Toplumsal Değişme Kuramları Dersi 7. Ünite Özet

Osmanlı’Dan Cumhuriyet’E Toplumsal Değişme

Giriş

Batılılaşmak, Avrupalılaşmak, asrileşmek, muasırlaşmak, medenileşmek, sekülerleşmek ve modernleşmek gibi kavramları düşünce hayatımız içinde yaklaşık iki asırdır sıkça duyuyoruz. Aralarındaki farklılıklara rağmen, her biri ortak bir amaca hizmet etmek üzere kullanılıyor: 1789 yılında tahta çıkan 28. Osmanlı padişahı III. Selim ile başlayan ve onun halefleri tarafından sürdürülen ıslahatları kavramsallaştırmak için sıralanan kavramlara başvuruluyor. Islahat ve reform eş anlamlı kelimeler. Her ikisi de düzeltme demek. Yani bozulan düzeni tekrar eski haline getirme çabasını temsil ediyorlar. Osmanlı Devleti’nin kuruluşundan ömrünü tamamladığı zaman zarfına kadar geçen süre esas alındığında toplumsal değişme ile ilgili tartışmalar daha çok III. Selim döneminde başlayan ıslahatlar ile ilişkili bir biçimde ele alınır. Bir bakıma toplumsal değişmeye konu edilen zaman dilimi sadece III. Selim’in saltanatı döneminde başlattığı ve sonrasında devam ettirilen ıslahatlar ile sınırlandırılır.

Klasik Dönem Osmanlı Toplumsal Yapısı

Osmanlıların küçük bir beylik ile başlayan serüvenlerini imparatorluk kuracak denli güçlenerek sürdürebilmeleri inşa ettikleri düzenle yakından ilişkilidir. Bu düzenin merkezi unsuru hükümdardır. Halk ve ülkenin zengin kaynakları başta olmak üzere devletin bütün unsurları hükümdarın kudretini destekleme ve artırma işlevi üstlenmiştir. Dolayısıyla tüm toplumsal ve politik örgütlenmenin ve iktisadi faaliyetin bu amaca hizmet etmesi beklenir. Bu doğrultuda halk iki temel tabakaya ayrılmıştır. Bir yanda hükümdarın otoritesini temsil edenler yer alır. Bunlar yöneticiler, asker ve din adamlarıdır. Diğer yanda ise tebaa ya da reaya vardır. Hirfet; Osmanlı Devleti’nde kunduracılık, duvarcılık, demircilik, marangozluk, dokumacılık gibi küçük el sanatlarına verilen isimdir. Osmanlı Devleti’nde üç tür toprak vardır: Mülk toprakları, vakıf toprakları ve miri topraklar. Bunlar içinde en yaygını miri topraklardır.

Adalet Dairesi, Bir yönetim geleneği ya da ideolojisidir. Bu gelenekte adalet temel alınır ve adalet halkı yani reayayı zulümden korumak anlamında kullanılır. Adalet, köylüleri askerlerin taciz ve yağmasından korumak ya da vergi toplamakla görevli askerlerin halkı haraca bağlamasının önüne geçecek tedbirler almaktır.

Osmanlı Devleti’nin klasik düzeninin 1570’li yıllar ile birlikte bozulmaya başlaması aynı anda pek çok faktörün bir araya gelişi ile birlikte düşünülmelidir. Bu faktörler içinde belki de en önemlisi miri toprakların kullanım şeklinin ve vergi toplama sisteminin değişmesidir. Merkez ile çevre arasındaki ilişkileri düzenleyen ve bir kontrol mekanizması işlevi üstlenen sipahiler, söz konusu değişimin ana aktörü olarak öne çıkmaktadır. Klasik düzenin aşınmasında en belirleyici unsurlardan bir diğeri ateşli silahların kullanılmaya başlanması ve yaygınlaşmasıdır. Klasik sistemin aşınmasında belirleyici olan dördüncü faktör ise 15. ve 16. yüzyıllardaki nüfus artışı ve şehirleşmedir. Klasik düzenin sarsılması üzerinde tesir sahibi bir diğer etken artan savaş giderleridir. 16. Yüzyılın sonları ve 17. yüzyıl boyunca İran ve Avusturya ile uzun ve masraflı savaşlar yapılmıştır

