Tanzimat Dönemi Türk Edebiyatı 2 Dersi 2. Ünite Özet

Tanzimat Dönemi Türk Edebiyatında Hikaye Ve Roman-Iı (İkinci Kuşak)

Giriş

Tanzimat Dönemi Türk edebiyatının ikinci kuşağı hikâye ve roman türünün birbirinden ayrılmasında ve Batılı bir çehre kazanmasında etkili olur. Bunda birinci kuşaktan beri örnek alınan Fransız edebiyatını daha iyi okumanın ve tanımanın yanında, Türk edebiyatının Batı tarzı edebiyat ürünleri ortaya koymada belirli bir deneyim kazanmış olması önemli rol oynar. İkinci kuşakla birlikte Türk edebiyatında hikâye ve roman türlerinde realist eserler verilmeye başlanır. Bunda yazarların konularını yaşanan hayattan almaları ve gözleme dayanan eserler yazmaları etkili olur.

Tanzimat Dönemi Türk Edebiyatının İkinci Kuşağının Hikâye ve Romanlarının Genel Özellikleri

Tanzimat Dönemi Türk edebiyatının ikinci kuşak hikâye ve romancıları Recaizâde Mahmut Ekrem ve Sami Paşazâde Sezai’dir. Bu yazarların kaleminde hikâye ve roman, Batılı anlatım tekniklerine daha uygun bir yapı kazanır. Şiirde olduğu gibi hikâye ve romanda da sosyal faydanın yerini sanat endişesi almaya başlar. Yalnızca olaylar dizisini anlatmak yerine, özellikle Sami Paşazâde Sezai’nin kaleminde karakter sentezleyici, insanı sosyal çevresi ve psikolojik yönüyle değerlendiren, insan-mekân ilişkisine yer veren ve belirli bir başarıya ulaşan hikâye ve romanlar ortaya çıkar. Böylece birinci kuşağa göre daha incelmiş zevke seslenen, edebî değeri yüksek hikâye ve romanlar okuyucusunu bulmaya başlar.

İkinci kuşak mensupları hikâye ve roman türünün daha başarılı ve güçlü ürünlerini ortaya koymuşlardır. Sayıca az da olsa nitelikli eserler yayımlamışlardır. Geliştirmeye çalıştıkları roman tekniği ve üslubuyla Servet-i Fünun romanına zemin hazırlamışlardır.

İkinci kuşak hikâye ve romancıları, toplumsal sorunlara daha problematik yaklaşmaya çalışırlar. Kültürel kimliğe ve değerler sistemine bağlılıkla değerler sisteminden kopmuşluk, toplumuna ve kültürel kimliğine yabancılaşmışlık arasındaki çatışma (alaturka-alafranga çatışması), kızların eğitim durumları, cariyelik ve köleliğin sorgulanmaya başlanması, görücü usulüyle evlilik gibi konular bu yazarların kaleminde daha geniş ifade alanı bulur. Toplumu ilgilendiren bu tür konularda yazarlar, yer yer dramatik fondan ve mizah ögesinden yararlanarak okuyucular üzerinde etki yaratabilecek romanlar yazarlar. Birinci kuşağın aksine bu kuşakta asıl konuya daha çok odaklanılır.

Tanzimat edebiyatının birinci kuşağında kimi zaman karşılaşılan ders verme veya bir dünya görüşünü, ideolojiyi merkeze alma endişesi bu kuşak yazarlarında pek görülmez. Toplumsal yapıyı belirleyen ögelerin etkileri, halkın hayat anlayışında kendini gösterecek biçimde bu dönemin hikâye ve romanlarında yer almaya başlar. Ülkenin içinde bulunduğu ekonomik güçlükler, üretmeden tüketmek gibi problemler roman kişilerinin açmazlarına dönüşür.

Birinci kuşağın toplumcu anlayışına karşılık ikinci kuşak bireysel anlayışa bağlanır ve bireysel konuları öne alır. Dikkatini toplumun içerisinde yaşayan birey üzerinde toplar.

