Batı Edebiyatında Akımlar 2 Dersi 5. Ünite Özet

Varoluşçuluk

Giriş

Varoluşçuluk, geçtiğimiz yüzyılın etkisi en geniş ve güçlü felsefî ve edebî akımıydı. Temelde bir felsefî akım olmakla birlikte, önemli temsilcilerinin aynı zamanda edebiyatçı olmaları, edebiyatın felsefe yapmanın yolu olduğuna inanmaları ve bu akımı romanlarla ve oyunlarla tanıtmaları, akımın ilke ve niteliklerinin, diğer felsefî akımlarda görülmemiş bir hız ve yaygınlıkta edebiyat dünyası tarafından benimsenmesine yol açtı. Varoluşçuluk yalnızca romanlarda ele alınan nitelikleri yönünden değil; bu nitelikler romanın biçimine de etki ettiği için bir edebiyat akımı olarak kabul edilmiştir.

İnsanın özgürlüğü, seçimler yapmak zorunda olması, bu seçimlerle kendini inşa etmesi, başkalarına karşı sorumluluk duyması, edimlerinin sonuçlarına katlanması, tanrı ile ilişkisi ya da tanrının yokluğu durumunda insanın dünyadaki konumuna ilişkin yorumları, özellikle insanı derinlemesine ele almayı temel alan modern edebiyatın yakından ilgilendiği konulardır.

Varoluşçuluk ve Varoluş Üzerine Düşünmek

Çok genel bir tanım yaparsak, “insan varoluşunu temel alan, öznellikten hareket eden, insanı temelde özgürlük, bırakılmışlık, sorumluluk, bunaltı kavramlarıyla ilişkisi bakımından ele alan felsefe akımı” ve “1930’larda güçlenerek İkinci Dünya Savaşı yıllarında asıl gücüne ulaşmış, varoluşçu felsefeyi ve onun temel kavramlarını ele alan edebiyat akımı” olduğunu söyleyebiliriz.

Siyaseten en soldan en sağa gidebilen, kimi tanrıtanımaz kimi koyu Hıristiyan, kimi çok karamsar kimi görece iyimser, kimi eylemlilikten yanayken kimi içe dönük ve eylemsiz varoluşçuları görmek mümkündür.

Düşünceleriyle varoluşçuluğun babası sayılan Kierkegaard’a göre varoluş, bütün varolanlardan, bütün doğal ya da düşünsel olarak verilmiş varlık düzenlerinden ve varlık bağlarından sıyrılarak tek başına kalmayı, tanrı ya da hiçlik önünde yapayalnız olmayı göze alan insanın varoluşu demektir.

Kierkegaard varoluşçuluğun öncüsü iken, 19. Yüzyıl sonlarında Almanya’da Nietzsche ve Scheler, Fransa’da Bergson, Blondel gibi düşünürler varoluşçuluk düşüncesini geliştirirler. Birinci Dünya Savaşı ertesi ve İkinci Dünya Savaşı öncesinin bunalımlı yıllarında öğreti geniş bir yaygınlık kazanır.

Kierkegaard var olmanın bilmekten farklı bir şey olmasından hareket ederek varoluşu felsefenin merkezine koyar. Kierkegaard’da “kaygı” kavramının önemli bir yeri vardır. Kendi varoluşunu düşünen bir insanın dünyadaki yalnızlığı; belirsizlik, çelişki, mutlak iradeyle seçim yapma sorumluluğu karsısındaki kaygısı kaçınılmazdır.

Varoluş hareket noktası olmadığında Heidegger’in deyimiyle “otantik varoluş” gerçekleşmez. Kierkegaard’a göre varoluş tam olarak tanımlanamaz. Çünkü Sartre’ın da daha sonra söyleyeceği gibi “kendini gizler”. Sartre’da özgürlük kavramı tanrının olmayışından doğar. Tanrı olmadığına göre insan doğası diye bir şey olamaz.

