XVII. Yüzyıl Türk Edebiyatı Dersi 4. Ünite Özet

Sebk-İ Hindi Ve Naili

Giriş

Giriş Anadoluda XVII. yüzyıl başlarında görülmeye başlayan Sebk-i Hindî, Türk edebiyatında rağbet görmüş ve bu üslupla eser veren şairler yetişmiştir. Bu ünitede, Sebk-i Hindî üslubunun ortaya çıkışı, Türk edebiyatına yansıması, özellikleri ve önemli temsilcisi Nailî ele alınacaktır.

Sebk-i Hindî

Sebk ve Hindî kelimelerinin tamlamasından oluşan Sebk-i Hindî tamlaması, “Hint üslubu, Hint tarzı, Hint yolu” anlamına gelmektedir.

İran, Hindistan, Afganistan, Türkiye, Azerbaycan ve Tacikistan gibi ülkelerin edebiyatlarında birkaç asır etkisini göstermiş bir üslup olan Sebk-i Hindî, daha önceki dönemlerin üsluplarında kullanılan çoğu unsuru da içerdiği için ne zaman başladığı ve ilk temsilcilerinin kimler olduğu konusunda farklı görüşler ortaya çıkmıştır. Üslubun adlandırılmasında etkili olduğu coğrafi bölgelere ve şehirlere göre adlandırma yoluna gidilmiş, bunlar içinden en çok benimsenen Sebk-i Hindî olmuştur.

İran ve Hindistan arasındaki tarihsel ilişkiler, Safeviler dönemindeki Şiilik anlayışının dışlayıcı tutumu, Hindistan’daki Hint ve Türk yöneticilerin başta şiir olmak üzere güzel sanatlara yaklaşımı Sebk-i Hindî’nin gelişimini etkileyen sebepler arasındadır.

Hint ve İran kültürlerinin karışımı neticesinde şairler tarafından Farsça şiirler yazılmıştır. XIII. yüzyıldan itibaren Fars edebiyatı, Hindistan’da ürünler vermeye başlamış olsa da Fars edebiyatı, Hindistan’daki altın çağını Türk hanedanlarının egemenliğinde yaşamıştır.

Safeviler döneminde yöneticilerin, Şiiliğin aşırı yorumunu benimseyerek diğer mezheplere mensup şairlere ilgi göstermemeleri Sebk-i Hindî’nin oluşmasının en önemli sebebidir. Bunun sonucunda şairlerin kendileriyle daha fazla ilgilenen Hindistan’daki Türk hükümdarlarının muhitlerine göç etmesine neden olmuştur.

Sebk-i Hindî İran Kolu, Isfahan Kolu ve İf-rati Kol olarak üç ayrı koldan gelişmiştir.

İran Kolu, İran’da ortaya çıkmış, İran ve Hindistan’da yayılmış bir üsluptur. Temelinde İran’da Sebk-i Vuku denilen üslup vardır. Üslubun temsilcileri, şiirin günlük hayat çıkarımlarından faydalanması ve bütüncül bir aşk ile mutlak bir sevgiliden yararlanması fikrindedirler. Tarzın önemli isimleri Hindistan’da Urfî ve Nazirî; İran’da ise Muhteşem ve Şifayî’dir.

Isfahan Kolu, İran’dan Hindistan’a göçen şairlerce oluşturulmuştur. Bu kol, karışık ve müphem ifadelerde aşırılığa kaçmadan aşk konusunu daha heveskâr ve sevgiliyi daha soyut anlatımla değerlendirmiştir. İsfahan kolun en önemli temsilcileri Urfî ve Saib’dir.

İfrati Kolu ise Hindistan’da yetişmiş şairlerce oluşturulmuştur. Tarzın en belirgin özellikleri; Aşırı hayalcilik ve mazmunlarda derinleşmedir. Şah Cihan zamanında Celal Esir tarafından geliştirilmiş ve Şevket-i Buharî, Bîdil-i Dehlevî gibi şairler tarafından devam ettirilmiştir. İfrati kolunun Türk edebiyatını daha çok etkilediği kabul edilmektedir.

