Zihin Felsefesi Dersi 5. Ünite Özet

Yeniçağda Zihin Felsefesi: İngiliz Deneycileri Ve Kant

İngiliz Deneycilerinde Zihin Kavramı

John Locke: Eski Yunanda “deney” “deneyim” ve “duyu verisi” anlamlarına gelen emperia dan türetilen, tüm bilginin kaynağının izlenimler ya da deneyim olduğunu ve insan zihninin dolaysız olarak sadece kendi zihninin içeriklerini, idelerini bilebileceğini ileri süren, epistomolojik bir görüş olan deneyciliğin en önemli isimlerinden ve modern deneysel psikolojinin öncülerinden İngiliz John Locke’dur. Deneyci tutumuyla Descartes’ın akılcılığına ve insan zihninde doğuştan fikirler olduğuna karşı çıkmıştır. İnsan Anlığı Üzerine Bir Deneme adlı eserinin ilk kitabını, Descartes’ın doğuştan fikirler görüşünü çürütmeye ayırmıştır. Ama öte yandan Descartes’ın bilgimizin kesinliği, apaçıklığı ve sınırlarını belirleme çabasını benimseyen Locke, Descartes, gibi bilginin sınırlarını araştırmayı hedeflemiştir. Locke’un Deneme’ yi yazmaktaki amacı “insan bilgisinin kaynağını, kesinliğini ve genişliğini, bunun yanında da inancın, sanının ve onaylamanın temellerini ve derecelerini araştırmaktır”. Bu amaçla, artık zihnin fiziksel yönüyle ilgilenmeyeceğini, aksine onun özünü, neyin oluşturduğuyla ilgileneceğini söyleyen Locke, insan zihninin sınırlarını incelemeye, bilginin doğasını ve kökenlerini inceleyerek başlar. Bu noktada Descartes’tan taban tabana zıt bir anlayışla bütün bilginin tek bir kaynaktan, deneyimden geldiğini söyler. Doğuştan fikirleri reddederek, bütün felsefi sistemini basit fikirlerin çağrışımı üzerine kuran Locke, zihni başlangıçta üzerine hiçbir şey yazılmamış düz beyaz bir kâğıt (tabula rasa) gibi tasarlar, duyularımızın duyulur nesneler alanından edindikleri algıları zihne ilettiklerini, böylece zihnin “sarı, beyaz, sıcak, soğuk, yumuşak, sert, acı, tatlı gibi tüm duyulur niteliklerin idelerini edindiğini” söyler. Locke’a göre, deneyim aracılığıyla zihinde çeşitli ideler, kavramlar ve imgeler oluşur. Bu ideler ya Locke’un dış duyum adını verdiği duyularımız yoluyla aktarılır ya da Locke’un iç duyum adını verdiği algılama, düşünme, kuşku duyma, inanma, uslamlama, bilme, isteme gibi çeşitli zihinsel edimlerle edinilir.

Locke’un incelemek istediği şey, zihin ve zihnin nesneleri arasındaki ilişkinin doğasıdır. Locke’un felsefesinin merkezi kavramı ide’ dir. İde terimini, aynen Descartes gibi, duyumlar ya da duyu verileri, hatıralarla kavramları da kapsamak üzere çeşitli şeyleri ifade etmek üzere kullanır. Locke, deneyimden elde edilen idelere, yalın ideler adını verir. Locke’a göre zihin, duyular aracılığıyla kendisine sunulan yalın ideleri dışlayamaz, işlendiklerinde değiştiremez, bozamaz, kendisi yenilerini yapamaz, sadece edilgin bir şekilde alır. Locke’un yalın ideler görüşü, insan anlayışının ya da zihninin sınırlarını belirler; biz dış dünyayı, yalnızca beş duyu organımızın müsaade ettiği ölçüde biliriz.

