Kültürel Miras Mevzuatı Dersi 3. Ünite Özet

Ulusal Mevzuatın Tarihsel Gelişimi

Giriş

Cumhuriyet döneminde bugün “kültürel miras” olarak tanımladığımız değerlerin korunması ve geliştirilmesi için gerçekleştirilen eylemleri daha iyi anlayabilmek için, iki temel noktanın açıklanması gerekmektedir. Bunlardan ilki, Osmanlı Döneminden koruma ve müzecilik alanında alınan mirastır. Cumhuriyet Döneminin daha iyi anlaşılabilmesi için Osmanlı Devletinin Klasik Çağında ve Batılılaşma sürecinde kültürel miras, koruma, onarım vb. sözcüklere nasıl anlam verildiğinin bilinmesinde yarar vardır. İkinci temel nokta, dönemin irdelenmesinde bazı dönüm noktalarının belirgin hale gelmesidir. Bu dönüm noktaları kimi hallerde önemli olayların oluşumu, kimi hallerde ise yasal ve kurumsal yeni düzenlemelerin gerçekleştirilmesi şeklinde görülmektedir.

Cumhuriyet Öncesi Gelişmeler

Bugün kültür ve tabiat varlıkları olarak tanımladığımız değerler, hemen her dönemde toplumların ilgisini çekmiş, insanoğlu kendinden önceki dönemlerin toplumlarını, bu toplumların yaşam biçimlerini ve bu yaşam biçimlerinin mekâna yansıması olan yapı ve yerleşmeleri öğrenmek, bilgilenmek, ders çıkarmak ya da merakını tatmin etmek için çeşitli çabalar harcamıştır.

Osmanlı İmparatorluğunun, özellikle yapı alanındaki nitelik ve nicelik açısından en verimli çağı olan 16.- 18. yüzyıllar arasında, bugün kültür varlığı olarak nitelendirilen yapı ya da yapı gruplarına karşı takındıkları tavır ile koruma ve onarım süreciyle ilgili olarak geliştirdikleri örgütsel, yasal ve parasal sistemler incelendiğinde döneme egemen olan bazı noktalar ortaya çıkmaktadır.

  1. Bunlardan en kuramsal nitelik taşıyanı, “eski”ye gösterilen ilgi ya da ilgisizliğin düzeyidir. Bu ilgi azlığının olumsuz tavırlara neden olduğu düşünüldüğünde bu tavırların 4 başlık altında toplanabileceği görülmektedir. Bunlardan ilki “Bilgisizlik / Bilinçsizlik / Kayıtsızlık” olarak tanımlanabilir. Çeşitli otantik kaynaklar, özellikle anı ve gezi günlükleri ile Osmanlı tarih yazıcılarının anlattıkları, Osmanlı toplumunun gerek kendi gerekse kendinden önceki dönemin kültür varlıklarına gösterdiği olumsuz tavırların, bilgisizlik ve bunun sonucu oluşan bilinçsizlik ve kayıtsızlık olarak tanımlanabileceğini göstermektedir.
    Osmanlı toplumunun olumsuz davranışlarını etkileyen bir diğer neden dinsel bağnazlık olarak nitelenebilir. Teokratik bir devlet olmasına karşın, İmparatorluk içindeki İslamiyet dışı dinlere hoşgörü ile yaklaşılmakta, "gayrimüslimler"e çeşitli haklar tanınmaktadır. Birçok sultan güzel sanatların çeşitli dallarına hoşgörü ile yaklaşmış, Avrupa ülkeleri ile ilişki kurmuştur. Azınlık yapılarının onarımı belli esaslara bağlanmış, yıkılmaları önlenmiştir. Buna karşın örneğin III. Osman (1754-1757) "kâfir elinden çıkmıştır" diye, sarayda birikmiş tablo, vazo, mobilya gibi, kaynağı batı olan bazı eşyayı parçalatacak kadar hoşgörüsüz davranmıştır.
    Parasal kaynaklarda azalma ve finansman zorlukları kültür varlıklarının korunmasını olumsuz yönde etkileyen bir nedendir.
    Tarihsel çevrenin tahribinde en önemli nedenlerden biri de doğa, ya da insan kökenli fiziksel etkenlerdir. Bu etkenlerin ilki depremlerdir. 1509 yılında İstanbul’da vuku bulan depremde 5000 kişi ölmüş, 109 cami ve mescit ile 1070 ev yıkılmıştır. Osmanlı kentlerinin görünümlerinin değişmesinde ya da yenilenmesinde yangınların da rolü büyüktür.
  2. “Osmanlı Düzeni” bir başka deyişle “devlet ve topluma ilişkin mevcut sistematik yapıdaki nitelik” koruma sektöründe de kendini gösterir.
  3. Osmanlı İmparatorluğunun kuruluş, gelişme ve bu inceleme kapsamında ele alınan döneminde, yeni yapı üretimi ile onarım mekanizmalarının karşılaştırılması da ilginç sonuçlar vermektedir.
  4. Onarım etkinliklerini yönlendiren en önemli öğe “Vakıf” kurumudur.
  5. Sistemin bir başka olumlu özelliği, işlemlerin çoğunun yerel ölçekte çözümlenebilmesidir.
  6. Osmanlı Devletinde yapının yapılmasından hemen sonra başlatılan belli aralıklarla yapılan bakım etkinlikleri, onarım politikalarının teknik yönünü tanımlayan öğelerin en önemli olanıdır.

