İktisada Giriş 2 Dersi 5. Ünite Özet

İşsizlik Ve Enflasyon

Giriş

Enflasyon ve işsizlik, çağdaş toplumlarda en çok tartışılan makroekonomik göstergelerdir. Günümüz dünya ekonomisi, Adam Smith, John Maynard Keynes, Irving Fisher, Milton Friedman, John Stuart Mill gibi iktisatçıların ekonomi teorisini etkileyecek görüşlerini paylaştıkları dönemlere kıyasla oldukça farklılaşmıştır. Bilim ve teknoloji alanlarında olduğu gibi zamanla ekonominin ilgilendiği konular da gelişerek değişmiştir. Ancak işsizlik ve enflasyon gibi bazı konular önemini koruyarak günümüzde de ekonomistleri, devlet adamlarını, gazetecileri, öğrencileri, ev kadınlarını kısaca toplumun her kesimini meşgul etmeye devam etmektedir. Hükûmetler işsizliği ve enflasyonu azaltmak ister. Bunun nedeni, işsizliğin, işçilerin üretim içerisinde alacakları payda ve bundan elde edecekleri gelirde kaybedilen bir fırsatı temsil etmesidir. Enflasyon ise bireylerin sahip oldukları paranın değerini zaman içerisinde azaltmakta ve daha da önemlisi, içerdiği tehditler nedeniyle belirsizliğe yol açarak insanların tasarruf etme şevkini kırmaktadır. Sonuç olarak tasarruf yetersizliği ve ekonomik belirsizlikler de şirketlerin yatırım kararlarında olumsuz etkiye yol açmaktadır. İşini kaybetmek, bir insanın yaşayabileceği en zor deneyimlerden biridir. Çoğu insan, yaşam standartlarını korumak için çalışarak kazandıklarına güvenir. Gerek yatırımcılar gerekse de bireyler için sahip oldukları varlıkların satın alma gücünün, enflasyonla birlikte azalacağı korkusu derin bir kaygı kaynağıdır.

İşsizlik

İşsizlik, kısaca çalışmak isteyen bireylerin iş bulamamasıdır. Daha az çalışan insan sayısı daha az üretim miktarı demektir. Yüksek işsizlik oranları ekonomik bir soruna dikkat çekiyor olsa da aşırı düşük işsizlik oranları da ekonomide bazı işlerin yolunda gitmediğini ifade eder. Her iki durumun ekonomiye yansımasıyla neden olacağı etkiler farklı olacaktır. Dolayısıyla, işsizliğin ekonominin içinde bulunduğu koşullara bağlı olarak birey ve topluma faydası veya ek maliyeti olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır. Diğer bir deyişle ekonomilerde her zaman sıfırdan farklı bir işsizlik değeri gözlenecektir. Ülkemizde işsizlik her ay Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK) tarafından hesaplanmaktadır.

İşsizlik Kavramının Hesaplanması

Hesaplamalarda kullanılan işsizlik verileri yaklaşık 44 bin hanehalkı tarafından doldurulan Hanehalkı İşgücü Anketlerine dayanmaktadır. Anketlerden elde edilen veriler Uluslararası İşgücü Örgütünün (ILO) standart hesaplama yöntemlerine göre analiz edilerek, her ayın ve yılın belirli dönemlerinde bir önceki yılın aynı ayına veya yılına göre karşılaştırılıp, artış veya azalış yönünde bilgi verilerek yayımlanır. Sözlük anlamında nüfus bir ülkede, bir bölgede, bir kentte ya da bir köyde yaşayanların, oturanların tümünü kapsarken ekonomik açıdan hesaplanan nüfusa 15 yaş altı dâhil edilmemektedir. Bunun sebebi, ülkemizde 4857 İş Kanunu’nun 71’inci maddesi gereği 15 yaşını doldurmamış çocukların çalıştırılmasının yasak olmasıdır. TÜİK’e göre, 15 yaş ve üstü nüfus ise iki gruba ayrılır. Bunlardan ilki üniversite yurtları, yetiştirme yurtları, huzurevi, özel nitelikteki hastane, hapishane, kışla vb. yerlerde ikamet edenler dışında kalan kurumsal olmayan nüfustur. İkincisi, kurumsal olmayan nüfus içerisindeki 15 ve üstü yaştaki kurumsal olmayan çalışma çağındaki nüfustur. TÜİK hesaplamalarında kullanmak için her ayın Pazartesi günü ile başlayıp Pazar günü ile biten ilk haftasını referans dönemi olarak ele alır. TÜİK’e göre 15 ve üstü yaşta olup, bu referans dönemi süresince bir işi olmayan, diğer bir ifadeyle kâr karşılığı, yevmiyeli, ücretli ya da ücretsiz olarak hiç bir işte çalışmayıp iş arayan kişi işsizdir. Burada iş arayan kısmını açarsak; bir kişinin iş arıyor olarak sayılabilmesi için son 4 hafta içinde iş arama kanallarından en az birini kullanmış ve 2 hafta içinde işbaşı yapabilecek durumda olması gerekmektedir. Bu şekilde iş arayıp bulamayan kişiler işsiz olarak tanımlanmaktadır. Eğer bu kişiler 15-24 yaş aralığında ise genç işsiz olarak sınıflandırılır. Hanehalkı işgücü istatistiklerinin tanımlarında işgücü, istihdam edilenler ile işsizlerin oluşturduğu tüm nüfusu kapsar. Buradaki istihdam kavramı ise referans dönemi içinde yevmiyeli, ücretli, maaşlı, kendi hesabına, işveren ya da ücretsiz aile işçisi olarak en az bir saat olmak üzere bir iktisadi faaliyette bulunan kişileri kapsamaktadır. Bunu daha basit bir formülle ifade edersek; İşgücü = İstihdam edilenler + İşsizler İstihdam edilmeyen veya işsiz tanımı içerisinde yer almayan 15 ve üstü yaşta kurumsal olmayan çalışma çağındaki nüfus ise işgücüne dâhil olmayanlardır. Bu kişilerin işi yoktur ancak iş aramadıkları için işsiz olarak tanımladığımız gruba da dâhil değildirler. Çalışma çağındaki bir kişi neden iş aramaz? Kişiler 2 hafta içinde işbaşı yapmaya hazır olsalar da çeşitli nedenlerden dolayı iş aramayabilirler. Bu kişilerden işbaşı yapmaya hazır olduğunu belirtmesine rağmen iş piyasasında geçmişte yaşadığı tecrübeler yüzünden iş bulabileceği inancını kaybedenler iş bulma ümidi olmayan olarak tanımlanır. Diğer gruplar ise mevsimlik çalışan, ev işleriyle meşgul, eğitim/öğretim faaliyetinde, emekli veya çalışamaz hâlde olduğu için iş aramasa da işbaşı yapmaya hazır olduğunu belirten kişiler olarak sınıflandırılmıştır. 15 ve üstü yaştaki nüfusu formülle ifade etmek istersek; 15 ve üstü yaştaki nüfus = İşgücü + İşgücüne dâhil olmayanlar.

İstihdam oranı, istihdamın, kurumsal olmayan çalışma çağındaki nüfusa oranının 100 ile çarpılması ile bulunur. Burada 100 ile çarpma amacımız yüzdeyi hesaplayabilmemiz içindir.

İstihdam oranı = İstihdam edilenler / Kurumsal olmayan çalışma çağındaki nüfus × 100

İstihdam oranının ölçülmesinde işsizler denklemde yer almamaktadır. İşsiz olup da iş arayanların yani ilk fırsatta bir işe dâhil olabileceklerin oranını hesaplayabilmek için işgücünün, kurumsal olmayan çalışma çağındaki nüfus içindeki oranının 100 ile çarpılması ile elde edilen işgücüne katılma oranını incelemek gerekmektedir.

İşgücüne Katılma Oranı = İşgücü / Kurumsal olmayan çalışma çağındaki nüfus × 100

Ağustos 2019 için işgücüne katılma oranı (33.180.000 / 61.591.000) × 100 = % 53,9’dir. Son olarak işsiz nüfusun işgücüne oranının 100 ile çarpılması ile elde edeceğimiz değer bize işsizlik oranını vermektedir.