Zihin tamamen edilgin bir şekilde, yalın ideleri elde ettikten sonra, aktif bir şekilde bu yalın ideleri bir araya getirerek, bileşik ideler ve bileşik idelere ait önermeler oluşturur. Locke’a göre her ne kadar yalın ideler tamamen deneyime dayalıysalar da onlardan meydana gelen bileşik ideler, doğrudan deneyimden elde edilmiş ideler değildir. Aksine, bileşik ideler kipler, tözler ve bağıntılardır. Locke’a göre “töz genel adını verdiğimiz ide, var olduklarını gördüğümüz, dayanacakları bir şey olmadan varlıklarını sürdüremeyeceklerini düşündüğümüz niteliklerin, bilinmeyen ancak varsayılan desteğinden başka bir şey değildir. Locke’a göre, sahip olduğumuz bu “belirsiz ve göreli bir töz idesinden sonra insanların duyumlarının gözlemi ve deneyimiyle bir arada var oldukları fark edilen yalın ide bileşimlerini toplayarak, (insan, at, altın, taş vb. gibi) tözlerin tikel türlerinin idelerine ulaşırız. Dolayısıyla herhangi bir tür tözden söz ettiğimizde şu niteliklere sahip, bir cisim gibi uzanımlı, şekli olan ve hareket kapasitesinde, bir tin gibi düşünme yetkinliğinde olan bir şeydir deriz. Dolayısıyla Locke, iki tür tözden söz eder. Bunlardan ilki at, taş ve benzerine ilişkin maddesel duyulur tözlerdir. Locke, cisimlere ya da duyumsal nitelikleriyle bilinen şeylere ilişkin maddesel tözün dışında, bir de tinsel töz olduğunu söyler: “Zihnin düşünme, usa vurma, korkma gibi işlemlerinde de kendi kendilerine başlıklarını sürdüremeyecekleri sonucuna vardığımızdan, bedene ait olmalarıyla bedence üretilmelerine de akıl erdiremediğimizden, bunları “tin” dediğimiz başka bir tözün eylemleri olarak düşünmeye eğilimliyizdir. Düşünme, bilme, kuşku duyma, hareket gücü ve gibilerinin sürdüğü bir tözü kabul ederek, cisim hakkında olduğu kadar, tinsel tözün de açık bir kavramına sahibiz”.

Locke’a göre, zihnimizdeki ideleri oluşturanlar birincil nitelikler cisimlerde olduğu düşünülenlerse ikincil niteliklerdir. Cismin bizde katılık, uzam, şekil, hareket, hareketsizlik ve sayının yalın idelerini üreten, her ne durumda olursa olsun asla cisimden ayrılmaz olan nitelikler kökensel ya da birincil nitelikler ’dir. Nesnelerin bizde, birincil nitelikleri yardımıyla çeşitli dış duyumlar üretmesini sağlayan güçlerine de ikincil nitelikler adını verir. Locke’a göre, birincil nitelikler, nesnenin kendisine ait nesnel niteliklerdir. İkincil nitelikler ise algılayan kişiye dayanırlar, yani özneldirler.

Locke’nın algı kuramı; ideler zihinsel olmayan maddi dünyayla algılayan bilinçli zihin arasındaki aracılar gibidir. Buna göre, zihnimizdeki yalın ide, dış dünyada o ideye karşılık gelen bir nesnenin, duyum bilgisinden edinilir, zihinde karşılık geldiği o nesneyi temsil eder. Bu yüzden Locke’un algı kuramı, temsil kuramı olarak da bilinir. Locke’a göre, insanlar dış dünyayı hiçbir zaman doğrudan algılamazlar. Doğrudan, dolaysız olarak bildikleri tek şey, dış dünyadaki nesnelerin zihindeki temsilleri olan idelerdir. Zihin de bu ideleri etkin bir şekilde işleyerek kesin bilgiye ulaşır.

David Hume: David Hume deneyci zihin anlayışının en önemli ve tutarlı temsilcisidir. Kendinden önce gelen Locke’un görüşlerini daha öteye taşımış, kendinden önceki bütün metafizik kurguları hedef alan eleştirel deneyci bir felsefe geliştirmiştir.

