Sosyal Sorunlar Dersi 7. Ünite Özet

Göç Ve Kentsel Sorunlar

Göç

Göç, insanların yaşadıkları bölgelerden ekonomik, sosyal, politik, kültürel ve çevresel sebeplerden dolayı başka bir bölgeye hareket etmeleridir. Geçmişte insanlar yeni geçim kaynakları bulabilmek, hayvanlarını otlatabilmek, uygun iklim şartlarında yaşayabilmek, savaşların yıkıcı etkilerinden kurtulabilmek ve yaşam standartlarını yükseltebilmek için yaşadıkları yerleri terk ederek yeni yerlere gitmişlerdir. Son zamanlarda ise göçlerin tüm bunların yanı sıra kültürel, siyasi, iktisadi, dinî ve eğitim gibi gerekçelerle gerçekleştiği görülmektedir. Göçün gerekçelerinin bu şekilde zamana ve mekâna göre değişkenlik göstermesi, göç kavramının dinamik yapısından kaynaklanmaktadır. Her disiplin, göçü kendi perspektifinden değerlendirerek göçe farklı anlamlar yükleyebilir. Bu yüzden tarihçilerin, sosyologların, ekonomistlerin veya psikologların göçe yaklaşımları, göçü anlamak için geliştirdikleri yöntemler ve kullandıkları araçlar değişebilir. Göç olgusu, genel olarak, iki gruba ayrılır. Bunlar, “iç göç” ve “dış göç”tür. İç göç, emeğin ülke içi hareketi iken dış göç, emeğin ülkeler arası dolaşımını ifade eder.

Türkiye’de kırdan kente gerçekleşen iç göçün başlıca nedenleri şu şekilde sıralanabilir (Çakır, 2007 ve Çakır, 2008):

  • Kırsal alanlarda nüfusun hızla artması, yüksek doğum oranı ve düşük ekonomik gelişme
  • Tarımın büyük ölçüde makineleşmesiyle iş Gücünün kırsal bölgelerden kentlere kaymak zorunda kalması (1950’lerden sonraki iç göçteki artısın temel nedeni)
  • Sanayileşmenin plansızlığı, dengesizliği, yetersizliği
  • Topraksızlık, toprağın bölünmesi, verimin azalması ve yetersizliği
  • Tarımda makineleşmeden bu yana ölçülü toprak reformunun hayata geçirilememesi
  • Hazine arazilerinin etkin şekilde kullanılmaması
  • Kentsel arazilerin yağmalanmasına merkezî ve yerel yönetimlerin politik nedenlerle göz yummaları
  • Deprem, sel felaketi vb. doğal olayların sıklığı,
  • Bunlara karsı önceden önlem alma olanağının bulunmayışı
  • Kırsal alanlarda sağlık, beslenme, eğitim, ulaşım ve bu gibi olanakların yetersizliği, dengesizliği, denetimsizliği
  • İş olanaklarının sadece kent merkezlerinde kurulan fabrikalar ve devlet kurumlarınca sağlanması
  • Halkın bilgi, görgü, kültür gibi değer yargılarını yükselten kurumların kırsal bölgelerde bulunmaması ve böylece kentsel yasamın özendirici bir nitelik ve nicelik taşıması vb. nedenler
  • Gerek iş olanakları, gerek kalkınma düzeyleri bakımından Doğu ile Batı arasındaki eşitsizlik, bölgesel dengesizlik, çevresel ve toplumsal koşulların iticiliği
  • Doğu ve Güneydoğu’da yıllardan beri çözümlenemeyen ve günümüzde etkisini tüm yönleriyle hissettiren ekonomik, toplumsal ve siyasal içerikli şiddet ve terör olayları, psikolojik baskı, kadın hakları ve kan davaları, töre ve namus cinayetleri, yoksulluk, mesleksizlik, eğitimsizlik

