Kelam´a Giriş Dersi 6. Ünite Özet

Yeni İlm-İ Kelam

Giriş

Kelâmın temel konuları makâsıd, bunları temellendirmeye yarayan unsurları da vesâil olarak isimlendirilmiştir. Makâsıd sabit, vesâil ise zamanın gerekliliklerine göre değişikliklere uğramıştır. Kelâm ilminin esnek bir yapıya sahip olmasını sağlamıştır. Kelâm ilmi bu özelliği sayesinde İslam toplumunun gelişimine ve karşılaşılan problemlerin niteliğine bağlı olarak kendini yenileyebilmiştir. Ne var ki Gazali ile başlayıp, Râzî, Amidî, Kâdî Beydâvi ile devam eden müteaahhirin döneminde belli bir aşamadan sonra şerh ve haşiyecilik dönemi başlamış, özgün eserler verilememiş ve İslam kelâmı uzun süren bir duraklama ve gerileme dönemine girmişti. Batıda Rönesans’la birlikte fikir, sanat ve bilimde yaşanan gelişme ve sıçrama sonrasında diğer İslami disiplinlerde olduğu gibi kelâm ilmi de canlılığını yitirerek çağın sorunlarına cevap veremez bir duruma gelmişti.

XIX. yüzyıla gelindiğinde özellikle de söz konusu asrın ikinci yarısında Batıdan İslam dünyasına yayılan ve her geçen gün etkisi daha çok hissedilen materyalist, pozitivist, determinist düşünce ve anlayışlara karşı Müslüman bilginlerin rahatsızlık duydukları bunlara karşı koyma adına zihinsel bir çabanın içine girdikleri görülmektedir. Bu Müslüman bilginler klasik kelam argümanlarıyla çağın pozitivist, materyalist akımlarına karşı koyulamayacağı yönündeydi. Onlar bu düşüncenin bir sonucu olarak birçok eser kaleme almışlardır. Onların bu çabaları esnasında ortaya konulan Yeni İlm-i Kelâm: Bütün şekilleriyle materyalizmi ve felsefi bir görüş olarak pozitivizmi reddeden, dine karşı yapılan biyolojik ve psikolojik teknikleri (Darwinizm, Freudizm) cevaplandıran, yeni felsefi cereyanları eleştirdikten sonra müsbet ilimden de istifade ederek, Allah’ın varlığını ispat eden, İslamın akâid konularını isbât ve izah ederek mukaddesâtı savunan bir ilim, olarak tanımlanmıştır.

Kelâmda Yenilik Arayışları

Kelâm ilminde yenilik arayışları Batıda düşünce, sanat ve bilimde meydana gelen değişim ve dönüşümlerin İslam dünyasını etkisine almasından sonra ortaya çıkmıştır. İslam dünyasını etkisi altına alan bu cereyanların mahiyetini anlayabilmek amacıyla öncelikle Batı zihniyetinde ve bilim anlayışında meydan gelen değişimin tarihi seyrini izlememiz uygun olacaktır.

Batı Bilim ve Düşüncesindeki Değişim

Batı düşüncesi Rönesans’la birlikte yeni bir döneme girmişti. Bu dönemi farklı ve yeni kılan bilimde ve zihniyette yaşanan bazı değişim ve dönüşümlerdir. Bu değişimi sağlayan olayların en önemlilerinden biri Kopernik’in Dünya’yı merkeze alan Batlamyusçu evren görüşü yerine güneşi merkeze alan evren görüşünü ortaya koymasıydı. Bilindiği gibi Aristo’nun ortaya attığı Dünya’nın sabit merkez olduğu; bütün gezegenlerin, yıldızların, Güneş ve Ay’ın dünyanın etrafında döndüğü anlayışı Batlamyusçu evren görüşü olarak bilinir. Batlamyusçu evren görüşü neredeyse 1500 yıl hâkimiyetini sürdürdü. Kopernik (1473- 1543) Güneşin merkezde yer aldığını ve Dünya dâhil diğer bütün gezegenlerin Güneşin etrafında döndüklerini ortaya koydu.

Batlamyusçu evren anlayışı benimseyen ve yanılmazlık payesi verilen Kilisenin konumu sarsıldı ve Kilise Kopernik’in bu görüşüne şiddetli tepki gösterdi.

