Uluslararası İlişkiler Kuramları 2 Dersi 8. Ünite Özet

Uluslararası İlişkilerde Ekonomi Politik Teoriler

Giriş

Ekonomi politik kavramı, politika ile ekonomi arasındaki etkileşimi teorik bir çerçevede açıklayan bir yaklaşımdır. iktisat disiplininin bilimsel bir çalışma alanı hâline gelmesi sürecinde başvurulan başlıca kavramlardan biri olan ekonomi politik, tarihte bugünkü iktisat kavramı yerine kullanılan bir kavram olarak karşımıza çıkmaktadır.

Uluslararası İlişkilerde Ekonomi Politik Teoriler ve Yaklaşımlar

Ekonomi politik kavramı, politika ile ekonomi arasındaki etkileşimi teorik bir çerçevede ele alan bir yaklaşımdır. Louis de Mayerne-Turquet ekonomi politik kavramını “devleti kuran vatandaşlara karşı egemen gücün görevleri” ile ilişkili olarak kullanmıştır. Kavram orijinal olarak 1600’lü yılların ilk yarısından itibaren bilim dünyasında kullanılmaya başlamıştır. İlk başlarda devletin vatandaşlarına karşı görevleri ile tanımlanan ekonomi politik kavramının zamanla devletin belli bir grubun çıkarlarını temsil ettiği eleştirisi karşısında, iktisadi sahadan, politiğin dışlandığı bir anlama kaydığı görülmektedir.

Uluslararası ilişkiler disiplini açısından ekonomi politik kavramı ekonomi ile politika arasındaki oldukça kompleks bir ilişki ağına işaret ettiğinden, kavramın kullanımı da pür ekonomist anlayıştan farklıdır. Ekonomi politikçi yazarlar devlet-piyasa etkileşimini, ekonomik kuruluşlar, çok uluslu şirketler, para politikaları, enerji krizleri vs. gibi aktörlerin ve sorunların rolü çerçevesinde incelemektedir.

Devlet merkezli ekonomi politik yaklaşımın öncülerinden olan Robert Gilpin’e göre devlet ve piyasalar olmadan ekonomi politik disiplini olmaz. Devletin gözardı edilmesi, salt fiyat mekanizmasının ve piyasa güçlerinin ekonomik aktiviteleri varsayımı, pür ekonomistlerin dünyası olur. Piyasaların gözardı edilmesi ve devletin ekonomik kaynakların bölüşümünü ve dağıtımını üstlendiği varsayımı ise pür politik bilimcilerin dünyası olur. Dolayısıyla ekonomi politik yaklaşım bu iki alan arasındaki ilişkiyi ortaya koyarak bir çalışma çatısı altında birleştiren bir disiplindir. Diğer yandan ekonomi politik disiplinine eleştirel yaklaşan Robert Cox ise uluslararası sistemin anlaşılabilmesi için devlet ve piyasa arasındaki etkileşimin ele alınması gerektiğini ileri sürmektedir. Cox’a göre bu ilişki görmezden gelinemeyecek türden bir ilişkidir.

Ekonomi politik yaklaşımın uluslararası alandaki önemli temsilcileri arasında yer ala Susan Strange ise ekonomi politiği devlet ve piyasalar arasında var olan interaktif etkilimi inceleyen bir bilim dalı olarak tanımlamaktadır. Önceki yıllarda bu ilişkinin doğrudan mı yoksa dolaylı bir ilişki mi olduğu tartışılsa da, 2000’li yıllara gelindiğinde ekonomi ile politika arasında doğrudan bir etkileşim olduğu genel olarak kabul görmüştür.

Ekonomi politik çalışmalar kapsamında devlet-piyasa etkileşimini, ekonomik kuruluşları, çok uluslu şirketleri, para politikalarını, enerji krizlerini aktörlerin ve sorunların rolü çerçevesinde incelemeye başlayan araştırmacılar olmuştur. Araştırmacılardan bir kısmı realist paradigmaya ve ekonomiyi tüm sistemin merkezine yerleştiren globalist ve Marksist teorilere alternatif bir ekonomi politik yaklaşım geliştirmeye çalışmışlardır. Geleneksel paradigmalara eleştirel bir yaklaşım olarak öne çıkan uluslararası ekonomi politik disiplin, global ekonomik ilişkiler ile politika arasındaki etkileşimin sosyolojik, kültürel, hukuksal, moral ve kurumsal düzeyde analiz edilmesi gerektiği tezini öne sürmüştür. Bu konuda öne çıkan isimlerden birisi de Josep Schumpeter’dir.