Ayan; Osmanlılarda şehir ve kasabalarda devletle halk arasındaki ilişkileri düzenleyen kimselere verilen ad. Ayan, Osmanlı Devleti’nde de diğer devletlerde olduğu gibi çok geniş manada kullanılmıştır. Tarihi belgelerde voyvoda, mütesellim, muhassıl, mutasarrıf ve vali olarak görülen yerli hanedanlar aynı zamanda ayan, derebeyi veya mütegallibe tabirleriyle de ifade edilmişlerdir. Ayrıca molla, kadı, müftü, müderris, seyyid ve tarikat şeyhi gibi ilmiye mensupları, kethüdayeri ve yeniçeri serdan gibi kapıkulları ve bunların mazul emeklileri ve çocukları, kasapbaşı ve bakkalbaşı gibi esnafın önde gelenleri, zahireci, kuyumcu, sarraf, bezzaz ve çuhacı gibi tüccar ve mültezimler ayandan sayılmıştır (Mert, 1991, s. 195).

Islahatlar ve En Uzun Yüzyıl

III. Selim dönemi genellikle Osmanlı-Türk modernleşmesinin başlangıç aşaması olarak kabul edilir. Oysa bozulan düzeni iade etmek üzere 17. ve 18. yüzyıllarda çeşitli ıslahat teşebbüsleri ile karşılaşırız. Bu ıslahatların ortak noktası, bozulan düzeni kuvvete dayanarak iade etmektir. 18. yüzyıldan başlayarak ama özellikle 19. Yüzyılın ilk yarısında yapılan ıslahatlar ağırlıklı olarak bozulan askeri düzeni yeniden tesis etmeye yönelik teşebbüsler biçiminde karşımıza çıkar. Bu yıllar Osmanlı Devleti’nin hızla toprak kaybettiği bir döneme karşılık gelir. Tanzimat Fermanı ve Islahat Fermanı ıslahatların alanını genişletmeleri bakımından önceki teşebbüslerden açık bir biçimde farklılaşırlar. Buna karşılık aslında her iki ferman önceki ıslahat girişimleri ile yine de çok büyük bir benzerlik taşır. Söz konusu iki ferman ile Osmanlı gayrimüslimlerinin bağımsızlık taleplerinin önü alınmaya çalışılmıştır.

Tanzimat Fermanı 3 Kasım 1839’da Sultan Abdülmecid’in padişahlığı döneminde, sadrazam Mustafa Reşid Paşa tarafından yabancı devletlerin elçileri ve büyük bir halk kitlesi karşısında okunan bir belgedir. Ferman ile reaya ile devlet arasındaki ilişkilerin düzenlenmesine yönelik bir dizi ıslahat gündeme getirilmiştir.

Genç Osmanlılar, ilk olarak 1865 yılında İstanbul’da ‘İttifak-ı Hamiyet’ adlı gizli bir örgütün çatısı altında bir araya gelmişlerdir. Kurucuları genellikle hali vakti yerinde ailelerin çocuklarıdır. Bu cemiyet ile ilişkili isimlerin başında Ziya Paşa, Namık Kemal ve Ali Suavi gibi münevverler gelir. Genç Osmanlıların eleştirilerinin hedefinde saray değil Bâb-ı Ali yer alır. Bâb-ı Ali, onlar için sadece bir istibdat rejimi inşa ettiği için değil, Avrupa kültürünün en sathi, yani yüzeysel kısımlarını benimsediği için eleştirilmelidir. Genç Osmanlılar için öncelikli hedef anayasal bir yönetim modelinin benimsenmesidir. Bu sayede hem kanun hâkimiyeti sağlanabilecek hem de azınlıkların kendi devletlerini kurma arzularının önüne geçilebilecektir.