Hume’a göre, izlenimlerle ideler arasında, niteliksel değil, sadece bir derece farkı vardır. İdeler soluk, daha az canlı, daha az güçlü izlenimlerdir ve ancak izlenimler üzerinde “düşünüldüğünde” sonradan fark edilirler. Aynen Locke’ da olduğu gibi Hume için de doğuştan ideler yoktur. Daha önce duyu organlarıyla algılamadığımız, zihnimizde hissetmediğimiz hiçbir şeyin idesine sahip olamayız ve her ne kadar düşünme, nesneleri doğru bir şekilde temsil ederse de “bu temsiller, kendilerine dayanak teşkil eden orijinal algılardan, daima daha zayıf ve donuktur”. Locke ve Berkeley gibi Hume da deneyimin, bütün öğelerinin duyularla edindiğimiz bilinç içerikleriyle sınırlı olduğunu söyler. Hume’a göre zihnin yaratıcılık yeteneği, duyuların ve deneyimin verdiği malzemeleri birleştirmek, yerlerini değiştirmek, büyültmek ya da küçültmek yetisinden başka bir şey değildir. Kısacası “düşünmenin bütün malzemesi, iç ya da dış duygumuzdan gelmedir. Bunların sadece karışımı ya da bileşimi zihin ve istemeye aittir”. Dolayısıyla Hume, Locke’un idelerin temsil kuramını, bir adım daha ileri götürerek deneyci bir anlam ölçütü geliştirmiştir. İzlenimlerin dilin kullanımında önemli bir role sahip olduğunu kabul eden Hume’a göre, ideler düşüncelerdir, her hangi bir şekilde bir ideyle bağlantılı olmayan hiçbir kelime, anlamlı bir şekilde kullanılamaz. Duyu deneyimine, yani izlenimlere geri götürülemeyen inançlar, hiçbir şekilde düşünce olamaz ve yalnızca anlamsız bir ifade olarak kalır. Hume’a göre çeşitli karmaşık ideler var olsa da bunların duyumsal bir karşılıkları, bunlara karşılık gelen bir izlenim yoktur, dolayısıyla bu ideler tamamen anlamsızdır. Bu şekilde, hatalı bileşik idelere örnek olarak da neden, etki ya da nedensellik idesiyle kendilik idesini verir. Hume’a göre insan aklının ikinci temel nesnesi olan olgu sorunları hakkındaki akıl yürütmelerimizin hepsi neden, etki ya da nedensellik ilişkisine dayanır. Sadece bu ilişki yoluyla bellek ve duyularımızın tanıklığının ötesine geçebiliriz. Hume’a göre, her ide mutlaka bir izlenim üzerine düşünmekle “sonradan” ortaya çıktığına göre, neden ve etki bilgisine nasıl ulaştığımızın soruşturulması gerekir. Hume’a göre neden, etki idesine (a priori) akıl yürütmelerle ulaşılamaz, aksine insanlar “belirli nesnelerin, sürekli bir arada olduklarını görerek” neden, etki idesini türetir. Hume’a göre, “insan aklı ancak analoji, deneyim, gözlem yoluyla akıl yürüterek, birçok belirli etkiyi, birkaç genel nedene indirgeyebilir, ama bu, genel nedenlerin bilgisine gelince, bu en son kaynak ve ilkeler, insan merakına ve soruşturmasına tümüyle kapalıdır”.