1980’li yıllara gelindiğinde yaşanan petrol krizi, Bretton woods sisteminin bozulması, Kuzey-Güney gibi ekonomi politik sorunlar, ekonomi, politika, zenginlik ve güvenlik arasındaki ilişkinin oldukça güçlü olduğunu göstermiş, uluslararası ilişkilerde yaşanan bu tartışmalar kendisine teorik bir yapılanma da çizmeye başlamıştır. Ancak bir süre sonra, farklı geleneklerden gelen ve farklı paradigmalardan olaya yaklaşan araştırmacıların politikaekonomi ilişkisine bakışının aynı olmadığı ortaya çıkmıştır. Özellikle sistem içerisinde devletin konumu temel tartışma konularından birisini oluşturmuştur. Üç ayrı ekolün ekonomi-politika ilişkisine ve etkileşimine farklı bakışı, aynı zamanda üç farklı ekonomi politik yaklaşımın ortaya çıkmasına neden olmuştur.

Çeşitli farklılıkları olsa da bu üç farklı yaklaşım belirli noktalarda ortaklaşmıştır. Üçü de ekonomi ile politika arasında bir etkileşim olduğunu ve bu etkileşimin uluslararası sistemde yapısal bir değişikliğe sebep olduğunu kabul etmektedir. Her üç yaklaşımda da ekonomi politik perspektif ekonominin stratejik öneminin, politika ve güvenlik politikalarını belirlemesi olarak tanımlanabileceği gibi, politik birimlerin ve devletlerin kendi davranışlarını, ekonomik temelli çıkarları için aktif ve bilinçli olarak kayıt altına almaları anlamında da tanımlanabilir. Diğer bir deyişle ekonomi temelli çıkarlar, doğrudan devletin güvenliğini, gücünü ve ulusal yaşam standartlarını etkileyen bir faktör olarak önemsenebileceği gibi, devleti diğer devletler arasında güçlü kılan bir unsur olarak da dikkate alınabilir. Son olarak her üç yaklaşımda da, devletler arasındaki ekonomik ilişkiler, uluslararası para politikaları, ticaret rejimleri, sermaye hareketleri, stratejik ham madde kaynakları ve devlet dışı ekonomik amaçlı kurulmuş örgüt ve şirketlerin faaliyetleri önemsenmektedir. Aşağıdaki bölümlerde bu paradigmalar daha detaylı bir şekilde ele alınmaktadır.

Liberal Uluslararası Ekonomi Politik Yaklaşım

Liberalizm klasik anlamda, devletin gücünün hukuksal olarak sınırlandırılmasını ve bireysel özgürlüklerin alanının genişletilmesini savunan bir yaklaşımdır. Hukukla güvence altına alınmış bireysel hakların, özgürlüklerin ve serbest piyasa koşullarının ulusal zenginliği artıracağını ileri sürmektedir. Politika ve ekonomi arasındaki ilişkiyi analiz eden uluslararası ekonomi politiğin (UEP) temel varsayımları da daha ziyade liberalizmin etkisi altında gelişme göstermiştir. Liberal yaklaşım ulusal anlamda devletin sınırlandırılmasını, aynı zamanda uluslararası ekonomi önündeki sınırların kaldırılmasını savunmaktadır. Bu sayede dünyada üretim ve refahın artacağı fikrini ileri sürmektedir.

Liberal felsefe tarihsel olarak belli amaç ve idealleri olan bir siyasal düşünce geleneğini temsil etmektedir. Siyasal anlamda eşitlik, rasyonellik ve özgürlük kavramları üzerine inşa edilen liberalizm, ekonomik alanda da siyasal iktidarın sınırlandırılması, mülkiyet özgürlüğü, serbest girişim ve serbest ticaret hakkı temelleri üzerine inşa edilmiştir.

UEP ile klasik liberal iktisatçılar veya liberal iktisatçılar arasında önemli farklılıklar bulunduğunun altını çizmek gerekir. UEP ekonomi biliminden etkilenmiş olsa da kesinlikle iktisadın bir alt dalı değildir. İktisatçılar ekonomik üretim ilişkileri ve karşılıklı mübadelenin yararları üzerinde dururken uluslararası ekonomi politikçiler ekonomideki gelişmelerin ve ekonomik ilişkilerin uluslararası alanda zenginliğin dağılımına ve özellikle politik süreçlere nasıl etki ettiğini önemser. İktisatçılar piyasaların kendi kendine işleyen bir düzen olduğunu savunurken uluslararası ekonomi politikçiler uluslararası ekonomik ilişkiler ile ulus devletin gücü, değerleri, otonomisi, ve politikası arasında tüm toplumsal yapıları etkileyecek bir ilişki olduğunu öne sürerler. Diğer yandan iktisatçılar, uluslararası ekonomik kuruluşları ve rejimleri açıklarken devletin, bu rejimlerin ve kurumların oluşturulmasında ve işleyişinde rolü olduğunu göz ardı etmektedir. Oysa uluslararası ekonomi politikçiler bu ilişkinin görmezden gelinemeyeceğini savunmaktadır.