Şinasi, ilk gazeteci olarak kabul edilir. Bu yönüyle, aynı zamanda, Batılı fikirleri Osmanlı Devleti’nde taşıyan ilk isimdir. Onun şiirlerinden ve manzum eserlerinden arda kalan birkaç temel kavram var ise, kuşkusuz bunlar her şeyden önce ‘adalet’ ve ‘akıl’dır. Ona göre sıkı bir çalışma ahlakı ile terakki, yani ilerlemek mümkündür. Devlet ve halk arasındaki ilişkiyi ele alırken ise, Şinasi ‘halkın haklarının savunulması’nın gerekliliğinin altını çizer. Yani bir yönüyle liberal hürriyetlerin örtülü bir biçimde gerekliliğine dikkat çeker.

Namık Kemal, düşünce tarihimiz içinde herkes tarafından heyecanlı bir yurtsever, vatan ve hürriyet şairi olarak bilinir. O aynı zamanda istibdat yönetiminin gadrine ve zulmüne uğramış bir sürgündür. İdealleri uğruna hayatını feda etmiş ve bu yönüyle örnek alınması gereken bir şahsiyettir (Koçak, 2014, s. 244-245). Namık Kemal için, özetle, Batı siyaset teorisi ile İslam siyaset felsefesi birbiri ile uyumludur. Bu uyumu fark etmek çok önemlidir. Zira böylelikle Batı’dan alınacak kurum, kavram ve teoriler birer kopya ya da ithal nesne olmaktan kendiliğinden çıkıcaktır (Koçak, 2014, s. 248-249). Bu düşüncesi ile Namık Kemal, bir bakıma, söz konusu Batılı değer, kavram ve teorilerin Osmanlılar tarafından kullanımını meşrulaştırmış oluyordu.

Meşruti Monarşi; Hükümdarın ya da padişahın yetkilerinin yazılı bir anayasa ile tanımlandığı ve sınırlandığı bir yönetim biçimidir. Bu yönetim biçiminde iktidar padişah ile meclis tarafından paylaşılır.

Ali Suavi, Genç Osmanlılar hareketi içinde yoksul bir aileden geliyor olması bakımından istisnai bir yer işgal etmektedir. Hareketin diğer tüm fertleri görece varsıl ailelere mensuptur. Ali Suavi ise, Çankırı’dan İstanbul’a gelerek geçimini kağıtçılıkla sağlayan fakir bir babanın oğludur (Uçman, 1989, s. 445). Bu özelliği ile halka yakınlığı arasında şüphesiz sıkı bir bağ olmalıdır. Ali Suavi, tıpkı Namık Kemal gibi, İslamlıkla Batıcılık arasında bir çelişme değil; tersine birbirini tamamlama olduğu fikrindedir. Onun için İslamlık batıcılık için bir temel teşkil etmektedir.

Vahdet-i İmamet; Bu kavram, otoritenin birliği anlamına gelir ve Ali Suavi tarafından güçler ayrılığı ilkesine karşı olarak öne sürülmüştür. Ali Suavi’ye göre, yürütme hükme, hüküm fetvaya, fetva ise şeriat ve kanuna bağlıdır. Şeriat ve kanun dahi ezeli adalet ilkesine bağlıdır. İşte bu bağlılık zinciri vahdet-i imamet ilkesinin özünü oluşturmaktadır.

