalınmıştır. Böylece başlangıçta, gönüllü bir ödeme
(bağış/yardım/hayır/iyilik gibi) olan vergi, devletin artan
faaliyetlerine ve gelir ihtiyacına paralel olarak zorunlu bir
yükümlülüğe dönüşmüştür.
Paranın yaygın olmadığı dönemlerde vergilendirme
nasıl olmaktaydı?
Paranın kullanımının yaygın olmadığı
dönemlerde vergilerin büyük çoğunluğu ayni olarak, diğer
bir söylemle mal ve hizmet şeklinde ödenmiştir. Böylece
nüfusun büyük çoğunluğunu oluşturan köylüler,
ürünlerinin sabit bir yüzdesini (Mısırda beşte birini,
Sümerlerde onda birini) krala vermek zorunda
kalmışlardır. Dönemin koşulları nedeniyle ödenen ayni
vergiler genellikle mülttezim adı verilen kişiler tarafından
toplanmıştır. Mültezimlerin aşırı kâr elde edebilmek için
krala borçlandıkları vergi miktarının iki katını toplamaya
başladıkları bu yöntem, on dokuzuncu yüzyıla kadar
devam etmiştir.
Köylüler vergi ödemenin dışında ayrıca devlet işlerinde,
piramit ve tapınakların inşasında ve kralın özel arazisinde
çalıştırılmışlardır. Böylece köylüler aslında parasal
olmayan bir vergi ödemiş, bir anlamda kölelik
yapmışlardır. Atina ve Roma döneminde çok daha ileri
gidilmiş; arazi ve köle satışları vergilendirilmiş, ithalat
vergileri artırılmış ayrıca başarısızlıkla sonuçlanmakla
birlikte, sermaye ve mülk gelirlerinin vergilendirilmesi
teşebbüsünde bulunulmuştur. Feodal sistemin ortaya
çıkması ile birlikte köylülerden soylulara kadar herkesin,
toprağa sahip olmanın bir karşılığı olarak, askerî
hizmetlerde ya da çalışma yoluyla devlete katkıda
bulunması prensibi geliştirilmiştir. Ancak günümüzde
verginin parasal olması gerektiği, kişilerin vergi yerine
çalışmaya zorlanamayacağı görüşü hakimdir.
Feodal dönemde ayni vergilerin ve çalışmanın dışında,
ayrıca malların el değiştirmesi üzerinden de vergiler
alınmaya başlanmıştır. Vergi ayrıcalıklarından
yararlanmak için kral ile müzakereler başlamış ve bazı
ülkelerde “her yeni verginin halk tarafından kabul
edilebilir olması” ilkesi geliştirilmiştir. Bunun ilk örneği
İngiliz Kralı John tarafından 1215 yılında kabul edilen
Magna Carta’dır.
Magna Carta’nın vergi açısından önemi nedir?
Feodal dönemde ayni vergilerin ve çalışmanın
dışında, ayrıca malların el değiştirmesi üzerinden de
vergiler alınmaya başlanmıştır. Vergi ayrıcalıklarından
yararlanmak için kral ile müzakereler başlamış ve bazı
ülkelerde “her yeni verginin halk tarafından kabul
edilebilir olması” ilkesi geliştirilmiştir. Bunun ilk örneği
İngiliz Kralı John tarafından 1215 yılında kabul edilen
Magna Carta’dır. Yani Magna Carta ile birlikte tarihte ilk
kez kralın sınırsız olan vergilendirme yetkisi
sınırlandırılmıştır.
Verginin adil olması için kabul gören prensipler
nelerdir?
Bu konuyla ilgili olarak iki görüş geçerlidir.
Birincisi faydayı tek vergi kriteri olarak kabul eden fayda
prensibidir. Buna göre herkes kamu hizmetlerinden
sağladığı fayda ile orantılı olarak vergi ödemelidir.
İkincisi ise faydayı değil, ödeme gücünü ön plana çıkartan
ödeme gücü prensibidir. Ödeme gücü prensibine göre
ihtiyaç duyulan toplam gelir her mükellefe ödeme gücü ile
orantılı olarak dağıtılmalıdır.
Fayda prensibi nedir?
Fayda prensibi herkesin kamu mal ve
hizmetlerinden sağladığı fayda ile orantılı olarak vergi
ödemesi gerektiği varsayımına dayanır. Buna göre kişiler
piyasadan satın aldıkları mal ve hizmetler için bir bedel
ödedikleri gibi kamu mal ve hizmetleri için de bir bedel
(vergi) ödemelidirler. Herkesin kamu hizmetlerinden
sağladığı fayda oranında vergi ödemesine fayda prensibine
göre vergileme denir.
Fayda prensibine göre; yatay adaleti sağlamak için aynı
fayda seviyesine sahip olanların aynı vergiyi ödemeleri
gereklidir. Dikey adaleti sağlamak için de kim daha fazla
fayda sağlıyorsa onun daha fazla vergi ödemesi gereklidir.
Böylece hizmetten faydalanmayanların bir vergi
ödemesine gerek kalmayacaktır.
Fayda prensibi hangi durumlarda uygulanabilir?
Fayda prensibi faydanın açıkça tanımlandığı,
kamu hizmetinin kullanıcıları tarafından doğrudan finanse
edilebildiği durumlarda uygulanabilir. Burada devlet
tarafından sunulan mal ya da hizmetler doğası gereği
tüketiminde tam bir rekabetin söz konusu olduğu mal ve
hizmetler olduğu için, bu mal ve hizmetlerin özel
kullanıcılarına, vergi uygulanması mümkündür. Fayda
prensibinin uygulamada;
• Kişilerin kamu hizmetlerinden aldığı faydanın
ölçülebildiği
• Adalet ilkesine göre faydalananın bedelini
ödemesini gerektirdiği
durumlarda kullanılması mümkündür.
Fayda prensibine yöneltilen eleştiriler nelerdir?
Fayda prensibinin kamu mal ve hizmetlerinin
büyük bir çoğunluğunda uygulama alanı sınırlıdır. Birçok
kamu hizmetinde, savunma gibi, kişilerin aldıkları
faydanın büyüklüğünü ölçmenin zorluğu ve imkânsızlığı
nedeniyle vergilemede fayda yaklaşımı tercih
edilmemektedir. Savunma gibi kamu harcamalarından
herkes bazı faydalar elde etmekle birlikte bu faydayı
kişiler arasında bölüştürmek neredeyse imkansızdır.
Fayda vergilerine yöneltilen bir diğer eleştiri de kullanımla
ilişkilendirilmeleri halinde çarpıklığa yol açmalarıdır. Şöyle
ki; matrah olarak kamu hizmetlerinin kullanımının esas
alınması hâlinde, örneğin köprü hizmetinin kullanımı
engellenebilecek ve böylece kaynak tahsisinde etkinsizliğe
neden olunabilecektir. Ayrıca fayda prensibinin en iyi
uygulama şeklinde bile sadece kamu hizmetlerinin
finansmanı dikkate alındığı için vergilemenin önemli bir
fonksiyonu olan yeniden dağıtım fonksiyonu ihmal
edilmektedir. Bu sebeplerden ötürü alternatif bir vergileme
prensibi olarak ödeme gücü prensibi geliştirilmiştir.
Ödeme gücü prensibinin ortaya çıkması nasıl
olmuştur?