Heidegger ve Varlık Kategorileri

Heidegger, varoluşçuluğun önemli kaynaklarından biri olan kitabı Varlık ve Zaman ’da, “insan” ya da “insan varlığı” demek yerine, varlığın dünyada oluşunu temsil eden “ Dasein ” kavramını kullanmıştır. Dasein, diğer varlıklardan farklı olarak kendi varoluşunu konu edinen insan varlığına işaret eder.

Sartre, varlığı, “l’être-pour-soi (kendisi-için-varlık)” ile “l’être-en-soi (kendisinde varlık)” olmak üzere iki kategoriye ayırır. Yalnızca kendisi için varlık önce var olur sonra ne olacaksa olur. Bu, Heidegger’in varoluşu kendisi için bir ilgi nesnesi olan Dasein kavramına çok yakındır.

Heidegger dünyada iki türlü temel varoluş şekli bulunduğunu öne sürer: 1. Var olmayı unutma durumu ya da 2. Var olmayı düşünme durumu . Varoluşun farkında olunan ve öznel zamanı oluşturan anlara Kierkegaard “varoluş anları” der. Burada varlık kendisini kuşatan dünyanın varoluşun üzerine örttüğü örtüleri kaldırır.

Canlılar arasında, sadece Dasein için, hayatın akışı ile bu hayatın biçimlenişi, üzerinde kafa yorulması, ilgilenilmesi gereken bir şeydir. Örneğin birer varlık olan gözlükler veya masalar zaten canlı değildir.

Dasein’ın varlığının kendisi için bir konu oluşturması, kendi varlığına bir anlam verme ve varoluşunu açıklama çabasını içerir. Bütün diğer varlıklardan farklı olarak Dasein kendi kendisini kurar ve varoluşunu sorgular. Kendi ‘varlık’ının olanaklılıklarını açığa çıkarır ve düzenler.

Varoluş Özden Önce Gelir: Varoluşun özden önce gelmesi ancak düşünen insan varlığı için geçerli olabilir. İnsan bilinçle diğer varlıklardan ve canlılardan ayrılır. Bir insan bir ev yapacağı zaman önce onun planını (öz) oluşturur ve evi bu plana göre inşa eder.

Varoluşun özden önce gelişine ilk değinen Kierkegaard’dır. Ona göre insan ne olmadığını seçer önce. Seçimler yaparak kendini (özünü) oluşturur. İnsan özgürdür, kendi seçimlerini kendisi yapar, bunu kaygılı varoluşundan ötürü nedensellik ilkesiyle belirlenmiş bir şekilde değil özgür iradesiyle yapar. Özgür olduğuna göre sorumludur da.

Sartre’a göre, insan, ancak kendini yaptığı gibi olacaktır. Buna göre insan doğası yoktur, zira onu tasarlayan bir tanrı yoktur. Herhangi bir insanın hayatı bir projedir: Tasarımı o hayatı yasayan kişi tarafından yapılmış bir proje. “Varoluş özden önce gelir.”

Özgürlük: Kierkegaard özgürlüğü dört temel anlamda kullanır. Bunlardan ilki zorlayıcı bir dış güçten muaf olmaktır. Kierkegaard için ikinci özgürlük, seçme özgürlüğü kavramıdır. Ona göre özgürlük keyfiyetten doğmaz. İçe dönerek düşünmekten, kaygıdan doğar.

Kierkegaard Kaygı Kavramı adlı eserinde “kendilik özgürlüktür” der. Kendi içine dönmek ve kendini bilmek özgürlüktür. Özgürlük kavramının dördüncü şekli ise İsa ve onun vahiyleridir. Eğer onun bağışlayıcılığı olmasaydı günahlar affedilmez ve özgürlüğün kötüye kullanımı ortadan kalkamazdı.

Kierkegaard, benlik özgürlüktür, derken kişinin kendini (ne olmadığını ve ne olduğunu) bilmesinin önemine dikkat çeker. Bu ilke, Sokrates’in “Kendini bil” sözüyle bağlantılıdır.

Sartre’a göre insan seçim yapmada ve kendi özünü istediği şekilde kurmakta özgürdür. İnsan, sanatla kendini var edebilir.

