İletişim Kuramları Dersi 1. Ünite Özet

İletişim Kuramlarına Giriş

Bilimsel Araştırma ve İletişim Kuramları

İlk insandan bu yana bilimsel araştırmanın temel nedeni insan ile doğa arasındaki ilişkiyi insan lehine değiştirebilme çabasıdır. Bilim, evrendeki olguları çeşitli yollarla inceleyen ve onları açıklayan, kabul edilen, sağlamlığı olan, geçerliliğe sahip, o an aksi ispat edilememiş sistemli bilgiler bütünüdür. Bilim olgusaldır, herkesçe gözlenebilir. Sistemlidir, belli bir bütünlük içinde açıklanır. Akılcıdır, açıklamaları akla uygundur. Genelleyicidir, tek tek olayları değil, geneli açıklar. Evrenseldir, yer ve zamana göre değişmez. Birikimlidir, belli bir birikimin sonucudur. Bilimin sonuçları geçerlilik olasılığı yüksek genellemelerdir. Bilimin amacı anlamak, açıklamak, ilişkiler ve nedenler bulmak, geleceği tahmin etmek, gelişme ve ilerleme için önerilerde bulunmak ve kontroldür. Bilim, yeni kuramlar üretmeye ve var olan kuramları sınamaya yarayan sistematik veri toplama ve analiz etme süreci olarak da tanımlanır. Kuram en genel anlamda şeylerin nasıl çalıştığı hakkındaki kavrayıştır; bir olguyu açıklamaya, kestirmeye, kontrol etmeye yarayan ilişkiler bütünüdür. Başka bir deyişle; belirli bir konuda ortaya konulan geçerliliği ve güvenilirliği bilimsel yöntemlerle saptanmış genel açıklama düzlemidir.

Bilimsel yöntem; Bacon’ın “tümevarım” ve Aristo’nun “tümdengelim” yaklaşımlarının sentezidir. Tümdengelim, genel önermelerden daha az genel önermeleri çıkarma yöntemidir. Eş deyişle bütünden parçalara gidilir. A=B ise, B=C ise, A=C formülüne dayanır. Tümevarım ise deneyler ve gözlemler yoluyla elde edilmiş olgularla bilgileri genel ilkeler ve yasalar altında toplamaya çalışır. Tek tek olgulardan hareketle genel bir önermeye gider. Tümevarım pozitivist paradigma ’da, bilimin ve bilimsel yöntemin temeli kabul edilir. Bugün tümevarım ve tümdengelimin aynı anda kullanılması anlamına gelen tez ve antitez kavramları, birbirinin rakibi değildir ve birbirlerinden bağımsız düşünülemez. Genel olarak Toplumsal olayları ve insanların toplumsal özelliklerini inceleyen bilim dallarına “sosyal bilimler” adı verilir. Doğa bilimlerinde kanunların değişmesi ya da kökünden yıkılması doğanın değişiminden değil, kanunların yetersizliğinden kaynaklanırken; sosyal bilimlerdeki kanunlar, olguları açıklamakta ne kadar başarılı olsalar da insan davranışı ve toplum yaşamıyla birlikte değişmek zorundadırlar. Sosyal bilimlerde yaygın olarak kullanılan iki ayrı araştırma yaklaşımı vardır:

  • Niteliksel (qualitative) ve
  • Niceliksel (quantitative) Yaklaşım.