Feodal toplumların Avrupa’da 1700’lerde
sona ermeye başlamasıyla birlikte, vergiler ile kamu
hizmetleri arasındaki ilişkinin sadece fayda
prensibine dayandırılarak açıklanamayacağının
farkına varılmıştır.
Yatay adalet aynı ekonomik koşullara sahip kişilerin
vergisel açıdan aynı muameleye tabi tutulmalarını ifade
eder. Dikey adalet ise farklı ekonomik koşullardaki
kişilerin vergisel açıdan farklı muameleye tabi
tutulmalarını ifade eder.
Dikey adaleti sağlamak için genellikle artan oranlı
vergileme uygulanmakta ve böylece vergi borcu gelirdeki
artıştan daha hızlı artmaktadır. Bir örnek vermek gerekirse
artan oranlı vergilemede 20 lira geliri olan 2 lira (gelirinin
%10’u), 30 lira geliri olan 4 lira (gelirinin %13,3’ü) vergi
ödeyecektir. Bunun alternatifleri ise azalan oranlı ve düz
oranlı vergilemedir.
Azalan oranlı vergilemede vergi borcu gelirdeki artıştan
daha yavaş artmaktadır. Yukarıdaki örnekte azalan oranlı
vergilemeye göre 20 lira geliri olan 2 lira (gelirinin
%10’u), 30 lira geliri olan ise 2,5 lira (gelirinin %8,3’ü)
vergi ödeyecektir.
Düz oranlı vergilemede ise vergi gelirin sabit bir yüzdesi
şeklindedir. Yukarıdaki örnekte nispi oranlı vergilemeye
göre 20 lira geliri olan 2 lira (gelirinin %10’u), 30 lira
geliri olan ise 3 lira (gelirinin %10’u) vergi ödeyecektir.
Vergilemede ödeme gücü ilkesi açısından bakıldığında
yatay adalet, ideal vergi matrahının araştırılmasını, yani
aynı gelire sahip olan iki kişinin aynı vergiyi ödemesini
gerekmektedir. Buna karşılık dikey adalet ise ideal vergi
yapısının araştırılmasını ifade etmektedir. Bunun da iki
ayrı bileşeni vardır. Bunlar vergi matrahının farklı
değerlerine uygulanan vergi oranları ve mükelleflere
tanınan indirimlerdir (muafiyet, istisna, vb.).
Yatay adalette vergi konusu olarak kullanılan
kavramlar nelerdir?
Ödeme gücünün ölçülmesinde ideal olan, kişinin
bugün ve gelecekteki tüketimi, servet birikimi ve boş
zaman gibi bütün seçenekleri kuşatan ve dolayısıyla bütün
refahını yansıtan bir ölçünün esas alınmasıdır. Ancak bu
derece kapsamlı bir vergi konusunun bulunması pratikte
imkânsız olduğu için (boş zamanın değerinin ölçülmesi
gibi), en iyi ikinci seçenek gelir, tüketim ve servetin vergi
konusu olarak kullanılmasıdır.
Vergi konusu olarak gelir neyi ifade eder?
Gelir, ödeme gücünün en çok kabul gören
göstergesidir. Gelirin vergi konusu olarak seçilmesiyle birlikte ‘yüksek gelir elde edenler, yüksek ödeme gücüne
sahiptir ve dolayısıyla yüksek vergi ödemelidir’ anlayışı
da gerçekleştirilmeye çalışılır. Diğer yandan ‘ne kadar
yüksek vergi ödemelidir’ sorusunun genel kabul gören
cevabı, yüksek gelir sahiplerinin gelirlerinin daha büyük
bir kısmını vergi olarak ödemeleri, yani verginin artan
oranlı olması yönündedir. Değilse zenginler mutlak olarak
fazla vergi ödemiş gibi gözükseler bile, gelirlerinin daha
küçük bir kısmını vergi olarak ödedikleri sürece vergi
azalan oranlı olacaktır.
Yirminci yüzyıla kadar geliri artırmak için genellikle
dolaylı vergilere (gümrük vergisi, lüks vergisi gibi) ağırlık
verilmiştir. Ancak devletin rolünün artmaya başlaması ile
birlikte daha çok gelire ihtiyaç duyulmuş ve vergi matrahı
da özellikle gelir tercih edilecek şekilde yeniden
tasarlanmıştır. Gelir vergisi de beraberinde yüksek bir
artan oranlılık getirmiş ve farklı ürünlerden alınan çok
sayıda verginin neden olduğu çarpıklığı ortadan
kaldırmıştır.
Vergi konusu olarak harcama neyi ifade eder?
Harcama (tüketim) kişinin şahsi kullanımı için
ekonomiden çektiği değerleri ifade etmektedir. Bu
bakımdan kişilerin ekonomiye kazandırdıklarına göre
değil (tasarrufları üzerinden değil), ekonomiden
aldıklarına göre vergilendirilmelerinin daha adil olacağı
düşünülmektedir.
Harcama vergisinin üstün tarafı tasarrufların (faiz, kar
payı ve sermaye kazancı) vergi dışında tutulacak
olmasıdır. Mevcut gelir vergisi sistemlerinde; aynı gelire
sahip olan ancak biri tasarruf eden diğeri savurgan olan iki
kişiden birincisi çok daha yüksek oranda
vergilendirilmektedir. Çünkü tasarruf eden bunun getirisi
(faiz) üzerinden vergi ödenmek zorundadır. Tam tersine
harcama vergisi modelinde tasarruf edilen gelir, matrahın
dışında tutmak suretiyle ödüllendirilmektedir.
Avantajlarının yanı sıra harcama vergisinin birtakım
sakıncaları söz konusudur. Şöyle ki; her mükellefin kendi
tüketiminin ya da toplam gelir ve servetindeki değişmenin
kaydını tutması gereklidir. Kaldor mükelleflerin yıllık
harcama beyanında bulunmalarını önermektedir. Kişisel
harcama kaydının doğru tutulmasının zor olması harcama
vergilerinin uygulanmasının önünde bir engel olmuştur.
Günümüzde Kaldor’un önerdiği şekilde bir harcama
vergisi uygulanmamakla birlikte, harcamalar üzerinden
çeşitli vergiler alınmaktadır. Bunlardan en yaygını katma
değer vergisi ve özel tüketim vergisidir.
Vergi konusu olarak servet neyi ifade eder?
İdeal vergi konusu olarak gelir ve harcamanın
yanında servet de kullanılmaktadır. Her ne kadar servet
vergilendirilen gelirden türetildiği için, servetin
vergilendirilmesi bir çifte vergileme gibi düşünülse de
servet sahibine bir tatmin sağlamaktadır. Bir başka deyişle
gelirin tüketilmeden servete dönüştürülmesi servet
sahibine ayrı bir fayda (artan güvence, ekonomik güç,
potansiyel tüketim gibi) sunmaktadır. Eğer gelir
tüketilmezse ve servet bir mirasçıdan diğerine geçerse bu
fayda daha belirgin olarak ortaya çıkmaktadır.
İdeal vergi konusunun seçilmesi nelere bağlıdır?