Hume, yalnızca algıyla sınırlı olan deneyimlerimizin, benzer olabilecek olgu sorunlarına nasıl yaygınlaştırılabildiğini, yani tümevarımın temellerini de sorgular. Ona göre, böyle bir sonuca, akıl yürütme süreciyle ulaşılamaz. Çünkü bütün akıl yürütmeler, tanıtlama ve ide ilişkileri hakkındaki akıl yürütmeler ve moral veya olgu sorunlarıyla var oluş hakkındaki akıl yürütmeler olmak üzere iki çeşide ayrılabilir. Hume’un nedensellik ilkesini, alışkanlığa indirgeyerek açıklamasının sonucu olarak bilgiyi, bu şekilde sınırlaması Hume Çatalı olarak bilinir. Hume çatalına göre, ide ilişkileriyle ilgili olan bilgi türü, hiç deneye ve gözleme dayanmayan (a priori) önermelerden meydana gelir ve dünyaya ait bilgimizi arttırmayan analitik bilgi türüdür. Olgu ilişkileriyle ilgili olan bilgi türüyse tamamen deneye ve gözleme dayanan (a posteriori) önermelerden meydana gelir ve dünyaya dair bilgimizi arttıran olası bilgi türüdür. Hume’un bilgiye ilişkin bu ayrımı, Aydınlanmanın bilim anlayışının temellerini sarsmış ve 20. yüzyılda mantıksal pozitivizmin doğrulanabilirlik ilkesinin temelini oluşturmuştur.

Hume’un benlik ya da kendilik idesinin de aynen, nedensellik idesi gibi, duyumsal bir karşılığı olmadığını, dolayısıyla anlamsız olduğunu savunur. Hume için gerçekten var olduğundan ve bilgisinden emin olabileceğimiz tek şey izlenimlerdir.

George Berkeley: Locke’un ardılı ve Hume’un önceli olan Berkeley, her ne kadar onlarla birlikte İngiliz deneycileri arasında sayılsa da deneyciliği, en üst noktaya kadar ilerleterek idealizm noktasına varmıştır. Berkeley maddenin var olmadığını, gerçekten var olan tek tözün ide olduğunu ortaya attığı için Berkeley’in idealizmi, maddetanımazcılık (immaterialism) olarak bilinir. Aynen Locke gibi, Descartes’ın akılcılığına, doğuştan ideler kuramına karşı çıkan Berkeley, Locke’dan bir adım daha öte giderek hem Descartes’ın ikiciliğini, hem de Locke’un bir fiziksel nesnenin sahip olduğu niteliklerin nesneye ait olduğunu, bu nitelikleri taşıyacak maddesel bir töz olması gerektiğini ileri sürerek, epistemolojik temelde kabul ettiği ikicilik anlayışını reddetmiştir. Berkeley, aşırı deneyci bir tavırla sadece duyumlar aracılığıyla edindiğimiz deneyimlerimizi, bilebileceğimizi öne sürmüştür. Duyu organlarımız yoluyla da ancak duyumlarımızı, idelerimizi, algılarımızı bilebiliriz. Dolayısıyla duyumlarımız, zihnimizin dışında olan, algılanmamış şeylerin bilgisini veremezler. Berkeley, rüyada ve sanrılarda olduğu gibi, zihnimizin dış dünyada var olmayan şeyleri deneyimlemesinden, şeyleri zihnimizde imgelememizden hareketle şeylerin zihnimizin dışında var olduğundan emin olamayacağımızı söyler. Zihnimizin dışında fiziksel şeylerin var olduğunu iddia etmek, imgelenmemiş nesneleri imgelemeyi, kavranmamış şeyleri kavramayı gerektirir ki bu da apaçık bir çelişkidir. Böylece Berkeley, Locke’un materyalizmini ve dış dünyanın, fiziksel nesnelerin gerçekliğini temele alan temsil kuramını hedef almıştır.