Tümdengelime dayanan “niteliksel yaklaşım” ya da “nitel araştırma”, sosyal bilimlerin uğraştığı sosyal gerçeklik ile fen bilimlerinin uğraştığı fiziksel gerçekliğin birbirinden farklı nitelikte olduğunu kabul eder. Nitel araştırmanın unsurları ve genel çerçevesi hakkında alan yazında uzlaşılan bir tanımlama yoktur. Ancak yine de bir tanım vermek gerekirse, insan ve grup davranışlarının neden ve nasıl sorularını yanıtlamaya yönelik araştırmalardır denilebilir. Tümevarıma dayanan niceliksel yaklaşım deneysel, amprik, sayısal yaklaşım adlarıyla da bilinir. Bilim ile bilim dışını kesin sınırlarla ayırmayı; bilimin nesnel objektif gerçeklikle, bilim dışının ise öznel kişisel gerçeklikle uğraştığını savunan pozitivist felsefeden kaynaklanmıştır. Pozitivizm olguculuk, yalnızca bilimsel yolla edinilen bilgileri kabul eder ve yine yalnızca bu bilgileri “üzerinde konuşmaya değer” bulur. Günümüzde ise farklı yaklaşımları bir araya getiren “çoklu yöntem” ya da “disiplinler arası” çalışmalarının ilgi çekmeye başladığı söylenebilir. Bu çalışmalarda nitel ve nicel veri toplama yöntemleri birlikte kullanılarak bilimsel çalışmalar yürütülmektedir.

İletişim Kavramı ve Anlamı

İletişim sözcüğünün kökenine bakılacak olursa; Fransızca ve İngilizce’de yazılışı aynı, söylenişi ayrı “communication” kavramı Latince’deki “Communicatio” sözcüğüyle karşılaşılır. Sözcüğün 14. yüzyıl Fransızca’sında ticaretin (merkantilizmin) geliştiği dönemde ticaret ve ilişkiler karşılığında kullanılması belli bir dönemdeki etkinliklerin sözcüklere yükledikleri anlamlar açısından ilginç bir örnektir. “Communication”ın kökeninde yine Latince’deki “communis” kavramı bulunur. Birçok kişiye ya da nesneye ait olan ve ortaklaşa yapılan anlamlarındaki bu kavramdan hareketle iletişim sözcüğünün özünde yalın bir ileti alışverişinden çok toplumsal nitelikli bir etkileşim, değiş tokuş ve paylaşım anlamı bulunur. Kavram, benzeşenlerin oluşturduğu ortaklık ya da topluluk anlamına gelen sözcükten kaynaklanmaktadır. Bu açısıyla iletişim, belirli bir coğrafya parçasında aynı doğa koşulları içinde varlıklarını sürdürmek için araç ve gereç bulan, bu konuda çeşitli bilgiler üretmiş bulunan, bunları belirli iş bölümü yöntemlerine göre kullanan, kendi aralarındaki bu iş bölümünden kaynaklanan farklılaşmaları haklılaştırmak için değerler ve inançlar üreterek toplumun farklı kesimlerini ortak üst kimlikler içinde kaynaştırmayı amaçlayan insanların etkinliği olarak tanımlanır.

İletişim Tarihi

İnsanlık tarihi gibi iletişimin de somut bir tarihi yoktur. Ancak iletişimin insanın kendisini tanımasıyla başladığı söylenebilir. İletişimin tarihi aşan niteliği, insanın ayrılmaz bir özelliği olan simge üretme ve kullanma yetisinden kaynaklanır. İnsan bu yeti sayesinde doğal olarak birbiriyle bağlantılı, içi içe nesneleri ayırır, sınıflandırır ve bu sınıflandırmalar aracılığıyla çevresini anlamlandırır. Daha ilk insanlar döneminde hırıltılar ve vücut hareketleri iletişimin tek anlamıyken; binlerce yıl sonra insanlık tarihinde ilk iletişim yeniliğinin geliştirilmesi, konuşmanın gücü ve sembolize etme olarak kendisini göstermiştir. Bu da insanlığın gruplar halinde bir arada toplanmasına yani toplumların oluşmasına fırsat vermiştir. En eski görsel iletişim kalıntısı M.Ö. 45,000’lere ve eski duvara kazılmış hayvan resmi M.Ö. 30,000’lere aittir. Bir sonraki önemli iletişim buluşu fonetik alfabenin geliştirilmesidir. Böylece bilgiler biriktirilip saklanır olmuştur. Bilginin güç anlamı kavranmış ve yazı dilini kontrol altında tutan, bilgiye ve böylece de güce sahip olmuştur. Tarih olarak ise bulgulara göre Sümer’ler de kil tabletlere resimlerle yazılı olaylar M.Ö. 3500’lere dayanır. Papirüs üzerine yazılı olarak bulunan en eski doküman M.Ö. 2200’lere aittir. Fenike alfabesinin M.Ö. 1000 yıllarına karşılık geldiği bilinir.