“Dostoyevski, Tanrı olmasaydı her şey mübah olurdu, diye yazmıştı. (İşte bu söz varoluşçuluğun çıkış noktasıdır.) Gerçekten de, Tanrı yoksa her şey mübahtır, hiçbir şey yasak değildir.

Simone de Beauvoir da Tanrının yokluğu fikrinin her şeyi mübah kıldığı fikrine karşı çıkar. İnsan yeryüzüne bırakıldığına göre eylemleri kesin ve mutlak bağlanmalar (engagements) dır; yabancı bir varlığın değil kendisinin eseri olan, zaferleri kadar başarısızlıkları da kendisine ait olan bir dünyanın sorumluluğunu taşır. Bir tanrı affedebilir, silebilir, telafi edebilir; fakat eğer tanrı yoksa insanın hatalarının telafisi yoktur.

Tanrı Öldü: Nietzsche’de Özgürlük Sorunu: Nietzsche, yeni değerlerin ortaya konması ve insanın kendini bu yolla bir ahlâka bağlaması konusunda özgürlük kavramına özel bir önem yükler. İnsan ancak özgür olarak kendisi olabilir, kendi ahlâkını kurabilir ve irade sergileyebilir. Püriten köklerine karşı bir tepki olarak ateizmi benimser ve “Tanrı öldü” sonucuna varır. Hıristiyan Tanrı’nın ölümü, Avrupa insanını evrensel bir hedef olmadan bırakır.

Ona göre ahlâkî değerlerde değişmez hiçbir şey yoktur. Var olan değerler yıkılarak yerine yenileri konmalıdır. Nietzsche Avrupa kültürünün değişmekte olduğuna dikkat çekerek, sürü ahlâkına bağlı devletlerin ikiyüzlü bir ahlâk anlayışını benimsediğini ve bunu bazı eski ve toplumca yüce kabul edilen değerlerle maskelemeye çalıştığını öne sürer.

Camus ve Özgürlük: Camus “öz olarak özgürlük” sorununu anlamsız bulur. Bunun tanrı sorununa bağlı olduğunu; bir insanın özgür olup olmadığını bilmenin, bir efendisi olup olamayacağının bilinmesini gerektirdiğini söyler. “Bildiğim tek özgürlük, düşünce ve eylem özgürlüğüdür” der. Ona göre saçma, insanın bütün ölümsüz özgürlük şanslarını sıfıra indirirken, ona eylem özgürlüğünü verir, onun etkinliğini arttırır.

Özgürlüğün Diğer Yüzü: Bırakılmışlık, Suçluluk, Tedirginlik, Kaygı: Özgürlük kulağa ilk aşamada bütünüyle olumlu bir şey gibi gelse de varoluşçu filozoflar onu üreten koşulları (bırakılmışlık, kaygı) ve ondan doğan sonuçları (suçluluk, tedirginlik, kaygı) ortaya koyarak özgürlükle bu kavramlar arasındaki nedenselliği vurgulamışlardır. Kierkegaard için özgür olan varlık zorunlu olarak kaygılıdır, Heidegger bunu varlığın temeline kaygı (angst)’yı yerleştirerek ifade eder, Sartre özgürlüğü sorumluluğa, onu da bunaltıya bağlar.

Kaygı kavramını en derinlikli işleyenlerden biri kuskusuz Kierkegaard’dır. Kaygı Kierkegaard için melankolinin ifadesi değildir. Kierkegaard’a göre kaygı özgürlüğün bir belirtisi ve doğal sonucudur. İnsan özgür olmasaydı yapacağı seçimler ve sonuçları için kaygı duymasına gerek kalmazdı.

Varoluş kaygısının tanımlanmasında Heidegger Kierkegaard’dan, Sartre da büyük ölçüde Heidegger’den yararlanır. Varoluşçulukta insan dünyaya bırakılmıştır, yalnız ve dayanaksızdır.

Dasein’ın varlık’ının olanaklılıklarını ve sınırlarını anlayabilme çabası, onu, kendi ‘varlık’ının dünya içindeki konumlanışı problemiyle yüz yüze bırakır. Bu noktada Heidegger “dünyaya düşmüşlük” kavramını kullanır. Heidegger, Dasein’ın ‘varlık’ının temeline tedirginlik ve tasa kavramlarını yerleştirir.