Bu üslubun Hindistan’da bu tarzda gelişmesinde şairlerin yanı sıra Hint-Türk hükümdarlığının da rolü büyüktür. İran’da Safevilerin dönemde şair ve edipler üzerinde dinî ve siyasi yönden çok büyük baskılar olmuş ve bu baskılardan sonucunda pek çok şair ve edip İran’dan kaçarak Hindistan’a gitmiştir.

Hindistan’daki Hint-Türk hükümdarları, devlet adamları ve hatta pek çok varlıklı kişi bu şair ve ediplere kapılarını ardına kadar açmış ve dönemin pek çok şairini de bu bölgeye çekmesine vesile olmuşlardır. Şairlerin buradaki kültür ve edebiyatla tanışıp kaynaşması sonucunda edebiyatta yeni bir tarz, yeni bir üslup orta ya çıkmıştır.

Türk Edebiyatına Etkisine bakıldığında, Hint üslubunun Türk edebiyatına tesirinden bahseden ilk ismin Fuat Köprülü olduğu kabul edilir. Bugün Sebk-i Hindî temsilcisi olarak kabul edilen şairler için tezkirelerde belirtilenler; onların şiirlerinde ince hayaller ve yeni mazmunların olduğu, bu mazmunların derin anlamlar taşıdığı, İranlı şairlerle olan ilişkileri ve onlardan etkilendikleri gibi bilgilerden mütevellittir.

Tarzın Türk edebiyatına etkisi XVII. yüzyılda itibaren etkisini gösterir. Bunda da Nailî, Fehim, Nefî ve Nabî’nin rolü vardır. Fuat Köprülü, bu üslubun tesirinin, özellikle XVIII. Asırda Şevket ve Saib’in etkisiyle iki kol hâlinde yayıldığını belirtmektedir. Nedîm ve Şeyh Galip üzerinde Şevket’in; Nabî, Koca Ragıp Paşa ve takipçilerinin üzerinde ise Saib’in etkisi olduğunu söyler.

Sebk-i Hindî’nin Türk edebiyatında etkili olmasında bu üslubun İran, Afganistan ve Hindistan’da egemen olan Türk asıllı yöneticilerin himayesinde gelişmesinin de payı vardır. Nitekim Babür, Hümayun ve Ekber Şah gibi kendileri de birer sanatçı olan padişahların, sanatçıları desteklemek suretiyle şiir ve nesrin gelişmesindeki katkılarının büyük olduğu bilinmektedir. Bilhassa Ekber Şah döneminde Feyzî, Urfî, Nazirî ve Zuhurî gibi Sebk-i Hindî’nin büyük şairleri yetişmiştir.

Sebk-i Hindî, Türk şairleri arasında büyük bir rağbet gör mesine rağmen İran şairleri tarafından zamanla terk edilmiş, Hindistan’dan gelen yabancı bir tarz olarak değerlendirilmiştir. Bunun sebebi olarak, edebiyatta geriye dönüşe (bâzgeşt-i edebî) yönelen İranlı şair ve ediplerin, kendi tarzları ile Hindistan ve Afganistan şairlerinin tarzları arasında fark olduğunu kabul etmeleri ve onları hakîr görmeleri gösterilir. Bununla birlikte bu üslubun Fars asıllı İran şairlerinin ruhuna ve edebî zevkine hitap etmediğini, bu sebeple de daha sonraları onlar arasında rağbet görmediğini düşünmek de mümkündür.

Sebk-i Hindî, XVII. yüzyıldan itibaren Anadolu’da gelişen Türk edebiyatını da etkilemiştir. Türk şairlerini en çok etkileyen ve örnek alınan şairler Saib-i Tebrizî, Şevket-i Buharî, Urfî-yi Şi razî, Talib-i Amulî ve Kelîm-i Kâşanî’dir. Bu üslubun divan şiirindeki en önemli temsilcileri olarak da XVII. yüzyılda Nailî, Neşatî ve Fehim-i Kadîm; XVIII. yüzyılda ise Şeyh Galip sayılabilir.