İdeal vergi konusunun seçimi vergilemenin
gerçekleştiği ekonominin yapısına ve bu yapının ortaya
çıkardığı vergi çeşitliliğine bağlıdır. Şöyle ki, tarımsal bir
toplumda gelirin büyük kısmı çiftçiler tarafından
sağlandığı ve tüketildiği için, gelir vergisi yapısının
uygulanması oldukça güçtür. Bu durumda Amerikan
Kolonilerinde olduğu gibi mal ya da hayvanlar üzerinden
alınan bir vergi, vergi kapasitesine ulaşmak için en uygun
yol olacaktır. Benzer şekilde gelişmekte olan ülkelerde
gelir vergisi ile sermaye kazançlarına ulaşmak oldukça
güçtür. Bu gibi durumlarda, tespiti çok daha kolay olan
arazi ve bina gibi bir servet üzerinden alınan vergiler çok
daha faydalı ve tamamlayıcı olacaktır. Diğer yandan bu
güçlükler sadece gelişmekte olan ülkelere özgü olmayıp
birçok gelişmiş ülkede tespitindeki güçlükler dolayısıyla
bazı sermaye geliri türleri ya matrahtan istisna
edilmektedir ya da bazılarına ayrıcalıklı rejimler
uygulanmaktadır.
Devletin gelire olan ihtiyacı süreklidir. Devletin gelire
olan ihtiyacı arttıkça yeni vergi konusu arayışları ortaya
çıkmaktadır. Her yeni konudan vergi alınması ters
ekonomik etkilere neden olabilmektedir. Bu yüzden bir ya
da iki vergi konusundan daha çok vergi almak yerine,
birkaç konudan etkin bir miktarda vergi almak daha az
ekonomik hasara yol açacaktır. Bu nedenle günümüzde
tek vergi uygulaması bulunmamakta gelir, harcama ve
servete dayanan çok sayıda vergi alınmaktadır.
Aynı gelire sahip kişilerin aynı miktarda, farklı gelire
sahip olan kişilerin ise farklı miktarlarda vergi ödemeleri
nasıl gerçekleşmektedir?
Bu dikey adalet probleminin çözümü için
fedakârlık kuramı geliştirilmiştir. J.S. Mill fedakârlık
kuramının öncülerindendir. Vergilemede eşit mutlak, eşit
orantılı ve eşit marjinal (en az toplam) fedakarlık olmak
üzere üç farklı fedakârlık kavramı bulunmaktadır:
• Eşit Mutlak Fedakârlık: Vergi oranlarının bütün
kişilerin katlandıkları fedakârlık aynı olacak
şekilde ayarlanmasını ifade etmektedir.
Dolayısıyla bu kural, herkesin eşit vergi
ödemesini değil, eşit fedakârlıkta bulunmasını
savunmaktadır. Bu durumda örneğin 10.000 lira
ve 5.000 lira geliri olan iki farklı kişi
karşılaştırıldığında, birinci kişi ikincisinin iki katı
gelire sahip olmasına rağmen her ikisinin de aynı
gerçek vergi yükünü taşıyacak şekilde
vergilendirilmeleri gerekecektir.
• Eşit Orantılı Fedakârlık: Toplumdan daha fazla
fayda elde ettikleri gerekçesiyle yüksek
gelirlilerin, düşük gelirlilere göre daha fazla vergi
ödemelerini (fedakârlıkta bulunmaların) ifade
etmektedir. Bu durumda yukarıdaki örneğimizde
yer alan 10.000 lira ve 5.000 lira gelir elde eden
iki kişiden birincisi ikincisinden iki kat daha fazla gelire sahip olduğu için, iki kat fazla vergi
ödemesi (fedakârlığa katlanması) gerekecektir.
• Eşit Marjinal Fedakârlık: Eşit marjinal
fedakârlık; toplumun katlandığı toplam
fedakârlığın mümkün olduğunca minimum
olmasını ifade etmektedir. Bunun için son birim
vergi ödemesinden doğan fayda kaybının bütün
mükellefler için aynı olması gerekmektedir. Aksi
takdirde vergi yükünün yansıtılması nedeniyle
bazılarının fedakârlığı daha fazla artacağı için,
azalan toplam fedakârlık söz konusu olacaktır.
Eşit fedakârlık kuramı temelde;
i) gelir arttıkça artan her birim gelirden
sağlanan marjinal faydanın azaldığı
(azalan marjinal fayda kanunu) ve
ii) ii) bütün kişilerin gelirlerinden aynı
tatmini sağladığı varsayımlarına
dayanmaktadır.
Buna karşılık modern refah teorisi farklı kişilerin fayda ya
da zararlarının kıyaslanması olasılığını reddetmekte ve
ayrıca gelirden hoşlanma derecelerinin eşit olduğu
varsayımını gerçekçi bulmamaktadır. Bu teoriye göre
ayrıca aynı gelire ve koşullara sahip iki kişinin aynı
toplam ya da marjinal faydaya sahip olduklarını
varsaymak imkânsızdır. Çünkü bir kişi için vergi
ödenmesinden kaynaklanan fayda ya da zarar
ölçülemeyeceği gibi kişiler arasında tam bir kıyaslama
yapmak da mümkün değildir. Dolayısıyla modern refah
teorisine göre fayda ya da zarar üzerine bir vergi yapısı
inşa etmek uygun değildir.
Modern refah teorisine göre bir kişinin yaşamını
sürdürecek derecede gelire ulaşana kadar (asgari yaşam
standardı) ödeme gücünden söz etmek mümkün değildir.
Bu yaklaşımın kabul görmesi hâlinde vergi ödeme gücü
gelirin asgari miktarı aşan kısmına göre ölçülecektir.
Böyle bir durumda gelire göre arttan oranlı bir vergi yapısı
gereklidir. Çünkü düşük gelirli kişiler gelirlerinin
tamamını ya da önemli kısmını asgari bir yaşam standardı
için kullanırken yüksek gelir grupları bu asgari tutarın
üzerinde bir gelir düzeyine sahiptir. Bu prensibi kabul
eden bazı toplumlarda, belli bir tutarın gelirden
düşülmesine izin verilerek artan oranlılığın derecesi
artırabilmektedir.
İyi bir vergi sisteminin temel özellikleri nelerdir?
Adam Smith’den (1776) günümüze iyi bir vergi
sisteminde olması gereken temel özellikler
tartışılmaktadır. ‘Adalet, ekonomik ve idari etkinlik ve
esneklik’ üzerinde hemfikir olunan başlıca vergi sistemi
özellikleridir. Bir vergi sisteminin değerlendirilmesinde
kriter olarak kullanılan bu amaçların aynı zamanda
birbirleri ile uyumlu olması gerekmektedir. Ancak, bir
vergi sisteminin temel özelliklerinin kendi aralarında
çatışma da olabilir, örneğin adil bir vergi sistemi
ekonomik etkinliği sağlamayabilir. Bu gibi durumlarda
devletler bir tercih yaparak vergilemenin amaçları
arasında denge kurmaya çalışırlar.
• Adalet: İyi bir vergi sistemi adil olmalıdır. Vergi
sistemi farklı kişilere olabildiğince adil
uygulanmalı ve vergi yükü adil bir şekilde
dağıtılmalıdır. Bunun için de yansımanın yani
verginin en son kimin üzerinde kaldığının
bilinmesi gereklidir. Hükûmetler kişilerden
ziyade, işletmeleri vergilendirmeyi tercih etseler
bile (satış vergisi, KDV ve kurumlar vergisi gibi)
ödeme gücü ilkesi açısından asıl önemli olan bu
vergilerin yükünü gerçekte kimin taşıdığıdır.