Avrupa’da hareketli tip baskı yapılmasına Gutenberg tarafından 1446’dan sonra geçilmiştir. Böylece iletişimin üçüncü önemli buluşu olan matbaa ortaya çıkmıştır. Ardından 1452’de baskıda metal tabakalar kullanılmaya başlanmıştır. Matbaanın icadı, yazı dilinin gücünün de etkisi ile bilginin tekelden çıkmasına ve Batı’daki “Rönesans” hareketine ön ayak olmuştur. Türkiye’de ilk matbaa ise İbrahim Müteferrika tarafından 1626’da kurulmuştur. Türkiye’de ilk kitabın (Vankulu Lügatı) yayınlandığı tarih ise 1729’dur. 1844’te Washington ile Baltimore arasındaki 65 kilometrelik mesafede Morse’un telgrafla iletişim kurmasıyla birlikte elektronik dil devreye girmiş ve ilerlemelerin günlük olarak yaşandığı bir dönem başlamıştır. 1876’da Alexander Graham Bell, insanın konuşmasını elektrikle iletebilmesini sağlayan telefonu icat etmiştir. 1920’de ilk radyo istasyonu Pittsburgh’da kurulmuştur. İlk televizyon sistemi 1927 yılına rastlar. Berlin Olimpiyatları 1936’da kapalı devre televizyon sistemiyle yayınlanır. 1939’da New York Dünya Fuarı’nda halka televizyon gösterilmiştir. Düzenli televizyon yayınlarına ise ABD’de 1939’da başlanmıştır. 1954’de de ilk renkli televizyon yayınına geçilmiştir. Türkiye’de ise siyah beyaz ilk televizyon yayını 1952’de İstanbul Teknik Üniversitesi’nde gerçekleştirilmiştir. Türkiye Radyo ve Televizyon Kurumu’nun yayına başladığında ise tarih 1966’yı göstermektedir. Dolayısıyla 1900’lerin başında radyo, 1930’ların başında televizyon elektronik eşya olarak satılmaya ve yaygınlaşmaya başlamıştır.

Birinci Dünya Savaşı (1914-1918) radyonun, İkinci Dünya Savaşı (1939- 1945) televizyonun popülerliğini artırmıştır. İletişim biliminin doğumu da bu yıllara; 1900’lerin başlarına rastlar. İnternetin başlangıç noktası sayılacak ARPANET (Advanced Research Projects Agency Network), Amerika Birleşik Devletleri Savunma Bakanlığı bilgisayar şebekesi 1969’da kurulmuştur. İlk kişisel bilgisayarın IBM tarafından çıkarıldığı tarih ise 1975’tir. Dünya genelinde bilgisayarların birbirine bağlanmasını sağlayan elektronik iletişim ağı, internetin yaygınlaşması ise 1990’lı yıllara rastlar. İnternetin Türkiye’ye gelişi ise 1994 yılında olmuştur. İletişim teknolojilerindeki gelişmenin itici gücünün ne olduğu sorgulandığında ise en başta askeri amaçların izine rastlanır. İnternetin başlangıçta askeri bir proje olarak gerçeklik kazanmasının gösterdiği gibi iletişim teknolojilerinin gelişmesindeki araştırma ve geliştirme harcamalarının finansmanı büyük ölçüde askeri ve dolayısıyla da kamu bütçesinden sağlanmıştır. 1990’ların sonlarına ilişkin bir veriye göre, ABD’de bilgisayarla ilgili akademik çalışmaların yaklaşık %71’i Savunma Bakanlığı desteklidir ve iletişim için belirlenmiş radyo frekanslarının yaklaşık yarısı askeri amaçlar için ayrılmıştır.