İşsizlik Oranı = İşsiz / İşsiz İşgücü × 100

Ağustos 2019’da işgücü, 28.529 milyon istihdam edilen ve 4.650 milyon işsiz kişinin toplamı olacak şekilde 33.180 milyon kişidir (küsuratların toplamı ile). Yukarıdaki formülü kullanarak işsizlik oranını hesapladığımızda % 14,01 elde edilmektedir.

Farklı kaynaklarda işbaşı yapabilecek, enerjisi, kabiliyeti olsa da İŞKUR gibi resmî kanallardan iş aramayan bireyler iş bulma ümidi olmayan ya da gücenmiş işçiler olarak ifade edilmektedir. Ülkeler için işsizlikle mücadele gerek ekonomik anlamda gerekse de sosyal anlamda büyük bir öneme sahiptir. Ekonomik anlamda ele aldığımızda arz ve talep kavramları açısından değerlendirirsek ilave her bir kişinin toplam çıktıya katkı sağlayacak iş bulması buradan elde edeceği gelir sayesinde gerçekleştireceği harcama ile talebi etkileyecektir. Toplam talebin artması ve toplam arzı artırması ekonomik büyümeyi destekleyecektir. Ayrıca ekonomideki her bir işsiz birey atıl kalan kaynağı temsil etmektedir. Bu işsizliğin yüksek olduğu ekonomilerde ekonominin eksik kapasitede çalıştığı gözlenmektedir. Bu sebeple ekonomi politikalarında, ülkenin çalışma politikası önemle ele alınarak insan gücünün tam olarak değerlendirilmesi amacı hedeflenmektedir. Ekonomik büyümenin gözlendiği ülkelerde işsizlik oranı düşse de tamamen kaybolmamaktadır.

Nedenlerine Göre İşsizlik Türleri

İşsizlerin sayısının işgücüne oranından hesapladığımız işsizlik oranını doğru yorumlayabilmemiz için üç ana işsizlik türünü bilmemiz gerekmektedir. Bunlar geçici (friksiyonel) işsizlik, yapısal işsizlik ve konjonktürel işsizliktir.

1) Geçici (Friksiyonel) İşsizlik; İşgücü piyasasının işlevi, mevcut işleri mevcut işçilerle eşleştirmektir. Varsayalım ki ekonomideki mevcut tüm işler ve işçiler sayısal anlamda eşit olsun. Bu durumda işler ile işçiler kümesi statik ve değişmez olacaktır. Böylece bahsettiğimiz bu eşleştirme işlemi hızlı ve kolay olacaktır. Ancak gerçek hayatta işgücü piyasası daha karmaşıktır. İşgücü piyasasını bir tiyatro oyunu olarak kabul edersek, bu oyunda roller ve oyuncular sürekli değişecektir. İşler bulundukları yerde, o işin yapılması için ihtiyaç duyulan becerilerde, çalışma koşullarında, saatlerinde ve başka birçok şekilde farklılık gösterebilir. İşçiler ise kariyer hedefleri, becerileri ve deneyimleri, tercih ettikleri çalışma saatleri, seyahat etmeye istekli olup olmamaları vb. açılarından farklılık gösterirler. İşgücü piyasası sürekli değişmekte ve gelişmektedir. İşgücü piyasasının talep tarafında, teknolojik gelişmeler, küreselleşme ve değişen tüketici zevkleri, yeni ürünlerin, yeni firmaların ve hatta yeni endüstrilerin oluşmasını teşvik ederken artık talep edilmeyen modası geçmiş ürünler, firmalar ve endüstriler piyasadan kalkmaktadır. Bu döngünün bir sonucu olarak, bir taraftan sürekli farklı yeni işler ortaya çıkarken diğer taraftan zamanla bazı işler daha fazla uygulanabilir olmaktan çıkmaktadır. İnsanlar sürekli hareket etmekte, yeni beceriler kazanmakta, işgücünü bir süre çocuklarına bakmak, eğitim almak ve hatta kariyerlerini değiştirmek için bırakabilmektedirler. İşgücü piyasası heterojen ve dinamik olduğundan işçileri işlerle eşleştirme süreci genellikle zaman alır. Bu süreç dolayısıyla ortaya çıkan kısa süreli işsizliğe geçici (friksiyonel) işsizlik denir.

Aslında, geçici işsizlik ekonomik olarak faydalı da olabilir. Nasıl mı? Öncelikle, geçici işsizlik kısa vadeli olduğundan psikolojik etkileri ve doğrudan ekonomik kayıpları uzun vadeli işsizliğe göre nispeten daha azdır. İkincisi ise arama sürecinin işçi ve potansiyel iş arasında daha iyi bir eşleşme sağlayacağını varsayarsak, geçici bir işsizlik süresi sonucunda kaynaklar daha etkili bir şekilde kullanılacağından üretimde uzun vadede daha yüksek verim gerçekleşir ve üretkenlik artar.

2) Yapısal İşsizlik; Ekonomi normal düzeyde üretirken bile var olan uzun vadeli ve kronik işsizliktir. Yapısal işsizliğe neden olan faktörler çok çeşitlidir. Birincisi, beceri eksikliği, dil engelleri, eğitim durumu gibi bazı çalışanların kendi özelliklerinden kaynaklı farklılıkları bu kişilerin istikrarlı ve uzun vadeli işler bulmasını önler. Göçmen tarım işçileri ve vasıfsız inşaat işçileri, yapısal işsizlerin tanımına uymaktadır. İkincisi, ekonomide yaşanan değişimler bazen bazı işçilerin sahip olduğu beceriler ile mevcut işler arasında uzun süreli bir uyumsuzluk yaratır. Aslında, yapısal işsizlik ekonomideki sektörlerin yapılarında meydana gelen değişiklikten kaynaklanan bir işsizlik türüdür. Örnek vermemiz gerekirse tarım ağırlıklı bir ekonomide tarımsal sektörlerde kullanımı artan teknoloji ile hızlı sanayileşme süreci gerçekleşirse tarım sektöründe istihdam azalacak, boşa çıkan işgücü sanayi kesimine kayacaktır. Teoride tam istihdam varsayımı altında bu şekilde görülse de gerçek hayatta tarım sektöründe çalışıp işsiz kalan insanların sanayi sektöründe hemen iş bulamamaları ve en azından bir süre işsiz kalmaları daha olasıdır. İşgücüne katılım oranlarındaki düşüşler, aynı zamanda, beceri ve mevcut işler arasındaki bu tür uzun vadeli uyuşmazlık ile karşı karşıya olan işçilerin sayısındaki artışın bir işareti olarak da yorumlanabilir. Bir başka neden, işgücü piyasasının istihdama engel teşkil eden yapısal özelliklerinden kaynaklanabilir. Bu tür engellerin örnekleri arasında sendikalar ve asgari ücret uygulamaları yer alır; bunların ikisi de ücretleri serbest piyasada oluşması gereken seviyelerinin üstünde tutabilir ve işsizlik yaratabilir. Tam istihdam, bir ekonomide çalışmak isteyen her işçinin bir işle eşleştirilmesi ile ifade edilir. Ancak gerçek hayatta bu durumun gerçekleşmesi ekonomilerdeki dinamizmden ötürü pek mümkün olmamaktadır. Dolayısıyla ekonomilerde daima bir şekilde geçici veya yapısal işsizliğin birinin ya da aynı anda ikisinin de bulunduğu görülür. Bu nedenle tam istihdam yerine yüksek istihdamdan bahsedilebilir. Bir ekonomide istihdam düzeyinin ulaşabileceği en yüksek seviyeye ulaşması durumunda, ekonomilerin karşılaştığı kaçınılmaz işsizlik türü doğal işsizlik olarak ifade edilir. Gerçekleşen işsizlik oranı belirli bir oran arasında olduğunda doğal işsizlik oranından bahsedilebilir. Yapısal işsizlik oranı ile geçici işsizlik oranı toplamı doğal işsizlik oranını vermektedir. Bu oran ülkeden ülkeye değişiklik gösterebilir: Doğal işsizlik oranı = Geçici işsizlik oranı + Yapısal işsizlik oranı

Doğal işsizlik oranı işgücü piyasası verileri kullanılarak şu şekilde hesaplanabilmektedir:

Doğal İşsizlik Oranı = Geçici İşsizler + Yapısal İşsizler / İşgücü × 100

Ekonomide formülde belirtildiği gibi tam istihdam seviyesinden doğal işsizlik oranı çıkarıldığında elde edilen sonuçta, ekonominin ulaşabileceği en yüksek istihdam seviyesinde olduğu kabul edilir.