Berkeley’in algı kuramı, Locke’un, daha önce öne sürmüş olduğu birincil ve ikincil nitelikler ayrımına dayanır. Berkeley, ikincil niteliklerin, algılayan zihne bağlı olduklarını ve algılayan zihne, göreli olarak var olduklarını savunur. Berkeley’e göre, Locke’un gerçekte tamamen nesneye ait olduğunu, bir “öz” olarak maddi tözde bulunduğunu düşündüğü birincil nitelikler de aynen ikincil nitelikler gibi algılayan zihne bağlıdırlar ve zihne göreli olarak var olurlar. Hem ikincil nitelikler, hem de birincil nitelikler, algılayan zihne, göreli olarak var oldukları için özneldirler. Bir şeyin şeklinin ne olduğu, büyüklüğü, hangi bağlamda ele alındığına bağlı olarak değişir, her farklılık gözleyene farklı görünür. Dolayısıyla bilincimizin nesneleri, dış dünyanın nesneleri değildir. Çünkü dış dünyadaki nesneler, ikincil nitelikleri, algılandıkları şekliyle kendilerinde barındırmazlar. Dış dünya renksiz, kokusuz ve sessizdir. Bizim algıladığımız ikincil nitelikler, zihnimizdeki idelerdir. Ayrıca Berkeley’e göre, birincil nitelikler algılanmak için ikincil niteliklere bağlıdır. Birincil nitelikler ikincil niteliklere bağlı olarak algılanabiliyorlarsa o zaman, onlar da zihnimizdeki idelerden başka bir şey değildir. Bizim bütün bilebildiğimiz zihnimizdeki idelerdir. Berkeley’in görüşüne göre, bir şeyin var olduğunu söylemek, onun bir zihin tarafından algılandığını ya da algılanabileceğini söylemek demektir. Berkeley, sadece ikincil niteliklerin değil, birincil niteliklerin de var oluşunun zihne bağlı olduğunu ileri sürerek, zihin dışında var olabilecek hiçbir şeye açık kapı bırakmamıştır. Oysa Locke’a göre, sadece ikincil nitelikler algılayan zihne bağlıdır, ama birincil nitelikler, bilinmemekle birlikte, var olan maddesel töze dayanarak, zihnin dışında bir gerçekliğe sahiptirler. Oysa Berkeley’e göre, her şey zihinsel tasarımlar şeklindedir. Dış dünya tamamen bireysel zihinlerin bir tasarımıdır. Her bir bireysel zihin de tanrısal bir zihnin tasarımıdır. Dolayısıyla dış dünya, tamamen insan zihninde kurulmuştur. Hylas ve Philonous Arasında Üç Konuşma ’sı üzerine yaptığı incelemede, Berkeley’in tüm nitelikleri algılayan bir zihne bağlı kılmakla bir yandan Descartes’ın çözemediği zihin beden ilişkisi sorununu çözdüğünü, bir yandan da bilinemeyen ama var olan maddeyi, tamamen ortadan kaldırdığını söyler. Berkeley’e göre, kendi zihnime ya da benime ilişkin olarak doğrudan bir algısal deneye sahip olamadığım, ama doğrudan ve aracısız olarak, yalnızca zihnimin çeşitli niteliklerini ya da faaliyetlerini algıladığım için, benim, kendi zihnime ya da benime ilişkin bir ideye sahip olduğum söylenemez. Bununla birlikte, Hume’un öne sürdüğü gibi, zihinden ya da benden söz etmenin anlamsız olduğu sonucuna varılamaz. Çünkü sonsuz sayıda ideye ek olarak, bu ideleri bilen, algılayan bir şey, algılama, isteme, imgeleme, anımsama gibi faaliyetlere ek olarak, bu faaliyetleri gerçekleştiren aktif bir varlık vardır, bu da zihin, ruh ya da bendir.

Transendental Bilinç Olarak Zihin: Kant

Kant, felsefe tarihinde, gerek bilgi, gerekse de etik alandaki düşünceleriyle haklı bir üne sahiptir. Kant’ın zihin felsefesi açısından önemiyse, onun, metafiziğin bir bilim olarak olanaklı olup olmadığını araştırdığı, Saf Aklın Eleştirisi (Kritik der reinen Vernunft) adlı kitabından kaynaklanır. Kant bu kitabında (ve daha sonra bu kitabın kısa bir özeti olarak hazırladığı Prolegomena’da ), metafiziğin, çağındaki durumundan hareket ederek, metafizik profesörü olarak, bilim olma iddiasındaki metafiziğin, bilim olma koşullarını ortaya koymaya çalışır. Metafizik, kavramı gereği, insan aklının deneye hiç başvurmadan elde ettiğini ileri sürdüğü bilgilerden oluşmaktadır. Kant’ın sorusu da tam bu noktada ortaya çıkmaktadır: Bir şeyi deneye hiç başvurmadan bilmek, zihnin böyle bir bilgiyi ortaya koyması nasıl olanaklıdır? Kant böylesi bilgimizi genişleten, deneyden gelmeyen yargılar veren bir yeti olarak insan zihninin yapısını aydınlatmayı amaçlar.