Osmanlı İmparatorluğunda Batı'ya yönelmenin, 18. yüzyılda orduların yenilgilerinin çoğalmasıyla başladığı kabul edilmektedir. Yöneticiler, Osmanlı toplumunu ciddi bir çöküntüden kurtarmanın yolunu, Batı dünyasına öykünmede, onun kurumsal ve mevzuata yönelik alt yapısını kullanmakta aramışlardır.

Kültür varlıkları ve bu varlıkların korunmasına yönelik yaklaşım ve programların kurallara bağlanması ilk kez 19. yüzyılın ortalarında Tanzimat sonrasında izlenmektedir. Tanzimat’ın en önemli iki ögesinden biri olan yasalaştırma yeni kurallar getirerek koruma alanında da etkisini göstermiştir.

Tanzimat dönemini biçimlendiren diğer önemli öğe her konu ve düzeyde yeni kurumların oluşturulmasıdır. Bu bağlamda merkezi bir örgütlenmenin yanısıra, yerel örgütlenmeye de önem verilmiş ve yeni ilişkiler oluşmaya başlamıştır. Kurumsallaşmanın önemli göstergelerinden bir tanesi, Tanzimattan hemen sonra, uzmanlaşmaya gidilmesi ve değişik alanlar için ‘Nezaret’ ler (Bakanlıklar) oluşturulmasıdır. 1826 yılında ilk nezaret olan ‘Evkafı Hümayun Nezareti’ kurulmuştur.

Batılılaşmanın doğası gereği oluşturulmaya başlanan yasal düzenlemeler 2 ana başlık altında toplanabilir.

Bunlardan ilki dolaylı düzenlemelerdir ve ilk dolaylı düzenleme olarak 1840 tarihli “Ceza Kanunu” gösterilebilir. Bu yasanın 133. maddesi, özellikle cami, mescit ve türbe gibi İslami yapılar başta olmak üzere, kentin önemli yapılarını tahrip eden veya yıkanların cezalandırılacağını belirtmektedir.

İlki 1848 yılında yayınlanan ‘Ebniye Nizamnameleri’(İmar Yönetmelikleri) büyük kentlerdeki ulaşım, yeni yapılaşma vb. konularda çağdaş tanım ve uygulamalar getirmeyi amaçlamakla beraber, yapılaşmış alanlardaki eski yapılara ilişkin bazı hükümler de içermektedir.