Yüksek İstihdam = Tam İstihdam - Doğal İşsizler şeklinde olacaktır. Geçici ve yapısal işsizlik nedeniyle toplam üretimde dolayısıyla toplam arzda bir düşüş yaşansa da piyasa fiyatları yükselmemektedir. Bunun sebebi istihdam düzeyinin ekonominin erişebileceği en yüksek seviyede gerçekleşmiş olmasıdır. Bir ekonomideki cari işsizlik oranı, doğal işsizlik oranından küçük ise ücretler artarak enflasyonu tetiklemektedir. Doğal işsizliğin cari işsizliğe eşit olduğu durumda ücretler sabit kalmakta ve enflasyonda bir değişiklik gözlenmemektedir. Araştırmalarında yapısal işsizlik gibi uzun süreli işsizliğin doğal işsizlik oranı üzerine etkisini inceleyen Olivier Blanchard ve Lawrence Summers, işsizliğin süresinin uzamasının doğal işsizlik oranının artmasına neden olduğu sonucuna ulaşmıştır. Doğal işsizlik oranının değişmesine neden olan etkiler, işgücünün ikamesinde kullanılan teknolojik ilerleme ve sendikalardır. İktisatçılara göre doğal işsizlik oranının başlangıç seviyesinden daha yüksek bir orana ulaşması ve zamanla başlangıç seviyesine dönememesi ‘işsizlik histeresisi’ olarak tanımlanmaktadır.

3) Konjonktürel işsizlik; Ekonomilerin karşı karşıya kaldığı kaçınılmaz işsizlik türlerinden üçüncüsü, durgunluk dönemlerinde yani, olağandışı derecede düşük üretim seviyeleri gerçekleştiğinde ortaya çıkan konjonktürel işsizliktir. Konjonktürel işsizlik oranlarındaki artışlar göreceli olarak kısa vadeli olmalarına rağmen, reel GSYH’deki önemli düşüşlerle ilişkilidir ve bu nedenle ekonomik anlamda oldukça maliyetlidir. Ekonomik dalgalanmaların daralma ve durgunluk dönemlerinde, mal ve hizmetlere olan talep yetersizliği, çalışmak isteyenlerin iş bulamamasına neden olur. Talepte düşüş yaşayan işletmeler, önceki döneme kıyasla daha az ürün satabileceğinden mevcut çalışanları işten çıkararak veya daha az sayıda yeni işçi alarak istihdam ettikleri insan sayısını azaltabilir. Sonuç olarak bu insanlar işsiz kaldıklarında işsiz sayısı artacak ve piyasada artan işsiz sayısı iş arayan diğer insanların da istihdam edilmesini zorlaştıracaktır. Konjonktürel işsizliğin artması, ekonominin potansiyelinin altında çalıştığını gösterebilir. İşletmeler, insanların mevcut işlere yönelik daha fazla rekabet etmesiyle, enflasyon oranına göre daha düşük ücret artışı önerebilir. Bu durumda, kişilerin gelirleri azalacak, harcamaları kısılacak ve toplam talep düşecektir. Genişlemeci para politikası gibi toplam talebi teşvik eden politikalar bu işsizliğin azaltılmasına yardımcı olabilir. Böylece, artan talebi karşılayabilecek üretim seviyesine ulaşabilmek için işletmelerin daha fazla insan istihdam etmesi muhtemel olacaktır. Söz konusu üç işsizlik türü birbirinden bağımsız değildir.

İşsizlik Maliyeti

İşsizlik, bir millete ekonomik, psikolojik ve sosyal maliyetler getirir. Bunlar, genel ekonomi üzerinde para ile ölçülebilen ekonomik maliyet ve toplum üzerinde etkili olan para ile ölçülemeyen psikolojik ve sosyal maliyet olarak gruplandırılabilir.

İşsizliğin Ekonomik Maliyeti; Ekonomik açıdan bakıldığında temel işsizlik maliyetinin işgücü tam olarak kullanılmadığı için toplam çıktıdan kaybedilen miktar olduğunu söyleyebiliriz. İşgücü bir ülkenin toplam çıktısına katkıda bulunan önemli üretim faktörlerinden biridir. Dolayısıyla bu faktörün etkin bir şekilde kullanılmaması ve atıl kalması işsizlik olarak tanımlanırken aynı zamanda kaynak israfını da ifade etmektedir. İşsizlik doğal işsizlik oranının üzerinde gerçekleştiğinde hem toplum hem de bireyler ekonomik kayba uğrarlar. İşsizlik durumu ekonominin potansiyelinde üretim yapılmadığı anlamına gelir. Düşük üretimden dolayı ortaya çıkan çıktı kaybının maliyeti çok büyük olabilir. GSYH açığını formülle şu şekilde gösterebiliriz.

GSYH açığı = gerçekleşen GSYH - potansiyel GSYH Ancak, burada hesaplanan değer mutlak değerdir. GSYH açığı yüzde cinsinden ise şöyle ifade edilir:

GSYH Açığı = Gerçekleşen GSYH – Potansiyel GSYH / Potansiyel GSYH × 100

Sonuç olarak işgücünün tam kapasitede kullanılmaması, diğer bir ifadeyle konjonktürel işsizlik maliyeti GSYH’nin % 5 daha az gerçekleşmesi olacaktır. GSYH açığı ile enflasyon arasında doğru yönlü bir ilişki bulunmaktadır. Bir ekonomide sürekli gözlenen pozitif GSYH açığı oranları, ekonominin potansiyel üretim seviyesinin altında kaldığı ve arzın talebi karşılayamadığı anlamına gelmektedir. Dolayısıyla, ekonomide artan talep üreticiler tarafından karşılanmak istenir ve arz artırılarak ekonomi kapasitesinin üzerinde üretime zorlanırsa girdi maliyetleri dolayısıyla da fiyatlar genel seviyesinde bir artış yaşanacaktır. Arthur Melvin OKUN, işsizlik ve GSYH açığı arasındaki ilişkiyi Amerika Birleşik Devletleri için sayısal bir denklem kullanarak inceleyen ilk iktisatçıdır. Çalışmasının sonucu literatürde Okun Yasası olarak kabul edilmektedir. Okun Yasası’na göre, ABD’de işsizlik oranındaki her % 1’lik artış, ülkenin GSYH potansiyelinden % 2 oranında uzaklaşmasına neden olmaktadır. Okun Yasası’nın farklı bir yorumuna göre büyüme ve işsizlik arasında ters yönlü ilişki bulunmaktadır. Buna göre ekonomideki büyüme oranı arttıkça işsizlik oranı düşmektedir

İşsizliğin Sosyal Maliyeti; İşsizliğin maliyeti toplumdaki bireylere aynı ölçüde yansımadığından kolayca ölçülememektedir. Ekonomi ve toplumun içinde bulunduğu koşullara, sahip olduğu niteliklere vb. göre herkes işsizlikten farklı etkilenir. Diğer bir ifadeyle işsizlik maliyeti sadece finansal değildir. İşsizliğin sosyal maliyetleri, ekonomik ve psikolojik etkilerin bir sonucudur. Toplumumuzda, bir kişinin statüsü ve konumu büyük ölçüde, sahip olduğu işin türü ile ilişkilidir. Bu yüzden işlerini kaybetmeleri ve uzun vadeli iş arama süreci yaşamaları kişiler için ciddi psikolojik maliyetler getirebilir. Uzun süreli işsizlikten dolayı çalışanların kullanmadıkları bazı becerilerini de kaybetmeleri muhtemeldir. Bir süredir işsiz olan insanlar yalnızca ciddi finansal zorluklarla değil aynı zamanda öfke, hüsran ve çaresizlik hissetme eğilimindedirler. Çalışmalar, uzun süreli işsizliğin, benlik saygısı kaybına, birinin yaşamı üzerindeki kontrolünü kaybetme duygularına, gelir kaybının yarattığı zorluklar karşısında depresyona ve hatta intihar davranışına yol açabileceğini göstermektedir. Bazı araştırmalar, örneğin artan suç, boşanma ve intihar oranlarının işsizliğin artması ile ilişkili olduğunu desteklemiştir. Bu sorunların yarattığı maliyetler, sadece işsizler tarafından değil, genel olarak toplum tarafından da karşılanmaktadır. Çünkü bu sorunları gidermek için daha fazla kamu kaynağının harcanması gerekir. Ancak, devletler sosyal maliyetleri minimize etmek amacıyla işsizlik maaşı uygulamalarına başvurabilir.

