İslam Hukukuna Giriş Dersi 4. Ünite Sorularla Öğrenelim

İslam Hukukunun Kaynakları

1. Soru

İslâm hukuku açısından delil ne anlama gelmektedir?

Cevap

Delil, genel olarak, üzerinde doğru düşünmekle doğrulanabilir veya yanlışlanabilir özellik taşıyan bir sonuca ulaşılabilen şey şeklinde tanımlanır. Fıkıh açısından söylenecek olursa, delille ulaşılmak istenen haberi sonuç, ‘şer’î hüküm’dür. Üzerinde düşünüldüğünde mesela bir eylemin doğru veya yanlış, gerekli veya yasak olduğu yönünde yargıda bulunmaya imkan vermesi, delili yöntemden ayıran temel özelliktir. Yöntem ise delil üzerinde düşünmenin yollarını gösterir


2. Soru

İslâm hukukunun dayandığı deliller nelerdir?

Cevap

İslâm hukukunda hükümlerin dayandırıldığı deliller, en temelde yüce Allah’ın kelamı olan Kur’ân-ı Kerîm ile O’nun son elçisi olan Hz. Muhammed’in Sünnetidir. Muhammed Ümmetinin bir şer‘i hüküm üzerinde görüş birliği etmeleri anlamına gelen icmâ da bu iki delile eklenir ve temel deliller üçe çıkmış olur. Kur’ân, Sünnet ve İcmâ’ın İslâm hukukundaki hükümlerin dayandığı en temel esaslar olduğu konusunda bütün ekollerin görüş birliği vardır. Bunlar aslî deliller olarak adlandırılır. Kelamcı usulcüler buna ıstıshâb’ı da dahil ederler. Bizzat delil olmamakla birlikte bu üç delilden biriyle irtibatlı olması veya bunlardan birinin kapsamında yer aldığının düşünülmesi sebebiyle delil kabul edilen şeyler de vardır. Aslî delillerin uzantısı veya eki görünümü arzeden bu mülhak delillerin tanımı ve ne ölçüde delil olabilecekleri konusunda İslâm hukuk ekollerinin yaklaşımları ve kabulleri farklıdır. Aslî delillerin uzantısı sayılan bu deliller şunlardır: Önceki şeriatler, sahabî sözü ve Medine ehlinin uygulaması.


3. Soru

İslâm Hukukuna göre Asli deliler nelerdir?

Cevap

• Kitab (Kur’ân-ı Kerîm) • Sünnet • İcmâ • Istıshâb


4. Soru

Asli delillerden Kur’ân-ı Kerîm’in yeri nedir?

Cevap

İslâm hukukunun en temel kaynağı Yüce Allah’ın kelamı olan Kur’ân-ı Kerîm’dir. Fıkıh usulü terminolojisinde Kur’ân’ı ifade etmek üzere daha çok Kitâb terimi kullanılır. Usulcülerin Kur’ân’ı ifade etmek üzere Kitâb terimini kullanmaları, esasında Kur’ân’ı bir yazılı metin olarak gördüklerini ima etmesi yanında, bütün diğer delillerin bu ilk yazılı kaynağa bağlı olduklarını ve bunun açılımını yaptıkları imasını da içinde taşır.


5. Soru

Mütevatir ne demektir?

Cevap

Kur’ân’ın nakline ilişkin temel özellik, onun mütevâtir olarak (tevâtüren) nakledilmiş olmasıdır. Tevatür, yalan üzerinde birleşmesi aklen imkansız olan bir sayıdaki topluluğun yine kendileri gibi bir topluluktan nakilde bulunması anlamına gelir ve Kur’ân nesilden nesile bu şekilde nakledilmiştir. Tevatür şartı, Kur’ân’ın hiç değişmeden, Hz. Peygamberin ağzından nasıl çıktıysa o şekilde bize ulaştığı konusunu kesinleştirir. Diğer bir ifadeyle tevatür şartı sebebiyle biz Kur’ân’ın hiçbir değişikliğe uğramadan bozulmadan bize kadar ulaştığını kesin olarak bilmiş oluruz. Çünkü bir haberin mütevatir olarak nakledilmesi o haber hakkında bilgi (yakin) ifade eder. Kitabın Allah’tan gelen bir vahiy olduğu ve ona uymanın gerekliliği gibi konular ise doğrudan tevatürle ilgili olmayıp farklı bir gerekçelendirmeye muhtaçtır.