İletişim Araştırmaları Tarihi

İletişim biliminin temellerini atan araştırmaların tarihi de iletişim teknolojilerinin tarihi gibi çok eskilere dayanmaz. Birinci Dünya Savaşı’nın ardından 1920’lere ve o yıllarda da Amerika Birleşik Devletleri’nde gerçekleştirilen çalışmalara uzanır. O yıllarda henüz adı konulmamış bir alanda yürütülen çalışmalar daha çok disiplinler arası bir yapıdadır. İlk çalışmalar çoğunlukla fizik, matematik, siyaset bilimi, sosyoloji, psikoloji, kültürel antropoloji, dil bilimi ve örgüt yönetimi gibi alanlardan gelen akademisyenler tarafından yürütülmüştür. Araştırmalarda genel olarak içinde bulunduğu dönem itibariyle dikkati çeken radyo ve gazeteler aracılığıyla gerçekleştirilen propaganda faaliyetleri ve bu faaliyetlerin toplum üzerindeki etkileri konu alınmıştır. 1900’lerin başında özellikle sosyologlar ve kültürel antropologların çalışmaları, 1920-30’lu yıllarda ise propaganda çalışmaları ön plana çıkmıştır. Gönderici, mesaj, alıcı modeline dayanan ve iletişimi bir “süreç” olarak tanımlayan modellerle birlikte insan ilişkilerinin adet edinilmiş karakterine eğilen simgesel etkileşim yaklaşımı; iletişimin gerçeğin üretildiği, tutulduğu, tamir edildiği ve dönüştürüldüğü sembolik süreci konu almıştır.

Özellikle İkinci Dünya Savaşı’nın etkisiyle insanların savaşı destekleyemeye yönelik olarak nasıl bilgilendirileceğinin ve etki altında bırakılacağının araştırılması anlamında sosyolog, psikolog, siyaset bilimci ve gazeteciler film, radyo ve televizyona yönelik iletişim araştırmasına girişmişler ya da yönlendirilmişlerdir. Bu noktada Chicago Okulu, ABD’de iletişim çalışmalarının başlangıcında 1910-1940’lı yıllara damgasını vurmuştur. Chicago Okulu’nun temel kavramlarından biri olan “simgesel etkileşimcilik” aynı zamanda okulun adı olarak da kullanılmıştır. Simgesel etkileşimcilik, insanların simgeler; yani dil ve diğer sistemler yoluyla birbirlerini etkilemesi ve bireylerin ortak bir anlayışa ulaşması sürecini ifade eder. Onlara göre iletişim, sürekliliği olan ve içinde kültürün inşa edildiği simgesel bir süreçtir. 1930’lardan sonra ise Amerikan kitle iletişim çalışmaları içerisinde sayısal araştırma teknikleri ağırlık kazanmış ve etki araştırmaları ön plana çıkmıştır. Stanford İletişim Araştırmaları Enstitüsü yöneticisi Wilbur Schramm, 1963’te yayımlanan “The Science of Human Communication (İnsan İletişiminin Bilimi)” adlı kitabında iletişim araştırmalarının “kurucu babalarından” söz eder.