Kant’a bu araştırmasında, yol gösteren en önemli ipucu, Hume’un İnsan Anlığı Üzerine Bir Soruşturma ’sından gelir. Kant Hume’un neden etki idesi ve zorunlu bağlantı idesi hakkındaki düşüncelerine kısmen katılır. Ancak Kant, Hume’un bu idelerin kaynağı olarak önerdiği çözümü kabul edilmez bulur ve nesnel olarak bütün insanlarda bulunan bir kavramın öznel bir kaynağı (alışkanlık) olamaz. Kant’a göre zihnimiz, böylesi deneyimden kaynaklanmayan ideler üretme kapasitesine sahiptir. Hume, Kant’ı “dogmatik uyuklamasından” uyandırmıştır. Ama Kant, zihin hakkındaki bu araştırmasında, kendine yeni bir yol inşa eder: Bu transendental felsefedir.

Kant Descartes’ın cogito ’sındaki, bilen özneden hareketle Tanrının, dış dünyanın varlığını kanıtlamaya çalışmasına karşı çıkar. Her şeyi tamamen ruh ve beden olarak iki töze indirgemesini doğru bulmaz. Buradan hareketle Descartes’ın hiçbir zaman ruh ve bedenin etkileşimini ve dış dünyanın varlığını yeterince açıklayamadığını savunur. Öte yandan Kant, İngiliz deneycilerinin zihni, sadece edilgen bir şekilde izlenimlerden ve deneyden kaynaklanan verileri alan bir şey olarak tanımlamalarına da karşıdır.

Kant, eserlerinde zihin kavramını değil, akıl kavramını kullanır. Kant akıldan söz ederken söylediklerine zihin felsefesi açısından bakılmalı, akıl, zihin kavramının karşılığı olarak görülmelidir.

Aklın deneye hiçbir şekilde başvurmadan işlemesine dayanan bilimler, eğer gerçekten bir bilim olacaklarsa kavramların çözümlenmesinden öte, bilgimize yeni bazı eklemeler de yapmalı, bilgimizi genişletmelidirler. Kant’ın ifadesiyle söylenirse, “sentetik” olmalı ve “deneyden ve hatta bütün duyu uyaranlarından bağımsız” (a priori) yargılar vermelidirler. Kant, bu türden yargılara, “sentetik (a priori)” yargılar adını veriyor. Eğer metafizik, bir bilim olacaksa bu türden “sentetik a priori” yargılar üretebilen bilimleri örnek almalıdır. Saf doğa bilimi ve saf matematik, bu tür yargılar kullanır. “Saf aklın ödevi” olarak ortaya konan sorun, sentetik (a priori) yargıları kullanarak iş gören bilimlerin kendilerinin nasıl olanaklı oldukları sorusunu da doğurur. Sentetik (a priori) yargılara ilişkin soru dört alt soruya ayrılır:

  1. Saf matematik nasıl olanaklıdır?
  2. Saf doğa bilimi nasıl olanaklıdır?
  3. Genellikle metafizik nasıl olanaklıdır?
  4. Bilim olarak metafizik nasıl olanaklıdır?

Bu sorular, insan bilgisinin, deney alanından başlayarak saf bilgilere kadar uzanan yolunu aydınlatmayı amaçlar. Bu dört sorudan ilk ikisinin yanıtı, insanın zihin yapısının bir bütün olarak ortaya konması anlamına gelir. Üçüncü sorunun yanıtlanması, insanın bilme isteğinin ürünlerinden biri olan metafiziğin, insanın doğasına gömülü köklerinin aydınlatılmasına götürür. Dördüncü sorunun yanıtıysa metafiziğin, yüzyıllardır yürüdüğü yoldan, nasıl döndürülebileceğini gösterir.