6. Soru

Arapçadan başka bir dille namazda kıraat olur mu?

Cevap

Ebu Hanife’ye, namazda Arapça dışında bir dille kıraat edilebileceğine, yani bir surenin Arapçası yerine başka bir dildeki çevirisinin okunabileceğine dair bir görüş nisbet edilmiştir. Bu nisbetin arkaplanında Ebu Hanife’nin Kur’ân’ı, kelime kalıplarından soyutlanmış salt anlam olarak tanımladığı yönündeki rivayet yatmaktadır. Kur’ân, salt anlam/mana olarak tanımlandığı vakit, o ya da bu dil kalıbına dökülmesi o kadar da önemli olmaz. Ancak Hanefi usulcüler Kur’ân’ı ısrarla nazmın ve mananın ismi olarak tanımlamışlardır. Hanefi usulcülerin Kur’ân’ın nazm ve mana olduğuna dair vurguları, Ebû Hanîfe’nin o görüşten döndüğü rivayetini güçlendiren bir husus olarak değerlendirilir. Hanefi mezhebi dışındaki diğer mezheplere göre namazda Arapçanın dışında bir dille okumak asla caiz görülmezken, Hanefilerde bir nedenle Arapça okumaya güç yetiremeyen kimsenin başka bir dille kıraat edebileceği yönünde görüşler vardır.


7. Soru

Kur’ân-ı Kerîm’in tercümesinden hüküm çıkarılır mı?

Cevap

Tercümenin bir metnin anlamını olduğu gibi yansıtması genel olarak mümkün görülmez. Çünkü tercümede iki yönden hata söz konusudur. Bunlardan biri anlama hatası, ikincisi de anlamı başka dile aktarma sırasındaki hata. İki yönden hata ihtimali bulunan bir metinde Allah’ın hükmünü aramak en azından işin ciddiyetiyle bağdaşmaz. Bu bakımdan tercümeden hüküm çıkarmanın sağlıklı bir yol olmadığı söylenebilir. Allah’ın hükümlerini bilmenin, Arap diliyle indirilmiş olan Kur’an’ın (ve Sünnetin) anlaşılmasına bağlı olduğu noktasını göz önüne alan Fahreddin Razi gibi kimi usulcüler Arap dilini öğrenmenin farz-ı kifâye olduğunu ileri sürmüşlerdir.


8. Soru

Sünnet nedir?

Cevap

Sünnet fıkıh usulünde Hz. Peygamberin söz, fiil ve takrirleri olarak tanımlanır ve rivayet açısından mütevatir, meşhur ve ahad olmak üzere üç kısma ayrılır.


9. Soru

Mütevatir, Meşhur ve Ahad rivayetler ne anlama gelmektedir?

Cevap

Cevap: • Mütevatir sünnet, yalan üzerinde birleşmeleri düşünülemeyen bir sayıdaki topluluğun kendileri gibi bir topluluktan naklettikleri sünnettir. Sünnetin mütevatir olması onun Hz. Peygamber’e ait olduğu ve değişmeden bize kadar ulaştığı konusunda kesin bilgi ifade eder. • Meşhur sünnet ise ilk tabakada ahad iken sonraki tabakalarda mütevatirin niteliğine sahip olmuş sünnettir. Meşhur sünnet, mütevatir gibi kesin bilgi ifade etmemekle birlikte Hz. Peygamber’e aidiyeti konusunda çok güçlü bir kanaat (ilm-i tuma’nîne) ifade eder. • Ahad sünnet ise, bütün tabakalarda tevatür sayısına ulaşmayan kişilerce nakledilen sünnettir. Ahad haberler (tekili: haber-i vâhid), bilgi değil, belli düzeyde zan ifade eder. Haber-i vahidin hüccet olduğu konusunda görüş birliği vardır. Ancak haber-i vahidlerin kabulü konusunda ekollerin birbirinden farklı kriterleri olduğu için hangi haber-i vahidin sahih ve hüküm çıkarılmasına elverişli olduğu konusunda aralarında farklılıklar ortaya çıkmış, bir ekolce sahih kabul edilen haberin başka bir ekol tarafından zayıf kabul edilmesi gibi durumlarla karşılaşılmıştır. Ekoller arasındaki görüş farklılığın bir nedeni de budur.