Bu dört kişiden ilki siyaset bilimci ve Nazi popagandasının insanlar üzerinde nasıl etkili olduğunu analiz eden Harold Lasswell’dir. Lasswell’in daha sonra etkileri hissedilecek olan “kim, kime, hangi kanaldan, hangi etkiyle, ne der” şeklinde özetlenebilecek çizgisel iletişim modeli 1940’lara damgasını vurmuştur. Sosyal psikolog Kurt Lewin, grup içerisindeki bireyin davranışlarını araştırmıştır. Sosyolog, Colombia Üniversitesi Uygulamalı Sosyal Araştırmalar Bürosunun kurucusu Paul Lazarsfeld, radyo araştırması projesiyle anket ve “fokus” (odak) grup tekniklerini kullanarak yayınların duygusal etkilerini incelemiştir. Deneysel psikolog Carl Howland, mesajın iknaya yönelik etkisinde kaynağın güvenilirliğini sorgulamıştır. 1950-1970 dönemi ayrıca bir sanat olarak değerlendirilen retorik açısından geçerli kabul edilen ve kökenleri Aristo’ya kadar uzanan kimi düşüncelerin doğruluğunun test edilmeye başlandığı, kanıtlarının arandığı deneysel çalışmaların öne çıktığı bir zaman dilimidir. Ancak bulgular pek de umulduğu gibi sonuçlar doğurmamıştır. Bu yüzden iletişimin etkilerinin sanıldığı kadar güçlü olmadığına dair görüşler ön plana çıkmıştır.

1960’ların sonları ve 1970’lerin başlarında Amerikan yayılmacılığına yönelik eleştirileri de kapsayan “eleştirel görüşler” gelişmeye başlamıştır. Diğer yandan da Soğuk Savaş’ın izlerinden söz etmek gereklidir. 1950-1970 dönemi ayrıca bir sanat olarak değerlendirilen retorik açısından geçerli kabul edilen ve kökenleri Aristo’ya kadar uzanan kimi düşüncelerin doğruluğunun test edilmeye başlandığı, kanıtlarının arandığı deneysel çalışmaların öne çıktığı bir zaman dilimidir. Ancak bulgular pek de umulduğu gibi sonuçlar doğurmamıştır. Bu yüzden iletişimin etkilerinin sanıldığı kadar güçlü olmadığına dair görüşler ön plana çıkmıştır. 1960’ların sonları ve 1970’lerin başlarında Amerikan yayılmacılığına yönelik eleştirileri de kapsayan “eleştirel görüşler” gelişmeye başlamıştır. 1970’lerin sonlarına kadar Amerikalılar için Avrupa’daki iletişim ve kültür arasındaki ilişkiyi kuran görüşler dikkati çekmemiştir. Ancak bu dönemde İngiliz, Fransız, İtalyan ve Alman bilim insanları detaylarda farklılaşan, çoğunlukla da toplumsal değerlerin şekillendirilmesinde medyanın rolüne vurgu yapan Marksist analiz üzerinde durmuşlardır.

1970-1980 döneminde bilim insanları daha çok ilgi alanlarına dönük olarak birbirlerinden ayrı bir şekilde iletişim sürecinin farklı yönlerine yönelik çalışmalar gerçekleştirmişlerdir. 1970’ler boyunca iletişimi şekille anlatmaya çalışan iletişim süreci modelleri geliştirilmiştir. Bu arada grup dinamiklerini inceleyenler liderlik üzerine odaklanmış, ikna çalışanlar kaynak güvenilirliğine odaklanmış, kişilerarası iletişim çalışanlar sözsüz iletişim unsurları, güven, çatışma, kişisel güven, kişisel saygı ve benzeri konularla ilgilenmiş ve böylece disiplinler içinde disiplinler ortaya çıkmıştır. 1980’lerden günümüze ise iletişim bilimindeki farklı yaklaşımların birbirine daha çok yaklaşmaya ve bir araya gelmeye başladığı söylenebilir. Sayısı giderek artan iletişim bilimciler farklı yaklaşım ve yöntemlerle iletişimi anlamlandırmaya ve açıklamaya çalışmakta çoklu yöntem çalışmalarıyla arayışlarını sürdürmektedirler. Son zamanlarda daha çok eleştirel çalışmalara olan ilgi artmakta; özellikle kültürel çalışmalara ve feminist çalışmalara ilgi yoğunlaşmaktadır. Etnografi yöntemini kullanan daha fazla çalışma dikkati çekmektedir. Zihinsel yapıyı ve bilişsel süreci incelemeye yönelik, arkadaşlık ve aile ilişkilerini anlamaya yönelik, farklı disiplinlerin zenginliklerini de içine alan çalışmalar geliştirilmektedir.