Klasik liberallere göre ekonomi kendi kendine işleyecek bir takım mekanizmaları zaten doğal olarak bulundurur ve bu çerçevede devletin ekonomiye müdahalesi düzeni bozmaktan başka bir işe yaramaz. Smith’e göre ekonomi politik hem halkı hem de hükümdarı zenginleştirmenin sanatı ve bilimi olarak yöntem konusunda erkin iktisadi hayata müdahalesinin sınırlandırılmasını öne süren bir yaklaşımdır. Bu anlamda klasik iktisatçıların, çıkarlarını maksimize etmeye çalışan piyasa aktörlerinin ekonomideki fonksiyonlarını oldukça önemsedikleri görülmektedir. Smith’in ardılı birçok iktisatçı da benzer düşünceleri benimsemiştir. Birçok iktisatçı ilerleyen yıllarda da zenginlik ve güvenliği sağlamanın tek yolunun devletin rolünün ve gücünün hem ekonomi hem de siyasal alanda sınırlandırılması ile olacağını öne sürmüşlerdir.

1980 sonrası ise uluslararası ekonomik ilişkiler ve uluslararası politikanın niteliğinin değişmesiyle birlikte, hükümetlerin kontrolü dışında iletişim, ekonomi, teknoloji, kültür ve eğitim alanların yaşanan birçok gelişme, politika ve ekonomi arasındaki ayrımı vurgulayan teorilerin zayıflamasına ve ekonomi politiğin güçlenmesine yol açmıştır.

Keohane ve Nye’in karşılıklı bağımlılık yaklaşımı, uluslararası politikanın ekonomik ilişkilerden daha fazla etkilendiğini ve devletlerin dışında devlet olmayan aktörlerin uluslararası ilişkilerde ağırlığının arttığını öne sürmesi açısından liberal ekonomi politik perspektife kaynaklık etmektedir. Uluslararası ekonomi politikten hareketle ikili dünya politikasında devletler ve toplumlar arasında artan karşılıklı ilişkilerin uluslararası alanda savaşların ve güvenlik politikalarının uygulanabilirliğini azalttığını ileri sürmektedir. Devletler, karşılıklı bağımlılık dolayısıyla dış etkilere açık durumdadırlar. Bu etki ticari, ekonomik yardım, yatırım ilişkisi, kültürel etkileşim gibi farklı nedenlerden kaynaklanabilmektedir. Bu çerçevede devletler arasında böyle bir ilişkinin kurulmasında ekonomik ilişkilerin belirleyici bir etkiye sahip olduğunu öne sürmektedirler. Zira ekonomi ile politika arasında yapısal bir etkileşim olduğunu öne süren ekonomi politik perspektifte, ekonomik ilişkilerin ya da politik ilişkilerin birbiri üzerinde belirleyici bir etkiye sahip olduğu varsayılmaktadır.

Yapısalcı/Radikal Uluslararası Ekonomi Politik Yaklaşım

Liberalizmden sonra ekonomi politiğe etki eden bir diğer yaklaşım ise Globalizm, Bağımlılık Teorisi, Merkez-Çevre yaklaşımı, Marksist Teoriler, Dünya Sistemi Yaklaşımı gibi isimlerle de adlandırılan yapısalcı/radikal paradigmadır. Bu yazarların yoğunlaştığı ortak sorun “Niçin Asya’daki, Afrika’daki ve Latin Amerika’daki üçüncü dünya ülkelerinin gelişmediğidir” Yani bazı ülkeler gelişirken neden diğer devletlerin gelişmediği sorunsalı yapısalcı yaklaşımda tartışılmaktadır. Yapısalcıların önemli bir kısmı ekonomiyi alt yapı olarak ele alırken, dış politika dahil diğer tüm aktiviteleri ekonomik ilişki ve üretim tarzına bağlı oluşan üst yapılar olarak ele almıştır.

Yapısalcılara göre küreselleşme süreci, ekonomi ve politikada küresel bağımlı ilişkilerin kurulmasına yol açmıştır. Politikayı ve politik davranışları anlamak için ilk önce ekonomik sistemin işleyişini ortaya koymak gerekir. Diğer bir deyişle uluslararası ilişkilerde devletlerin davranışlarını yönlendiren olgu ekonomik çıkarlardır. Özellikle Marksist yazarlar devletleri, egemen sınıfın politik kontrolünün bir aracı olarak görmektedir. Marx ve Engels devleti hakim sınıfın çıkarlarını koruyan ve onun politik denetiminde olan yapay bir kurum olarak görmektedir.