Enflasyon

Enflasyon enflasyonu oluşturan fiyatlar genel seviyesinin de sürekli yükselmesidir. Piyasa ekonomisinde, malların fiyatları sürekli olarak arz ve talep değişimleri doğrultusunda farklılık gösterir. Mikroekonomi göreli fiyatların nasıl değiştiği sorusuna cevap ararken makroekonomi ise göreli fiyat değişiklikleriyle değil, mal ve hizmetlerin genel fiyat seviyesindeki değişikliklerle ilgilenmektedir. Bir ekonomideki mal ve hizmet fiyatlarında meydana gelen genel kapsamlı ve sürekli artış enflasyon olarak tanımlanmaktadır. İşsizlik gibi enflasyon da ekonomideki makro iktisadi istikrarsızlığın bir başka yönüdür. Enflasyon ekonominin en büyük sorunlarından biridir. Bir ülke için piyasasında yaşanan enflasyon kontrol edilemediği takdirde yıllarca süren ekonomik büyümesi hiç beklenmedik şekilde tahrip olabilir. Dolayısıyla ülkeler için enflasyon ekonomik büyümeyi baltalayabilecek, hatta uzun süreli hasar verebilecek başlıca kalıcı tehditlerden biridir. Günümüzde pek çok merkez bankası enflasyonun ülke ekonomisine, sosyal ve siyasi yapısına verebileceği zararın boyutlarını engelleyebilmek için enflasyonu kontrol etmeye çalışarak istikrarlı bir yapıya dönüştürmek için fiyat istikrarını sağlamayı hedeflemektedir. Fiyat istikrarının sağlanamaması ülke ekonomisinde farklı etkilere neden olmaktadır. Bunlar şu şekilde açıklanabilir:

  • Fiyat istikrarının olmadığı ortamlarda tüketim ve yatırım kararları olumsuz etkilenmektedir.
  • Piyasadaki karar alıcılar geleceğe yönelik sağlıklı öngörüde bulunamamakta ve bu sebeple mali piyasaların verimli mali aracılık yapma yetenekleri zayıflamaktadır.
  • Enflasyon ortamının oluşturduğu belirsizlik nedeniyle uzun vadeli yatırımların getiri oranlarına ek olarak risk primi talep edildiğinden reel faiz oranları yükselecektir.
  • Enflasyon oranlarının artması, enflasyonu azaltmak ve önlemek için uygulanan politikalara güvensizlik ortamı oluşturarak, hükûmetlerin bu konuda ekonomik programlar uygulamasını zorlaştırmaktadır.
  • Ekonominin rekabet gücünü uluslararası piyasalarda azaltmakta ve sermaye piyasalarına erişimini kısıtlamaktadır.
  • Enflasyon, işgücü piyasalarının etkin çalışmasını engellemekte ve gelir dağılımını bozmaktadır.

Enflasyonun Tanımı ve Ölçülmesi

Enflasyon fiyatların genel olarak ve sürekli bir artış eğiliminde olması olarak tanımlanabilir. Tanımdan anlaşılacağı üzere fiyatlar genel seviyesindeki bir kerelik bir artış enflasyon olarak görülmemektedir. Burada yer alan fiyatlar genel seviyesi kavramı ise çok sayıda mal ve hizmetten oluşan bir sepetteki mal ve hizmetlerin ortalama fiyatını temsil etmektedir. Tanımda yer alan sürekli artış vurgusu sizi yanıltmamalıdır, zira böyle bir sepetin toplam fiyatı, içerdiği bazı mal ve hizmetlerin fiyatları değişmediği ya da düştüğü hâlde bile sürekli bir artış gösterebilir. Dolayısıyla enflasyonu sepette yer alan tüm mal ve hizmetlerin fiyatlarının aynı anda devamlı arttığı bir durum olarak düşünmek doğru olmayacaktır. Sepetimizin her birine eşit ağırlık verilmiş 100 çeşit mal ve hizmet içerdiğini varsayalım. Bu mal ve hizmetlerin yarısının fiyatı artmışken kalan yarısının fiyatı, artış oranına eşit bir şekilde azalmış olsun. Bu durumda sepetin toplam miktarı bir önceki aya göre değişmemiş olacak ve enflasyondan söz edilemeyecektir. Dolayısıyla, sizler bu bilgileri edindiğiniz için artık enflasyon ile fiyat artışını ve hayat pahalılığını birbirine karıştırmamalısınız. Mal ve hizmet fiyatlarının genel seviyesinde yaşanan sürekli artış oranı aldığı değere göre sürünen enflasyon, dörtnala enflasyon ve hiperenflasyon olarak üçe ayrılır. Bu değer, yıllık ortalama tek haneli rakamlarda gerçekleşirse sürünen enflasyon veya diğer bir adı ile ılımlı enflasyon, çift haneli rakamlarla ölçüldüğünde dörtnala enflasyon veya aşırı enflasyon, aylık %50’nin, yıllık ortalama %1000’in üzerinde değer alırsa da hiperenflasyon olarak ifade edilir. Hiperenflasyon sürecinin yaşandığı ekonomilerde para, değişim aracı olma özelliğini kaybeder. Dolayısıyla alım satım, malın malla değişimi olarak tanımlanan takas usulü üzerinden gerçekleştirilir. Fiyatlar genel seviyesinde yaşanan sürekli düşüş deflasyon kavramı ile açıklanır. Diğer bir ifadeyle deflasyon, enflasyonun sıfırın altında değer almasıdır. Her ne kadar fiyatların düşüyor olması fikri kulağa hoş gelse de deflasyon da ekonominin üzerinde olumsuz etkilere sebep olmaktadır. Deflasyonun gerçekleştiği bir ekonomide, fiyatlar sürekli düşer, fiyatların düşmeye devam edeceği beklentisi içinde olan bireyler harcamalarını gelecek dönemlere erteler ya da harcama yapmak istemezler. Toplam talepte gerçekleşen düşüş, üretimin de azalmasına neden olur. Sonuç olarak ekonomide durgunluk başlar. Eğer düşüş, fiyatların kendisinde değil de fiyatlar genel seviyesindeki artış hızında yani enflasyon hızında gerçekleşirse bu durumda da dezenflasyondan bahsedilir. Bu yüzden karar alıcılar gerek enflasyona gerekse de deflasyona karşı hangi politikanın ne zaman gerekeceğini doğru tahmin edebilmek için fiyatlar genel seviyesini devamlı izlemek durumundadırlar. Enflasyonun hesaplanmasında en sık kullanılan endeksler, tüketici fiyatları endeksi (TÜFE), üretici fiyatları endeksi (ÜFE) ve zımni GSYH deflatörüdür.