Tanzimat Fermanı ve Gülhane Hatt-ı Hümayun’u ile tüm kamuya ilan edilen yeni yönetim anlayışı, diğer birçok alanda olduğu gibi, koruma alanında da genel kurallar oluşturulmasını sağlamıştır. Ancak, koruma alanındaki yasal düzenlemelerin itici gücü, Osmanlı vatandaşlarının haklarını ve yaşam biçimlerini düzenlemeye yönelik yasa ve nizamnamelerin bazılarında görüldüğü gibi iç dinamikler olmayıp hemen tümüyle Osmanlı dışı etkenlerden oluşmaktadır. Bir diğer deyişle, 1860’ların sonundan itibaren gündeme getirilecek ‘asarı atika mevzuatı’ (eski eserler hukuku), Devletin giderek arsızlaşan Avrupa kökenli ‘kültürel talan’a karşı kendini korumayı amaçlayan ve içgüdüsel olarak aldığı tavırların ve “meşru müdafaa” nın sonucudur.

İmparatorluğun doğrudan eski eserle ilgili ilk yasa düzenlemesi olan 13 Kasım 1869 tarihli Asarı Atika Nizamnamesi 8 maddeden oluşmaktadır. Nizamnamenin ilk maddesi Osmanlı topraklarında eski eser aramak isteyenlerin Maarif Nezaretinden (Eğitim Bakanlığından) izin alması koşulunu getirmiştir. 2. madde eski eserlerin yurtdışına çıkartılamayacağını ancak yurtiçinde alınıp satılabileceğini belirtmekte, 4. madde de ise eski paraların bu hüküm dışında kaldığı yer almaktadır. Yer üstünde bulunan eserlerden ‘birşeyler’ kopartmanın yasak olduğu 5. maddenin içeriğini oluşturmaktadır. Nizamnamenin korumayla ilgili tek maddesi (çok kısıtlı olsa da) budur. Daha sonra 1874 ve 1884 tarihlerinde düzenlenen asarı atika nizamnameleri doğrudan "eski eser"i konu alırlar.

Bu düzenlemelerin ortak özellikleri şöyle sıralanabilir:

  • İlke olarak, eski eser devlet malıdır,
  • ‘Eski’ kavramı Osmanlı İmparatorluğu öncesi kültürlerin verileri ile sınırlıdır,
  • Özellikle taşınır eserler, onu bulanların malıdır. Bu nedenle, arkeolojik kazılarda bulunan eserler yurtdışına çıkartılabilmektedir,
  • Taşınmaz kültür varlıklarının korunması konusunda yeterli hükümler bulunmamaktadır.

İmparatorluğun güçlenmesi, Avrupa'nın ilgisinin artması, Avrupalıların İmparatorluğu ekonomik, askeri ve bilimsel amaçlarla incelemek istemeleri gibi nedenler, 15. yüzyılın ikinci yarısından başlayarak birçok grubun, değişik amaçlarla Osmanlı topraklarında bulunması sonucunu doğurmuştur. Bu kişi ve grupların oluşturdukları gezilerini anlattıkları yapıtlarından anlaşıldığına göre, özellikle 18. yüzyılın ikinci yarısından itibaren Türk - İslam çağı öncesi kültürlerin giderek ilgi çektiği görülmektedir.

Bu çeşitlilik içerisinde arkeolojik nitelikli alan ve yapıların özel bir yeri bulunmaktadır. 19. yüzyılda, sadece Batı Anadolu'daki arkeolojik alan ve yapılarla ilgili ayrıntılı ve kapsamlı tanımlar veren gezgin sayısı 35'i aşmaktadır.

İmparatorlukta ‘obje’ saklamak için sürekli olarak tahsis edilen ilk mekânlardan bir tanesi İstanbul'da Aya İrini kilisesi olmuş ve 16. yüzyıldan itibaren Sarayın silah deposu olarak kullanılmıştır. Kilise, III. Ahmet döneminde, Batıdaki örneklerine uygun olarak ‘Dar-ül Esliha’ (Silah Müzesi) adıyla halka açılmış, ancak 1808 yılındaki yeniçeri isyanında yağmalanınca tümüyle kapatılmıştır.