İşletmeler verginin yükünü yüksek fiyatlar
yoluyla müşterilerine (ileri yansıma) ya da düşük
ücret şeklinde çalışanlarına (geri yansıma)
yansıtabilecekleri gibi verginin yükünü bizzat da
katlanabilirler. Her ne kadar bir verginin etkisini
(vergi yükümlülüğünün yerine getirilmesini)
devlet belirlese de kitabımızın dördüncü
ünitesinde görüleceği gibi verginin yansıması
piyasanın bu vergiye nasıl tepki verdiğine
bağlıdır.
• Ekonomik Etkinlik: İyi bir vergi sistemi
ekonomik etkinliği sağlamalıdır. Bunun için bir
ülkede uygulanan vergiler ekonomik kararları en
az engelleyecek şekilde seçilmelidir. Bunun için
vergi sisteminin; kaynakların etkin dağılımını
sağlayacak, maliye politikasının büyüme ve
istikrar amaçlarına ulaşmasını kolaylaştıracak ve
mükelleflerin tercihlerini çarpıtıcı etkisi
minimum olacak şekilde tasarlanması gereklidir.
• İdari Etkinlik: İyi bir vergi sisteminde
vergilemenin idari ve uyum maliyetleri minimum
düzeyde olmalıdır. İyi bir vergi sistemi keyfi
değil, etkin bir vergi idaresine imkân tanımalı,
mükelleflerin sistemi anlayabileceği ve
değerlendirebileceği bir niteliğe sahip olmalıdır.
• Esneklik: İyi bir vergi sistemi esnek olmalıdır.
Vergiler ekonomik gelişme ve makroekonomik
istikrarı sağlamak için yeterince esnek olmalıdır.
Vergi sistemi ekonomik koşullardaki değişmelere
hızlı karşılık vermelidir. Ekonomik koşullar
değiştikçe vergiler ve vergi oranları
ayarlanmalıdır.
Vergi teorisinin özünü oluşturan iki temel sorunsal nedir?
Vergi teorisinin özünü oluşturan iki temel konu vardır. Bunlardan birincisi sosyal
refahın artırılması için vergilerin nasıl tasarlanması gerektiği, yani vergilemede
adaletin ve etkinliğin sağlanması ile ilgilidir. İkincisi de devletin uyguladığı çeşitli
vergilerin ekonomik etkileri ile ilgilidir.
Kamunun mal ve hizmet üretiminin finanse edilmesinin olası yolları nelerdir?
Diğer mal ve hizmetlerde olduğu gibi kamunun mal ve hizmet üretiminin de finanse
edilmesi zorunludur. Bunun çeşitli yolları vardır. Bunlardan biri daha fazla
para basmak suretiyle para biriminin değerini düşürmektir. Ancak kamu harcamaları
bu şekilde finanse edilirse para arzı artacak ve neticesinde fiyatlar seviyesi
yükselecektir. Devletin kamusal mal ve hizmetleri finanse etmek için, çok daha
kolay bir yol olan para basmayı tercih etmemesinin temel nedeni bunun enflasyona
yol açacak olmasıdır.
Devlet için bir diğer alternatif sunduğu mal ve hizmetlere bir bedel uygulamaktır.
Burada devlet bir ticari işletme gibi hareket eder. Ancak bu yol da oldukça
güçtür, hatta savunma gibi kamu hizmetlerinde kişileri kullanımlarına göre bir
yükümlülüğe tabi tutmak imkânsızdır. Devletin finansman ihtiyacını karşılamasının
bir diğer yolu da borçlanmadır. Devlet kendi vatandaşlarından ya da dışarıdan
borç alabilir, ancak kişilerin devlete borç vermeye hazır olacakları miktar
oldukça sınırlıdır. Ayrıca borç, bazı dönemler itibarıyla faiziyle birlikte geri ödenmek
zorundadır. Bu finansman yöntemleri hakkında kitabımızın ikinci ünitesinde
ayrıntılı bilgi verilecektir.
Bütün bunlara alternatif bir diğer finansman yöntemi ise vergilemedir. Devletler
genellikle gelir ihtiyaçlarını karşılamak için yukarıda saydığımız yöntemlerin
hepsini kullanmakla birlikte, vergi kamu gelirleri içinde devletin en önemli gelir
kaynağı olarak kabul edilmektedir. Dolayısıyla vergi hayatın her alanında karşımıza
çıkan ve Benjamin Franklin’in (1789) ifadesiyle “vergi ölüm ile birlikte kesin
olan iki şeyden biridir”.
Verginin zorunlu olamsı durumunu sosyal adalet açısından kısaca değerlendiriniz.
Vergi, gönüllü değil zorunlu bir ödemedir. Buradan çıkacak sonuç, kişilerin belirlenen
standartlara göre ödeme yeteneğine sahip olmaları hâlinde vergiyi ödemekten
başka bir seçeneklerinin bulunmamasıdır. Aksi takdirde hiç kimse vergiyi
gönüllü olarak ödemeyeceği için, kişiler bir anlamda buna zorlanmışlardır. Bununla
birlikte bu zorlama, bir grubun kaynaklarının diğer gruba aktarılmasına yol
açarsa işte o zaman vergi, devlet eliyle yasal bir kılıfa bürünen bir tür adaletsizliğe
dönüşecektir. Bu yüzden bir ülkede uygulanan vergi politikasının tüm toplumu
temsil etmesi ve kaynakların adil bir şekilde transfer edilmesi gerekmektedir.
Verginin karşılıksız olması durmunu kısaca açıklayınız.
Taussing’in ifadesiyle verginin en önemli özelliklerinden biri de devletin diğer
yükümlülüklerinden farklı olarak, mükellef ve kamu otoriteleri arasında doğrudan
bir karşılığa dayanmamasıdır. Bu anlamda vergi kişilerin karşılığında özel bir
fayda sağlamadığı gelir, servet ya da harcama unsurları üzerinden alınan faydasından
kimsenin dışlanamadığı ve tüketiminde rekabetin olmadığı kamusal mal
ve hizmetlerin doğrudan bir bedelidir.
Bir vergi tanımında mutlaka bulunması geren temel unsurlar nelerdir?
Bir vergi tanımında mutlaka bulunması geren temel unsurları şu şekilde özetlemek mümkündür:
• Vergi kamu otoriteleri tarafından alınır,
• Vergi gönüllü değil kanuni bir zorunluluktur,
• Vergide özel bir karşılık bulunmamaktadır,
• Vergi parasal bir yükümlülüktür.
Vergilemenin mali amacından ve ikincil amaçlarından kısaca bahsediniz.
Bir verginin en temel amacı kamuya gelir sağlamaktır. Eğer bir ülkede diğer kamu
geliri türleri oldukça fazla ise yani devlet çok gelir getiren mülklere sahipse ya da
ülkedeki zenginler arasında devlete gönüllü bağış yapmak konusunda bir yarış
varsa, ancak o zaman devletin gelir kaynağı olarak vergiye olan ihtiyacı azalır.Yirminci yüzyıla gelene kadar vergilemenin temel amacı devlete gelir sağlamak
(mali amaç) olmuştur. Günümüzde ise vergilemenin mali olmayan amaçlar
için de kullanıldığı görülmektedir. Örneğin vergi, tütün gibi sağlığa zararlı bir
malın tüketimini kısmak suretiyle sosyal politikanın bir aracı olarak kullanılabilir.
Yerli endüstriyi korumak için bazı ithal mallardan yüksek oranda vergi alınabilir.