Varlığın zemini ‘hiçlik’tir. Varoluşun temelinde bu yüzden tasa vardır. İnsan kendi varlık-oluşsal olasılıklarının gerisindedir, varoluş suçluluğu içindedir. İnsanın ölümlü olduğunu bilmesi, varlığına ait özsel bir niteliktir, varoluşunun bir parçasıdır. Heidegger Dasein’ın varlığını “ölüme-doğru-oluş” şeklinde tarif eder. Ölümlülük tedirginliğin ve kaygının nedenlerindendir.

Sorumluluk: Varoluş özden önce geliyorsa, insan kim olduğundan sorumludur. Varoluşçuluk böylece, insanı olduğu ve olabileceği şeyin sahibi ve varlığının tek sorumlusu olarak konumlandırır. Sartre, insanın kendini seçerek ve her bir başka insanın tasarımını anlayarak evrenseli kurabileceğini düşünür.

İnsan yalnızca kendisinden değil bütün insanlıktan da sorumludur. Olmak istediğimiz kimseyi yaratırken, herkesin nasıl olması gerektiğini de tasarlarız. Sartre’a göre bireysel edimler bütün insanlığı bağlar. Gündelik yaşama ve “ötekiler”in içine fazlaca dalmak Heidegger’e göre varoluşu unutmak anlamına gelir. İnsanlar bunu varoluş kaygısını maskelemek için yaparlar.

Bunaltı: Sartre, “Bunaltı nedir” sorusuna varoluşçuların, “İnsanlık bunaltıdır” diye yanıt vereceğini söyler. Çünkü ona göre bağlanan ve yalnızca olmak istediği kimseyi değil bütün insanlığı seçen kişi, o derin ve tümel sorumluluk duygusundan kurtulamaz. Bu da insanı bunaltı, iç daralması gibi duygulara götürür. Bu bunaltı, yaşanmıyor gibi göründüğünde yalnızca maskelenmektedir ancak o zaman bile kendini gösterir.

İnsan bir başına bırakıldığı için ona yol gösterecek dini, tanrıyı ve her türlü dogmatik bilgiyi reddettiğinde varlığını kendisi seçer. Sartre’da özgürlük, sorumluluk ve bunaltının döngüsel bir yapısı vardır.

Sartre’a göre varoluş karşısında duyulan bunaltı insanı eylemsizliğe değil, tam tersine, eylemliliğe götürür. Sartre’ın varoluşçuluk felsefesinin özellikle ülkemizde aşırı bireyci bir akım olarak algılanması bu nedenle bir yanılgıdır.

Bunaltı sorumluluk duygusuna yani eyleme ve ahlâka dayanır. Sartre varoluşçuluğa yöneltilen bireycilik ve bunaltı felsefesi olma suçlamalarına cevap olarak varoluşçuluğun eyleme dayalı ve iyimser bir hümanist öğreti olduğunu savunur.

Saçma: Aslında “saçma” açıkladığımız bütün bu kavramların temelinde yer alır, çünkü insanın dünyada olması nedensiz ve anlamsız (saçma) olmasaydı ne özgürlük problemine, ne sorumluluğa, ne kaygıya gerek olurdu. “Saçma”, varoluşçulukta insanın dünyaya bırakılmışlığından ve uyumsuzluğundan doğan anlamsızlıkla eş anlamlı olarak kullanılmıştır.

Varoluşçular, saçma terimini anlamsız anlamında kullanırlar, bununla dünyanın ve yaşamın anlamsızlığını dile getirirler.

Cevizci, “saçma”yı, “varoluş felsefelerinde yaşamın anlamsızlığı, tutarsızlığı ve amaçsızlığı için kullanılan deyim” şeklinde açıklar. Kierkegaard ve Heidegger bu dünyadaki yabancılığı anlatmak için saçma terimini kullanırlar. Sartre onu evrenin anlamsızlığı olarak görür.