1846 yılında, Tophane Müşiri Fethi Ahmet Paşa’nın Aya İrini’de uzun yıllardır toplanan eserlerin düzenlenmesi için görevlendirilmiş olması müzeciliğin ilk adımı sayılır. Aya İrini’de toplanan eserler iki bölüme ayrılmıştır. Bunlardan ‘Mecma-ı Esliha-i Atika’ daha sonra ‘Askeri Müze’, ‘Mecma-i Asar-ı Atika’ ise ‘Devlet Müzesi’ haline gelecektir.

Osman Hamdi Bey döneminde gerçekleştirilen yasal düzenlemelerden biri ise 1906 tarihli Asar-ı Atika Nizamnamesi'dir. 1906 Nizamnamesi birkaç temel noktada değerlendirilebilir. Bunlardan ilki, daha önceki nizamnamelere oranla daha gelişmiş bir içeriğe sahip olmasıdır. Nizamnamenin bir diğer önemli özelliği ise, Cumhuriyetin ilk koruma mevzuatı olan, 1973 yılında yürürlüğe giren 1710 sayılı yasanın özellikle taşınır eserler ve arkeolojik kazılara ilişkin bölümlerini büyük ölçüde etkilemiş olmasıdır.

Osman Hamdi Bey döneminin bir başka önemli etkinliği, eğitim alanında olmuş ve sanat eğitimine ilgisi korumaya da katkıda bulunmuştur. 1882 yılında kurulan Sanayi-i Nefise Mektebi, İmparatorluğun ilk tasarım ve güzel sanatlar okuludur. Bu kurum daha sonra Devlet Güzel Sanatlar Akademisi ve son olarak da Mimar Sinan Üniversitesi adını alacaktır.

Cumhuriyet Döneminin İlk Otuz Yılı: 1920-1950

23 Nisan 1920’de Büyük Millet Meclisinin oluşumundan sonra kurulan Milli Eğitim Bakanlığına bağlı olarak Türk Asar-ı Atikası Müdürlüğü (Türk Eski Eserler Müdürlüğü) kurulmuştur. Kurtuluş Savaşının hemen sonunda izlenen ilk çaba ise, Gazi Mustafa Kemal'in buyruğu ile "Müzeler ve Asar-ı Atika Hakkında Talimat" başlığı altında 5 Kasım 1922'de valiliklere gönderilen genelgedir. Genelgede, illerde Milli Eğitim Müdürlüklerinin, eski eserlerle ilgili tüm işlemlerin yürütülmesinden sorumlu olduğu belirtilmektedir. 1924 yılında hükümet, Osmanlı Devleti döneminde kurulan “Eski Eserler Sürekli Kurulu” nun bu dönemde de çalışmalarına devam etmesini kararlaştırmıştır.

Cumhuriyetin ilk yıllarında restorasyon etkinliklerinin yeterli düzeyde olduğu söylenemez. Bunun nedenleri arasında yeni Cumhuriyetin parasal kaynaklarının çok kısıtlı olması ve uzman elemanların yok denecek kadar az olması sayılabilir. İlk onarımlar, yine bir Osmanlı kurumu olan Vakıflar Genel Müdürlüğünce gerçekleştirilmiştir. Bu süreçte ilk onarılan yapı Ayasofya'dır.

Cumhuriyetin kurulmasından sonra eski eserlerin gerek mülkiyeti ve gerekse bakım ve onarım sorumlulukları, değişik kurumlara verilmiştir. Buna göre saraylar, kasırlar ve bunlarla ilgili tüm taşınmaz ve değer içeren taşınır eserler Türkiye Büyük Millet Meclisi yönetimine bırakılmış; tüm medrese ve arsaları ile türbeler Milli Eğitim Bakanlığına devredilmiştir. Tekke, zaviye ve türbeler 1925 yılında kapatılmış; kaleler, kuleler ile anıt sayılan sebil, çeşme ve şadırvanlar Belediyelere bırakılmış, ana yollar üzerindeki eski köprülerin bakım ve onarımı ile Bayındırlık Bakanlığı görevlendirilmiştir.