Devletin gelir dağılımındaki adaletsizlikleri azaltmak için diğer politikaların yanı
sıra vergi politikasını kullanması da mümkündür.
Verginin ilk olarak ortaya çıkış döneminden kısaca bahsediniz.
Verginin bilinen ilk tarihi, Mezopotamya ve Mısır uygarlıklarına dayandırılmaktadır.
Milattan önce 3500’lerde Sümer tabletlerinde vergiye ilişkin kayıtlara rastlanmıştır.
Bu dönemde, kralın gelir kaynakları papazların, yargıçların ve ordunun
ihtiyaçlarını karşılamaya yetmediği için vergilere başvurulmak zorunda kalınmıştır.
Böylece başlangıçta, gönüllü bir ödeme (bağış/yardım/hayır/iyilik gibi) olan
vergi, devletin artan faaliyetlerine ve gelir ihtiyacına paralel olarak zorunlu bir
yükümlülüğe dönüşmüştür.
Paranın kullanımının yaygın olmadığı dönemlerde vergilerin büyük çoğunluğu
ayni olarak, diğer bir söylemle mal ve hizmet şeklinde ödenmiştir. Böylece
nüfusun büyük çoğunluğunu oluşturan köylüler, ürünlerinin sabit bir yüzdesini
(Mısırda beşte birini, Sümerlerde onda birini) krala vermek zorunda kalmışlardır.
Dönemin koşulları nedeniyle ödenen ayni vergiler genellikle mültezim adı verilen
kişiler tarafından toplanmıştır. Mültezimlerin aşırı kâr elde edebilmek için krala
borçlandıkları vergi miktarının iki katını toplamaya başladıkları bu yöntem, on
dokuzuncu yüzyıla kadar devam etmiştir.
Köylüler vergi ödemenin dışında ayrıca devlet işlerinde, piramit ve tapınakların
inşasında ve kralın özel arazisinde çalıştırılmışlardır. Böylece köylüler aslında
parasal olmayan bir vergi ödemiş, bir anlamda kölelik yapmışlardır. Atina ve
Roma döneminde çok daha ileri gidilmiş; arazi ve köle satışları vergilendirilmiş,
ithalat vergileri artırılmış ayrıca başarısızlıkla sonuçlanmakla birlikte, sermaye ve
mülk gelirlerinin vergilendirilmesi teşebbüsünde bulunulmuştur. Feodal sistemin
ortaya çıkması ile birlikte köylülerden soylulara kadar herkesin, toprağa sahip olmanın
bir karşılığı olarak, askerî hizmetlerde ya da çalışma yoluyla devlete katkıda
bulunması prensibi geliştirilmiştir. Ancak günümüzde verginin parasal olması
gerektiği, kişilerin vergi yerine çalışmaya zorlanamayacağı görüşü hakimdir.
1215 yılında kabul edilen Magna Carta’nın vergileme açısından öneminden kısaca bahseiniz.
Feodal dönemde ayni vergilerin ve çalışmanın dışında, ayrıca malların el değiştirmesi
üzerinden de vergiler alınmaya başlanmıştır. Vergi ayrıcalıklarından
yararlanmak için kral ile müzakereler başlamış ve bazı ülkelerde “her yeni verginin
halk tarafından kabul edilebilir olması” ilkesi geliştirilmiştir. Bunun ilk örneği İngiliz
Kralı John tarafından 1215 yılında kabul edilen Magna Carta’dır.Magna Carta ile birlikte
tarihte ilk kez kralın sınırsız olan vergilendirme yetkisi sınırlandırılmıştır.
Baş (kelle) vergisi nedir?
Özel mülkiyetin henüz gelişmediği, ekonomik koşullar arasında büyük bir farkın bulunmadığı gelirin neredeyse tamamının beden gücüne dayalı olarak elde edildiği ilkel toplumlarda, kişinin fiziki varlığı ödeme gücünün temel göstergesi olmuştur. Böylece hemen her yerde “baş ya da kelle vergisi” adı verilen sabit bir dolaysız vergi alınmaya başlamıştır. Ancak özel mülkiyetin hız kazanması ve sanayileşmenin artması ile birlikte servet dağılımı adaletsiz hâle gelmiş ve baş vergisinin ödeme gücünün bir göstergesi
olma özelliği zayıflamıştır. Bunun üzerine baş vergisi kişilerin sosyal statülerine göre derecelendirilmeye çalışılan bir tür sınıf vergisine dönüştürülse de bir Orta Çağ vergisi olarak kalmıştır.
Servet üzerinden alınan verginin tarihsel süreci hakkında kısaca bilgi veriniz.
Servetin ödeme gücünün bir ölçüsü olarak kabul edildiği ikinci aşamada, özel
mülk daha çok araziden oluştuğu için servet vergisi de neredeyse arazi üzerinden
alınan bir vergi olmuştur. Ticaretin ve endüstrinin gelişmesi ile birlikte çok
sayıda özel mülk ortaya çıkmaya başlamış ve servet sosyo-ekonomik sınıfların ve
her sınıf içindeki kişilerin ayrılmasında tek ölçü olarak kullanılmaya başlamıştır.
Başlangıçta baş vergisine ek olarak uygulanan ve demokrasinin başlangıcındaki
her yerde genel kabul gören servet vergisi ekonomik gelişmenin hız kazanması,
sosyo-ekonomik sınıflar arasındaki farkın hızla büyümesi ve servetin vergilendirilmesindeki diğer güçlükler nedeniyle zaman içinde önemini kaybetmiştir.
Gelirin ödeme gücünün tek göstergesi olduğu teorik durumu avantaj ve dezavantajlarıyla kısaca değerlendiriniz.
Önceleri gelirin ödeme gücünün tek göstergesi olması gerektiği düşünülmüştür.
Ancak bunun bazı dezavantajları olduğu gözlenmiştir. Her şeyden önce
aynı gelire sahip olan iki kişinin aynı vergi ödeme gücüne sahip olduğunu söylemek
yanıltıcıdır. Bir örnekle ifade etmek gerekirse bekar ve küçük bir kasabada
yaşayan bir kişi ile evli ve büyük bir şehirde yaşayan bir diğer kişinin, aynı ödeme
gücüne sahip olduklarını söylemek imkansızdır. Benzer şekilde gelirinin büyük
kısmını yatırıma ayıran bir kişi ile spekülatif amaçlı arsa ya da araziye yatıran
diğer kişiyi karşılaştırdığımızda, ikinci kişinin hiç gelir elde etmediği gerekçesiyle
hiç ödeme gücü olmadığını söylemek mümkün değildir. Bu yüzden günümüzde
gelir tek başına değil ödeme gücünün diğer göstergeleri (harcama ve servet) ile
birlikte kullanılmaya başlamıştır.
Endüstri devriminden 21. yüzyıla kadarki sürece kadar verginin gelişimini özetleyiniz.
Endüstri Devrimi vergi sistemlerinde de önemli değişikliklere neden olmuştur.
İngiltere’de Napolyon savaşlarının finansman ihtiyacı ilk modern gelir vergisinin
(1815) uygulanmasına neden olmuştur. Ancak gelir vergisi bu savaşın ardından
kaldırılmıştır. Bununla birlikte 19. yüzyıldaki liberal akımlar nedeniyle gümrük
vergisi gelirlerinde azalma olmuş, bu azalmayı telafi etmek için de İngiltere Başbakanı
Robert Peel 1842 yılında gelir vergisini yeniden yürürlüğe sokmuştur. Ardından
Amerika Birleşik Devletleri 1913 yılında gümrük vergileri, tütün ve alkol
ürünlerinden alınan vergilerin yanı sıra gelir vergisini uygulamaya koymuştur.