Kant’a göre, deneye ilişkin bilgileri ortaya koyabilmemiz, zihnimizin iki kaynağından gelir. Birinci aşamada, kendinde şeyler tarafından uyarılan duyusallığımızın oluşturduğu tasarımlarla bir nesne bize verilir, ikinci aşamadaysa bu tasarım (verilmiş nesnenin tasarımı) belirli bir ilişki içinde düşünülür. Kant’a göre anlama yetisinin saf kavramları, görüden ya da duyusallıktan gelmez, düşünmeye ve anlama yetisine aittirler.

Kantçı zihin tasarımının ilk iki öğesi, dış dünya ile nasıl ilişkiye geçtiğimizi anlatır. Ne var ki insan, yalnızca dünyanın içinde yaşayan bir varlık değildir. İnsan, sahip olduğu zihnin yapısına uygun olarak, salt dünya içinde, salt fiziksel dünya için yaşayan bir varlık değildir. Dünya insan zihnine sığabilecek kadar büyük değildir. Bu noktada Kantçı zihin anlayışının üçüncü öğesi karşımıza çıkar: Akıl. Bu noktada açıklanması gereken önemli bir bağlam söz konusudur. Kant için Akıl sözcüğü, bir yandan belirli bir zihinsel yetiye, dünyayı kendisine yeterli bulmayan yetiye karşılık gelir. Diğer yandan da dünya ile ilişkili yetiye, anlama yetisine karşılık gelir. Akıl sözcüğü üçüncü olarak dünya ile sınırlı zihin yetisi olan anlama yetisi ve dünyayı kendine yeterli bulmayan aklın birleşimi olan bütünlük için kullanılır. Dolayısıyla Kantçı zihin anlayışı hem tek tek yetilere, hem de bu yetilerin bütünlüğüne karşılık gelir.

Deneye ilişkin yasalara dayanarak, görünüşlerin çeşitliliğini kavramlar aracılığıyla birleştirmenin, anlama yetisinin işi olması gibi, deneye ilişkin bütün anlama yetisi etkinliklerinin birliğini sistematik kılmak da aklın işidir. Aklın bu işlevi, aklın saf kavramlarının üretimini sağlar. Kant saf akıl kavramlarına “transendental ideler” adını verir. Böylelikle akıl da “ideleri üreten yeti”nin adı olur. Kant, transendental idelerin, üç sınıf oluşturduğu sonucuna varır: “Bunlardan birincisi düşünen öznenin mutlak (koşulsuz) birliğini, ikincisi görünüş koşulları dizisinin mutlak birliğini, üçüncüsü de genel olarak düşüncenin bütün nesneleri koşulunun mutlak birliğini içerir.”

Kant için “Ben” gerçeklikten yoksun, yalnızca bilgi için gerekli (a priori) bir durumdur. Kant’a göre “düşünmek yargı vermekle aynı şeydir,” yani sentetik bir edim yoluyla birleşmekle aynı şeydir. Dolayısıyla farklı tarzlarda düşünmek zorunlu olarak farklı tarzlarda yargı vermeye, yani birleşmeye karşılık gelecektir. Böylece, bilimlerden kategorilere, kategorilerden de onların “aracı” olan “Ben”e, ve “Ben düşünüyorum”dan özneye, yani kendiliğindenliği bu birleşmelerde ortaya konan “Ben”e varılır. Kant’a göre, düşünmenin kalıcı öznesi yalnızca mantıksal bir öznedir, ama biz bu özneyi gerçek özne olarak düşünme eğilimindeyizdir. Bizim bu özneyi görü yoluyla kavramamız imkânsızdır, çünkü her görüleme gerçekte duyum yaşantısına karşılık gelir. Dolayısıyla onu bilemeyiz, çünkü bir şeyi bilmek her zaman için kesinlikle olanaklı görülere sahip olmaktır. Dolayısıyla özne deneyimlenmez, yalnızca kabul edilir.


Bahar Dönemi Dönem Sonu Sınavı
25 Mayıs 2024 Cumartesi