Bireyi kuşatan toplumsal baskı, gelenek, esaret, evlilikte aile büyüklerinin belirleyiciliği, yanlış Batılılaşma gibi bir birçok konu ve problem birey merkeze alınarak anlatılır. Yenileşme hareketlerine bağlı olarak resim kültürünün gelişmesi, mekân ve insan betimlemelerindeki başarıyı giderek artırır.

Hikâye ve roman kişileri, soyut birer varlık olmaktan çıkarak çevreyle, nesnelerle ilişkilendirilir. Dış dünya kimi zaman onların bakış açısıyla anlam kazanır.

Hikâye ve romana güzellik katmak için kullanılan, olay örgüsüyle ve kişilerle doğrudan ilişkisi olmayan betimlemeler, yerini hikâye ve roman kişilerinin psikolojik dünyalarıyla ilişkili olan betimlemelere, olay örgüsüyle bütünlenen mekân tanıtımlarına bırakmaya başlar. Bu da yazılan hikâye ve romanların daha gerçekçi olmasına, insanı ve yaşanan hayatı daha başarılı yansıtmasına zemin hazırlar.

Bu dönemde ilk dönem romanlarının olay merkezli gelişmesinden fazla kopmadan karakter sentezleyici eserlere doğru geçilir. Hikâye ve roman kişilerinin iç dünyaları, mekâna ve dış görünüşlerine yansır. Bu da hikâye ve romana belirli bir derinlik kazandırır.

Romanlardaki dramatik aksiyona olaylardan çok esaret, kadın hakları, kıskançlık, masumiyet, özentili yaşayışların yarattığı yıkımlar gibi konular yön vermeye başlar. Bu yaklaşım, yazılan hikâye ve romanların insan ve toplum gerçekliğini daha iyi kavramasına zemin hazırlar.

Karakter ve tip oluşturmada genellikle başarılı bir çizgi izlenir. Roman kişileri dönemin sosyal hayatına, modalarına, eğitim ve kültürel yapısına uygunluk gösterecek şekilde kimlik kazanır. Bu da dönemin yazarlarının toplumu gözlemlemede ve ondan hareketle karakter ve tip oluşturmada belirli bir başarıyı yakaladığını gösterir.

Birinci kuşağın romantizmden kaynaklanan anlayışa bağlı hikâye ve roman yazmasına karşılık ikinci kuşak daha çok realist anlayışa yaklaşır. Bu tutum onların eserlerine yansır. Çizdikleri tip ve karakterler, ele aldıkları konu ve problemler gerçekçiliğe bağlı yahut gerçekçiliğe yaklaşan nitelikler taşır.

Recaizâde Mahmut Ekrem’in Hikâye ve Romanları

Recaizâde Mahmut Ekrem Tanzimat edebiyatının ikinci kuşağının öne çıkan temsilcilerinden biridir. Başta Batı edebiyatı olmak üzere çeşitli kaynaklardan beslenmiştir.

Recaizâde Mahmut Ekrem’in hikâye ve roman üzerine görüşleri

Recaizâde Mahmut Ekrem, henüz Türk edebiyatında hikâye ve roman farkının yeterince tartışılmadığı, ayrımının gereğince yapılmadığı bir dönemde hikâye ile roman konusunda bazı görüşler getirir, bu iki türün birbirinden farklı yanlarına dikkat çeker. Romanı “büyük hikâye”, hikâyeyi ise “ufak hikâye” şeklinde adlandırır. Resim düşüncesinden hareketle romanı büyük bir tabloya, hikâyeyi ise minyatüre benzetir. Ona göre roman yazarı kişileri belirler, taslağı oluşturur ve taslak üzerinde çalışarak romanını yazar. Hikâyede ise taslak olmaz, üzerinde tekrar tekrar çalışılamaz. Bu sebeple hikâye yazmak daha güç değilse bile daha naziktir. İlerleyen yıllarda, Recâizade’nin teklif ettiği “ufak hikâye” yerine hikâye, “büyük hikâye” yerine ise roman kelimesi kabul görür.