10. Soru

İcma ne anlama gelmektedir?

Cevap

Fıkıh usulu terimi olarak icmâ, Muhammed (s.a) ümmetinden olan müctehidlerin O’nun ölümünden sonraki herhangi bir devirde şer’î bir meselenin hükmü üzerinde görüş birliği etmeleri biçiminde tanımlanır. İcmâ, esas itibariyle, birçok müçtehidin şer‘î bir meselenin hükmüne dair tek tek açıkladıkları görüşlerinin aynı noktada buluşması yoluyla meydana gelir. Bu şekilde gerçekleşen icmâ yanında bir de şer‘î bir mesele hakkında bir veya birkaç müctehidin görüş belirtmesinden sonra o devirdeki diğer müctehidlerin bu görüşten haberdar oldukları halde, aynı yönde kanaat belirtmemekle birlikte inkar veya itiraz beyanında da bulunmayıp susmaları suretiyle oluşan bir icmâ daha vardır. Bu şekilde oluşan icmâ, sükûtî icmâ olarak, birinci anlatılan şekilde gerçekleşen icmâ ise sarih icmâ olarak isimlendirilir. Usulcülerin büyük çoğunluğuna göre, sarih icmâ, kesin ve bağlayıcı bir kaynaktır. Sükûtî icmâın bağlayıcı delil olup olmayacağı ise usulcüler arasında tartışmalıdır


11. Soru

İcmanın hükmü nedir?

Cevap

İcmâın hükmü, üzerinde icmâ edilen konunun hükmünün yakinen sabit olup, inkarının küfrü gerektirmesidir. Bu konuda getirilen gerekçeler, icmâın hücciyyetini isbatta kullanılan gerekçelerdir. Ancak bu hüküm icmâın bütün mertebeleri için geçerli değildir.


12. Soru

İcmanın mertebeleri nedir?

Cevap

Sağlamlık ve kesinlik derecelerine göre icmâ şu şekilde sıralanır: 1. Sahabe icmâı, 2. Sonrakilerin, sahabenin ihtilafı bulunmayan bir konudaki icmâı, 3. Sonrakilerin, sahabîlerin ihtilaf ettiği bir konuda mevcut görüşlerden biri üzerinde icmâı. Bu icmâ tartışmalı olup, bir asır içinde veya iki farklı asırda değiştirilmesi mümkündür. 4. Gerçekleştikten sonra içlerinden birinin vazgeçtiği icmâ. Bu tür icmâ da tartışmalıdır.


13. Soru

İcmanın işlevi nedir?

Cevap

İcmâın üstlendiği temel fonksiyon, başta dinin sembolik ifade biçimleri olan ibadet ve ibadet içerikli konular olmak üzere Hz. Peygamberin bütün alanlardaki temel uygulamalarının tesbit edilip, koruma altına alınmasıdır. İstikrarı sağlama ve sürdürme amacı yanında, dinin tahrif ve tağyirinin önlenmesi düşüncesinden de beslenen bu korumacı eğilim, icmâın, birinci ve temel işlevini teşkil etmektedir. Bu işlev icmâın geçmişe yönelik boyutudur. İcmaın bir de geleceğe yönelik boyutu bulunmaktadır. O da herkesi bağlayıcı ortak karar alma ihtiyacını karşılamaktır.


14. Soru

İcmâın işlevlerini sıralayınız.

Cevap

• Muhafaza: İbadet ve ibadet içerikli konularda Hz. Peygamber (sav)’den intikal eden ve sahabede somutlaşan mevcut anlayış ve uygulamaları korumak ve sürdürmek. • Bağlayıcılık: Özellikle hukuk alanına ilişkin olmak üzere, yeni karşılan problemlerde ortak ve bağlayıcı karar alabilmek. • Kamu otoritesini sınırlamak: Her iki işlevi itibariyle de icmâın, aynı zamanda mevcut anlayış ve uygulamayı, yöneticelerin değiştirme girişimlerine karşı korumak suretiyle bir anlamda onların otoritelerini sınırladığı da söylenebilir. • Bazı usûl konularının meşruiyetini sağlamak: Usulcülerin, icmâa özellikle sahabe icmâına yükledikleri fonksiyonlardan birisi de, kıyasın hüccet oluşu, haber-i vâhid ile amel gibi usulî konuların meşruiyetini ispatlamak ve temellendirmektir. Hz. Peygamberden sonra ilk uygulayıcılar olarak onların tavırları ve ortak kanaatleri, bazı usuli anlayışların temelini teşkil etmektedir


15. Soru

Eşyada aslolan ibahadır ilkesi ile Berâet-i zimmet asıldır ilkesi ne anlama gelmektedir?