Bütün tepkilere rağmen Kopernik’in bu başarısını Kepler ve Galile’nin çalışmaları takip etti. Astronomi’yi fiziğin bir parçası olarak tanımlayan Kepler, fizik yasalarını gök cisimlerine uygulayan kişi olarak öne çıktı. Galile (1564- 1642) ise teleskop kullanarak ilk ciddi yıldız gözlemlerini yapan kişi olarak tarihe geçti. Galile yaptığı gözlemler sonrasında sabit evren modeline ölümcül bir darbe indirdi. Ona göre Güneş merkezde yer almakta Dünya da Güneşin etrafında dönmektedir. Fakat bu anlayış Kopernik ve Kepler’le ortaya çıkan Kilise-bilim karşıtlığında son derece sert tartışmalara neden oldu ve Galile engizisyon mahkemesinin aforozundan artık görüşlerinden vazgeçtiğini söylemekle kurtulabildi.

Galile’den sonra astro-fizik alanında çok daha önemli sonuçlara yol açacak Newton (1642- 1726) geldi. Newton, gezegenleri neyin yörüngede tuttuğu, Dünyanın altındakilerin neden düşmediği gibi sorularla uğraştı ve daha sonra bilim tarihinde çok önemli yeri olan yer çekimi kanununu keşfetti.

Newton’un hareket yasaları, hiçbir şeyin durağan olmadığını ortaya koyuyordu. Bu da Batlamyus’un evrenin çevresindeki yıldızları sabit gören fikrini ortadan kaldırdı.

Yeniçağ Avrupa’sında devrim niteliğinde gelişmeler olmaya devam etti ve Francis Bacon (1561-1626) kendisine kadar her alanda kullanılan tümdengelim yöntemini eleştirerek bilimde takip edilmesi gereken yöntemin gözlem ve tecrübe olması gerektiğini savundu. O, her şeyde tümdengelim yöntemine dayandıkları için Aristo ve skolastikleri eleştirdi ve bu yöntemde akıl yürütmelerde kullanılan öncüllerin filozofların kendi görüşleri olduğunu bilimsel zeminde bir geçerliliğinin olmadığını ileri sürdü.

Batı modern bilim anlayışının oluşumunda etkin rol oynayanlardan biri de Descartes’tir (1596-1650). Descartes kendinden önceki filozofları bilim ve matematiği bilmemekle, geçerliliği olmayan delilleri kullanmakla eleştirdi. Ona göre iyiyi kötüden ayırabilecek ve bilgide kesinliği verebilecek yegâne vasıta akıldır. O kesinliği sebebiyle matematiği kendisine model olarak almıştı.

Batı bilim anlayışının oluşmasında zikredilmesi gereken bilim adamlarından biri de David Hume’dur (1711-1776). Hume duyuları bilgi elde etmenin tek vasıtası olarak gördü. Bundan hareketle de metafizik bilgiyi yanlış ve dayanağı olmayan bir nevi zihnî yanılma saydı.

Aydınlanma felsefesinin en önemli filozofu kuşkusuz İmanuel Kant’tır (1724-1804). Kant, bütün zihinsel çıkarımları reddeden Hume’den farklı olarak aklın tabiata karşı pasif olmadığını, aklın tecrübe ile gelen bilgileri kavramlaştırdığını söyledi.

Batıda meydana gelen bu gelişmeler çoğu kere Kilise’ye rağmen gerçekleştikleri için aynı zamanda dine karşı olma gibi bir durum da söz konusuydu. Hume’un her şeyi duyulara hasretmesi ve sebep-sonuç ilkesi dâhil bütün ideleri reddetmesi, Kant’ın ahlaki alanda Tanrı’ya yer verse de metafiziği bilgi alanının dışına atması modern düşüncenin giderek sekülerleşmesini de beraberinde getirdi. XIX. yüzyıla gelindiğinde yukarıda gelişim sürecini aktardığımız Rönesans, Aydınlanma hareketleri meyvelerini vermeye başladı ve Modernite olarak da anılan bir dönemi ve bu dönemde ortaya çıkan ideolojileri doğurdu. Bunları da kısaca izah etmek Yeni İlm-i Kelâm dönemi bilginlerinin kimlerle karşı karşıya olduklarının diğer bir ifadeyle hangi ideolojilerle mücadele ettiklerinin anlaşılması açısından uygun olacaktır.