Recaizâde Mahmut Ekrem’in Hikâye ve Romanları

Recaizâde Mahmut Ekrem’in iki roman ve iki hikâyesi bulunmaktadır. Romanları, Saime ve Araba Sevdası; hikâyeleri ise Muhsin Bey yahut Şairliğin Hazin Bir Neticesi ve Şemsa’ dır. Bunlardan Saime evlilik ve çocuk yetiştirme; Muhsin Bey yahut Şairliğin Hazin Bir Neticesi romantik bir aşk; Şemsa, evlatlık alınan küçük bir çocuğun ölümü; Araba Sevdası ise yanlış Batılılaşma ve özentili hayat üzerine kurulur.

Saime , aslında hikâyeden çok roman formuna yaklaşmaktadır. Recaizâde Mahmut Ekrem’in ilk roman denemesi olarak kabul edilebilir. Eser dağınık yapısı, belirli kişilerle belirli bir konu üzerinde odaklanamaması sebebiyle bütünlükten uzaktır. Eserde Ahmet Midhat Efendi’nin Felatun Bey ile Râkım Efendi romanında uyguladığı çift zincirli olay örgüsü ve dönüşümlü anlatım uygulanmaya çalışılmıştır. Olay örgüsünün dokusu gevşektir ve kişiler arası ilişkiler ağı kurulamamıştır. Fakat yazarın yarattığı merak ögesi, eseri okunur hâle getirir.

Eser Sadık Efendi ile Saadet Hanım’ın, kızları Saime’nin dünyaya gelmesinden sonra değişen yaşamını anlatır. Saime babaannesine bağlı bir çocuk olarak yetişir ve buna bağlı olarak şımartılması anne babasını endişelendirir. Saadet Hanım merdivenlerden yuvarlanıp ölünce, üvey anne arayışı hikâyeye Binnaz Hanım’ı sokar.

Hikâyenin ikinci kısmında Saime adeta unutulup Binnaz Hanım, yetişme tarzı, onun aile çevresi gibi konular dile getirilir. Fakat ilk ve ikinci bölümde ele alınan bu farklı hikâyeler romanda nedense birleştirilemeden bırakılmıştır. Eser bu nedenle tamamlanmamış izlenimi uyandıran bir sonla bitmektedir.

Recaizâde Mahmut Ekrem’in diğer bir eseri Muhsin Bey yahut Şairliğin Hazin Bir Neticesi’ dir. Recaizâde, Batı edebiyatında örneklerine sıkça rastlanan romantik eserlerin bir benzerini yerli dekor içinde Türk edebiyatına kazandırmaya çalışmıştır. Eserde Dilara ve Muhsin adlı iki gencin sonu ölümle biten hazin öyküsü anlatılır. Genç kızlığa geçiş döneminde Muhsin Bey’e aşık olan Dilara aşkını şiirler, mektuplar ve davranışlarıyla anlatmaya çalışır. Muhsin Bey onun aşkını anlayamayınca Dilara hastalanıp ölür. Dilara’nın ölümünden sonra Muhsin Bey’de ona karşı romantik ve kuvvetli bir aşk duygusu belirir. Bu duygu ve yaşadığı pişmanlık sonunda onu da hayattan koparıp ölüme sürükler.

Recaizâde Mahmut Ekrem’in Şemsa hikâyesi konusunu yaşanmış bir hayat sahnesinden alır. Bu hikâyede küçük yaşta öksüz ve yetim kalıp Anadolu’dan getirilen bir kız çocuğunun evlatlık olarak verildiği evde kendisine karşı gösterilen ilgiye ve tedavi çabalarına rağmen yakalandığı hastalıktan kurtulamayarak ölmesi konu edinilir.

Romantik ögelerle örülü bu hikâyede aksiyondan çok, ben anlatıcının Şemsa’yı değerlendirişiyle karşılaşılır. Hikâyenin merkezinde yer alan Şemsa, olayların gelişiminde birinci dereceden rol almaz. Recaizâde Mahmut Ekrem, bu hikâye ile Türk edebiyatına yeni yeni girmeye başlayan çocuk sevgisini işlemek istemiştir.