Cevap

Bir şeyden yararlanma veya bir davranışta bulunma konusunda naslarda doğrudan bir düzenleme yoksa veya kıyas, istihsan veya ıstıslah gibi mevcut yöntemlerden biriyle bu hususta bir belirleme yapılamıyorsa eşyada aslolan mubahlıktır prensibine göre o şeyden yararlanmanın veya o işi yapmanın mubah olduğu sonucuna ulaşılır. Beraet-i zimmet asıldır ilkesi ise, aksi yönde bir delil bulunmadıkça herkesin suçsuz ve borçsuz kabul edilmesi anlamındadır. Mesela alacaklı olduğunu iddia eden kimse, bunu ispat edemediği takdirde dâvâlının borçlu sayılması mümkün olmaz.


16. Soru

Mülhak Deliller ne anlama gelmektedir?

Cevap

İslâm hukukuçularının hüküm çıkarımında başvurdukları bazı kaynaklar vardır ki bunlar üzerinde dikkatlice düşünüldüğü vakit bunların bağımsız delil olmaktan çok, Kur’an veya Sünnet’in veya her ikisinin bir uzantısı mahiyetinde oldukları görülür. Bunlar, tam olarak uzantısı oldukları delillerin kuvvet derecesinde olmadıkları ve kabulü konusunda İslâm hukukçuları arasında görüş ayrılığı bulunduğu için ayrı ele alınmaları daha uygundur. Bu kaynaklar önceki şeriatler, sahabî sözü ve Medine halkının uygulaması’dır (Ameli ehl-i Medîne).


17. Soru

Önceki Şeriatler (Şer’u Men Kablenâ) ne anlama gelmektedir?

Cevap

Hz. Peygambere gelinceye kadar birçok peygamber gelip geçmiştir. Sonra gelenin öncekini neshettiği, ancak nesh işinin, din değil, şeriat hususunda cereyan ettiği kabul edilir. Burada yapılan din ve şeriat ayırımında din, bütün peygamberlerde ortak olan ve değişmesi veya ortadan kalkması düşünülemeyen hususları ifade eder. Dinlerin değişmeyeceği, ama şeriatlerin değişime açık olduğu yönündeki ifadeler bu durumu anlatır. Başta tevhid (Yaratıcının birliği) ilkesi ve buna bağlı hususlar ile ahiret vb. konular din kapsamında yer alır. Şeriat ise daha çok ibadetin veya hukukun konusu olan davranışlara (amel) ilişkin olan hususları kapsar. Hz. Muhammed’in getirdiği şeriat, önceki şeriatlerı neshettiği için kural olarak o dinlerde yer alan ibadet ve hukuk alanındaki hükümler Müslümanlar için geçerli ve bağlayıcı değildir. Bu bakımdan İslâm hukukçuları Hz. Muhammed’den önceki ilâhî dinlerin Kur’ân-ı Kerîm’de veya Hz. Peygamber’in sünnetinde yer almayan hükümlerine bir kaynak değeri atfetmemişlerdir.


18. Soru

Sahabe sözü nedir?

Cevap

Hadis bilginleri Hz. Peygamberi görmüş olan her mümini sahabî olarak nitelerken fıkıh usulü bilginlerine göre, örfen arkadaş denebilecek bir süre Hz. Peygamberle birlikte bulunmuş kimseye sahâbî (çoğulu: sahâbe) denir. Bu farklılık sahabî sözünün hüküm çıkarımında kullanılması ihtimalini göz önünde tutan usulcülerin titizliğinden kaynaklanır. Sahabî sözü, daha çok, bir sahabînin herhangi bir konudaki görüşü, fetvâsı anlamına gelir. Sahabî sözleri sonrakiler açısından dört şekilde ortaya çıkabilir: • Sahabîlerin görüş birliği (icmâ), • Sahabîlerin görüş ayrılığı (ihtilaf), • Bir sahabînin, sahabe arasında biliniyor olmasına rağmen bir muhalefetle karşılaşmamış sözü (sükûtî icmâ) • Bir sahabînin sahabe döneminde yaygınlık kazanmayıp, sonraki dönemlerde yaygınlık kazanan sözü.