Yapısalcı uluslararası ekonomik politik yaklaşımların ortak yanı kapitalist sistemin kendi içerisinde barındırdığı çelişkiler nedeniyle, toplumlar ve devletler arasında sömürü ilişkisine yol açtığını ileri sürmesidir. Kapitalist sistemin temel özelliği ekonomik birikim üzerine kurulu olmasıdır. Bu sistemde aşırı üretim, gelir adaletsizlikleri, deniz aşırı pazar ve hammadde arayışları, krizler ve savaşlar kaçınılmaz olarak görülmektedir. Nitekim Marx ve Engels kapitalist sistemin bu krizler nedeniyle çökeceğini öngörmüştür.

Radikal ekonomi politik perspektif Karl Marx oldukça önemli bir yere sahiptir. Marx, uluslararası ilişkiler üzerine sistemli bir çalışma yürütmemiş ancak onun sınıf çatışması tezi ve kapitalizm teorisi yapısal uluslararası ekonomik perspektiflerinin temel çalışma alanını oluşturmuştur. Marx, ekonomi politik perspektifi liberal ya da merkantalistlerden oldukça farklı bir şekilde yorumlamıştır. Marx tarafından kaleme alınan Kapital’in ikinci adı Ekonomi Politiğin Eleştirisi’dir. Marx kapitalizm dediği ekonomik sistemin tüm toplum üzerinde yapısal bir değişiklik yarattığını öne sürmüştür.

Marksist-Leninist literatür ekonomik üretim tarzının, ulusal ve uluslararası politikayı belirleyen güç olduğunu ileri sürmektedir. Tüm olayları ekonomik üretim tarzı ve ilişkileri ile açıklayan Marksist gelenek, uluslararası ekonomi politik teori içerisinde oldukça önemli bir yere sahiptir. Özellikle Marksistlerce geliştirilen emperyalizm teorisi, 1960 ve 1970’lerde ortaya çıkan bağımlılık teorisyenleri tarafından kabul edilerek geliştirilmişti.

Marksist literatür üretim sürecinin bir sonucu olarak oluşan sınıflar arasındaki ilişkinin, politik ve ekonomik düzenin oluşturulmasında temel belirleyici faktör olduğunu ileri sürmektedir. Marksist teori bir ülkede ekonomik üretim sisteminde yaşanan değişim ve dönüşümün sadece o ülkedeki kültürel, politik ve toplumsal koşulları etkileyen bir olay olarak kalmadığını, tüm dünyayı etkileyen bir boyuta sahip olduğunu ileri sürmekteydi. Marksist ekonomi politik anlayışta kar güdüsüyle hareket eden gelişmiş ülkelerin, kar marjını etkileyen en önemli faktörün başında ham madde kaynakları olduğunu vurgulamaktadır. Kar marjını artırmak isteyen kapitalist ülkelerin emperyalist bir politika izlemesi ham madde zengini az gelişmiş ülkelerdeki siyasal ve toplumsal yapının yeniden şekillenmesine yol açmaktadır.

Yapısal uluslararası ekonomi politikte önemli bir yere sahip olan emperyalizm teorisi Lenin tarafından ortaya konulmuştur. Ancak en detaylı çalışmalar John. A. Hobson tarafından yapılmıştır. Lenin’e göre gelişmiş sanayi ülkeleri ilk birikim aşamasından sonra, ellerindeki sermaye birikiminin bir kısmını azalan kazançlarını arttırmak için az gelişmiş ülkelere tekrar geri aktarmaktaydılar.

Lenin veya ekonomi politik yaklaşımlardan farklı olarak bağımlılık teorileri ise ekonomi politik teoriyi farklı bir çerçevede sunmaktadır. Bağımlılık teorisyenleri radikal Marksistlerden farklı olarak askeri ve politik emperyalizm üzerinde fazla durmazlar. Özellikle askeri işgal sonrası dönem üzerinde yoğunlaşmaktadırlar. Bağımlılık teorisyenlerinin temel dört eleştirisi aynı zamanda temel çalışma alanlarını oluşturmaktadır. Bunlar;

  • Gelişmiş ülkeler ile az gelişmiş ülkeler arasında bir merkez – çevre ilişkisi bulunmaktadır. Merkez ile çevre arasındaki ekonomik ve politik güç dağılımının asimetrik oluşu bu ilişkinin kurulmasına yol açmıştır.
  • Klasik ekonominin birçok prensibi, özellikle karşılaştırmalı üstünlükler teorisi çevre ülkelerin ekonomik gelişmelerine hiç bir katkı sağlamamıştır.
  • Merkez ülkeler kendilerine orantısız kazanç sağlayacak ticaret politikaları uygulamışlardır.
  • Çevre ülkelerde yer alan küçük bir varlıklı azınlığın yaptığı büyük harcamalar, ülke ekonomisinin gelişmesi için gerekli kritik yatırımlar olmayıp, tam aksine kötü olan ekonominin daha da kötüleşmesine yol açmıştır.