Recaizade’nin yukarıda söz edilen üç eseri dil ve üslup bakımından zayıftır. Yazar, kimi zaman anlaşılması güç Arapça ve Farsça kelimelerle zincirleme terkiplere yer vermektedir.

Sami Paşazâde Sezai’nin Hikâye ve Romanları

Sami Paşazâde Sezai, Küçük Şeyler başlıklı bir kitapta topladığı hikâyeleri ve bir romanıyla Türk edebiyatında hikâye ve roman türlerinde önemli bir değişim ve gelişim sağlamaya çalışır. O, özellikle Küçük Şeyler başlıklı kitabında toplanan hikâyeleriyle Batı tarzı küçük hikâyenin yolunun açılmasında etkili olur. Yazar, bu kitapta yer alan hikâyeleriyle kendisinden sonra gelecek hikâyecileri de etkiler.

Az sayıda hikâye yazmış olmasına rağmen kısa hikâyenin Türk edebiyatında belirli bir form kazanmasını sağlayan başlıca yazarlardan biri Sami Paşazâde Sezai’dir. Diğeri ise Nabizâde Nâzım’dır. Bu iki kişi hikâye türünün romandan ayrılmasını sağlamış, Servet-i Fünuncuların daha da geliştireceği hikâye formunun yolu açmışlardır. Sosyal fayda, kıssadan hisse çıkarma, öğretici ve eğitici olma kaygısı gütmeden, sanat endişesiyle bireysel konuları işlemişlerdir.

Sami Paşazâde Sezai’nin Sergüzeşt adlı eseri roman türünün dikkate değer bir örneğidir. İkinci romanı Konak ise yarım kalmıştır.

Hikâyeleri

Sami Paşazâde Sezai, Türk edebiyatında küçük hikâyenin öncüsüdür. Hikâyeyi Batı tarzında başarılı örneklere kavuşturmuştur. Hikâye ilk defa onun sayesinde ahlaki, dinî, tasavvufi, hikemi, fikrî, ulvi, uhrevi bir mesaj taşımaktan çıkarak modern yapıya ulaşmıştır. Hikâyeyi ilk kez bağımsız bir tür olarak kabul eden de odur.

Sami Paşazâde Sezai, yazdığı hikâyeleri 1891’de Küçük Şeyler başlığı altında bir kitapta toplar. Kitap, bir ön sözle sekiz farklı metinden oluşur.

Sami Paşazâde Sezai, eserlerinde politik düşünceleri veya toplumun bir kesimini savunmak yoluna gitmemiştir. Bunun yerine bir veya birkaç kişinin belirli zaman dilimindeki kişisel serüvenini anlatmayı seçmiştir. Anlattığı kişilerin yaşadığı çevreyi, dış görünüşlerini ve iç dünyalarını yansıtmayı amaçlamıştır. Kişilerin yaşadığı çevre ve dış görünüşüyle iç dünyası arasındaki benzerlikleri yahut zıtlıkları gözleme dayanarak sergilemiştir.

Yazarının kısmen duygularını da karıştırdığı hikâyeleri, genellikle okuyucuda acıma duygusu uyandırır. Yazar, daha çok sıradan, küçük, ezilmiş, toplumda yer edinememiş romantik kişilerin gerçekçi hikâyelerini anlatır. Ahmet Midhat Efendi’nin kurgulanmış duygusu uyandıran kişilerine karşılık, onun hikâye kişileri hayatın içinde rastlanan, duyan, düşünen, sevinen ve acı çeken canlı bireylerdir. Bu hikâyelerde gündelik hayat, tüm sıradanlığıyla edebiyat eserinde yer tutmaya başlar. Ahmet Midhat Efendi ile Namık Kemal arasında bir üslup tutturmaya çalışan Sami Paşazâde Sezai, Namık Kemal’e daha yakın, sanatlı bir üslup kurar. Küçük Şeyler’ in dışında kalan hikâyeleri, anı ve makalelerinin de yer aldığı Rumuzu’l-Edep’ te toplanmıştır.