Göçün ülkemiz açısından olumsuz etkileri ise az olmamakla beraber göç veren yerleşmelerde hem kırsal nüfus artış hızını hem de toplam nüfus içindeki payını azaltmıştır. Yaşanan göçler, kırsal alanların ıssızlaşıp insan kaynağı açısında boşalmasına, üretimin düşmesine; kırsal kalkınma ve modernleşme hamleleri sonucunda yapılan alt yapı, yol-su, elektrik, okul, cami vb. yatırımların atıl kalmasına sebep olmuştur. İnsan, emek, üretim ve yatırım kaybı kırsal bölgelerde göçe güdülenmeyi ve özenmeyi, toplumsal dayanışma ve güvensizliği artırmıştır. İç göçler sonucunda sanayileşmiş, turizm potansiyeli yüksek, insan yaşamını kolaylaştıran koşullara ve olanaklara sahip büyük ölçekli kent merkezlerinde gecekondu ve varoş sorunları ortaya çıkmıştır. Gecekondu ve varoş bölgelerinde altyapı yetersizliği, çevre kirliliğine sebep olmuştur. Plansız ve illegal yerleşimler kentlerin bütüncül yapısını bozmuştur. Gecekondu mahalleleri ve varoşlar çocuklardaki suç oranlarının yükselmesine sebep olmuştur. Eğreti yaşam çevreleri, biçimsel olmayan üretime ve biçimsel olmayan is gücüne kaynaklık ederek kayıt dışılığın artmasına sebep olmuştur.

Farklı kültürlerden ve farklı etnik yapılardan kentlere özellikle de gecekondu ve varoş yerleşim alanlarına göç edenlerin, tam manasıyla kentli olmayı başaramaması ve kentle bütünleşememesi yalnızlaşmaya, dışlanmışlığa, radikalleşmeye sebep olarak toplumsal gerilimler ve çatışmalar yaratmıştır.

Kentsel Sorunlar

Kent; yönetim sekli, sosyoekonomik, kültürel ve demografik özellikleri açısından kırsal bölgelerden ayrılan, tarımsal ve tarım dışı üretim, dağıtım ve denetim mekanizmalarının bir arada toplandığı, teknolojik gelişmişlik düzeylerine göre, belirli bir büyüklük, heterojendik ve bütünleşme seviyesine ulaşmış; cemiyet tipi ilişkilerin olduğu, doğurganlık oranının kırsal alana göre daha düşük kaldığı; çekirdek aile tipinin, toplumsal farklılaşmanın, ikincil toplumsal ilişkilerin, uzmanlaşmanın ve sosyal hareketliliğin yaygın; eğitim ve öğretim faaliyetlerinin gelişkin olduğu yerleşim yerleri (Susmaz, 2009) olarak tanımlanabilir. Kentleşme ise dar anlamıyla, yukarıda sayılan özellikleri bünyesinde bulunduran kent sayısının ve şehirlerde yasayan nüfusun artmasını ifade etmektedir. Bu açıdan kentleşmeye sebep olan en önemli faktörleri nüfus artısı ve göçler oluşturmaktadır. Kentler, sadece yeni bir ekonomik teşkilatlanmayı ve değişmiş bir fiziki çevreyi içermez; kentler aynı zamanda insanın davranış ve düşüncelerine tesir eden yeni bir sosyal düzeni de ifade eder (Hasol, 2012).

Mekânsal bir örüntüden daha fazlasını ifade eden kentler; sosyal, kültürel, ekonomik ve siyasi unsurları da bünyesinde barındıran kompleks bir organizasyon yapısına sahiptir. Kentler son zamanlarda özellikle göç hareketleri nedeniyle artan nüfus baskısının çok şiddetli hissedildiği mekânlar hâline gelmiştir. Kent sorunları arasında öncelikli olarak gecekondulaşma ülkemizde yaygın bir kavram olmaktadır.