Türkiye’de 1950 yılında modern anlamda bir gelir vergisi uygulanmaya başlamıştır.
Yirminci yüzyıla gelindiğinde vergi gelirlerinde büyük artış olmuştur. Bunun
iki temel sebebi; yaşanan dünya savaşları ve modern refah devletlerinin ortaya
çıkmasıdır. Her iki dünya savaşında da savaşa katılan ülkelerde askeri harcamalar
ulusal gelirin neredeyse yarısını aşmıştır. Bazı ülkeler kamu harcamalarındaki
bu artışı borçla finanse ederken, birçok ülke bunu vergi artışı ile telafi etmeye
çalışmıştır. İkinci dünya savaşı ile birlikte gelir vergisinin kapsamı genişletilmiş,
ABD’de ve İngiltere’de “kazandıkça öde sistemi” geliştirilerek hanehalklarının yarısından
fazlası gelir vergisinin kapsamına alınmıştır.
Her iki dünya savaşının ardından vergi oranları biraz azaltılmış, ancak sosyal
harcamalardaki güçlü artış paralelinde yeniden artırılmıştır. Prusya’da Bismarc’ın
öncülüğünde refah devleti anlayışı doğmuş ve 1883’te zorunlu sağlık sigortası ve
1889’da emeklilik sistemi uygulamaları başlatılmıştır. Bu uygulamaları 20. yüzyılın
ilk yarısından itibaren diğer ülkeler takip etmiş, İngiltere’de 1911 yılında,
Almanya’da 1927’de, Fransa’da 1931’de ve ABD’de 1936’da işsizlik yardımı getirilmiştir.
Benzer şekilde İngiltere’de 1909’da ve ABD’de 1935’de emeklilik sistemi yasallaşmıştır.
Bütün bu reformlar transfer harcamaları içinde yer alan sosyal harcamaların
aşırı yükselmesine ve dolayısıyla vergiye duyulan ihtiyacın artmasına yol
açmıştır. Günümüzde de bu ihtiyaç devam etmektedir.
Vergilemenin adil olmasını sağlamaya yönelik ortaya atılan iki temel teori nedir? Kısaca açıklayınız.
Vergi sisteminin adil olması, yani herkesin kamu hizmetlerinin maliyetine hissesi
oranında katılması, genel kabul görmüş bir vergileme ilkesidir. Burada sorun “adil
hisse payının” ne olacağı ya da nasıl tanımlanacağıdır. Bu konuyla ilgili olarak iki
görüş geçerlidir. Birincisi faydayı tek vergi kriteri olarak kabul eden fayda prensibidir.
Buna göre herkes kamu hizmetlerinden sağladığı fayda ile orantılı olarak
vergi ödemelidir. İkincisi ise faydayı değil, ödeme gücünü ön plana çıkartan ödeme
gücü prensibidir. Ödeme gücü prensibine göre ihtiyaç duyulan toplam gelir her
mükellefe ödeme gücü ile orantılı olarak dağıtılmalıdır.
Ancak bu yaklaşımlardan her ikisinin de kendisine göre güçlükleri bulunmaktadır.
Nitekim fayda prensibi seçildiğinde, kişiler için kamu harcamalarından elde
ettiği faydanın bilinmesi zorunludur. Ödeme gücü prensibi kabul edildiğinde ise
bu gücün tam olarak nasıl ölçüleceğini bilmek gereklidir. Bu güçlükler dolayısıyla
her iki yaklaşımın da vergi politikasının bütün fonksiyonlarını tam olarak yerine
getirdiklerini söylemek zordur.
Vergilemede fayda prensibinin temel esasları nelerdir? açıklayınız.
Fayda prensibi herkesin kamu mal ve hizmetlerinden sağladığı fayda ile orantılı
olarak vergi ödemesi gerektiği varsayımına dayanır. Buna göre kişiler piyasadan satın
aldıkları mal ve hizmetler için bir bedel ödedikleri gibi kamu mal ve hizmetleri
için de bir bedel (vergi) ödemelidirler. Eğer vergilemede fayda ilkesi ihlal edilirse,
kamu hizmetleri kullanıcıları için bir sübvansiyona dönüşür ve kamu harcamaları
diğer kişilerin vergileri ile karşılanmış olur. Ayrıca kişiler kamu hizmetlerinin bedava
olduğuna inanırlarsa, bu tür hizmetlere olan talep aşırı derecede artar. Bu nedenle
tamamen özel mallarda olduğu gibi kamusal mal ve hizmetlerde de marjinal
maliyete eşdeğer bir fiyat, etkinliğe ulaşmak için faydalı olacaktır.Fayda prensibine göre; yatay adaleti sağlamak için aynı fayda seviyesine sahip olanların aynı vergiyi ödemeleri gereklidir. Dikey adaleti sağlamak için de kim daha fazla fayda sağlıyorsa onun daha fazla vergi ödemesi gereklidir. Böylece hizmetten faydalanmayanların bir vergi ödemesine gerek kalmayacaktır.
Vergilemede fayda prensibinin uygulanabilirliğini değerlendiriniz.
Fayda prensibi faydanın açıkça tanımlandığı, kamu hizmetinin kullanıcıları tarafından
doğrudan finanse edilebildiği durumlarda uygulanabilir. Burada devlet
tarafından sunulan mal ya da hizmetler doğası gereği tüketiminde tam bir rekabetin
söz konusu olduğu mal ve hizmetler olduğu için, bu mal ve hizmetlerin özel
kullanıcılarına, vergi uygulanması mümkündür.
Fayda prensibinin birçok kamu hizmetinin finansmanında kullanılması mümkün
değildir ve ayrıca fayda prensibi vergilemede adalet prensibi açısından eleştirilmektedir.
Ancak bununla birlikte bazı hizmet türlerinin fayda prensibine göre
finanse edilmesinde yarar bulunmaktadır. Özellikle de son yıllarda fayda prensibi
demokratik toplumlarda yeniden savunulmaya başlamıştır.
Fayda prensibinin uygulamada; i) kişilerin kamu hizmetlerinden aldığı faydanın
ölçülebildiği ve ii) adalet ilkesine göre faydalananın bedelini ödemesini gerektirdiği
durumlarda kullanılması mümkündür. Bunun en güzel örneği otoyolların
finansmanıdır. Bu tür hizmetlerde bedeli otoyol ücreti şeklinde toplamak çok daha
maliyetlidir. Böyle bir uygulama yolculara sıkıntı verir ve trafik sıkışıklığına neden
olabilir. Bunun yerine otoyolu kullanan araçların kullandıkları akaryakıttan
vergi almak çok daha kolay, ucuz ve objektif bir ölçüdür. Çünkü bir kişinin tükettiği
akaryakıt ve kullandığı aracının büyüklüğü, otoyolların kullanımının kabaca
da olsa bir ölçüsünü verir. Bu durumda Amerika Birleşik Devletleri örneğinde
olduğu gibi fayda prensibi uygulanarak akaryakıttan ve araçlardan vergi alınması
ve bunun da otoyolların bakım ve onarımında kullanılması mümkündür.
Fayda prensibine göre vergilemeye iki örnek veriniz.