Sami Paşazâde Sezai, hikâyelerini Türk edebiyatında romantizmle realizmin ve natüralizmin karşılaştığı, büyük tartışmaların yaşanmaya başladığı yıllarda yazmaya koyulur. Romantizmden gelen etkiye açık olmakla birlikte daha çok realist anlayışa uygun hikâyeler yazar. Pandomima ve Düğün’ de romantizmle birlikte realist anlayıştan gelen etkiler görülür. Kediler ve Hiç hikâyeleri ise realizme bağlı kalınarak yazılır. O özellikle Pandomima, Düğün ve Kediler başta olmak üzere, hikâyeleri insanı kendi gerçekliği içerisinde sergiler.

Sami Paşazâde Sezai’nin Küçük Şeyler adlı kitabında ön söz durumundaki “Mukaddime”den sonra yer alan ilk hikâye Bu Büyük Adam Kimdir? adını taşır. Bu hikâyede bir çocuğun bakış açısıyla zaman zaman sokakta karşılaştığı ve uzaktan tanıdığı bir adama yüklediği anlamla gerçek arasındaki çelişkili durumu konu edinir.

Hiç’ te yirmi yaşında, ailesini geçindirmek için çalışan bir delikanlının hikâyesi anlatılır. Delikanlı, arkadaşlarının tanıştırdığı bir genç kızın tebessümüne vurulup onunla ilgili hayaller kurmaya başlamıştır. Tekrar karşılaştıklarında kız onunla alay etmiştir. Delikanlı kızın yüzüne dikkatle baktığında, üst dudağının kısa olması sebebiyle hep tebessüm ediyormuş gibi göründüğünü fark etmiş ve büyük bir hayal kırıklığına uğramıştır.

Kediler’ de karısı ve onun otuzdan fazla kedisiyle aynı evi paylaşmak zorunda kalan İtalyan besteci Rossini, sonunda evi terk eder. Hiç parası olmadığı için evine dönüp odasında yüksek sesle ağlamaya başladığında ise kedileri korkuttuğu için karısı tarafından azarlanır. Hikâye karakterlerin anlatımındaki canlılık ve kahramanın iç dünyasının çözümlenişiyle dikkat çeker.

İki Yüz Elli Kuruşa Bir Asır, Çamlıca’daki ağaçlık bir bölgede önce bir ağacın “teverrüm etmesi” sonucu yapraklarının dökülmesi, sonra ağaçların kesilerek satılması sonucu arazinin çölleşmesi anlatılır.

Düğün’ de devrin önemli problemlerinden biri olan esaret konusu işlenir. Evin genç beyi tarafından odalık olarak alınan halayık Dilsitan, genç beye gönülden bağlanır. Fakat Dilsitan’la üç yıl vakit geçiren Behçet Bey daha sonra kendi statüsüne uygun biriyle düğün hazırlıklarına başlar. Dilsitan yakalandığı veremle boğuşurken evin en uzak ve rutubetli odasına atılmış, orada son nefesini vermektedir. Bu hikâye ile cariyelerin kendileri için öngörülen çemberin dışına çıkamamaları, kendi hayatlarını düzenleyecek güce sahip olamamaları hikâyeleştirilir.

Mezar taşı yazısı anlamına gelen Bir Kitabe-i Seng-i Mezar, hikâyeden çok mensur şiiri andıran bir sayfalık küçük yazıdır. Yirmi yaşında veremden ölen Vuslat’ın mezarının ziyareti sırasında duyulan acıların dile getirilmesinden ve romantik duygulardan ibarettir.

Sami Paşazâde Sezai, Küçük Şeyler’ den sonra 1896-1898 yılları arasında yazdığı hikâyeleri Rumuzu’l-Edep adıyla kitaplaştırır. Kitapta sekiz hikâye bulunmaktadır. Bu hikâyeler gelenek, esirlik, Doğu ile Batı’nın aşk anlayışlarındaki fark, kadın eğitimi, tarafların denk olmadığı evlilik, düşmüş kadın, yoksulluk, OsmanlıYunan savaşı gibi konular üzerine kurulur.