Sartre’a göre dünya, insanla uyumsuz bir yerdir ve insanın dünyaya karşı konumu fazladanlık tır. Bulantı, varlığın bu dünyayla karşılaştığında verdiği tepkidir.

“Doğmuş olduğumuz saçma ve ölecek olmamız saçmadır.” Sartre’a göre saçmadan kurtuluş yoktur, ölüm bile bunu sağlayamaz, çünkü ölümün kendisi de saçmadır.

Camus “Saçma’nın Uslamlaması” adlı denemesinde, yalnızca tek bir felsefî problem olduğunu, bunun da intihar olduğunu söyler. Ona göre yaşamın yaşamaya değer olup olmadığının sorgulanması, felsefenin temelindeki sorunun yanıtlanmasına karşılık gelir.

Camus, “saçma’”nın ne insan varlığında ne de dünyanın kendisinde olduğunu söyler. Saçma, bu ikisinin birbiriyle ilişkisinde doğar, bu ilişki uyumsuzluktur. Saçma’ya inanan insan için uyumsuzluktan, anlamsızlıktan sıyrılmak olanaksızdır. Bu noktada Tanrı düşüncesine yönelerek anlamsızlığı aşmaya çalışan Kierkegaard’ı eleştirir.

Uyumsuzluk teması Heidegger’de de karşımıza çıkar. Dünyaya yabancı ve uyumsuz Dasein dünyada kendini yuvasında hissetmez. Sartre’da dünyaya yabancı insanın dünyayla ve varoluşla yüzleşmesi bulantı vericidir. Camus, Sartre’ın “bulantı” dediği bu şeyin “saçma” olarak adlandırılabileceğini söyler.

Camus, “Sisifos Miti” adlı denemesinde, eski Yunan mitlerinden birini yeniden ele alarak, saçma düşüncesini bu hikaye çerçevesinde ifade etmeye çalışır.

Camus, tutarlı olan ender felsefî durumlardan birinin “başkaldırı” olduğunu söyler. Başkaldırı her saniyesinde dünyayı yeniden tartışma konusu eder. İntihar, içerdiği razı oluş dolayısıyla, başkaldırının tam tersidir. Camus “Başkaldıran İnsan” adlı denemesinde, başkaldırının bir şeye “hayır” derken bir şeye “evet” demek olduğunu söyler. Bu da insanı nihilizmden (hiççilikten) kurtarır.

Anlamsızlık, varoluşçuluktaki anlamıyla, varoluşun doğası gereğidir.

Edebiyatta Varoluşçuluk

Varoluşçuluk felsefesinin yaygınlığında ve etkisinde edebiyat eserlerinin rolü büyüktür. Albert Camus ve Simone de Beauvoir, edebiyatı “felsefe yapmanın aracı” olarak görürler. Camus, 1938’de Bulantı üzerine yazdığı değerlendirme yazısında “Roman, imgeye dönüşmüş felsefeden başka bir şey değildir” der.

Edebiyatta varoluşçuluk etkilerini açıklarken öncelikle aklımıza Jean-Paul Sartre gelir. Sartre bir düşünür olmasının yanında edebiyatçıydı da. Üstelik popüler bir isim ve siyasî aktivistti.

Varoluşçu edebiyatı Sartre’la başlatmak doğru olmaz. Dostoyevski’nin Yeraltından Notlar’ı pek çok eleştirmen tarafından “ilk varoluşçu roman” olarak görülür.

Marcel Proust Kayıp Zamanın İzinde (A la Recherche du Temps Perdu) başlıklı romanında Nietzsche’ye göndermeler yapar. Nietzsche hemen bütün varoluşçular için bir esin kaynağı olmuştur. Sartre’da onun açık etkilerini görürüz. Albert Camus erken yaşlarda Nietzsche’yi okumuş, özellikle de Tragedyanın Doğuşu başlıklı yapıtıyla ilgilenmiştir. André Malraux, Altenburg’un Ceviz Ağaçları (Les Noyers d’Altenburg) (1943) adlı yapıtında Nietzsche’den esinlenir, ona bir roman kişisi olarak yer verir.