Gecekondulaşma

Ülkemizde gecekondular, kent içi çöküntü alanları ve sanayinin desantralizasyonu nedeniyle boşalan eski sanayi bölgeleri çoğu zaman, depreme dayanıksız oluşları, ekonomik ömürlerini tamamlamaları, plansız ve kanunsuz olarak yapılmaları, yasa dışı faaliyetlere ve güvenlik zafiyetlerine uygun ortamlar oluşturmaları nedeniyle daha sağlıklı yapılara dönüştürülmek istenmektedir. Kentsel dönüşüm denilen bu süreçteki asıl amaç, kentlerdeki hoş olmayan yapıları yenilemenin yanı sıra buralarda yasayan halkın yasam kalitesini yükseltmek ve onlara daha insani şartlarda yasayabilecekleri ortamları sunmaktır. İnsanların göz ardı edilip kentsel dönüşüm süreçlerine dâhil edilmemeleri durumlarda, sosyal hafızanın silinerek geçmişin yok edilmesi ve yasam pratiklerinin köklü şekilde değişmesi gibi istenmeyen durumlarla karşılaşılması kaçınılmaz olabilmektedir. Bu istenmeyen durumlar ise çoğu zaman bölgenin soylulaştırılması, bölge halkının yerinden edilmesi, bu kişilerin mekânsal olarak dışlanması ve kentsel suç oranlarının artış göstermesi seklinde kendini göstermektedir.

Ülkemizde yapılan çalışmalar; gecekondularda yasayanların çok büyük bölümünü başka yerleşim yerlerinden göç eden ailelerin oluştuğunu, bu nedenle de göçmen nüfus ile gecekonduda yasayan nüfusun büyük oranda örtüştüğünü göstermektedir.

Yerinden Edilme

“Yerinden edilme” ilk bakışta siyasi bir kavram olarak çok farklı çağrışımlar yapabilmektedir. Ülkemizde de çeşitli zamanlarda farklı sebeplerden dolayı birçok yerinden edilme vakasıyla karşılaşılmıştır. Ülkemizde gerçeklesen yerinden edilme süreçlerini su şekilde sıralamak mümkündür (Şen, 2005).

  • Misak-ı Millî sınırları içerisinde yer alan azınlık nüfusunun Birinci Dünya Savası ve sonrasında ülkeyi terk etmesi (1914-1924)
  • Yunanistan ile Türkiye arasındaki zorunlu nüfus mübadelesi (1923-1924)
  • İkinci Dünya Savaşı sırasında çıkarılan Varlık Vergisi uygulaması ve buna bağlı olarak gayrı Müslimlerin mallarının mülkiyetinin el değiştirmesi (1942)
  • İsrail Devleti’nin kuruluşu ve ülkemizdeki Yahudi grupların bu ülkeye göç etmeleri (1948)
  • Kırsal alandan göçün artışı ve 6-7 Eylül Olayları sonucu özellikle Beyoğlu’ndaki Rum nüfusun Yunanistan’a göçü (1950’ler)
  • Kıbrıs olayları nedeniyle Rumların bir kısmının İstanbul’u terk etmesi (1960’lar)
  • Kıbrıs Harekâtı ile İstanbul Rumlarının göçü (1974)

Bu gelişmeler nedeniyle İstanbul’da yasayan ailelerin ülkeyi terk etmesi birçok tarihî semtin boşalmasına ve boşalan bu yerlere Anadolu’dan gelen ve isçi sınıfına eklemlenen göçmenlerin yerleşmesine sebep olmuştur. 1980’lerin sonuna kadar, yani soylulaştırma sürecinin ilk nüveleri ortaya çıkana dek, bu semtlerin fazlasıyla ihmale uğrayarak birer çöküntü alanı hâline dönüştükleri görülmüştür (Uysal, 2006). 1984-1999 yılları arasında ise yukarıda belirtilen süreçlerden farklı olarak güvenlik sorunu nedeniyle Doğu ve Güneydoğu Anadolu Bölgelerinde Kürtlerin yerlerinden edildiği görülmüştür. Bölgede yaşanan terör olayları nedeniyle köylerini boşaltmak zorunda kalan Kürtler ilk olarak kırsal alandan yakın kent merkezlerine, daha sonra ise ülkenin batı illerine göç etmişlerdir. Böylece, özellikle İstanbul’da daha önceki dönemlerde yerinden edilen azınlık halklarının boşalttığı alanlara, ucuz yerleşim bölgesi olması nedeniyle yerleşen yoksul ailelerin yanına bir de terör nedeniyle yerlerinden edilen Kürt’ler eklenmiştir. Günümüzde yerinden edilme örnekleri çoğunlukla gecekondu bölgeleri ile tarihî, kültürel ve ekonomik değeri olan kent içi çöküntü alanlarında gerçekleştirilen kentsel dönüşüm uygulamaları sonrasında ortaya çıkmaktadır. Ayrıca, etnik kimlikleri ve yasam tarzları nedeniyle her dönemde ve her ülkede sosyal dışlanmaya uğramış olan romanların da kentsel dönüşüm kapsamında yerlerinden edilmeleri bu örnekleri çeşitlendirerek farklı boyutlara taşımıştır.