Devlet eliyle gerçekleştirilmesi gereken koruma etkinlikleri için yeterli parasal kaynak olması gerekmektedir. Cumhuriyet hükümetlerinin bu konuda ayırdıkları ilk ödenekler Milli Eğitim Bakanlığı bütçesinde yer alır. Bu ödeneklerin devletin tüm bütçesinin % 0.025 ‘i oranında olması ne kadar yetersiz olduğunun bir göstergesidir.

İlk otuz yılın ikinci on yılı (1930-1940) koruma alanında kurumsallaşmanın başlaması olarak nitelenebilir. Birçok kaynak, Atatürk'ün 19.2.1931 tarihinde Konya'daki gezisi sırasında dönemin Başbakanı İsmet İnönü'ye gönderdiği bir telgrafı, koruma etkinliklerine büyük ivme kazandıran önemli bir belge olarak değerlendirir.

12 Nisan 1931 tarihinde Atatürk tarafından Türk Tarih ve Medeniyetini bilimsel şekilde incelemek, Türk tarihinin kaynaklarını araştırmakla görevlendirilen ‘Türk Tarih Kurumu’ kurulmuştur. Kurum, yaptığı araştırmalar yanında eski eser sevgisini aşılamak ve koruma bilincini yaymak amacı ile de çalışmalar yapmıştır.

1932 yılında ‘Anıtları Koruma Komisyonu’ adı altında yeni bir kurum oluşturulmuştur. Bu kurumun ilk etkinliklerinden bir tanesi onarılacak yapıların saptanmasıdır. Yapılar iki temel guruba ayrılmış, Anadolu-Türk Sanatının ürünleri olan yapıları mimar Macit Kural, arkeolojik alan ve yapıları ise Avusturya Arkeoloji Enstitüsü üyesi Miltner incelemiştir.

Bu çalışmalara paralel olarak müzelerin yeniden düzenlenmesi gereği duyulmuş, 23 Haziran 1934 tarihli ve 2530 sayılı ‘Müzeler ve Rasathane Teşkili Hakkında Kanun’la müzeler yeniden örgütlenmiş, 24 Kasım 1934 tarihli bir Bakanlar Kurulu Kararnamesi ile Ayasofya müze haline getirilmiştir.

Korumaya ayrılan parasal kaynaklarda 1950 yılına kadar bir gelişme olmamıştır. 1924-25 yıllarında, koruma ve müzeciliğe ayrılan ödenek, Maarif Vekaleti bütçesinin ortalama % 1.2'si ve genel bütçenin % 0.05 ( onbinde beş) düzeyindeyken, daha sonraki yıllarda, Vekalet bütçesinin %0.7 (binde yedi) ve genel bütçenin % 0.025 (onbinde ikibuçuk) düzeyine inmiştir.

Korumanın, geniş halk kitlelerinin ve yerel yöneticilerin katkı ve desteği olmadan gerçekleşemeyeceği bilindiğinden Cumhuriyetin ilk yıllarında bu konuda çeşitli programlar geliştirilmiştir. Eski eser olgusunun tanıtılması ve benimsetilmesi için çaba gösterilen platformların başında Halkevleri gelir.

Cumhuriyetin ilk 30 yılında, koruma alanında örgütlenen sivil toplum örgütleri yok denecek kadar azdır. 1927 yılında İzmir'de kurulan, ‘İzmir Asarı Atika Muhipleri (Sevenleri) Cemiyeti’ ; 1941 yılında kurulan ‘Türkiye Turing ve Otomobil Kurumu’; 1935 yılında kurulan ‘Edirne ve Yöresi Eski Eserleri Sevenler Kurumu’ bu örgütler arasındadır.