Tüketici Fiyat Endeksi; TÜFE, belirli bir süre içinde toplumdaki bireylerin ortalama tüketim kalıplarını diğer bir ifadeyle yaşam maliyetlerini yansıtan belli sayıdaki maddeleri içeren bir mal ve hizmet sepetinin zaman içinde fiyatlar genel seviyesindeki değişimini ölçer. Bunun için temel bir yıl esas alınır. Sepette yer alan mal ve hizmetlere temel alınan yılda hanehalklarının bütçeleri içerisindeki oranına göre ağırlık verilir. Böylece, sepette yer alan mal ve hizmetlerin miktar ve kalite değişmeleri göz önüne alınarak endeksin sadece fiyat hareketlerini yansıtması sağlanmaktadır. TÜFE mal ve hizmet sepeti her yılın Aralık ayında TÜİK tarafından güncellenmektedir. TÜFE sepeti ve ağırlıkları oluşturulurken kullanılan bilgiler hanehalkı bütçe anketi, kurumsal nüfus bireysel tüketim harcamaları anketi, çıkış yapan yabancı ziyaretçiler anketi ve idari kayıtlardan elde edilen harcama ve ciro verileridir. 2019 yılında TÜFE hesaplamasında kullanılan ana grupların ve enflasyon sepetindeki ağırlıkları (% olarak);

  • Gıda ve alkolsüz içecekler % 23
  • Ulaştırma % 17
  • Konut % 15
  • Ev Eşyası % 8
  • Lokanta ve oteller % 8
  • Giyim ve ayakkabı % 7
  • Alkollü içecekler ve tütün % 4
  • Haberleşme % 4
  • Sağlık % 3
  • Eğitim % 3
  • Eğlence ve kültür % 3
  • Çeşitli mal ve hizmetler % 5

TÜFE hesaplamasında kullanılan mal ve hizmet sepeti için belirli bir yıl temel alınarak baz yılı oluşturulur, ayrıca karşılaştırmalarda kullanılacak mal ve hizmet sepeti sabittir. Diğer bir ifadeyle, sepette belirtilen mal ve hizmetlerin sayısında bir değişim olmaz, dolayısıyla baz yılından sonraki yıllarda üretilmiş olan yeni mallar dikkate alınmaz. Bu şekilde sabit bir mal ve hizmet sepeti kullanılarak hesaplanan fiyat endeksine Laspeyres Endeksi denmektedir. Endeks rakamları zincirleme Laspeyres formülasyonu kullanılarak hesaplanır. Türkiye tarihinde karşımıza çıkan ilk fiyat endeksi, Osmanlı İmparatorluğu döneminde 1914 yılında İstanbul il merkezinden derlenen 26 farklı mala ait perakende fiyatlar kullanılarak hesaplanan Hayat Pahalılığı Endeksi’dir. Daha sonra 1929’da İstanbul Ticaret Odası (İTO) aracılığıyla toptan işlemlere dair 52 maddenin analiz edilmesiyle Toptan Eşya Fiyat Endeksi hesaplanmıştır.

Baz yılından sonraki ay ve yılda hesaplanan TÜFE endeksi ile baz yılındaki endeks karşılaştırılarak enflasyonun ne kadar değiştiği şu formülle ölçülür:

TÜFE = Temel yıldaki mal sepetinin cari yıldaki değeri / Mal sepetinin temel yıldaki değeri × 100

2019 yılı için TÜFE değerini hesaplamak istersek, TÜFE = 2019 yılı mal sepetinin değeri / Mal sepetinin 2003 yılındaki değeri × 100

TÜFE’deki yıllık yüzde değişimi hesaplayarak yıllık enflasyon oranına ulaşırız. TÜFE hesaplandıktan sonra, iki dönem arasında fiyat genel düzeyinin nasıl değiştiği, yani enflasyon oranı şu şekilde hesaplanır:

Enflasyon Oranı = İkinci yıldaki TÜFE – Birinci yıldaki TÜFE/Birinci yıldaki TÜFE × 100

Aynı mantıkla, aylık fiyat değişiminin hesaplanması için Ağustos 2019 verilerini kullanalım. Bunun için Ağustos ayı fiyat endeksinden Temmuz ayı fiyat endeksini çıkarıp, Temmuz ayı fiyat endeksine bölerek yüz rakamı ile çarpmamız gerekmektedir

Üretici Fiyat Endeksi; Endeksin hesaplanmasında kullanılan sepeti oluşturan malların, üretim sürecinde kullanılan ara mal ve yatırım mallarından oluşmasıdır. TÜFE malların tüketim aşamasındaki fiyat değişikliklerini incelerken ÜFE üretim aşamasındaki fiyat değişikliklerini incelemektedir. ÜFE, ülke ekonomisinde belirli bir referans döneminde üretimi yapılan ve yurt içi satışa konu olan malların üretici fiyatlarını zaman içinde karşılaştırarak genel fiyat seviyelerindeki değişiklikleri ölçen fiyat endeksidir. Buradaki üretici fiyatı, üretimi yurt içinde yapılan malların, KDV, ÖTV vb. dolaylı vergiler haricinde, peşin satış fiyatıdır. ÜFE’de, tarım, avcılık, ormancılık ve balıkçılık sektörlerindeki üreticilerin yurt içinde yetiştirerek piyasaya sunduğu malların ilk elden satış fiyatları gözlenmektedir. Tarım sektöründe bu fiyatlar, Üreticinin Eline Geçen Fiyatlar olarak alınırken sanayi sektörüne ait malların fiyatları doğrudan sektörde yer alan yurt içi üretici firmalardan alınmaktadır. ÜFE hesaplanmasındaki temel veri kaynakları yurt içi üretici fiyat endeksi anketi, sanayi ürün ve üretim istatistikleri, ulusal hesaplar ve sanayi ciro verileridir. ÜFE arasındaki fark, endekslerin ölçülmesinde TÜFE’nin tüketici fiyatlarından ÜFE’nin üretici fiyatlarından derlenen verileri esas almasıdır. Her iki endeks de fiyatların ve ücretlerin ayarlanması, enflasyon ve ekonomideki fiyat hareketlerinin izlenmesi, hükûmetlerin ekonomi politikalarının belirlenmesi alanında gösterge olarak kullanılmaktadır. Mal ve hizmetlerin fiyatlarında gerçekleşen değişimlerin üzerinden gıda ve enerji sektörü gibi diğer sektörlerin geçici etkilerinin arındırılmasıyla hesaplanan, diğer bir ifadeyle tüketici fiyatlarında gözlenebilen geçici tüm etkilerin arındırılmasıyla ile fiyat değişimlerini ölçen değer çekirdek enflasyon olarak tanımlanmaktadır. Bu enflasyon çeşidi ölçülürken uluslararası piyasalardaki fiyat hareketlerine bağlı enerji fiyatları, mevsimsel etkilere maruz kalan malların fiyatları, devletin kontrolünde olan ve resmî fiyatlarla belirlenen kamu malları fiyatları ve KDV vb. dolaylı vergiler, TÜFE’den aşamalı olarak hariç tutulur. Bu yöntemle hesaplanan göstergeler, gerçekleşen enflasyonun kaynağının açıklanmasında önemli bir araçtır. Çünkü geçici etkilerin arındırılmasıyla hesaplanan çekirdek enflasyon, daha çok yapısal sebeplerden dolayı ortaya çıkan fiyat artışlarını yansıtmaktadır. Dolayısıyla çekirdek enflasyon, diğer enflasyon türlerine kıyasla geleceğe ilişkin tahmin edici gücü daha yüksek olan bir gösterge olmakla beraber, enflasyonun eğilimini belirleyerek etkili para politikaları oluşturulmasında yardımcı olan özel kapsamlı fiyat endeksi olma özelliğine sahiptir.

GSYH Deflatörü; Ülkedeki tüm malların fiyatlarındaki değişmeleri ölçmek için kullanılır. Bu endeks hesaplanırken dikkate alınan mal ve hizmet sepetinin özellikleri şu şekilde sıralanabilir:

  • GSYH’nin tanımından da hatırlayacağınız üzere, GSYH hesaplanmasına ithal mallar dâhil olmadığı için deflatör sepeti içinde yer almamaktadır.
  • Ülke sınırları içinde üretilen bütün mallar dikkate alınır.
  • GSYH Deflatörünün hesaplanmasında kullanılan mal sepeti değişkendir. Bu deflatör, TÜFE ve ÜFE ile bu noktada ayrılır. Çünkü GSYH deflatörünün oluşturulmasında kullanılan malların sayısı artırılıp azaltılabilir. Yani, baz yılından sonra piyasaya yeni çıkan mallar sepete dâhil edilebilirken artık tüketicilerin tercih etmediği mallar sepetten çıkarılabilir. Böyle değişken mal sepetine yönelik hesaplanan fiyat endeksine Paasche Endeksi denir.