Soylulaştırma

İngilizce “gentrification” kelimesinin karşılığı olan soylulaştırma, içeriği tam olarak ifade edilemediği gerekçesiyle akademik çevrelerce “seçkinleştirme”, “nezihleştirme”, “burjuvalaştırma”, “mutenalaştırma”, “centrifikasyon”, “jantiyleşme” gibi isimlerle anılmıştır. Soylulaştırma (gentrification), bir kavram olarak ilk kez 1964 yılında sosyolog Ruth Glass tarafından, Londra’nın isçi mahallerindeki konutların orta ve üst sınıf tarafından ele geçirilmesi, bu konutların yerine eskiye nazaran daha sık ve daha lüks konutların yapılması ve bu bölgelerin sosyal karakterini değiştirilmesi ile ilgili olarak kullanılmıştır. Soylulaştırma en genel anlamıyla, kent içi çöküntü alanlarındaki sosyo-ekonomik bakımdan sınıfsal, fiziksel bakımdan ise mekânsal ayrışmayı ifade etmektedir. Diğer bir deyişle soylulaştırma bölge halkının yerinden edilmesi sürecinin ta kendisidir.

Soylulaştırmayı kentsel dönüşüm içerisinde farklı açılardan ele alan iki yaklaşım bulunmaktadır. Bunlardan ilki soylulaştırmayı bir kentsel dönüşüm politikası olarak kabul ederken, diğeri soylulaştırmayı kentsel dönüşümün sonucu oluşan bir yan etki olarak değerlendirmektedir (Erden, 2006).

Dünyadaki soylulaştırma sürecine baktığımız zaman süreci belirleyen birçok gelişmenin etkilerini görmek mümkündür. Bu yüzden ilk örnekleri 19. yy Paris ve Londra’sında görülen soylulaştırma çalışmalarını, 1970’li yıllarda merkez ülkelerde ortaya çıkan ve 1980’li yıllardan itibaren küreselleşme dalgasıyla çevre ülkelere yayılan yeni kapitalizmden ve yeni kapitalist üretim ilişkilerinden ayrı ele almak mümkün değildir (Uysal, 2006).

Mekânsal Dışlanma

Mekânsal dışlanma son zamanlarda kentlerde yasayan insanların kentsel alanları kullanış biçimlerini anlamaya yarayan bir unsur olarak dikkat çekmektedir. Mekânsal dışlanma, bir dizi nedenden dolayı belli mekânlara ulaşımda ve mekânlardan yararlanmada sorunların bulunması, engellerle karşılaşılması durumudur. Mekânsal dışlanma temelde yeni orta sındıların belirli bir ekonomik sermayeye ulaşıp, birlikte yasamak istemedikleri gruplardan uzaklaşarak yeni nesil yerleşkeler olan sitelere ve uydu kentlere göç etmeleri ile oluşmaktadır.