19. Soru

Medine Ehlinin Ameli fıkıh açısından ne anlama gelmektedir?

Cevap

Medine, Hz. Peygamberin hicretten itibaren ömrünü tamamladığı şehirdir. Ahkam âyetlerinin büyük çoğunluğu Medine döneminde inmiş ve şer‘i hükümlerin tamamına yakını Medine’de belirlenmiştir. Medine halkı bu süreci Hz. Peygamberle birlikte yaşamıştır. İşte İmam Malik bu durumu dikkate alarak, Medine ehlinin uygulamasına bir değer atfetmiş ve onu hüccet olarak görmüştür. İmam Malik’in Medine ehlinin amelini hüccet kabul ettiği yaygın olarak bilinmekle birlikte bunun mahiyeti konusunda farklı değerlendirmeler bulunmaktadır. Kimileri İmam Malik’in Medine ehlinin amelini icmâ mesabesinde tuttuğunu söylerken, kimileri başlıca icmâın Medine ehlinin icmâı olduğu görüşünü Malik’e nisbet etmişlerdir. Bu konuda Medine uygulamasını sünnetle irtibatlandırmaya çalışan değerlendirmeler de bulunmaktadır.


20. Soru

Kıyas nedir?

Cevap

Sözlükte mukayese etmek, benzetmek, örneğine göre yapmak gibi anlamlara gelen kıyas sözcüğü, terim olarak değişik biçimlerde tanımlanmıştır. Hanefi usulcülerin tanımına göre kıyas ‘sırf dil yoluyla idrak edilemeyen ortak bir illet sebebiyle asıldaki hükmü fere de vermek (ta‘diye)’ demektir. Bir başka tanıma göre ise ‘İllet birliği sebebiyle asıldaki hükmün benzeri olan bir hükmü fer’de isbat etmek’tir.


21. Soru

İstihsan nedir?

Cevap

İstihsan, sözlükte, güzel bulmak anlamına gelir. Terim olarak ise değişik biçimlerde tanımlanmıştır. Hanefi usulcü ve fakih Serahsi istihsanın değişik tanımlarına işaret etmektedir. Bunlar: • Kıyasın bırakılıp insanlara en uygun olanı almak, • Özel ve genel herkesin karşı karşıya kalıp mübtela olduğu hususlarda hükümlerde kolaylığı talep etmek, • Genişliği almak, sıkıntılı olanı terk etmek, • Müsamahayı almak, rahatlık taşıyanı istemektir. Bu tanımların ortak noktası, kolaylığın alınıp zorluğun terkedilmesi olup, bu husus dinde temel bir prensiptir.


22. Soru

Istıslâh nedir?

Cevap

Istıslah, genel olarak maslahat-ı mürseleyi dikkate alma, ona göre hüküm verme anlamına gelir. Maslahat, asıl itibariyle, yararı sağlama (celb-i menfaat) veya zararı gidermeden (def-i mazarrat) ibarettir. Gazzâlî, maslahatın bu anlamının halkın amaçlarına göre olduğunu, kendisinin ise maslahat sözüyle ‘Şer‘in amacını koruma’ anlamını kastettiğini belirtir. Şer‘in insanlara ilişkin olarak amacı, onların din, can, akıl, nesil ve mallarını korumak olmak üzere beş noktada toplanabilir. İşte bu beş temelin korunmasını içeren her şey maslahat, bu beş temeli ortadan kaldıran her şey de mefsedet olup, bu mefsedetin giderilmesi maslahattır. Kıyas konusunda geçen ‘münâsib anlam’ deyimleriyle daha çok bu tür maslahat kastedilir. İslâm bilginleri İslâm dinindeki hükümlerin, kulların dünyevî ve uhrevî yararlarını sağlama amacını güttüğü noktasında fikir birliği içindedirler.


23. Soru

Maslahatın türleri nelerdir?