Cumhuriyetin ilk 30 yılında koruma sektörünü şekillendiren yasal, örgütsel ve parasal düzenlemelerle, korumaya karşı takınılan tavırlar değerlendirildiğinde, bu sektörün bugün olduğu gibi, incelenen dönemde de konuyu benimsemiş ve inanmış bir kamuoyuna dayanmayan bir ‘aydınlar kurumu’ olduğu görülmektedir. Konunun yerel yöneticilere ve geniş halk kitlelerine aktarılması konusunda yeterli programlar oluşturulduğu da söylenemez.

1950 ve Sonrası

Türkiye’de kültür varlıklarının korunması eylemlerinin incelenmesinde 1950'lerin başı önemli bir dönüm noktasıdır. Bu belirlemede yeni yasa ve kurumların oluşturulması, çok partili hayata geçilmesi, Avrupa ve Amerika Birleşik Devletleri ile ilişkilerin artması, yeni eğitim kurumlarının oluşması, parasal kaynaklarda izlenen göreceli artış vb. hususlar rol oynamaktadır.

1951 yılında kurulan ‘Gayrimenkul Eski Eserler ve Anıtlar Yüksek Kurulu’, hem ilke koyan hem de uygulamaya yönelik karar alan ve yasayla oluşturulmuş ilk kurumdur. Üyelerin çoğunun üniversitelerden seçilmesi, ayrıca Kurul’un kimi kendi üyelerini kendi seçme hakkı bulunması da tarafsız ve bilimsel yöntemlerle çalışabilme özgürlüğünün güvencesi olmuştur. Kurul, 1957 yılına değin, sadece taşınmaz eski eserler ile ilgili konularda karar alabilmekteydi. O yıl çıkan 6785 sayılı İmar Yasası, Kurul’a çevre ölçeğinde de bazı yetkiler vermiştir.

Ülkenin korumaya yönelik ilk yasal düzenlemesinin 1973 yılında yapılmış olması, çevre ölçeğindeki korumayla ilgili ilk hükümlerin İmar yasalarında yer alması sonucunu doğurmuştur. 1973 yılında 1710 sayılı yasanın ‘sit’ tanımını getirmesi ve korumanın gerektirmesi halinde imar planlarının değişebileceği hükmünü içermesi, imar planlarındaki koruma vurgusunun giderek çoğalmasını öngörmüştür.

Yeni Yaklaşımlar

Yeni yaklaşımların genellikle uluslararası etkinliklerin ve çabaların etkisiyle geliştiği söylenebilir. Dördüncü Beş Yıllık Kalkınma Planında ‘Koruma ve Belediyeler’ başlığı altındaki politikalarda, ‘Planın Yöneldiği Toplumsal Amaçlar’ başlığında korumanın planlama ile bağlantısı kurulmaya çalışılmıştır. 1979-1983 yılları arasını kapsayan Dördüncü Beş Yıllık Kalkınma Planında, kentsel alanlarda doğal ve tarihi çevrenin sürekli olarak yıkıntıya uğradığı, yeşil alanların geliştirilemediği, tarihi anıtların sanat yapılarının, ören yerlerinin yıkılmasının, yok edilmesinin ve yurt dışına kaçırılmasının önlenmesi gereği ve koruma geliştirmeye ilişkin girişimlerin yetersiz kaldığı ortaya konmuş, bunlara temel neden olarak da ilgili kuruluşların eşgüdüm halinde çalışamaması gösterilmiştir.

Koruma Kültürü

Kültür ve tabiat varlıklarının korunması için toplumun her katmanında koruma kültürünün oluşturulması ve geliştirilmesi büyük önem taşır. Korunacak değerlerin farkına varmak, onları benimsemek ve çağdaş yaşamla bütünleştirmek ve belki hepsinden önemlisi geçmişten bize kalan bu mirası gelecek nesillere iletmekle yükümlü olduğumuzu bilmek koruma kültürüne sahip olmayı gerektirir.