Sebk-i Hindî’nin Özelliklerini ele alırken, hangi edebî üslup ve akımda olursa olsun şiirin temelinde söz ve anlam olduğu görülmektedir. Arap edebiyatında genellikle söz güzelliğine önem verilirken İran edebiyatında dönem dönem sözün veya anlamın ön planda yer aldığı görülmektedir. Bu üslupta önemli olan nokta; hayallerde incelik, anlam derinliği, fazla sözden kaçınmak, alışılmamış benzetmeler ve mazmunlar, ruhi çırpınışlar, ruh tezatları, tasavvufun bunlarla kaynaşması ve süslü bir anlatımdır. Bu yüzden bazı beyitler muamma hâline girer ve anlatılmak istenen fikirler sisler arasında kalır.

Hint üslubunun temsilcileri genellikle toplumun orta sınıfından insanlardır. Mevlevilik, birçoğunun ortak paydasıdır. Hint üslubunun XVII. yüzyılda yetişen temsilcilerinde görülen bu müştereklikler ve şiirlerinde belirginleşen ortak özellikler; Anlam Özellikleri (Hayal, İçe Dönüklük ve Istırap, Yeni Mazmun, Tasavvuf, Mübalağa, Tezat), Dil Özellikleri (Dilde İncelik, Yeni Kelimeler ve Tamlamalar).

Anlam Özelliklerine bakıldığında Sebk-i Hindî’de diğer üsluplara göre daha girift bir anlam söz konusudur. Bu giriftlik ise anlamdaki derinlik ve genişlikten kaynaklanmaktadır. Sebk-i Hindî şiirinin İranlı en büyük üstadlarından biri olan Şevket, şiirde anlamın bir hasırın telleri gibi örülmüş, iç içe geçmiş, girift olması gerektiğini söyler. Tarzın üslubundaki bu anlam derinliği ve giriftliği çoğu zaman, anlaşılması zor ifadeler ortaya çıkarmıştır.

Hayal, Sebk-i Hindî şiirinde anlam bu derece genişleyip derinleştikçe önem kazanan unsurdur. Zira anlam derine indikçe gerçeğin anlatılması sınırlı kalmış ve yeterli olmamaya başlamıştır. İşte bu noktadan sonra hayal unsurları devreye girmiş ve böylece de şiirde muhayyile kuvvet kazanmıştır. Anlamdaki giriftlik muhayyilede de kendisini göstermektedir. Bilhassa soyut hayaller daha fazladır. Bu hayaller insanın iç dünyası ile içinde yaşadığı dış dünya arasında kurulan ilişkiler aracılığıyla ortaya çıkmıştır. Dolayısıyla soyut kavramların somut kavramlarla birleştirilmesi söz konusu olmuştur. Bu da insan mantığını zorlamış ve bu şekilde kurulan hayallerin insan zihninde canlandırılması da zorlaşmıştır.

İçe Dönüklük ve Istırap konusunun önemli olduğu bu üslupta, yaşanılan çevreden ve günlük hayattan uzaklaşılmış; insanın dış dünyasından çok, iç dünyasına yönenilmiştir. Şiirde derinleşen, genişleyen ve giriftleşen mananın altında insan ruhunun ıstırabı ortaya çıkmaktadır. Sebk-i Hindî şiirinin konusu ıstıraptır. Istırabın verdiği acı ve üzüntüler, bu üzüntülerden dolayı insan ruhunun çırpınışları ve çalkantıları hemen hemen bütün Sebk-i Hindî şairlerinin rağbet ettikleri ve şiirlerinde inceden inceye işledikleri konulardır. Şiirde yoğun bir şekilde karamsarlık havası hissedilmektedir. Muhtemelen dönemin hayat şartlarından kaynaklanan birtakım güçlükler, sıkıntılar ve üzüntüler, karamsarlığı Sebk-i Hindî’nin bir parçası hâline getirmiş; hayatını sıkıntısız, rahat bir şekilde geçiren şairlerin bile şiirlerinde bu unsuru kullanmalarına sebep olmuştur.