Bu dört eleştiri bağımlılık teorisyenleri tarafından gelişmemiş ülkelerin neden gelişmediğine yönelik getirdiği teorik analizlerin ana çerçevesini oluşturmaktadır. Daha sonra Galtung ve Wallerstein gibi yazarlar çeşitli katkılar yaparak bu yaklaşımı bir teori haline getirmişlerdir.

Galtung az gelişmişliği açıklarken bunun merkez olarak nitelendirdiği gelişmiş ülkelerin çevre olarak adlandırılan gelişmemiş ulusları sömürmesinden kaynaklandığını ileri sürmektedir.

Uluslararası Ekonomi Politik ve Merkantalizm

Merkantalizm kavramı ilk kez Adam Smith tarafından 1500-1700 arası ulusal ekonominin zenginleşmesini dış politika önceliği olarak kabul eden akımı eleştirmek için kullanılmıştır. Smith, merkantalizmin ticarette müdahaleci bir izlenmesi gerektiği prensibini eleştirmekteydi. Klasik liberaller komşuyu fakirleştirme politikasına dayanan merkantalizmin uluslararası alanda çatışma ve savaşlara yol açtığını varsaymıştı. Merkantalist düşüncenin temel varsayımları ise mamul madde ihracatını artırmak, ham maddelerin ihracatını azaltmak, yaşamsal olan ham maddenin dışında ithalatı yasaklamak ve böylece ticaret dengesini kendi lehine çevirmekti. Güçlü ulusal ekonomi ve hazineye, güvenlik ve gücün garantisi olarak bakılmaktaydı. Devletlerin gücü ellerindeki altın ve gümüş miktarı ile doğrudan orantılı idi. Tek taraflı ticari kazanç girişimleri gerektiğinde askeri güç yolu ile sağlama anlayışına dayanan merkantalizm, güçlü ve kendine yeterli ulusal ekonomi kurma felsefesi üzerine kurulmuştu. Merkantalistlere göre bağımsız politik bir güç olmanın yolu bağımsız ekonomik bir güç olmaktı. Merkantalistler devletin kendi piyasasını denetlemesini ve yabancıların ulusal piyasaya girişini kısıtlamasını önermekteydi.

Merkantalizm ülke hazinesinin güçlendirilmesi üzerine durmaktaydı. Bu durum savaş ve ilhak politikalarına meşruluk kazandırmaktaydı. Nitekim Avrupalı güçler Amerika ve Afrika kıtası başta olmak üzere bir çok bölgede doğrudan kolonileştirme politikası izlemiş ve işgal edilen ülkelerdeki zenginlikleri yağmalayarak kendi ülkelerine getirmekteydi. Sömürgeler üretilen mallar için pazar, ucuz iş gücü ve ham madde kaynakları anlamına gelmekteydi. Paul Kennedy ekonomik gelişmişliğin, devletin askeri kapasitesini ve savaşlardaki uzun süreli dayanıklılık gücünü doğrudan etkileyen bir unsur olduğunu ileri sürmekteydi.

Soğuk Savaş sonrası dönemde, merkantalist uygulamalar farklı şekillerde tekrar gündeme taşınmıştır. Neomerkantalistler özellikle serbest ticaret olgusu ve çok uluslu şirket yatırımları konusunda kötümser bir yaklaşıma sahiptir. Dolayısıyla yabancıların ülke ekonomisi üzerindeki gücünü sınırlandırma ve ulusal ekonomide faaliyet gösteren birimlerin dış rekabet karşısında desteklenmesi politikalarını desteklemektedirler. Merkantalistlere göre çok uluslu şirketler tarafından ulusal ekonomiye yapılan yatırımlar ulusal egemenliğe bir tehdit durumundadır. Hem gelişmiş hem de gelişmekte olan ülkelerde ulusal ekonomiyi koruma yönünde güçlü bir eğilim de bulunmaktadır.


Bahar Dönemi Dönem Sonu Sınavı
25 Mayıs 2024 Cumartesi