Turizm / Kültürel Miras İlişkileri

Turizm de kültürel miras da yadsınamayacak ölçüde ülke kalkınmasına katkıda bulunan ve ekonomik değer yaratan unsurlardır. Ülkemizin konumu, içerdiği doğal ve kültürel değerlerin zenginliği ve çeşitliliği düşünüldüğünde, bu iki sözcük arasındaki ilişkilerin sorunsuz olması, birbirini desteklemesi beklenir. Oysa bu ilişkiler incelendiğinde ortaya çıkan durumun beklendiği ve özlendiği kadar olumlu olmadığı ortaya çıkmaktadır.

Konu mevcut mevzuat açısından incelendiğinde, 2634 sayılı Turizmi Teşvik Yasası’nın 4957 sayılı yasa ile değişik 3. Maddesinin (b) bendinde yer alan Kültür ve Turizm Koruma ve Gelişim Bölgeleri, “Tarihi ve kültürel değerlerin yoğun olarak yer aldığı ve/veya turizm potansiyelinin yüksek olduğu yöreleri korumak, kullanmak, sektörel kalkınmayı ve planlı gelişimi sağlamak amacıyla değerlendirmek üzere sınırları Cumhurbaşkanı kararıyla tespit ve ilan edilen bölgeler” olarak tanımlanmıştır. 2863 sayılı Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Yasasında, turizm /kültürel miras ilişkilerine doğrudan bir gönderme olmasa da, değinilen konuların turizm sektörüyle ilişkili olduğu görülecektir.

Bu bağlamda, turizm/koruma arasındaki ilişkiler, ‘olumlu’ yönler, ‘olumsuz yönler’ ve ‘dengeler’ olarak kısaca irdelenebilir.

Dönemin Genel Değerlendirilmesi

1920-1950 arasında şu saptamalar yapılabilmektedir:

  • Koruma, konuyu benimsemiş ve inanmış bir kamuoyuna dayanmayan bir ‘aydınlar kurumu’dur.
  • Konunun yerel yöneticilere ve geniş halk kitlelerine aktarılması konusunda yeterli programlar oluşturulduğu da söylenemez.
  • Kültür varlıklarının, çeşitli yasalarla, değişik kurum ve kuruluşların yönetimine bırakılması çoğunlukla olumsuz sonuçlar vermiştir.
  • Birçok değişik sektörde (ulaşım, bayındırlık, eğitim, sanayi vb.) atılım yapmak zorunda olan Erken Cumhuriyet yönetimi, koruma sektörünü ön planda tutamamıştır.
  • ‘Koruma’ 1950 öncesinde olduğu gibi, 1950 sonrasında da bir üst yapı kurumudur. Geniş halk kitlelerine yeterince indirilememiş ve benimsetilememiştir.
  • Koruma bir kalkınma faktörü haline yeterince gelememiştir. Çünkü kalkınmanın gerektirdiği ‘uzun erimli’ önlem belirlemek, yeterli ölçüde düşünsel, parasal ve insan kaynağına yönelik alt yapıyı oluşturmak ve bundan sonra eyleme geçmek yerine, bu sektörde, eyleme geçtikten sonra alt yapı oluşturmak yeğlenmiştir.
  • Koruma, belli bir bilince sahip toplumlarca benimsenen bir ‘kent kültürü’ olgusudur. Birçok başka bilgi ile beslendiğinde gelişir.
  • Korumanın bir planlama sorunu olduğu giderek anlaşılmıştır. Ancak bu sadece fiziksel boyutlu değil, sosyal ve kültürel boyutları da olan bir planlama olmak durumundadır.

Bu olumsuzluklara karşın, özellikle 2000’li yıllardan sonra mevzuatta yapılan değişiklikler iki çok önemli gelişmenin koruma alanında yer almasını sağlamıştır. Bunlardan ilki, ‘Yerelleşme’, diğeri ise ‘Korumanın Finansmanı’ olarak tanımlanabilir.


Güz Dönemi Dönem Sonu Sınavı
18 Ocak 2025 Cumartesi
v