İletişim Araçlarının Sınıflandırılması

İletişimi tanımlamanın güçlüğü hatırlanacak olursa, iletişim çalışmalarını sınıflandırmanın da bir o kadar zor olduğu söylenebilir. Ancak yine de konuyu özetlemek, daha anlaşılır hale getirmek ve genel bir bakış açısı kazandırmak adına Griffin’in iletişim kuramları kitabındaki oldukça basit sayılabilecek tanımlamaya dikkat çekilebilir. Mühendis Claude Shannon’un dediği gibi iletişimi “bilginin iletilmesi ve alınması” şeklinde tanımlamak mümkündür. İnsancıl bakış açısıyla Felsefeci I. A. Richards ise iletişimi “anlamın üretilmesi” şeklinde yorumlamak da mümkündür. Griffin ise iki yaklaşımı da bir araya getirmeye çalışan ve son dönemde gündeme gelmiş olan Lawrence, Frey, Carl Botan, Paul Friedman ve Gary Kreps’in tanımına dikkati çeker: “ İletişim, anlam yaratmak için mesajların yönetimidir. ” Bu ünitede de en genelleyici ve basit yapısıyla iletişim olgusuna yönelik farklı yaklaşımların bilinirliğini sağlamak ve belli başlı bakış açısı ve bu bakış açılarına ait temel kavramları tanımlamak adına ikili bir ayrıma gidilecektir:

  • Bilgilerin iletilmesi ve alınması tanımına giren etki-süreç odaklı yaklaşımlar.
  • Anlamın üretilmesi tanımına giren anlam-niyet odaklı yaklaşımlar.

Bu ayrımlar çerçevesinde yaklaşımlar arasındaki farklılıkların en temelde nehrin iki ayrı yanındaki çalışmalar gibi görülmesi sağlanacaktır.

Bilginin İletilmesi ve Alınması Tanımına Giren EtkiSüreç Odaklı Çalışmaların Temelleri

Ana akım, ana damar, ana yön, tutucu, yönetimsel, pozitivist, amprik, geleneksel, davranışçı, çoğulcu ya da daha sonraları liberal kuramlar gibi adlarla yapılan sınıflandırmalara giren çalışmalar, bu ünitede “bilgilerin iletilmesi ve alınması tanımına giren, etki-süreç odaklı çalışmalar” başlığı altında bir araya getirilmiştir. Söz konusu çalışmalar genel olarak iletişim araştırmalarının tarihiyle birlikte Amerika Birleşik Devletleri’nde ortaya çıkmış ve gelişmiştir. Doğal olarak da ABD’nin siyasal ve toplumsal özelliklerini bünyesinde barındıran bu çalışmalar aynı zamanda kitle iletişim araştırmaları tarihinin de oldukça önemli bir bölümünü oluşturur. Psikoloji, sosyoloji, siyaset bilimi gibi alanlardan ve bu disiplinlerin davranışçı düşüncelerinden yararlanan araştırmacıların başlıca sorunsalı medyanın etkileridir. Çeşitli biçimlerde kamu ve özel kurumlarca da desteklenen bu çalışmalarda genellikle insan doğasının ve toplumun davranışçı yorumları bazında etki konusu formülleştirilmeye çalışılmıştır. Bu yaklaşımda iletişimin bir süreç halinde işlediği, kaynak tarafından kodlanan mesajların belirli bir kanal üzerinden hedef kitleye iletildiği ve bu kişilerin de şu ya da bu şekilde etkilendiği kabul edilir. İletişimi bir model çerçevesinde formüle etmeyi amaçlayan ilk çabaların sonucu ortaya atılan fikirlerde iletişim sürecinin kaynak, ileti, kanal ve alıcıdan oluşan dört temel öğesi yer almıştır. Ancak 1950’li yıllarda hız kazanan iletişim araştırmaları, doğrusal olmayan iletişim sürecini ortaya çıkarmış ve iletişim sürecinin öğeleri arasına geribildirim ya da geri beslemeyi de eklemiştir. İletişim araştırmalarının tarihi büyük ölçüde etki araştırmalarının tarihi olarak görülür. Bu da etki araştırmalarının iletişim çalışmalarındaki önemini yansıtır. Medya etkilerinin farklı dönemlerde farklı biçimlerde tanımlandığı görülür. İletişim araçlarının inanç ve düşünceleri şekillendirme, yaşam alışkanlıklarını, aktif olarak davranışları değiştirme ve politik sistemi etkilemede karşı konulmasına karşın güçlü etkilere sahip olduğu kabul edilmiştir. 1940’lardan 1960’ların başlarına dek uzanan ikinci dönemde, deneysel yöntemlerin ağırlık kazanmasıyla birlikte kitle iletişim araçlarının etkilerinin sınırlı kaldığı tezi ön plana çıkmıştır. 1960’lardan sonra ise yeniden kitle iletişiminin etkilerinin fazlalığı yönündeki görüşler ağırlık kazanarak günümüze dek varlığını sürdürmüştür.