Yeni Mazmun konusunda, Hint üslubundaki anlam derinliği ve hayal enginliği eskiden beri kullanılagelen mazmunları yetersiz kıldığı söylenebilir. Şiirin konusu değişip insan ruhunun derinliklerine inildikçe, muhayyile genişledikçe yeni mazmunlara ihtiyaç duyulmuştur. Böylece şairler ya eskiden kullanılmış olan mazmunları biraz daha geliştirerek farklı boyutlara taşımışlar ya da yeni mazmunlar arayıp bulmuşlardır.

Tasavvuf, şiirde çok geniş bir şekilde yer alan, Hint üslubunun en önemli özelliklerinden biridir. Şairler, ruhlarındaki ıstırap, acı ve çalkantıları dindirmek için çareyi tasavvufa sığınmakta bulmuşlar ve bu sebeple de şiirlerinde tasavvuf sembolizmini kullanmışlardır. Öyle ki bazı beyitlere tasavvufun dışın da bir anlam vermek mümkün olmamaktadır. Sanatkârlar, açıkça söylemekten çekindikleri, rahatlıkla ifade edemedikleri, doğrudan söylemeyi sakıncalı gör dükleri pek çok konuyu tasavvuf terimleri içinde ifade etmişlerdir. Ancak, tasavvufu amaç olarak görmemişler, sadece söylemek istediklerini daha rahat ifade edebilmek için bir araç olarak kullanmışlardır. Mısralar arasındaki tasavvufi örüntüyü çözmek bazen mümkün olduğu hâlde çoğu zaman oldukça zordur. Bunun için bazı işaretler bulmak, bazı tasavvuf terimlerini çok iyi bilip onlardan yola çıkmak gerekir.

Mübalağa, Hint tarzında önemli bir yer tutar. Aslında mübalağa, edebiyatta eskiden beri kullanılan bir edebî sanattır. Ancak Sebk-i Hindî’de bunun daha fazla önem kazanması, mübalağanın hem derecesinin artmasından hem de çok fazla kullanılmasından kaynaklanmaktadır. İnsan mantığını zorlayan hayal genişliği ve sınırsızlığı, şairlerin mübalağa sanatını çok kullanmalarına sebep olmuştur. Hayalî unsurların mübalağalı bir şekilde anlatılması, insan zihnindeki müphemliği daha da fazlalaştırmış, Sebk-i Hindî şiirini büsbütün anlaşılmaz hâle getirmiştir.

Tezat Sebk-i Hindî şairlerinin, mübalağa sanatının yanı sıra en çok kullandıkları sanatlardan biridir. Hint üslubunun insan mantığını zorlayan, şaşırtan özelliğinin diğer bir yönü olarak tezat kullanımıyla, şiirde birbirinin zıddı olan anlamlar ve mazmunlar ortaya çıkmıştır.

Sebk-i Hindî şiirinde mübalağa ve tezat sanatının yanı sıra istiare, hüsn-i talil, telmih gibi anlama dayalı edebî sanatların daha sık kullanılmasıyla sözün az, anlamın yoğun olması sağlanmıştır.

Dil özelliklerine baktığımızda, mananın çok büyük önem kazandığı Sebk-i Hindî şiirinde sözün ikinci planda kaldığı görülmektedir. Hint üslubunun sözle ilgili özellikleri hakkında şunları söylemek mümkündür:

Dilde incelik özelliği Hint tarzı şiirlerde önemlidir. Dil; ince, nazik ve süslüdür.

Yeni kelimeler ve tamlamalar özelliğine baktığımızda, dilde de kelimelerde bir kifayetsizlik ortaya çıkmış ve yeni kelimeler arayıp bulmak gerekmiştir. Bunun için de şairler ya o zamana kadar hiç kullanılmamış yeni kelimeler bulmuşlar ya da halkın günlük konuşmasında yer alıp şiirde kullanılmayan kelime ve deyimleri şiire sokmuşlardır.