Fayda prensibine göre vergilemeye bir örnek sosyal güvenlik primi ödemeleridir. Kişilerin çalışırken ulusal sigorta fonuna ödemek zorunda oldukları primler, kendilerine emekliliklerinde sağlık ve yaşlılık yardımı gibi faydalar sağlamak için kullanılır. Türkiye’de ve birçok ülkede uygulanan sistem buna örnek gösterilebilir.
Fayda prensibine göre vergilemeye bir diğer örnek emlak vergisidir. Emlak vergisi yerel yönetimler tarafından sunulan hizmetlerin bedeli olarak kabul edilebilir. Çünkü söz konusu hizmetlerden doğrudan yararlanan emlak sahipleri, bu hizmetlerin devlet tarafından sunulmaması hâlinde, bu hizmetlerin büyük çoğunluğunu özel sektörden bir bedel ödeyerek sağlamak zorunda kalacaklardır.
Vergilemede fayda prensibine yöneltilen eleştirilerden kısaca bahsediniz.
Fayda prensibinin kamu mal ve hizmetlerinin büyük bir çoğunluğunda uygulama
alanı sınırlıdır. Birçok kamu hizmetinde, savunma gibi, kişilerin aldıkları faydanın
büyüklüğünü ölçmenin zorluğu ve imkânsızlığı nedeniyle vergilemede fayda
yaklaşımı tercih edilmemektedir. Savunma gibi kamu harcamalarından herkes
bazı faydalar elde etmekle birlikte bu faydayı kişiler arasında bölüştürmek neredeyse
imkansızdır.
Fayda vergilerine yöneltilen bir diğer eleştiri de kullanımla ilişkilendirilmeleri
halinde çarpıklığa yol açmalarıdır. Şöyle ki; matrah olarak kamu hizmetlerinin
kullanımının esas alınması hâlinde, örneğin köprü hizmetinin kullanımı engellenebilecek
ve böylece kaynak tahsisinde etkinsizliğe neden olunabilecektir. Ayrıca
fayda prensibinin en iyi uygulama şeklinde bile sadece kamu hizmetlerinin finansmanı
dikkate alındığı için vergilemenin önemli bir fonksiyonu olan yeniden
dağıtım fonksiyonu ihmal edilmektedir. Bu sebeplerden ötürü alternatif bir vergileme
prensibi olarak ödeme gücü prensibi geliştirilmiştir.
Vergilemede ödeme gücü prensibinin ortaya çıkışından kısaca bahsediniz.
Feodal toplumların Avrupa’da 1700’lerde sona ermeye başlamasıyla birlikte, vergiler
ile kamu hizmetleri arasındaki ilişkinin sadece fayda prensibine dayandırılarak
açıklanamayacağının farkına varılmıştır. A. Smith ve J.S. Mill, kişilerin ödedikleri
vergiler için özel bir karşılık beklemek yerine, kamu malları için ödeme güçleri
oranında fedakârlıkta bulunmaları görüşüne dayanan alternatif bir vergileme
prensibi geliştirmiş ve vergi ödemelerinin yatay ve dikey adalete uygun olması
gerektiğini de ifade etmişlerdir.
Vergilemede yatay adalet nedir? Açıklayınız.
Yatay adalet, aynı ekonomik koşullara sahip kişilerin vergisel açıdan aynı muameleye
tabi tutulmalarını ifade etmektedir. Ancak aynı gelirin elde edilmesinin
aynı ekonomik koşullara sahip olunduğunu göstermeyeceği unutulmamalıdır.
Nitekim daha önce de ifade ettiğimiz gibi aynı gelire sahip olan iki kişiden biri
bakmakla yükümlü olduğu bir aileye sahip iken diğeri bekar olabilir ya da biri ev
taksiti öderken diğeri ödemeyebilir. Benzer şekilde aynı ekonomik değere sahip
servet de aynı ekonomik koşulara sahip olunduğunu göstermez. Servet eğer işte
kullanılan bir makine ise belirli bir süre sonra yıpranıp değerini tamamen kaybeder.
Buna karşılık servet bir resim koleksiyonu ise tam tersine yıllar geçtikçe değeri
artar, ancak bu artış gelir olarak kabul edilmez. Bu ve benzeri nedenlerle vergilemede
yatay adaleti sağlamak için vergi matrahından bazı indirimlerin yapılmasına
(bakmakla yükümlü olunan kişiler için indirim, amortisman gibi) izin verilir.
Vergilemede dikey adalet nedir? Açıklayınız.
Dikey adalet, farklı ekonomik koşullara sahip kişilerin vergileme açısından
farklı muameleye tabi tutulmalarını ifade etmektedir. Burada amaç kamu gelirini
artırmanın yanında, gelir ve servetin dağılımındaki farklılıkları azaltmak suretiyle
sosyal adaleti sağlamaktır.
Dikey adaleti sağlamak için genellikle artan oranlı vergileme uygulanmakta
ve böylece vergi borcu gelirdeki artıştan daha hızlı artmaktadır. Bir örnek vermek
gerekirse artan oranlı vergilemede 20 lira geliri olan 2 lira (gelirinin %10’u), 30
lira geliri olan 4 lira (gelirinin %13,3’ü) vergi ödeyecektir. Bunun alternatifleri ise
azalan oranlı ve düz oranlı vergilemedir.
Gelirin vergi konusu olması durumunu değerlendiriniz.
Gelir, ödeme gücünün en çok kabul gören göstergesidir. Gelirin vergi konusu olarak
seçilmesiyle birlikte ‘yüksek gelir elde edenler, yüksek ödeme gücüne sahiptir
ve dolayısıyla yüksek vergi ödemelidir’ anlayışı da gerçekleştirilmeye çalışılır.
Diğer yandan ‘ne kadar yüksek vergi ödemelidir’ sorusunun genel kabul gören
cevabı, yüksek gelir sahiplerinin gelirlerinin daha büyük bir kısmını vergi olarak
ödemeleri, yani verginin artan oranlı olması yönündedir. Değilse zenginler
mutlak olarak fazla vergi ödemiş gibi gözükseler bile, gelirlerinin daha küçük bir
kısmını vergi olarak ödedikleri sürece vergi azalan oranlı olacaktır.
Daha önce de ifade edildiği gibi yirminci yüzyıla kadar geliri artırmak için genellikle
dolaylı vergilere (gümrük vergisi, lüks vergisi gibi) ağırlık verilmiştir. Ancak
devletin rolünün artmaya başlaması ile birlikte daha çok gelire ihtiyaç duyulmuş ve
vergi matrahı da özellikle gelir tercih edilecek şekilde yeniden tasarlanmıştır. Gelir
vergisi de beraberinde yüksek bir artan oranlılık getirmiş ve farklı ürünlerden
Servetin vergi konusu olması durumunu değerlendiriniz.
İdeal vergi konusu olarak gelir ve harcamanın yanında servet de kullanılmaktadır.
Her ne kadar servet vergilendirilen gelirden türetildiği için, servetin vergilendirilmesi
bir çifte vergileme gibi düşünülse de servet sahibine bir tatmin sağlamaktadır.
Bir başka deyişle gelirin tüketilmeden servete dönüştürülmesi servet sahibine ayrı
bir fayda (artan güvence, ekonomik güç, potansiyel tüketim gibi) sunmaktadır.