Batıda Ortaya Çıkan Akımlar

Batıda ortaya çıkan zihniyet değişimi ve bunun sonrasında tecrübe ve gözleme dayalı bilgi, mekanik ve determinst evren anlayışı, başta Tanrı fikri olmak üzere metafizikle ilgili konuların bilim alanının dışında görülmesi, beraberinde seküler bir anlayışı getirdi. Bu dönemde ortaya çıkan akımlara bakılacak olursa;

Pozitivizm

Pozitivizm, Auguste Comte (1798-1857) tarafından XIX. yüzyılda ortaya atılan felsefi düşüncenin adıdır. Comte insanlık tarihini, dinî, metafizik ve pozitif olmak üzere üç evreye ayırdı. Ona göre dinî evre fenomenlerin Tanrı ya da manevi nedenlerle açıklandığı evredir. Bu evrede insanlar her şeyi din ile açıklamaya çalışırlar ki bu evre Orta Çağ’a kadar devam eder. Metafizik evrede ise olaylar soyut kuvvetlerle açıklanır, eşitlik, özgürlük gibi. Bu evre Orta çağ’dan başlayıp 1789 Fransız ihtilaline kadar devam eder. Pozitif evre ise insanın sadece gözlemlenebilene yöneldiği ve yalnızca olaylar arasındaki yasalar ya da değişmez bağlantıları incelediği bir evredir. Ona göre bu evre insan düşüncesinin ve gelişiminin en yüksek basamağıdır.

Comte, bilim ile teoloji arasına kesin ayırımlar koyarak bilim ile dinin uyuşmasının mümkün olmadığını iddia etti. Comte sisteminin gereği olarak bütün dinleri inkâr etmesine rağmen kültürel boşluğu doldurmak amacıyla yeni bir din ortaya koyma ihtiyacı hissetmiş ve “insanlık dini” adını verdiği bir din ortaya koyduğunu iddia etmişti.

Darwinizm

Darwinizm, Charles Darwin (1809-1882) tarafından ortaya atılan modern evrim teorisinin adıdır. Tekâmül nazariyesi olarak da adlandırılır. Evrim teorisi daha önce de bilinen bir teori idi. Darwin’in bu teoriye katkısı tabii ayıklama (selection) fikrini bu teoriye dâhil etmesidir. Ayıklama canlılar arasında amansız bir mücadele olduğunu ve bu mücadele sonucunda en güçlü olanların ayakta kaldığını belirtir. İnsan bu zorunlu dönüşüm sürecinin sonucu olarak maymundan gelmiştir. Darwin bu görüşünü İnsanın Türeyişi adlı eserinde dile getirmiştir.

Materyalizm

Materyalizm, maddeyi değişmez, aktif ve dinamik bir prensip olarak kabul eden, ruh ve düşünce gibi cevherlerin bu maddenin bir tezahürü olduğunu iddia eden ya da bunları inkâr eden düşünce akımı olarak tanımlanır. Materyalistler, tabiatı esas aldıkları ve insanı da tabiatın bir parçası olarak gördükleri için tabiatçılar olarak da anılırlar. İslam dünyasında XIX. Yüzyılda etkin olan materyalizm, tarihi materyalizmdir ki bu akımın öncüsü Karl Marx’tır (1818-1883). Marx, Hegel’den mülhem olarak tarihi düzenli ilerleme esasına göre ilkel toplum, Asyatik toplum, köle-toplayıcı toplum, feodalizm ve kapitalizm olarak beş değişim ve dönüşüm aşamasına ayırır. Marx Communist Manifesto ve Das Kapital adlı eserlerinde kapitalist sistemin yıkılacağını, proletaryanın bir devrim sonucu yönetimi ele alacağını ve devletin olmadığı komünist toplumun oluşması için zemin hazırlayacağını iddia ederek tarihin materyalist yorumunu yapmıştır.

XIX. yüzyılda etkin olan pozitivist, materyalist ve Darvinci anlayışlar seküler, agnostik, şüpheci ve dine karşı mesafeli bir anlayışın yayılmasını beraberlerinde getirmişlerdir. Modernleşme sürecinde her ne kadar bu görüşlere karşı olan Pascal, Bergson gibi bilim adamları çıktıysa da özellikle XVIII. yüzyılda gerçekleşen sanayi devrimiyle birlikte teknolojide yakalanan başarı, onların etkin olmasına fırsat vermemiştir. Bu dönemde pozitifseküler anlayış; endüstri devrimi, şehirleşme ve makine hayatının getirdiği yeni başarılarla daha da hız kazandı.