Jön Türkler

Jön Türklerin örgütlü bir hareket olarak ortaya çıkışları için kritik eşik 1889 tarihidir. 1889 yılında İttihad-i Osmanlı Cemiyeti bir grup tıp fakültesi öğrencisinin öncülüğünde kurulmuş ve kısa sürede dönemin yönetimine karşı önemli bir muhalefet odağı haline gelmiştir. İlk kez Mekteb-i Tıbbiye’de kurulan ve sonrasında hızla etkisi yayılan cemiyetin ilk mensuplarının köken itibariyle İstanbul dışından gelmiş olmaları dikkat çekicidir. Okumak amacıyla aileleri tarafından gönderilmiş bu gençler, taşra kökenlidir. Daha çok yerel eşrafın, çiftçi ailelerin ve hatta yeni oluşmakta olan Müslüman-Türk tüccarların oğullarıdırlar. Kemal Karpat, bu yeni ortaya çıkan taşra kökenli aydın grubunu, Osmanlı şehirlerindeki kültürel ve ekonomik yapının değiştiğinin bir işareti olarak görmektedir (Karpat, 2006, s. 62). Bu hareketin mensuplarının başlıca özelliği hem liberal ve anayasal düşüncelerden hem de kitaplarını gizlice okuyup tartıştıkları Genç Osmanlılar’ın görüşlerinden etkilenmiş olmalarıdır (Zürcher, 2010, s. 135). Jön Türklerin düşünce dünyasında ilk göze çarpan unsur, pozitivizm ve materyalizm gibi dönemin Avrupa’sının entelektüel muhitlerinde etkin olan iki paradigmanın etkisi altına girmiş olmalarıdır. Jön Türk düşüncesindeki bir başka temel unsur ve gerilim hattı ‘halk’a atfedilen değerde karşımıza çıkar. Kendilerini “içtimai tabib” olarak gören Jön Türkler toplumun ayrı bir zümresini teşkil ettiklerine inanıyorlardı.

Osmanlıcılık, din ve ırk farkı gözetmeksizin bütün unsurları Osmanlı kimliği etrafında bir arada tutma düşüncesidir. İslamcılık ise, Müslüman unsurları esas alarak Osmanlı birliğini sağlama hedefini temsil eder. Son olarak, Türkçülükte temel unsur Türklerdir. Bir başka deyişle, Türkçülük, Türklere dayalı bir Osmanlı birliği sağlama hedefinin adıdır.

Jön Türk hareketinin önde gelen lider figürleri arasında yer alan Ahmet Rıza Bey İstanbul doğumludur. Avusturyalı bir annenin oğlu olmanın onu Batı’ya her zaman daha açık bir kişi hale getirdiği söylenir. Ahmet Rıza Bey için pozitivizmin cazibesi iki ana fikirde karşılık bulmuştur. İlki bilime verdiği değerdir. İkincisi ise düzen ve ilerleme fikridir.

Pozitivizm; Araştırmalarını olgulara, deneylere, gerçeklere dayayan, fizikötesi açıklamaları teorik olarak ihtimal dışı ve yararsız gören Auguste Comte’un açtığı felsefe çığırıdır.

Ahmet Rıza’nın düşüncelerinin şekillenmesinde dönemin pozitivist akımlarının çok ciddi anlamda etkisi söz konusudur. Ahmet Rıza, özetle, bir pozitivisttir. Düzeni sarsmayan bir ilerleme fikrine sahiptir. Seçkincidir. Halkın bilimsel ilkeler doğrultusunda eğitilmesi gerekliliğinin altını çizer. Çalışmaya özel önem verir. Batı’nın üstünlüğünü kabul etmekle birlikte Osmanlı geleneğinin muhafaza edilmesi gerektiğini düşünür. Bir ihtilale dayalı dönüşümü tasvip etmez. İhtilal fikri onda yabancı müdahalesini çağrıştırmaktadır. Oysa o bir antiemperyalist olması itibariyle her türlü yabancı müdahalesine karşıdır.