Eğer gelir tüketilmezse ve servet bir mirasçıdan diğerine geçerse bu fayda daha
belirgin olarak ortaya çıkmaktadır. Kitabımızın sekizinci ünitesinde açıklanacağı
üzere, servetin vergilendirilmesinde gelir dağılımında adaleti sağlamak gibi başka
amaçlar da bulunmaktadır.
Netice olarak, ideal vergi konusunun seçimi vergilemenin gerçekleştiği ekonominin
yapısına ve bu yapının ortaya çıkardığı vergi çeşitliliğine bağlıdır. Şöyle
ki, tarımsal bir toplumda gelirin büyük kısmı çiftçiler tarafından sağlandığı ve
tüketildiği için, gelir vergisi yapısının uygulanması oldukça güçtür. Bu durumda
Amerikan Kolonilerinde olduğu gibi mal ya da hayvanlar üzerinden alınan
bir vergi, vergi kapasitesine ulaşmak için en uygun yol olacaktır. Benzer şekilde
gelişmekte olan ülkelerde gelir vergisi ile sermaye kazançlarına ulaşmak oldukça
güçtür. Bu gibi durumlarda, tespiti çok daha kolay olan arazi ve bina gibi bir servet
üzerinden alınan vergiler çok daha faydalı ve tamamlayıcı olacaktır. Diğer yandan
bu güçlükler sadece gelişmekte olan ülkelere özgü olmayıp birçok gelişmiş ülkede
tespitindeki güçlükler dolayısıyla bazı sermaye geliri türleri ya matrahtan istisna
edilmektedir ya da bazılarına ayrıcalıklı rejimler uygulanmaktadır.
Devletin gelire olan ihtiyacı süreklidir. Devletin gelire olan ihtiyacı arttıkça
yeni vergi konusu arayışları ortaya çıkmaktadır. Her yeni konudan vergi alınması
ters ekonomik etkilere neden olabilmektedir. Bu yüzden bir ya da iki vergi konusundan
daha çok vergi almak yerine, birkaç konudan etkin bir miktarda vergi
almak daha az ekonomik hasara yol açacaktır. Bu nedenle günümüzde tek vergi
uygulaması bulunmamakta gelir, harcama ve servete dayanan çok sayıda vergi
alınmaktadır.
Vergilemede Eşit Mutlak Fedakârlık ve Eşit Orantılı Fedakârlık kavramlarını açıklayınız.
Eşit mutlak fedakârlık; vergi oranlarının bütün kişilerin katlandıkları fedakârlık
aynı olacak şekilde ayarlanmasını ifade etmektedir. Dolayısıyla bu kural, herkesin
eşit vergi ödemesini değil, eşit fedakârlıkta bulunmasını savunmaktadır. Bu
durumda örneğin 10.000 lira ve 5.000 lira geliri olan iki farklı kişi karşılaştırıldığında,
birinci kişi ikincisinin iki katı gelire sahip olmasına rağmen her ikisinin de
aynı gerçek vergi yükünü taşıyacak şekilde vergilendirilmeleri gerekecektir.
Eşit orantılı fedakârlık; toplumdan daha fazla fayda elde ettikleri gerekçesiyle yüksek
gelirlilerin, düşük gelirlilere göre daha fazla vergi ödemelerini (fedakârlıkta
bulunmaların) ifade etmektedir. Bu durumda yukarıdaki örneğimizde yer alan
10.000 lira ve 5.000 lira gelir elde eden iki kişiden birincisi ikincisinden iki kat
daha fazla gelire sahip olduğu için, iki kat fazla vergi ödemesi (fedakârlığa katlanması)
gerekecektir.
İyi bir vergi sisteminin temel özellikleri nelerdir? Açıklayınız
İyi bir vergileme sisteminin temel özellikleri adalet, ekonomik ve idari etkinlik ve esnekliktir.
İyi bir vergi sistemi adil olmalıdır. Vergi sistemi farklı kişilere olabildiğince adil uygulanmalı ve vergi yükü adil bir şekilde dağıtılmalıdır. Bunun için de yansımanın
yani verginin en son kimin üzerinde kaldığının bilinmesi gereklidir. Hükûmetler
kişilerden ziyade, işletmeleri vergilendirmeyi tercih etseler bile (satış vergisi, KDV
ve kurumlar vergisi gibi) ödeme gücü ilkesi açısından asıl önemli olan bu vergilerin
yükünü gerçekte kimin taşıdığıdır. İşletmeler verginin yükünü yüksek fiyatlar
yoluyla müşterilerine (ileri yansıma) ya da düşük ücret şeklinde çalışanlarına
(geri yansıma) yansıtabilecekleri gibi verginin yükünü bizzat da katlanabilirler.
Her ne kadar bir verginin etkisini (vergi yükümlülüğünün yerine getirilmesini)
devlet belirlese de kitabımızın dördüncü ünitesinde görüleceği gibi verginin yansıması
piyasanın bu vergiye nasıl tepki verdiğine bağlıdır.
Diğer yandan, iyi bir vergi sistemi ekonomik etkinliği sağlamalıdır. Bunun için bir ülkede uygulanan vergiler ekonomik kararları en az engelleyecek şekilde seçilmelidir. Bunun
için vergi sisteminin; kaynakların etkin dağılımını sağlayacak, maliye politikasının
büyüme ve istikrar amaçlarına ulaşmasını kolaylaştıracak ve mükelleflerin
tercihlerini çarpıtıcı etkisi minimum olacak şekilde tasarlanması gereklidir.
İyi bir vergi sisteminde vergilemenin idari ve uyum maliyetleri minimum düzeyde
olmalıdır. İyi bir vergi sistemi keyfi değil, etkin bir vergi idaresine imkân tanımalı,
mükelleflerin sistemi anlayabileceği ve değerlendirebileceği bir niteliğe sahip
olmalıdır.
İyi bir vergi sistemi esnek olmalıdır. Vergiler ekonomik gelişme ve makroekonomik
istikrarı sağlamak için yeterince esnek olmalıdır. Vergi sistemi ekonomik
koşullardaki değişmelere hızlı karşılık vermelidir. Ekonomik koşullar değiştikçe
vergiler ve vergi oranları ayarlanmalıdır.
-
2024-2025 Öğretim Yılı Güz Dönemi Ara (Vize) Sınavı Sonuçları Açıklandı!
date_range 2 Gün önce comment 0 visibility 57
-
2024-2025 Güz Dönemi Ara (Vize) Sınavı Sınav Bilgilendirmesi
date_range 6 Aralık 2024 Cuma comment 2 visibility 328
-
2024-2025 Güz Dönemi Dönem Sonu (Final) Sınavı İçin Sınav Merkezi Tercihi
date_range 2 Aralık 2024 Pazartesi comment 0 visibility 914
-
2024-2025 Güz Ara Sınavı Giriş Belgeleri Yayımlandı!
date_range 29 Kasım 2024 Cuma comment 0 visibility 1289
-
AÖF Sınavları İçin Ders Çalışma Taktikleri Nelerdir?
date_range 14 Kasım 2024 Perşembe comment 11 visibility 20161
-
Başarı notu nedir, nasıl hesaplanıyor? Görüntüleme : 25842
-
Bütünleme sınavı neden yapılmamaktadır? Görüntüleme : 14700
-
Harf notlarının anlamları nedir? Görüntüleme : 12646
-
Akademik durum neyi ifade ediyor? Görüntüleme : 12642
-
Akademik yetersizlik uyarısı ne anlama gelmektedir? Görüntüleme : 10582