Yeni İlm-i Kelâmın Öncüleri

XIX. yüzyılda Batıda ortaya çıkan inkârcı akımlar dünyayı etkilemeye devam ederken İslam coğrafyası askeri, iktisadi ve kültürel bir işgalle de karşı karşıyaydı. Gerek tanrıtanımaz akımları reddetme gerekse de insan haklarını askıya alan ve insan hakları ihlallerinde bulunan sömürgeci güçleri İslam topraklarından atmak için toplumsal bir bilinç yenilenmesine ihtiyaç vardı. Bu ihtiyaç Müslüman bilginleri bir arayışın içine sokmuş ve İslam dünyasında yaşanan askerî, siyasî başarısızlıkların sebeplerini düşünmeye sevk etmişti. Bu bağlamda ilim adamalarının üzerinde durduğu hususlardan biri de mevcut ilim anlayışı ve eğitim sistemiydi. Acaba İslam dünyasının gerilemesinde, siyasi, askeri ve kültürel düzeyde başarılı olamamasında etkili olan husus ilim anlayışımız olabilir miydi? Bu bağlamda ilim adamlarının fıkıh, tefsir ve kelâmda yenilik arayışlarına çıktıkları görülmektedir. Klasik kelâmın argümanlarıyla çağın materyalist akımlarının kullandıkları argümanlara karşı koymak mümkün görünmemekteydi. Bundan dolayı da kelâm ilminin zaman ve zemine göre değişebilen vesâilinin değişmesi gerekirdi. Bu ihtiyacı dile getiren birçok âlim ortaya çıkmıştır. Bunların bir kısmı Hindistan’da bir kısmı, Mısır’da bir kısmı da dönemin Osmanlı Türkiye’sinde idi. Hint alt kıtasında Seyyid Ahmed Han, Şiblî Nu’manî, Emir Ali, Muhammed İkbal, Mısır’da Muhammed Abduh, Reşid Rıza, Osmanlı Türkiyesi’nde Abdüllatif el-Harpûtî, İzmirli İsmail Hakkı, Filibeli Ahmed Hilmi bunlardan bir kaçıdır. Yeni ilm-i kelâmın öncü şahsiyetleri olarak ifade ettiklerimiz de bunlardır.

Osmanlı

Abdüllatif el-Harpûtî (1842–1914)

Kelâm ilmi ile ilgili iki önemli eseri bulunmaktadır. Bunlardan biri Tarih-ı ilm-i kelâm diğer ise Tenkihu’lKelâm fi akâdi ehl’ilİslam adını taşımaktadır. Harpûti Tenkihu’l-Kelâm fi akâdi ehl’ilİslam kitabını yazmasının gerekçesini Darü’l-Fünün İlahiyat Fakültesinde kelâm derslerini okuturken çağdaş bid’at sahiplerini cevaplayabilecek, inkârcıları susturabilecek özelliğe sahip bir kelâm kitabı bulamaması olarak açıklar.

İzmirli İsmail Hakkı (1868–1946)

Yenilenme hareketinin Türkiye’deki en önemli temsilcisi İzmirli İsmail Hakkı’dır. Bu dönemde buhrandan kurtulmak için iki farklı görüşün ortaya çıktığı görülmektedir. Bunlardan birincisi ihyacılıktır ki temel hedefi; aslî kaynaklara dönerek, zaman içerisinde hem gelenek hem de modern Batı düşüncesi kanalıyla İslam’a sokuşturulan bir takım yabancı unsurları temizlemekti. Diğer görüş sahipleri ise modernist kanat olarak nitelendirilmekte idi ve İzmirli de Osmanlı’nın son dönemlerinde ortaya çıkan İslamcılık akımının modernist eğilimlere sahip kanadında yer alıyordu. Namık Kemal, Musa Carullâh, M. Şemseddin gibi şahsiyetlerin içinde yer aldığı bu kanat, İslam’ın değer ve ilkelerini Batı’nın belirlediği modern düşünce kriterlerine göre yeniden yorumlamayı, İslam’ı modern düşünce ve kurumlarla kaynaştırmayı hedefliyordu.