Kentsel dönüşüm projelerinin sıkça karşılaşılan bir uygulaması hâline gelen mekânsal dışlama neticesinde dezavantajlı gruplar ya görülmeyecekleri bir biçimde kent merkezlerinin izole bölgelerine itilmekte dezavantajlarının görülemeyeceği yeni kentsel mekânlar yaratılmaktadır. Bu durum, karşılıklı bir soyutlanma sürecinin giderek daha derin ve yaygın bir biçimini meydana getirmektedir. Sanayi Devrimi öncesi geleneksel toplumlarda kentler genellikle din, etnik köken, kan bağı ve meslek ilişkilerine dayalı olarak mekânsal ve toplumsal ayrışmalar yasamıştır. 19. yüzyılda ve devamında yaygınlık kazanan kapitalist ekonomi, gücünü yıllar ilerledikçe arttırarak günümüzde artık küreselleşmeyle gelinen noktada kentlerde yeni ayrışma modelleri ortaya çıkarmıştır. Bu ayrışmada özellikle gelir düzeyi, rant, arsa değeri, sınıf yapıları, beşerî ve kültürel sermaye, etnisite, korku ve güvenlik söylemleri gibi belirleyicilerin etkili oldukları görülmüştür (İçli, 2013, 251).

Mekânsal Ayrışma

Kapitalizmin ilk evrelerinde toplumsal eşitsizlik çerçevesinde gelişen kentlerde, zenginler ile yoksullar ortak alanlarda buluşup, işlevsel olarak birleştirebilirken günümüzde artan eşitsizlik nedeniyle bu kesimler birbirleriyle ilişkisiz ve birbirlerine kapalı bir şekilde yasamaya başlamışlardır. Birinin diğer ini dışladığı ve görmezden geldiği bu yerleşimler, yeni yerleşim ve yeni gelişim bölgeleri adı altında artık sıradanlaşmaya başlamıştır. Sebebi ne olursa olsun kentlerde yaşanan sosyo-ekonomik, kültürel ve mekânsal ayrışma, neoliberal ekonomi politikaları sonucunda daha da belirginleşmektedir. Bunda, oluşan yeni orta sınıfın, zenginliğiyle, mekânı dışlayıcı bir şekilde tasarlama ve biçimlendirme gücünü elinde bulundurmasının rolü büyüktür (Özgür, 2006, 80).

Mekânsal ayrışma bağlamında kentlilere sürekli olarak salınan korku miti, ekonomik imkânları gelişkin sınırların kentten ve kendilerine benzemeyen diğer sınırlardan uzaklaşmalarına, yalıtılmış, kapalı ve güvenli mekânlarda yeni yasam toplulukları kurmalarına yol açmaktadır. Kentlerdeki kalabalık ve suça elverişli ortamlar ise yaratılmaya çalışılan korkuyu daha da körüklemekte, insanların kentten uzaklaşmasını ve yeni bir yasam alanı kurmalarını kolaylaştırmaktadır. Nitekim kentlerdeki kalabalık, suç ve korku; korunaklı, kapalı/kapılı refah adacıkları inşa etmeye hevesli şirketler için sıkça öne sürülen temel gerekçeler hâlini almaktadır (Alver, 2007, 105).Kent kimliği, somut ve somut olmayan ögelerden oluşmaktadır. Bunlardan somut kimlik ögeleri, kentsel mekânı oluşturan görünür ögelerdir. Somut olmayan kimlik ögeleri ise mekânda her zaman doğrudan karşılığı bulunmayan ancak somut kimliğin şekillenmesinde etkisi bulunan, kentin sosyal, kültürel ve ekonomik yapısıdır.

Kentsel mekânı oluşturan somut kimlik ögeleri “doğal” ve “yapay” ögeler olmak üzere kendi içinde iki gruba ayrılmaktadır. Doğal çevre özellikleri, kentlerin yapısını dolayısıyla kent kimliğini belirleyen ilk öge grubu olması sebebiyle kent kimliği açısından önemlidir. Doğal çevre, oluşumunda insan etkisinin bulunmadığı çevredir. Bir bölgenin topografyası, iklimi ve diğer coğrafik özellikleri o kentin doğal çevresini oluşturmaktadır. Doğal çevre verilerini topoğrafik durum, iklim koşulları, su ögesi, bitki örtüsü, jeolojik durum ve genel konum oluşturur. Bu faktörlerin farklılığı, kentleri birbirinden ayırır, tanımlar, özgün kılar ve kente kimlik verir (Önem ve Kılıçaslan, 2005).