Sartre 1938’de Bulantı (La Nausée)’yı yayımladığında büyük ilgi görür. Romanın kahramanı 35 yaşlarında, bekar ve yalnız yaşamakta olan Antoine Roquentin’dir. Sinekler (1943) adlı oyununda Oreste ile Jupiter arasındaki uzun konuşmada özgürlük konusu ele alınır. Gizli Oturum (Huit Close) (1944) adlı oyununda varoluşçu temaları işlemeye devam eder ve insanın sorumluluğuna dikkat çeker.

Simone de Beauvoir feminist düşünceyle varoluşçuluğu birleştirir. İkinci Cins adlı kitabında varoluşçuluğun belirsiz ve saçma bir dünya karşısında varoluşun anlamını çözmeye çalışan öznesinin eril bir özne, erkeğin varoluşunun da norm olduğunu yazar.

Albert Camus, akımın popülerleşmesinde en etkili olan yazarlardandır. Kendini varoluşçu olarak görmediğini söylese de Sisifos Söyleni (Le Mythe de Sisyphe) adını verdiği deneme kitabında “saçma”nın felsefesini yapar ve bütün eserlerinde bu felsefenin izi görülür.

Akımın etkilediği çağdaş yazarlardan bir diğeri Milan Kundera’dır. Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği adlı romanıyla büyük ün kazanan Kundera, Sovyet işgali sırasında Prag’da geçen romanında, varoluşa dair pek çok soruna yer verir.

İnsan ve varoluşunu, seçimlerini, varoluş sıkıntısını, kaygısını, ölüm karsısındaki konumunu romanlarında derinlemesine işleyen Dostoyevski, Franz Kafka, André Malraux, Miguel de Unamuno gibi yazarlar da doğrudan doğruya bu felsefî okula bağlanmış olmasalar da varoluşçu edebiyat içinde değerlendirilirler.

Varoluşçu Edebiyatın Özellikleri

Varoluşçu edebiyat varoluşçu felsefeyi temel alır. Buna bağlı olarak şu özellikleri gösterir: Varoluş, varoluşu fark etme, ölümlülük, insanın ölüm karşısındaki tutumu, toplumsal ahlâk, insanın kendi önerdiği ahlâk, tutarlılık, saçma/anlamsızlık/uyumsuzluk karşısında insan (saçma’nın kavranması ve onunla savaşma), seçimler, özgürlük ve sorumluluk gibi varoluşçu felsefenin temel kavramları bu eserlerde derinlemesine incelenir.

Varoluşçular için nesnel gerçeklik diye bir şey yoktu. Varoluşçuluk etkisinde yazılan edebî eserlerde öznel gerçeklik bireysel deneyimlerle verilir.

Varoluşçu edebiyat “içe bakış”ı çok kullandığı için merak unsuruna dayanan kurguyu ve olayı silikleştirir. Saçma, anlamsızlık, tutarsızlık yalnızca bir tema olarak görülmez eserlerde, aynı zamanda biçimi de etkiler. Kurgu karmaşık, kaotik, parçalı ve beklenmedik olabilir.

Özellikle şiirde varoluşçuluk sürrealizme karışır.

Türk Edebiyatında Varoluşçuluk

1946’da Tercüme Dergisinde varoluşçuluğu tanıtan bazı çeviriler yayımlanır. Özellikle 50’li yıllarda çeşitli dergilerde varoluşçuluk ve varoluşçu düşünür ve yazarlarla ilgili tartışmalar ve onlardan yapılan çeviriler görülür.

Ahmet Hamdi Tanpınar’ın 1949 tarihli romanı Huzur ’da varoluşçu felsefeye, özellikle Sartre’a göndermeler vardır.

Türk edebiyatında varoluşçu felsefeden en fazla etkilenen isim olarak Demir Özlü’yü gösterebiliriz. 1958 tarihli Bunaltı ve 1963 tarihli Soluma adlı öykü kitaplarında varoluşçu felsefenin etkisi gözlenebilir.