Kitabın ilk hikâyesi olan O Büyük Siyah Gözler’ de bir çobanın cezbesine kapıldığı saf aşkı ile halkın meczup âşıkların hayatında mucize arayışı anlatılır. Mihriban’ da esaret konusu işlenir. Londra Hatıratından, hikâye ile hatıra türlerinin çakıştığı bir metindir. Doğulu insanın hayalci, Batılı insanın gerçekçi aşk anlayışlarını yansıtır.

Sami Paşazâde Sezai’nin hikâyelerinin özellikleri şöyle sıralanabilir:

• Kişilerin beden yapısıyla iç hayatları arasındaki ilgiyi kurmaya çalışır.

• Duyguları mimik ve jestlerle ifade etmeyi dener.

• Bir kişiye aynı cümleleri tekrarlatarak onun karakterini ya da düğüm teşkil eden ruh hâlini vermeye çalışır.

• Duyguları bazen bakış ve gülüşle anlatır.

• Kişinin manevi yapısını çevre ve eğitim yoluyla açıklar.

• Kişilerin mizacını ve kültürünü tanıtmak için giyimden faydalanır.

• Kesin çizgilerle ayrılmış zıt yaradılışta kişileri yan yana getirerek davranışlarının etkisini artırmak ister.

Sergüzeşt Romanı

Sami Paşazâde Sezai’nin Sergüzeşt romanı Türk edebiyatında kölelik konusunu ele alan eserlerin başında gelir. Kölelik/esaret, Sergüzeşt’ te asıl konu olarak ele alınmıştır.

Eserde küçük yaşta Kafkaslardan esir olarak getirilen Çerkez kızı Dilber’in İstanbul’da esir pazarında satılması, esir olarak gittiği konaklarda sürdürdüğü hayat ve Âsâf Paşa’nın konağında, onun oğlu Celâl Bey ile yaşadığı aşk konu edilir. Celâl Bey’in annesi Zehra Hanım bu aşkı öğrenince Dilber’i Mısır’daki birine satar. Arzusu dışında bir hayatı yaşamak zorunda kalan genç kız, kendisini Nil nehrinin sularına bırakarak intihar eder.

Sergüzeşt romanında kronolojik (zamandizinsel) bir düzenleme vardır. Olaylar, zincirleme bir düzen içerisinde gelişir ve sona bağlanır. Fakat bu zaman akışı, geniş bir zaman diliminin içine yayıldığı için arada büyük kopuşlar ve boşluklarla karşılaşılır. Anlatıcı, zamanın anlatımında sıkça atlamalara başvurur. Eser zamanın kullanılışı bakımından pek başarılı değildir.

Sergüzeşt romanında zamanın akışı ile birlikte mekâna ve mekâna ait ögelere de gerekli önem verilmiştir. Mekân sadece dekoratif bir unsur değildir. Mekânla roman kişilerinin psikolojileri arasında paralellikler kurulmuştur. Mekân, kahramanın yaşadığı an içindeki duygu ve düşünceleri üzerinde belirli bir etkiye sahiptir.

Romanda kapalı ve açık mekânlar önemli yer tutar. Bununla birlikte kapalı mekânlar açık mekânlara göre fazladır. Olayların daha çok kapalı mekânlarda geçmesi, ev ve aile içerisindeki çatışmaları daha iyi vermek içindir.

Sami Paşazâde Sezai, romanda hem kişilerinin anlatımında hem de karakter ve tip oluşturmada belirli bir başarı yakalamıştır. Roman kişileri, dönemin yaşama tarzına uygun özellikler taşır. Bütün bu özellikleriyle Sergüzeşt romanı, konu aldığı dönemin sosyal hayatını, yaşama biçimini ve insan tiplerini başarıyla yansıtma gücüne sahiptir.


Güz Dönemi Ara Sınavı
7 Aralık 2024 Cumartesi
v