Kentsel Kimlik Erozyonu

Kentsel kimliği oluşturan ögelerinden diğeri soyut kimlik ögeleridir. Bunlar sosyal, kültürel ve ekonomik ögelerden oluşmaktadır. Kent kimliğine etki eden sosyal ögeler nüfusun yapısıyla doğrudan ilişkilidir. Nitekim nüfusun özellikleri sosyo-kültürel yapı aracılığı ile kentin kimliğini belirlemektedir. Kentteki demografik yapı, eğitim düzeyi, entelektüel birikimin niteliği ve is gücüne katılma oranı gibi değişkenler kentteki yasam biçiminden, çevresel fiziki yapılara ve sosyal donatı alanlarının niteliğine kadar çok geniş bir alanı etkileyebilmektedir. Hızlı gerçekleşen göçler nedeniyle kentlerde şekillenen eğreti yerleşim yerleri zamanla, yoğun ve heterojen nüfus yapıları, sosyoekonomik yetersizlikleri, altyapı ve sosyal donatı eksikliği gibi nedenlerle suç islemek için cazip alanlar hâline gelmektedir. Sosyal kontrolün zayıf ve doğal gözetim mekanizmalarının yetersiz olduğu kent içi çöküntü ve gecekondu bölgeleri böylece suç çeteleri için âdeta bir karargâha dönüşmektedir. Diğer taraftan kentlerin kozmopolit ve yoğun nüfus yapısı, sosyal kontrolün çoğunlukla zayıflamasına yol açmaktadır. Bu durum, sermaye birikiminin toplandığı ve gelir dağılımı adaletsizliğinin belirginleştiği alanlar olmaları nedeniyle kentleri sosyo-ekonomik kutuplaşmaların bir sebebi konumuna getirerek, kentsel mekânları suçlar ve olağan suçlular için cazip kılabilmektedir.

Kentsel Suçlara Etki Eden Faktörler

Suça etki eden ekonomik faktörler içerisinde yoksulluğun önemli bir yeri vardır. Nitekim kentlerde yaygın olarak görülen suç ve şiddet olaylarının temelinde işsizlik, yoksulluk ve evsizlik gibi bir dizi yoksunluklar yatmaktadır. Kentsel suçlara etki eden sosyo kültürel faktörleri sosyal yapı, eğitim durumu, kültürel yapılanma, kentlerdeki kolluk kuvvetlerinin sayısı ve yaygınlaşan madde bağımlılığı gibi unsurlar oluşturmaktadır (Ackerman, 1998; Ceccato vd. 2002; Sezal, 2003; Ergun ve Yirmibeşoğlu, 2005).

Kentsel suçlara etki eden demografik unsurlar çoğunlukla göç ve genç nüfusun çokluğuyla açıklanmaktadır (Ayhan ve Çubukçu, 2007; Grueneweld vd. 2006). Kentlerin demografik yapıları açısından kentleşme ve suçluluk arasındaki bağlantı ise genellikle kentlerdeki nüfusun hızlı şekilde artarak kontrolsüz ve suç islemeye elverişli mekânların oluşturulmasıyla kurulmaktadır. Kentsel suçlara ilişkin yapılan araştırmalarda, kentsel mekândaki fiziksel ve sosyal çevrenin, güvenlik ve suç ile doğrudan ilişkili olduğu görülmüştür. Kullanılmayan ve fonksiyonel olmayan alanlar, kent tasarımı, kent mekânının yapısı, aydınlatma elemanlarının yeterliliği, nüfus yoğunluğu, nüfus büyüklüğü, nüfus karakteristikleri, kentsel mekânların gece ve gündüz kullanıcı sayısı, gecekondulaşma, kent merkezîne uzaklık, kent büyüklüğü bos konut birimlerinin mevcudiyeti, trafik sıkışıklığı, kolluk kuvvetlerinin ve kent içi gözetim mekanizmalarının etkinliği bu mekânsal faktörlere örnek olarak verilebilir (Newman, 1972; Sezal, 2003; Anderson, 2005; Ergun ve Yirmibeşoğlu, 2005).


Bahar Dönemi Dönem Sonu Sınavı
25 Mayıs 2024 Cumartesi