GSYH Deflatörü = Cari Fiyatla GSYH / Sabit Fiyatla GSYH × 100

İki yıl için fiyatlar genel seviyesindeki değişikliği içeren enflasyon oranı şu şekilde ölçülmektedir:

Enflasyon Oranı = İkinci yıldaki GSYH Deflatörü – Birinci yıldaki GSYH / Deflatörü Birinci yıldaki GSYH Deflatörü × 100

Enflasyonun Nedenleri

Ekonomide enflasyonu belirleyen temel faktörler; toplam arz ve talep, ücretler, istihdam ve işgücü birim maliyetleri, döviz kurları, üretim açığı, bekleyişler, uluslararası piyasalardaki petrol ve diğer mineral maddelerin fiyatları ile kamu fiyatlarıdır. Bu durumda farklı enflasyon türlerini ve bunları meydana getiren faktörleri ayırt etmek akıllıca olacaktır. Bu tür bir analiz enflasyonun ekonomiler üzerindeki etkilerini incelemek ve enflasyonla mücadele politikalarını oluşturmak için faydalıdır. Enflasyon çeşitli faktörlerden kaynaklanabilir.

Talep Çekişli Enflasyon; Talep çekişli enflasyon, üretilen mal ve hizmetlerin toplam talebi karşılayamaması sebebiyle ortaya çıkan enflasyon türüdür. Bir ekonomide devletin izlediği finansal politikalar doğrultusunda karşılıksız para basması, kamu harcamalarının ve özel tüketim harcamalarının artması, ülkede kredi hacminin genişlemesi, şahısların ve kurumların yastık altında saklı paralarını piyasaya dâhil etmeleri, ödemeler dengesi fazlalığı ile artan gelir gibi nedenler toplam talebin yukarı yönlü hareketine neden olmaktadır. Ekonominin hızla büyüyerek toparlanma sürecine girdiğini varsayalım. Üreticiler yüksek büyüme hızı yakaladıkları için yatırımlarını artırır. Artan işgücü ihtiyacı sayesinde işsizlik azalır. Çalışan sayısının artması ve ekonomideki olumlu havanın verdiği güven ile bireyler gelecekte de düzenli bir gelir elde edecekleri beklentisine sahip olarak daha çok harcama yapmaya başlarlar. Sonuç olarak toplam talepte artış yaşanır. Bu talep artışı büyüme hızından daha yüksek seviyede gerçekleşirse diğer bir ifadeyle arz artış hızı talep artış hızının gerisinde kalırsa piyasada bir talep fazlası oluşacaktır. Bu durumda mal ve hizmet fiyatlarında da bir artış gerçekleşecektir. Bu tarz bir enflasyona talep çekişli enflasyon denir. Klasik iktisatçılar toplam talepte artışı para arzına bağlamaktadır. Bir ekonomide para akımları mevcut mal ve hizmet akımlarını aşarsa bu durumda piyasada az mal için çok para bulunacak ve sonuç olarak fiyatlarda bir artış gerçekleşecektir. Keynesyen iktisatçılar ise farklı bir bakış açısına sahiptir. Onlara göre toplam talepteki veya harcamalardaki otonom artışlar para arzından bağımsız bir şekilde tüketici talebinde, yatırımlarda veya devlet harcamalarında gerçekleşen bir artıştan dolayı ortaya çıkabilecekken uygulanan bir vergi indirimi veya ihracattaki net artıştan da kaynaklanabilmektedir. Özet olarak talep çekişli enflasyon, kısa dönemde parasal faktörlerden ve parasal olmayan faktörlerden kaynaklanmaktadır.

Maliyet İtişli Enflasyon; Bir ülkenin elde edeceği toplam çıktıyı etkileyen enerji, emek, hammadde vb. girdilerin fiyatlarında artış yaşanırsa bu durumda ülkenin bir önceki döneme göre aynı çıktıyı elde etme maliyetlerinde de artış gerçekleşecektir. Üretim faktörlerinin fiyatlarında izlenen artış, bu mallara yönelik arzın azalmasına yol açacaktır. Toplam arzın azalması ise sabit kalan talebi karşılayamayacağı anlamına geldiğinden burada da fiyatlar yukarı yönlü bir seyir izleyecektir. Toplam çıktıda kullanılan girdi maliyetlerinin artışının fiyatlar genel düzeyini yukarı doğru ittiği bu enflasyon türü maliyet itişli enflasyondur

Bir ülkenin elde edeceği toplam çıktıyı etkileyen enerji, emek, hammadde vb. girdilerin fiyatlarında artış yaşanırsa bu durumda ülkenin bir önceki döneme göre aynı çıktıyı elde etme maliyetlerinde de artış gerçekleşecektir. Üretim faktörlerinin fiyatlarında izlenen artış, bu mallara yönelik arzın azalmasına yol açacaktır. Toplam arzın azalması ise sabit kalan talebi karşılayamayacağı anlamına geldiğinden burada da fiyatlar yukarı yönlü bir seyir izleyecektir.

Teoride bu iki enflasyon türü anlatılsa da gerçekte gözlenen enflasyonun talep çekişli mi, maliyet itişli mi olduğunu ayırt etmek çok kolay değildir. Ülkemizdeki durum ise biraz daha farklı. Üretime dâhil olan birçok sektörde kullanılan girdiler kısmen veya tamamen ithalata bağımlıdır. Özellikle son yıllarda hepimizin etkilendiği döviz kurlarında yaşanan yükselişle birlikte üretim maliyetlerinin artması tüketici ve üretici fiyat endekslerinin tetikleyicisi olmuştur. Döviz kurundaki yükseliş maliyetlere yansımakta ve fiyatlar yükselerek maliyet itişli enflasyon yaşanmasına neden olmaktadır.

Enflasyonun önemli nedenlerinden biri de enflasyon beklentileridir. Nasıl ki tüketiciler olarak bizler gelecekte ekonomide neler olacağını bilmek istiyorsak, üreticiler de alacakları kararların doğru olabilmesi için aynı arzu doğrultusunda yaklaşım sergilerler. Böyle net bir bilgiye sahip olma imkânı olmamasından dolayı elimizde sadece tahminler, diğer bir ifadeyle beklentiler kalır. Tüketici ve üreticilerin fiyatların artış yönünün gelecekte de devam edeceğini beklemeleri durumunda, talep ve arzı etkileyecek davranış kalıpları ve aldıkları kararlar değişecektir. Doğalgaz, elektrik zammı, kira artırımı, maaş artışları vb. ekonomik birimler tüketici ve üretici davranışlarını etkileyen unsurlara örnek verilebilir.

Enflasyonun Maliyetleri

İnsanların tüketici konumunda olduklarında mal ve hizmet fiyatlarının sabit kalmasını isterken üretici konumuna geldiklerinde mal ve hizmet fiyatlarının artması gerektiğini düşünürler. Dolayısıyla, fiyatlar genel seviyesi yükseldiğinde, bir taraf kazanırken diğer taraf kaybedecektir. Her iki taraf da kendi açılarından enflasyonun maliyetini değerlendirip yorumlayabilmek için, beklenen ve beklenmeyen enflasyonun niteliğini iyi tanımlamalıdır.