Anlamın Üretilmesi Tanımına Giren Anlam-Niyet Odaklı Çalışmaların Temelleri

Medyanın etkilerine dönük çalışmalar bir yandan sürerken diğer yandan kökenleri Marksist toplum eleştirisine dayanan ve Frankfurt Okulu ile birlikte ekonomi-politik yaklaşımı da içine alan ve özellikle de medyanın toplumdaki rolüne işaret eden eleştirel eğilimler gelişmeye ve ilgi çekmeye başlamıştır. Kapitalist ekonomik düzene ve liberal sisteme yönelik eleştiriler getiren ve her biri var olan toplumsal ve iletişimsel yapının radikal ve dönüşümcü bir eleştirisinden yola çıkan bu görüşler “eleştirel”, “kuramsal”, “kültürel”, “toplumbilimsel” ya da “değişimci yaklaşımlar” gibi adlarla tanımlanmıştır. İngiltere ve Batı Avrupa’daki araştırmacılarca geliştirilen bu yaklaşımların niteliklerini etki odaklı çalışmalardaki gibi kesin çizgilerle ayırt etmek zor olsa da genel olarak endüstrileşmiş kapitalist toplumların Marksist eleştirisine dayanan daha geniş bir geleneğin içine konumlandıkları söylenebilir. Çıkış noktasını Karl Marx’ın görüşlerinin oluşturduğu ve onun toplum ve değişimi, tarih ve insan, fikirler ve ideoloji anlayışını çıkış noktası olarak kabul eden eleştirel yaklaşımların temelinde medyanın üretim faktörleriyle, kapitalist endüstriyel oluşumun genel tiplerine benzeyen üretime sahip olduğu düşüncesi yatar. Marksizm’de var olan ve geçmişte var olmuş toplumlara ilişkin bir analiz yapılarak kapitalist topluma eleştiri getirilir. Daha sonra ise Marksizm ile bağını çeşitli ölçülerde koparan dil bilimsel, göstergebilimsel ve edebiyat kökenli “kültürel incelemeler” de bu ünitede, anlam-niyet odaklı çalışmalar başlığı içinde değerlendirilmiştir. Anlam odaklı yaklaşımlarda iletişim, mesajın insanlar üzerindeki etkileri bağlamında değil, toplumsal oluşumun gidişatındaki toplumsal rolü çerçevesinde tanımlanır. Dolayısıyla bu yaklaşımlarda “medya ve toplumsal iktidar arasındaki ilişkiye” odaklanılır. Bu çalışmalarda iletişim; bir süreç olarak değil, anlamın oluşturulması olarak tanımlanır. Önemli olan iletişimin nasıl işlediği ya da nasıl daha verimli hale getirileceği değil; iletişim sistemi içerisinde gerçekleştirilen eylemlerin niyetlerini sorgulamaktır. Çünkü iletişim süreci yalnızca iletilerin aktarılmasından ibaret değildir. Bu nedenle anlamniyet odaklı yaklaşımlar iletişimi “anlamın üretilmesi ve değişimi” olarak görürler.