Cevap

Maslahat, mahiyeti ve gücü açısından ve Şer‘in itibar edip etmemesi açısından olmak üzere iki açıdan taksime tutulmaktadır.


24. Soru

Mahiyeti ve gücü açısından maslahat türlerini nelerdir?

Cevap

• Zarûriyyât: Din ve dünya işlerinin varlığı için zorunlu olan ve bunlar olmadığı takdirde fesat ve kargaşanın doğacağı maslahatlardır. Beş aslın yani din, can, akıl, nesil ve malın korunması, zaruretler mertebesinde yer alır ve maslahat mertebeleri içerisinde en güçlü olanı budur. • Hâciyyât: Kolaylık sağladığı için ihtiyaç duyulan, bulunmadığı takdirde genelde sıkıntı ve güçlüklere yol açan maslahatlardır. Mesela denk biriyle ve eşdeğer mehirle evlendirmek şartıyla veliye küçükleri evlendirme yetkisinin tanınması bu türden bir maslahattır. Veliye böyle bir yetki verilmesinde herhangi bir zaruret yoktur. Fakat kimi maslahatların sağlanması amacıyla buna ihtiyaç duyulmuştur. • Tahsîniyyât: Bir zaruret veya ihtiyaca ilişkin olmamakla birlikte güzelleştirme, süsleme, kolaylaştırma, gündelik ilişkilerde, âdet ve muamelelerde en güzel yöntemlerin uygulanması kabilinden olan konular ise tahsiniyyat mertebesinde yer alır. Mesela temizlik ile ilgili hükümler, avret yerlerinin örtülmesi, necis olan şeylerin satımının yasaklanması, cihad esnasında kadınların, çocukların ve din adamlarının öldürülmemesi bu türden maslahatlardır.


25. Soru

Şâri’in dikkate alıp almaması açısından maslahatlar nelerdir?

Cevap

• Muteber maslahatlar: Şâri‘in dikkate aldığı ve o doğrultuda hüküm düzenlediği maslahatlardır. Bu tür maslahatlar hüccettir. Bu tür maslahat, esas itibariyle, hükmü nassın anlamından (makul) iktibas etmek demek olan kıyasla ilgilidir. Diğer bir ifadeyle kıyas işleminde bu tür maslahatlar göz önünde tutulur. Mesela ‘Sarhoş edici her içecek veya yiyecek, şaraba kıyasla haramdır. Çünkü şarap, mükellefiyetin temeli olan aklı korumak amacıyla haram kılınmıştır. Şer‘in şarabı yasaklamış olması, bu maslahatı dikkate aldığının delilidir’ şeklindeki hükümde, kıyas işlemi Şâri‘in dikkate aldığı bir maslahat ekseninde yapılmıştır. • Mülğâ maslahatlar: Şâri‘in dikkate almadığı, geçersiz saydığı maslahatlardır. Mesela şarap elde edilmesin diye bağcılığın yasaklanması bu türden, geçersiz bir maslahattır. Bu yüzden üzüm yetiştirmenin cevazı yönündeki deliller, böyle asılsız bir maslahata dayanılarak kaldırılamaz. • Mürsel maslahatlar: Geçerli ya da geçersiz kılındığına ilişkin muayyen bir nassın bulunmadığı maslahatlardır. Usulcüler arasında tartışma konusu olan maslahat, bu tür maslahattır.


26. Soru

Sedd-i Zerâi nedir?

Cevap

Zerâi‘, harama, kötü ve zararlı bir sonuca götüren şey anlamındaki zerî‘a sözcüğünün çoğuludur. Sed, ise kapamak, engel olmak, set çekmek anlamına gelir. Buna göre sedd-i zerî‘a kötülüğe giden yolun kapatılması demektir. Daha çok Mâlikî ve Hanbelî mezheplerinde işletilen bir yöntemdir. Yasağa götüren şeyin de yasak olması gerektiği ve yasağa götüren şeyin görünüşte caiz olmasının, sonucun meşruluğunu garanti edemeyeceği anlayışı üzerine temellenir. Sedd-i zerî‘anın, bir yönüyle, hile-i şer‘iyyenin yaygın olarak işletilmesini sınırlama amacına yönelik olduğu söylenebilir.


Güz Dönemi Ara Sınavı
7 Aralık 2024 Cumartesi
v