Beklenen Enflasyonun Maliyetleri; Enflasyon öngörülebilirse insanlar yeni durumlara uyum sağlayabilir ve enflasyonun topluma maliyeti daha düşük olarak gerçekleşir. Fiyatlar genel seviyesinde gözlenebilecek olası artış tahmini, beklenen enflasyon kavramı ile ifade edilmektedir. Eğer bu artışlar tam olarak doğru tahmin edilirse beklenen enflasyon ile gerçekleşen enflasyon birbirine eşit olacaktır. Enflasyon beklentisinin enflasyonu belirleyen unsurlardan biri olduğundan bahsetmiştik. Enflasyon, öncelikle bireylerin reel gelirlerini olumsuz yönde etkileyerek, satın alma güçlerini azaltarak refah kaybı yaşamalarına yol açabilmektedir. Satın alma gücünün temel unsuru olan ücretler üzerinde enflasyonun etkisi şu şekilde hesaplanabilir:

Reel Ücretlerdeki Artış Oranı = Nominal Ücret Artış Oranı - Enflasyon Oranı

Eşitlikten anlaşılacağı üzere, enflasyon oranındaki artış nominal ücretlerdeki artış oranına eşitse kişiler enflasyondan etkilenmezler. Enflasyon oranındaki artışın nominal ücretlerdeki artış oranından fazla olması durumunda ise ekonomik birimler olumsuz etkilendiğinden, kişilerin satın alma güçleri azalırken tam tersi durumda ise kişiler olumlu etkilenirler. Genelde işçi, memur olarak istihdam edilen ve geliri sabit olanların maaş zamları diğer bir ifadeyle ücretlerindeki nominal artış, gerçekleşen enflasyon oranından daha az gerçekleştiğinden bu grubun reel gelirlerinin düşmesi kaçınılmazdır. Enflasyon bir nevi dar gelirlinin geliri üzerindeki adil olmayan bir vergi niteliğindedir. Enflasyonun nispi fiyat yapısı üzerindeki olumsuz etkisi ekonomideki kaynak dağılımını da bozar. Enflasyon belirsizliği nedeniyle yatırımcılar yatırım yapmak ve uzun vadeli taahhütler vermek konusunda isteksiz hâle gelerek bu şartlar altında yatırım yapmaktan kaçınabilir. Bu durum ekonominin büyüme performansını olumsuz etkileyecektir. Tasarruflardaki düşüş, daha düşük sermaye oluşumu anlamına gelmekte ve düşük bir sermaye oluşumu ekonomik büyümeyi engellemektedir. Ayrıca, aşırı fiyat artışı sırasında, emlak, altın, mücevherat vb. verimsiz yatırımlarda bir artış meydana gelir. Her şeyden önce spekülatif işletmeler enflasyon sırasında gelişir, yapay kıtlıklar meydana gelmesine ve dolayısıyla fiyatların artmasına neden olur.

Ayakkabı Eskitme Maliyeti; Enflasyon, nominal faiz oranlarının da artmasına neden olur. Faiz, tasarruf sahibinin, tasarrufunu banka ve benzeri bir yere ya da bir kimseye belli bir süre işletilmek üzere kullandırmasının karşılığında aldığı paydır. Piyasalarda iki tür faiz görülmektedir. İlki finansal sistem üzerinden borç alıp verirken karşılaşılan piyasa faizi olarak da adlandırabileceğimiz nominal faiz oranıdır. Nominal faiz oranları risk primi ve beklenen enflasyonu da kapsamaktadır. Nominal faizin enflasyondan arındırılması ile elde edilen diğer faiz oranı ise reel faizdir. Reel faiz, nominal faizden beklenen enflasyonun çıkarılmasıyla hesaplanmaktadır. Bu durumu daha iyi açıklayabilmek için öncelikle bir denklemi ele alalım: i = r + ? Eşitlikte i nominal faizi, r reel faizi ve ? de beklenen enflasyonu temsil etmektedir. Denkleme göre bir ekonomide nominal faiz, reel faiz ile beklenen enflasyonun toplamından oluşmaktadır. Bu ilişkiyi ilk ortaya atan iktisatçı Irwing Fisher’dir. Beklenen enflasyonda 1 birim değişme olursa nominal faizler de aynı oranda değişecektir. Fisher Etkisi olarak ifade edilen bu olgu, faiz oranları ile enflasyon arasındaki ilişkiyi tanımlamaktadır. Faiz oranları ülkedeki tasarruf sahipleri ve yatırımcılar için önem teşkil etmektedir. Nominal faizler ile enflasyon arasında pozitif yönlü bir ilişki bulunmaktadır. Dolayısıyla, tasarruf ve yatırımların azalması istenmeyen ekonomilerde enflasyon oranında bir artış gerçekleştiğinde nominal faiz oranları da artırılmaktadır. Enflasyon oranında yaşanacak bir azalış karşısında nominal faizler de düşürülmektedir. Beklenen enflasyonun yüksek olması durumunda nominal faizler de artacaktır. Yüksek nominal faizlerin gerçekleştiği ekonomilerde bireylerin para talebi düşer. Çünkü elde nakit tutmak demek kaybedilecek faiz getirisi demektir. Böyle bir durumda da ihtiyaç oldukça para çekmek için bankaya giderler. Örneğin faiz kaybına uğramak istemeyen bir kişi, hafta başında banka ya da ATM’den 200 TL nakit çekmek yerine iki farklı seferde olmak üzere 100 TL çekmeyi tercih eder. Sonuç olarak böyle sıkça banka ya da ATM’ye gitmesi gereken bireylerin ayakkabıları eskiye oranla daha kısa sürede yıpranacaktır. Bu durum ayakkabı eskitme maliyeti şeklinde ifade edilir.

Menü Maliyeti; Enflasyonun artması nedeniyle firmalar ürünlerinin fiyatlarını da değiştirmek zorunda kalmaktadır. Firmalar açısından uyguladıkları fiyatlar değiştikçe yeni katalog basmak, dağıtmak ve eskiler ile değiştirmek oldukça maliyetlidir. Dolayısıyla, enflasyonun bu tür firmalara yönelik neden olduğu bu maliyet türü menü maliyeti olarak adlandırılmaktadır.

Vergi Bozulmaları; Enflasyonun vergi sistemi üzerindeki etkileri negatiftir. Enflasyonun yüksek olduğu dönemlerde vergi yasaları bu durumu dikkate almadığından ve ödenen yüksek faizler firmalar tarafından gider yazılabildiğinden vergi kazançlarında azalış yaşanmaktadır. Bu durumda devlet açısından vergi kaybı ortaya çıkar. Ayrıca enflasyon zaman içerisinde toplanacak vergi gelirlerinde de kayıp yaşanmasına neden olur. Çünkü verginin ortaya çıkışı ile tahsil edilmesi arasında geçen bir süre vardır. Yüksek enflasyon dönemlerinde bu sürenin uzaması devletin vergi gelirlerinde reel azalış yaşanmasına neden olmaktadır. Literatürde bu durum Olivera-Tanzi Etkisi olarak ifade edilmektedir. Sonuç olarak, enflasyon oranları yükseldikçe vergi bozulmaları ortaya çıkmaktadır.

Beklenmeyen Enflasyon; Fiyatlar genel seviyesindeki artışlar doğru tahmin edilemediğinde beklenmeyen enflasyon kavramı ortaya çıkar. Bu enflasyon türü, gerçekleşen enflasyonla beklenen enflasyon arasındaki fark ile ölçülür. Dolayısıyla beklenmedik enflasyona sürpriz enflasyon da denmektedir. Denklemle göstermek istersek, Beklenmeyen Enflasyon = Gerçekleşen Enflasyon ( ? ) – Beklenen Enflasyon ( ? e ) Beklenmeyen enflasyonun etkileri beklenen enflasyona oranla daha fazladır.

Gelir ve Servet Dağılımı Üzerindeki Etkileri; Enflasyon öncelikle paranın reel değerini düşürdüğünden etkisini servet veya gelirin yeniden dağılımında gösterir. Enflasyon sırasında, genellikle yüksek gelir grubuna dâhil insanlar gelirlerde artış yaşarken düşük gelir grubu daha az mala daha çok para vererek gelir kaybına uğramaktadır. Dolayısıyla enflasyon, düşük gelirli gruplardan yüksek gelirli gruplara gelir akımına neden olur. Böylece beklenmeyen enflasyon gelir dağılımında yüksek gelirliler lehine, düşük gelirliler aleyhine bozucu etkiye sebep olur.