Yeni hayalleri dillendirmek için şairler zincirleme tamlamalar kullanmayı tercih etmişlerdir. Özellikle Farsça kelimelerle yapılan zincirleme tamlamalar çok kullanılmıştır.

Nailî

Kaynaklarda “Pîrîzade” olarak da söz edilen Nailî’nin İstanbul’da 1608-1611 yılları arasında doğduğu tahmin edilmektedir. Eserlerinden, iyi tahsil gördüğü, Farsça’yı iyi bildiği anlaşılan Nailî, eğitiminden sonra kâtip olmuştur. Köprülüzade Fazıl Ahmet Paşa’nın gazabına uğrayarak İstanbul’dan uzaklaştırılmasının ardından affedilmiş ve 1665’te İstanbul’a dönmüştür. İstanbul’a döndükten yaklaşık bir yıl sonra 1666 yılında 55-60 yaşlarında iken ölmüştür.

Şairliği ele alındığında, Nâilî’nin VII. yüzyılda yenilik arayışlarıyla dikkati çeken şairlerden olduğu görülmektedir. Nailî’nin edebî kişiliğinin bileşenleri şu sözcüklerden oluşur: Gazel, Sebk-i Hindî, ıstırab ve tasavvuf.

Nailî daha çok, gazel şairi olarak tanınsa da diğer nazım biçimleriyle yazdığı şiirler de dikkati çeker. Nailî’nin gazelleri onun edebî şahsiyetini en iyi yansıtan şiirleridir. Gazellerinin büyük bir kısmı tasavvufidir. Sebk-i Hindî Nailî’nin, yenilik arayan XVII. asır şairleri arasında diğerlerinden daha belirgin bir farklılık ortaya koymasını sağlamıştır. Derin ve girift anlam, insan mantığını zorlayan hayaller, daha önce kullanılmamış mazmunlar, ıstırap, tasavvufun ruhu olgunlaştıran engin sükûneti ve kendisinin bu sükûnete erememekteki üzüntüsü, anlaşılması zor zincirleme tamlamalar, az sözle çok şey anlatma gayreti, yeni kelimelerle zenginleştirilmiş ince ve süslü dil zevki onun şiirlerindeki genel özelliklerdir.

Bestelenmeye son derece müsait ve bugün için bile kolayca anlaşılan musammatlarıyla Türk şiirinin ilk şarkı şairi kabul edilen Nailî’nin müseddeslerinden üçü, onun bütün şiirlerinin özeti gibidir. Bu şiirlerde şairin aşamadığı ihtirasları, acıları, umutsuzlukları, dünyaya bağlılığı, tasavvufta ilerleyememenin üzüntüsü anlatılmıştır.

Nailî’nin Hint üslubunun da etkisiyle geliştirdiği şiir dili, söyleyiş biçimi başta Neşatî ve Şehrî olmak üzere çağdaşları tarafından takdirle karşılanır.

Eseri bölümünde, Nailî’nin bugünkü bilgilere göre, bilinen tek eseri mürettep divanı olduğu görülmektedir. Divanı-ı Nailî, ilk defa Mısır Bulak Matbaasında basılmıştır (1253).

Nailinin gazellerinden örnekler bölümünden örnek1 incelendiğinde:

  • Kûyundan o şûhun dil-i rüsvâ ile geçdik
    Her hatvede bin şekve-i bî-câ ile geçdik

Nesre çeviri: O şûhun kûyundan dil-i rüsvâ ile geçdik; her hatvede bin şekve-i bî-câ ile geçdik.
hatve : adım
şekve : şikâyet, hoşnutsuzluk

Diliçi çeviri: O uçarı güzelin bulunduğu yerden rüsva gönül ile geçtik; her adımda bin yersiz şikâyet ile geçtik. Divan şiirinde âşık, kendisini biraz rezil ve rüsva gösterir. “Dil-i rüsva” tamlaması bu anlayışın ürünüdür. Gönül kişileştirilmiştir. Sevgili sadece “şuh” sıfatıyla anılmıştır.