Mizancı Murat Bey, Dağıstan doğumludur. Murat Bey 1886 yılında çıkarmaya başladığı Mizan ile düşünce hayatımız içinde kritik bir konum elde etmiştir. Bu konumdaki salınımlar ise ayrıca dikkate değerdir. Sırası ile önce II. Abdülhamid dönemi devlet teşkilatlanması içindeki yozlaşmayı ümitle gidermeye çalışan, gurbetteki Jön Türk hareketinin liderliğini üstlenen, Jön Türklerin liderliği mevkiine yükseldikten bir süre sonra çeşitli sebeplerle Jön Türk hareketini terk edip İstanbul’da tekrar bir memuriyet kabul eden ve son olarak 1908’den sonra yeniden çıkarmaya başladığı Mizan’daki düşüncelerine bağlı olarak 31 Mart Vakıası ile ilişkilendirilen hep aynı kişidir. Yahya Kemal’in ifadesi ile Mizancı Murat Beyin önerdiği sınırlı meşrutiyet, “Pâdişâh’ın etrâfında bir şurây-ı saltanat teşkil ederek Tanzîmat’tan bir derece geniş, Mithat Paşa Kanûn-u Esâsîsi’den epeyce sıkı, lâkin her halde pâdişâhlığı bir ricâl vesâyeti altında bulunduran bir şekl-i idâre”dir (Kemal, 2009, s. 62). Mizancı Murat Bey, şiddet karşıtı, sınırlı bir meşrutiyetten yana, milli kültürün muhafaza edildiği bir Batılılaşma sürecine sonsuz destek veren, seçkin bir zümrenin yönetimde etkin olmasının daha doğru olacağına inanan, halkın eğitimi sonrasında temsili mekanizmaların kurulabileceğinin altını çizen ve ahlakı düzenin teminatı olarak gören düşünce ve tutumları ile, kendi ifadesi ile, bir “ılımlı ilerlemeci”dir. Bir başka deyişle, tıpkı Ahmet Rıza gibi, düzeni ortadan kaldırmayacak bir dönüşüm yanlısıdır.

Prens Sabahattin Bey, 1879 tarihinde İstanbul’da saraylı bir ailenin üyesi olarak dünyaya gelmiştir. Çocukluğundan beri aldığı özel eğitimle Batı düşüncesi ile yakın temas halinde bulunan Prens Sabahattin Beyin öncülüğünde toplanan I. Jön Türk kongresinde ortaya çıkan anlaşmazlıklar, Jön Türk hareketi içinde bir ayrışma yaşanmasına yol açmıştır.

Çırağan Baskını, Osmanlı tarihinde 1878’de, Sultan II. Abdülhamit’e karşı Ali Suavi öncülüğünde yapılan darbe girişimine verilen isimdir. Çırağan Olayı veya Çırağan Sarayı Vak’ası olarak da bilinir. Annesi Şevkefzâ Kadın ile birlikte Çırağan Sarayı’nda göz hapsinde tutulan, akli dengesi yerinde olmayan V. Murat’ın 20 Mayıs 1878’de tekrar tahta çıkarılması amacıyla kaçırılması girişimidir.

Ahmet Rıza Beyin öncülüğündeki Terakki ve İttihat Cemiyeti, 1906 yılında Mehmet Talat’ın öncülüğünde kurulan Osmanlı Hürriyet Cemiyeti ile birleşme kararı aldıktan sonra tekrar İttihat ve Terakki Cemiyeti adı ile faaliyetlerini sürdürmüştür. Prens Sabahattin, özetle, adem-i merkeziyet ve teşebbüs-ü şahsi kavramları merkezde olmak üzere Anglo-Sakson dünyasına özgü liberal değerlerin içselleştirilmesini merkeze alan bir kalkınma ya da toplumsal dönüşüm programı önermektedir. Bu temel önerileri ile şüphesiz Ahmet Rıza Beyden çok farklı bir bakış açısına sahip olduğu açıktır.