İzmirli’ye göre kelâm ilmi İslamî ilimlerin anasıdır. Dolayısıyla kelâm ilmi sayesinde birçok şey başarılabilir. İzmirli yeni bir kelâm ilmine duyulan ihtiyacı şu şekilde dile getirmiştir: Mevcut kelâm ilmi başta Yunan felsefesine; sonra bu felsefeyi yaymak suretiyle İslami fikirleri ona yakınlaştırmak isteyen İbn Sinâ gibi İslam filozoflarının felsefelerine ve en nihayet o zamanlar ortaya çıkan bid’atçi ve mülhid (inkârcı) fırkalara karşı ortaya konulmuştu. Bu gün bu ilmin muhatapları değişmiştir Muhataplar değiştiğine göre yöntem de değişmelidir.

Mısır

Mısır daha XVIII. yüzyılda Batı ile yakın temas içinde kalan İslam coğrafyalarından biridir.

Muhammed Abduh (1849–1905)

Muhammed Abdûh, bu dönem Mısır’da kelâm ilminin problemleriyle uğraşan ve bu ilmin daha verimli hale gelmesi için gayret gösterenlerin başında gelmekteydi. Abdûh Beyrut ve Paris’te sürgün hayatı yaşamış daha sonara da Mısır’a dönerek Mısır müftüsü olmuştu. Sürgünde kaldığı dönemde Batı’yı tanıma fırsatı bulmuş, zamanla hocası Cemaleddin Efgânî’nin ideolojik ve siyasî çizgisini terk ederek uzun vadeli hedeflere yönelmiş buna paralel olarak tedrisatı yeniden düzenlemeye yoğunlaşmıştır.

Hindistan

Hindistan sahip olduğu zenginlikler dolayısıyla tarihin her döneminde uluslararası siyasetin merkezinde yer almış ve hiçbir zaman rahat bırakılmamıştır. Bölgeye hâkim olan İngilizlere karşı Hindu- Müslüman ittifakıyla 1857’de yapılan mücadelenin başarısızlıkla neticelenmesi sonrasında İngilizler siyasi hâkimiyeti ellerine geçirerek kendilerine ait bir hükümet kurdular. Mücadelenin başarısızlıkla sonuçlanması, Müslüman âlimleri derinden sarstı ve onları bir durum değerlendirmesi yapmaya sevk etti. Seyyid Ahmed Han, Şiblî Nu’manî, Emir Ali, Muhammed İkbâl, Ebu’l-Kelâm Azâd gibi âlimler bu dönemde mevcut olumsuz havanın dağılması için arayış içinde olmuşlardır.

Seyyid Ahmed Han (1817-1898)

Seyyid Ahmed Han, kelâm ilminde yenilik ihtiyacını ilk dile getiren kişi olarak bilinir. Ona göre klasik kelâmın muhatapları olan Yunan felsefeleri problemlere yaklaşımlarında tecrübe ve müşahedeyi değil aklî ve kıyasî delilleri kullanmışlardı. Dolayısıyla onlara akli ve kıyasi delillerle karşı konulmuştur. Fakat günümüzdeki ilim, akli kıyasa değil, tecrübe ve müşahedeye dayanmaktadır, Kelâm ilminin de buna paralel olarak müşahede ve tecrübeye dayalı deliller kullanması gerekir. Bu da mevcut ilimlerle uyumlu yeni bir kelâmı gerekli kılmaktadır. Seyyid Ahmed Han’ın ortaya koyduğu yeni kelâma tabiatçı kelâm denilmiştir. Seyyid Ahmed Han’ın ortaya koyduğu yeni kelâma tabiatçı kelâm denilmiştir.

Şiblî Nu‘manî (1857-1914)

Yeni kelâm hareketinin Hindistan kıtasındaki asıl teorisyeni olarak bilinir. Şiblî Nu’manî kelâm tarihi alanında yazdığı İlmu’l-kelâm adlı kitabının önsözünde eski kelâmın faydasız ve yetersiz olduğunu ifade etmiş ve yeni bir kelâma duyulan ihtiyacı dile getirmiştir. İlm-i Kelâm-ı Cedid adlı eseriyle de ihtiyaç duyulan kelâmı yazmıştır. Nedvetü’l- ulemâ adıyla kurduğu teşkilatın temel hedefini de önceki kelâmcıların Yunan felsefesine karşı yaptıkları gibi, ateizmin meydan okumalarına karşı metot bakımından yeni bir kelâm ilmi kurmak olarak belirlemiştir. Şiblî Numanî yeni kelâm ilminin sahasının itikatla sınırlı olmadığı kanaatindedir. Ona göre geleneksel kelâm ilminde itirazlar yalnızca itikat esaslarına yöneltildiği için kelâmcılar yalnızca inanç konularını ele alıp savunmuşlardır.