  • Cemşîd-i Sikender-menişiz câm ile gûyâ
    Kim bahr-ı gamı hücre-i mînâ ile geçdik

Nesre çeviri: Câm ile gûyâ Cemşîd-i Sikender-menişiz; kim bahr-ı gamı hücre-i mînâ ile geçdik.
meniş : huy, tabiat, yaradılış
hücre : göz, odacık
minâ : şarap şişesi, cam; liman

Diliçi çeviri: Kadeh ile sanki İskender tabiatlı Cemşidiz; çünkü gam denizini camdan kayıkla geçtik. Cemşit, edebiyatta şarabın mucidi olarak bilinir. Cem’in ünlü kadehinin adı da Cam-ı Cem’dir. Üünlü hükümdar, mitolojik kahraman İskender’in de aynası meşhurdur: Ayine-i İskender. Bu ayna tasavvufta, gönüldür. Gam, denize benzetilmiştir. Deniz gemiyle geçilir. “Hücre-i mina” gam denizinde gemi işlevi üstlenmiştir. Tasavvufi boyutlarıyla beyitte; üzüntülerden gönül aydınlığıyla kurtulan bir insan anlatılmaktadır.

  • Dil verdiğimiz yâra nigâh-ı gazabından
    Tasrîhe mecâl olmadı imâ ile geçdik

Nesre çeviri: Yâra dil verdiğimiz, nigâh-ı gazabından tasrihe mecâl olmadı, imâ ile geçdik.
nigâh : bakış
gazab : kızgınlık, hiddet, öfke
tasrîh : açıklama, açıklığa kavuşturma
mecâl : güç, kuvvet, takat; imkân

Diliçi çeviri: Sevgiliye gönül verdiğimizi, öfkeli bakışından dolayı açıklamaya imkân olmadı, ima ile geçtik.
Beyitte, söz söylemeye mecali olmadığı için söyleyeceklerini ima ile geçen âşık tipi tanımlanmış.

  • Mestâne nukûş-ı sûver-i âleme bakdık
    Her birini bir özge temâşâ ile geçdik

Nesre çeviri: Nukûş-ı sûver-i âleme mestâne baktık; her birini bir özge temâşâ ile geçdik.
nukûş : nakışlar, izler
sûver : suret, görünüş
mestâne : sarhoşça, sarhoş olarak
temâşâ : bakıp görme, gezme

Diliçi çeviri: Âlemin görüntüsündeki süslere sarhoşça baktık; her birini bir özge temaşa ile geçtik.
Divan şiirinde tabiatı ve gerçeği algılayış “mestane” bir bakışla gerçekleşir. “Nukuş-ı sûver-i âlem” divan şairinin dış dünyaya bakışını ifade eder. Tabiat, gerçekliğinden soyutlanan tabiat “özge temaşa” edilir.

  • Çok fâris-i mülk-i sühanı Nâilî’yâ biz
    Rehvâr-ı girân-cünbiş-i ma’nâ ile geçdik

Nesre çeviri: Nailîyâ biz çok fâris-i mülk-i suhanı rehvâr-ı girân-cünbiş-i ma‘nâ ile geçdik.
fâris : atlı, binici; Şiraz
sühan : söz
rehvâr : atın sarsmadan yürüyüşü, rahvan
girân : ağır, sert
cünbiş : hareket

Diliçi çeviri: Ey Nailî! Biz çok söz ülkesinin binicisini mananın ağır hareket eden rahvan atıyla geçtik.
Nailî bu beytinde kendisini söz ülkesinin binicileriyle, ima yoluyla Şirazlı Fars şairleriyle mukayese eder. “Geçtik” sözcüğünün ilerleme, öne geçme anlamını kullanır. İkinci mısra çok soyut: “Mananın yavaş hareket eden atı” ifadesi “geçtik” kelimesiyle bütünlük kazanır. Beyitte Sebk-i Hindî’nin anlamı söze tercih eden anlayış söz vardır.


Bahar Dönemi Dönem Sonu Sınavı
25 Mayıs 2024 Cumartesi