Abdullah Cevdet, bir şair, fikir adamı ve siyasetçidir. Jön Türk hareketinin başlangıcını temsil eden İttihad-i Osmani Cemiyeti’nin ilk kurucuları arasındadır. Tıpkı diğer Jön Türkler gibi II. Abdülhamid’e karşı yürüttüğü muhalefet sebebi ile sürgüne gönderilen, tutuklanan ve uzunca bir süre Cenevre, Paris, Mısır gibi şehirlerde faaliyetlerini sürdürmek zorunda kalan Abdullah Cevdet özellikle Meşrutiyet’in ilânını takip eden yıllarda daha çok fikir ve edebiyat ile meşgul olmuştur (Ülken, 1998, s. 246).

Jön Türklerin din ile kurdukları araçsal ilişkinin en açık göstergelerinden biri acar bir modernist olan Tunalı Hilmi’nin (1871-1928) Cenevre’de yayınladığı broşür dizisinin “Hutbeler” adını taşımasıdır. Söz konusu araçsallaştırmanın, Abdullah Cevdet’in düşüncelerine yansıması ise radikal modernist ve sekülerizm yanlısı telkinlerini islami söylem içinde ifade etmesinde karşımıza çıkar (Bora, 2017, s. 26).

Abdullah Cevdet’te derin bir materyalizm etkisi görülür. Bilim ve din ilişkisinde uzunca bir süre dini araçsallaştıran bir bakışa sahip olmuştur. 1908 sonrasında ise artık bilimin kılavuzluğundan başka bir unsura düşünceleri içinde yer vermemeyi tercih etmiştir. Seçkincidir; ama bu halka hiçbir rol atfetmediği anlamına gelmez. Halk, onda, seçkinleri denetleyen bir unsur olarak öne çıkar. İngiliz yanlısı bir tutuma sahiptir. Bir süre ayrılıkçı görüşler öne sürmüşse de kurtuluş mücadelesi başlayınca bu görüşleri terk etmiştir.

Osmanlı’dan Cumhuriyet’e Devreden Miras

Osmanlı Devleti’nin kendi içindeki bir dizi yozlaşmaya ve dönüşüme verilen bir tepki neticesinde başlayan ilk ıslahat girişimlerini, Avrupa ile kurulan zorunlu ve sıkı bağların ürünü olan girişimler takip etmiştir. Askeriyeden tıbba, mimariden eğitime, ekonomiden kültüre, siyasî hayattan mâli düzeneğe kadar toplumun her bir unsurunu dönüştüren bütün bu ıslahat girişimlerinin ve söz konusu girişimler ile ilgili tartışmaların Cumhuriyet dönemine önemli bir miras bıraktığını söyleyebiliriz. Her birinin Cumhuriyet ilan edilmeden önceki gelişmeler ve tartışmalarla mutlaka bir bağı vardır. Hem Genç Osmanlılar hem de Jön Türkler ortak bir amaca hizmet etmek üzere faaliyetlerini sürdürmüşlerdi: Osmanlı Devleti’nin içinde bulunduğu beka sorununa çözüm aramak. Buna karşılık Cumhuriyet, yıkılan bir imparatorluğun külleri üzerinde kurulan bir yeni devleti, o dönemin adlandırması ile ‘yeni Türkiye’yi temsil ediyordu. Bu bakımdan amaç devletin bekası değil, bağımsızlık elde edildikten sonra kurulan yeni devletin kurum ve kuruluşları ile, fedakarca bağımsızlık savaşına destek olan halkı ile birlikte belli bir forma sokulması idi.

Genç Osmanlılar ve Jön Türkler devletin bekasını hedeflemeleri açısından ortak bir ideali paylaşırlar. Cumhuriyet’in kurucu kadroları için ise esas hedef henüz çok genç olan devletin tam bağımsızlığının temini ve kurumsallaşmasının tamamlanmasıdır.


Güz Dönemi Ara Sınavı
7 Aralık 2024 Cumartesi
v