Enflasyonun öngörülmemesi durumunda yukarıdaki etkiler izlenebilirken enflasyon beklentisinin doğru tahmin edilmesi hâlinde, gelir ve servetin yeniden dağıtılması sonucu oluşacak maliyetin etkisi düşük olacaktır. Çünkü beklenen enflasyon oranına göre bireyler enflasyonla mücadele stratejilerini geliştirebilirler. Nominal ücretlerdeki artış oranı bunlardan biridir. İşçilerin nominal ücretleri, gelecek dönem enflasyon oranındaki değişim beklentisine göre belirlenmektedir. Bu uygulamaya hayat pahalılığı anlaşması denmektedir. Bu anlaşmanın sebebi enflasyon karşısında reel ücretlerin azalması nedeniyle çalışanların ücret seviyelerini korumaktır.

Nominal Ücret Artış Oranı = Geçen dönemin enflasyon oranı + Sabit reel ücret artış oranı

Varsayalım ki bir ekonomideki beklenen yıllık enflasyon oranı %7 olarak gerçekleşen enflasyon ile aynı tahmin edilsin. Gerçekleşen enflasyon oranları açıklanmadan önce belirlenen nominal ücret artış oranı da %7 olursa çalışanlar ücret artışları doğrultusunda enflasyondan etkilenmeyecektir. Gerçekleşen oran daha düşük olursa firmalar, işçilerin reel ücretleri arttığından zararlı çıkacaktır. Böylece firmalardan işçilere doğru bir gelir akımı yaşanır. Gerçekleşen oran daha büyük olursa bu durumda işçiler, reel ücretleri azalacağından zarar görürler. Sonuç olarak böyle bir durumda da işçilerden firmaya doğru bir gelir transferi yaşanacaktır.

Üretim ve Ekonomik Büyüme Üzerindeki Etkisi; Genel olarak enflasyon kâr ve fiyat seviyesinin artan bir fonksiyonudur. Enflasyonist bir ortam, firmalara, ürünlerinin fiyatlarını yükselterek daha yüksek miktarda kâr elde etmek için bir teşvik sağlar. Artan fiyat ve artan kâr, firmaları daha büyük yatırımlar yapmaya teşvik eder. Böyle bir durum gerçekleştiğinde sonuç olarak yatırımın çarpan etkisi devreye girecek ve daha yüksek bir ulusal çıktı seviyesine ulaşılacaktır. Ancak, beklenmeyen enflasyon ile ücretler ve üretim maliyetleri çok hızlı artarsa enflasyonun bu olumlu etkisi geçici olacaktır. Ayrıca, beklenmedik yüksek enflasyon oranları, özellikle enflasyonun maliyet itişli olması durumunda, üretimdeki düşüşle ilişkilendirilebilir. Dolayısıyla, fiyatlar ve üretim arasında katı bir ilişki yoktur.

İşsizlik ve Enflasyon İlişkisi

Enflasyon ve işsizlik konuları bireyler ve firmalar için ne kadar önemliyse toplum ve ekonominin bütünü açısından da bir o kadar önemlidir. Bu yüzden, enflasyon ve işsizlik, toplumun her kesimi tarafından en yakından izlenen ekonomik göstergelerdir. Emek arzı, emek talebinden daha yüksek ise bu durumda işverenler ücretlerde bir artışa gitmeme eğiliminde olacaklardır. İşsizliğin yüksek olduğu zamanlarda, ücretlerdeki artış genellikle durgun kalır. Böylece ekonomide artan ücretlerin işverenlere getireceği yük nedeniyle ortaya çıkabilecek maliyet enflasyonu yaşanmayacaktır. İşsizliğin düşük olduğu zamanlarda, diğer bir ifadeyle işverenlerin emek talebi iş arayanların emek arzını aştığında işverenlerin genellikle çalışanları ikna etmek için daha yüksek ücretler ödemesi gerekir. Sonuç olarak daha yüksek ücretler, bir çalışanın işverene getireceği maliyet artışı demek olacaktır. İşveren bu durumda maliyet artışını üreteceği malların fiyatlarına yansıtmak isteyecek ve bu sayede ekonomide maliyet enflasyonu gözlenecektir. Ekonomistler, yıllar içinde işsizlik ve ücret enflasyonu arasındaki ilişkiyi Alban William Housego Phillips tarafından kaleme alınan ve 1958 yılında yayımlanan ‘İngiltere’de 1861-1957 Dönemi İşsizlikle Parasal Ücretlerdeki Değişme Oranı Arasındaki İlişki’ başlıklı makaledeki görüşler doğrultusunda incelemişlerdir. Enflasyon ve işsizlik arasında, örneklerden de anlaşılabileceği üzere ters yönlü bir ilişki bulunmaktadır. Ancak şimdiye kadar öğrendiğimiz bilgiler ışığında, bu ilişkinin göründüğünden daha karmaşık bir yapıya sahip olduğunu söyleyebiliriz.

Phillips Eğrisi

Phillips eğrisi orijinal çalışmada nominal ücretlerdeki artış oranı ile işsizlik oranı arasındaki negatif yönlü ilişkiyi açıklamaya çalışır. Buna göre, işsizlik oranı yükseldikçe nominal ücretlerdeki artış azalacaktır. Phillips’in çalışmasında, reel ücretler yerine nominal ücretler ele alındığından diğer iktisatçılar tarafından eleştirilmiştir. Orijinal çalışmanın arkasından, bu eleştirileri göz önüne alarak Paul Samuelson (1960) ve Robert Solow (1960) parasal ücretlerin değişim oranı ile işsizlik oranı arasındaki ilişkiyi gösteren Phillips eğrisini, enflasyon oranı ile işsizlik oranı arasındaki ilişkiye dönüştürerek geliştirilmiş kısa dönem Phillips eğrisini elde etmiştir.

1960’lı yılların sonlarına doğru, Edmund Phelps (1967) ve Milton Friedman (1968) bu ilişkiyi analiz ederek “Beklentilerle Güçlendirilmiş Phillips Eğrisi”ni açıklamışlardır. Phelps ve Friedman’a göre işsizlik ve enflasyon arasında uzun dönemde orijinal Phillips eğrisinde belirtildiği gibi negatif yönlü bir ilişki bulunmamaktadır. Friedman’a göre, bu görüşün temelinde, ünitenizin Yapısal İşsizlik başlığı altında açıkladığımız doğal işsizlik kavramı yatmaktadır: ? = ? e – a(u – un) Yukarıdaki eşitlikte ? gerçekleşen enflasyon oranını, ?e beklenen enflasyon oranını, u işsizlik oranını ve un doğal işsizlik oranını göstermektedir. Eşitlik, ekonomik birimlerin enflasyonu doğru tahmin etmeleri durumunda işsizliğin doğal seviyesinde olacağını göstermektedir. Phelps ve Friedman’ın analizine göre, hükûmetin uzun dönemde işsizliği doğal işsizlik oranının altına düşürmeyi istemesi etkili olmayacaktır. Bu iktisatçılar, ilişkinin her zaman ters yönlü olmayacağını doğal oran hipotezi ile açıklamışlardır. Buna göre toplam talep arttıkça artan talebi karşılamak için daha fazla çıktı üretmek isteyen firmalar tarafından yeni işçiler istihdam edilecek ve işsizlik oranı azalacaktır. Hükûmet genişletici politikalar uygulayarak para arzını hedeflenen ölçü doğrultusunda yükseltmelidir. Bu durumda yatırımlar, dolayısıyla harcamalar ve üretim artacaktır. Artan arz ile birlikte işgücü piyasası da canlanacak ve işverenler çalışanlara daha fazla ücret ödemeyi kabul edeceklerdir. Artan ücretler, çalışmayan doğal işsizleri işgücü piyasasına katılmaya teşvik edecektir. Dolayısıyla, gerçekleşen işsizlik oranı doğal işsizlik oranının altında kalacaktır. Toplam talebin artması sonucu enflasyon oranı da yükselecektir. Bununla birlikte, yüksek enflasyon, işçilerin gelecekteki enflasyon beklentilerini de artıracaktır. Uzun dönemde hükûmetlerin politika kararlarındaki tercihleri, enflasyon ve işsizlik arasında değil, doğal işsizlik oranı ile daha düşük ya da daha yüksek enflasyon oranı arasında olmalıdır.


Güz Dönemi Dönem Sonu Sınavı
18 Ocak 2025 Cumartesi
v