Medyanın konuşma özgürlüğünü geliştirdiğini savunan yaklaşımların aksine eleştirel yaklaşımlar, kitle iletişim araçlarının statükonun yeniden üretilmesinde kullanıldığını belirtirler. En genel anlamda medya, kapitalist sınıfın tekelci sahiplerine aittir ve onlara hizmet eder. Egemen sınıfın dünya görüşlerini yaymak için değişime liderlik edebilecek alternatif fikirleri inkar ederek “hakim (egemen) sınıfla” ve devletle iç içe ve onların değerlerini, ideolojisini yeniden üreten kurumlar olarak tanımlanan medya, “özerk” bir yapıda görülmez. Eleştirel çalışmalarda üzerinde durulan bir başka önemli kavram, kültürdür. “Kültür”; insanın üretken ve tarihsel yaşamının her yeni dönemi için temel oluşturan ve toplumsal iş ile mükemmelleştirilen insan bilgisinin bir biçimidir. Eleştirel yaklaşım, kültürü anlam verme sistemleri içinde tarihsel olarak inşa edilen materyal bir üretim olarak görür. Kültürel incelemelerde kültür ürünleri metinler olarak okunur ve medya içerikleri “metin” olarak yorumlanır. Günlük hayatta bu metinlerin “nasıl üretildiği” ve “yeniden üretildiği” üzerinde durulur. Dolayısıyla “üretim biçimi” ve “üretim ilişkileri” konu alınır. Kültürel çalışmalar medyayı rızanın kazanıldığı ve kaybedildiği bir saha olarak görür. Genel olarak anlamniyet odaklı eleştirel yaklaşımlar, ideoloji sorununu ele alış ve tanımlayışlarıyla, izleyiciye getirdikleri yorum ve medya metinlerine olan yaklaşımları açısından farklılık gösterirler. 1980’ler öncesinde kitle iletişimiyle ilgili Marksist yaklaşımlar temel olarak iki ayrı yönde gelişmiştir:

  • İletişimin siyasal ekonomisi ile ilgili konulara eğilen yaklaşımlar.
  • Üst yapıya (ideoloji, kültür ve kültürel örgütlere) eğilen yaklaşımlar.

Yakın Dönemde Dikkati Çeken Gelişmeler

Bu dönemde kitle iletişiminde yeni kuramlar ortaya atılmasa da, Markiszm-ötesi, pozitivizm-ötesi, yapısalcılık-ötesi gibi “ötesi” eki alan yaklaşımlar söz konusu olmuştur. Marksist siyasal ekonomi ve tarihsel materyalizm kökenli yaklaşımlar marjinal bir duruma düşmüş, eleştirel okul ve Frankfurt Okulu geleneği ortadan kalkmıştır. Bunların yerini, onları reddeden ve Marksist kavramları kullanmayan ya da farklı bir biçimde kullanan sömürgecilik-ötesi, post-Althusserci, postemperyalist “post-eleştirel” yaklaşımlar almıştır. Ayrıca 2000’li yıllar kültürel incelemelerin modasının geçtiği; ancak farklı yaklaşımları da içine alarak “kültürelcilik” bağlamında bu çalışmaların sürdürüldüğü söylenebilir. Kitle iletişiminde kuramsal yaklaşımlar disiplinler arası olmaya devam etse de, disiplinler arası sınırlar artık büyük ölçüde ortadan kalkmış ya da belirginliğini önemli ölçüde yitirmiştir. Farklı yaklaşımlar arasındaki bölünmeler, kesin sınırlarla ayrılamayan bir duruma gelmiştir. Hangi kuramın hangi felsefi, epistemolojik ve metodolojik akıma ait olduğunu teşhis etmek oldukça güçleşmiştir.


Güz Dönemi Ara Sınavı
7 Aralık 2024 Cumartesi
v