1.5.1959’da “ a ” dergisi “Varoluş Filozofları ve Varoluşçuluk” özel sayısını çıkarır. Dergide daha sonra da varoluşçulukla ilgili yazılar yayımlanır. Bu derginin yazarları arasında olan ve varoluşçuluktan etkilenenlerden biri Yusuf Atılgan’dır.

Varoluşçu düşünceden etkilenmiş bir diğer önemli yazar da Oğuz Atay’dır. 1972 tarihli ilk romanıTutunamayanlar’ın Selim’i varoluş kaygısı, yabancılaşma ve uyumsuzluk içindedir; kendini bilme (Kierkegaard’ı hatırlayalım), benlik, özgürlük konularında kendisiyle bitmeyen bir hesaplaşma içindedir.

Varoluşçuluğun Temsilcileri ve Eserleri

Varoluşçuluğun belli baslı temsilcileri ve eserleri şunlardır:

Soren Kierkegaard (1813-1855): Danimarkalı yazar, teolog, düşünür. Bazı eserleri: Baştan Çıkarıcının Günlüğü, Ya/Ya da, Korku ve Titreme, Kaygı Kavramı.

Martin Heidegger (1889-1976): Alman düşünür. Varoluşçuluk açısından temel bir eser olan Varlık ve Zaman , başta Sartre olmak üzere kendisinden sonraki varoluş filozoflarına kaynak olmuştur.

Jean-Paul Sartre (1905-1980): 1930’larda Kierkegaard ve Heidegger’den esinlenerek varoluşçuluğu sistemleştiren ve yaygınlaştıran Fransız düşünür ve edebiyatçı. Bazı eserleri: Varlık ve Hiçlik, Bulantı, Sinekler, Gizli Oturum, Duvar, İş İşten Geçti, Akıl Çağı, Edebiyat Nedir?, Sözcükler.

Simone de Beauvoir (1908-1986): Feminizm ve varoluşçuluğu birleştirmiş Fransız kadın yazar. Bazı eserleri: Konuk Kız, Başkalarının Kanı, Varoluşçuluk ve Ulusların Bilgeliği, İkinci Cins, Sessiz Bir Ölüm, Kadınlığımın Hikayesi.

Fyodor Mikhailovic Dostoyevski (1821-1881): Modernizmle ilişkili pek çok akımın ilham kaynağı olan Rus yazar. Yeraltından Notlar pek çok eleştirmence ilk büyük varoluşçu roman kabul edilir. Bazı eserleri: Ecinniler, Budala, Suç ve Ceza, Karamazof Kardesler, Kumarbaz.

Albert Camus (1913-1960): Cezayirli Fransız yazar, düşünür, gazeteci. 1957 Nobel Edebiyat Ödülü sahibi. Bazı eserleri: Yabancı, Veba, Düşüş, Mutlu Ölüm, Sisifos Miti, Başkaldıran İnsan.

Friendrich Nietzsche (1844-1900): Alman şair ve düşünür. Bazı eserleri: Trajedinin Doğuşu, Zamansız Düşünceler, Böyle Buyurdu Zerdüşt, Ecce Homo, İyinin ve Kötünün Ötesinde, Ahlakın Soykütüğü Üzerine.

Andre Malraux (1901-1976): Fransız romancısı ve eleştirmeni. Bazı eserleri: Kanton’da İsyan, Kâğıttan Aylar, Altenburg’un Ceviz Ağaçları, Sanat Psikolojisi.

Miguel de Unamuno (1864-1936): İspanyol şair, yazar ve düşünür. Bir Tutkunun Öyküsü, Yaman Adam, Ermiş ve Kurban.

Franz Kafka (1883-1924): Prag doğumlu yazar. Bazı eserleri: Köy Öğretmeni, Babaya Mektup, Dava, Şato, Dönüşüm.

Milan Kundera (1929- ) Brün (Çek Cumhuriyeti) doğumlu yazar. Bazı eserleri: Şaka, Gülünesi Aşklar, Gülüşün ve Unutuşun Kitabı, Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği, Kimlik, Roman Sanatı.


Güz Dönemi Ara Sınavı
7 Aralık 2024 Cumartesi
v