Yeni Konular ve Yeni Yaklaşımlar

Yeni ilm-i kelâmı, geleneksel kelâmdan ayıran temel farklılık, yeni dönem kelâmcılarının kelâmî problemlere yaklaşım biçimleri ile ele aldıkları konular ve öncelikleridir. Bu dönemde Bilgi ve Varlık, Ulûhiyet ve Peygamberlik temalarına öncekilerden farklı bakılmaya başlanmıştır.

Yenilikler ve Farklılıklar

Klasik Kelâm Konularının İhmal Edilmesi

Geleneksel kelâm kitapları ile Yeni İlm-i Kelâm dönemi eserleri karşılaştırıldığında öncelikle ele alınan konular yönünden bir farklılığın olduğu göze çarpar. Klasik kelâm kitaplarında çok önemsenen bazı konuların yeni dönem eserlerinde ihmal edildiği, ele alınmadığı görülmektedir. Bu dönemin âlimleri Müslümanlara yarar sağlamayacak bilgi yığınlarını aktarmak yerine onlara fayda sağlayacak, onları harekete geçirecek bilgiler aktarmak istemişlerdir. Bu sebeple Gazzâlî ve sonrasındaki müteahhirîn kelâmcılarda görülen bilgi ve varlık konularına fazla yer vermemişledir. Ayrıca Aristo mantığı ve felsefesine yer vermeyerek onun etkisinin kırılmasını istemişlerdir.

Eleştirel Zihniyetin Gelişmesi ve Mezhep Taassubunun Kırılması

Yeni ilm-i kelâm dönemi âlimlerinin belki de en öne çıkan özelliklerinden biri de eleştirel bir zihniyetle geleneğe yaklaşmaları ve mezhep taassubundan oldukça uzak durmalarıdır.

Geleneksel Kelâmda Yer Almayan Konulara Yer Verilmesi

Bu dönemin kelâmcıları inanç esaslarının yanı sıra dinin bireysel ve toplumsal boyutuyla ilgili izahlara da eserlerinde yer vermişlerdir. Kelâmcıların böyle bir yöntem takip etmeleri, oryantalistlerin ve İslam toplumundaki Batıcı aydınların İslam’ın inanç esaslarının yanı sıra dinin hukuki, ahlaki, sosyal ve ekonomik ilkelerini Batılı normları esas alarak eleştiri konusu yapmaları ve bunları çağdışı göstermeye çalışmış olmalarıdır. Bundan dolayı dönemin kelâmcıları da sadece inanç esaslarını savunmakla kalmamış, dini bir bütün olarak müdafaa etme gayreti içinde olmuşlardır

İslam’ın Diğer Dinlerle Mukayesesi

Yeni dönem kelâmcıların eserlerinde yer verdikleri hususlardan biri de diğer dinlerle İslam dini’nin karşılaştırılmasıdır. Kelâmcılar öncelikle İslam’ın tevhit inancıyla diğer dinlerin Tanrı anlayışını karşılaştırmışladır. Buna göre diğer bütün dinlerin temeli tevhit olduğu halde bu dinlerde tevhit inancı şirkle karışmış ve bu inanç önemli ölçüde zedelenmiştir. Tevhid esasını koruyabilen yegâne din İslam’dır. İslam’da Allah ile kul arasında herhangi bir vasıtanın kabul edilmemesi de İslam’ın ruhbanlığı esas alan Hıristiyanlık ve benzeri uygulamalardan üstün olduğunun delili olarak sunulmuştur.

İslam akla önem vermiş ve akıl ile naklin çatışmayacağını bildirmiştir. Bundan dolayı akli istidlal ve muhakemeye izin verilmiştir. Hıristiyanlık ve Yahudilik’te ise bilim ve din çatıştığından biri lehine diğerini bırakmak zorunluluğu doğmaktadır. İslam’ın nübüvvet anlayışı da diğer dinlerin nübüvvet anlayışından üstündür. Zira İslam’da peygamberin beşer olduğu tespit edilirken diğerlerinde ilahlaşmış veya ilahtan bir parça olan peygamber anlayışı hâkim olmuştur.

Eş‘arîlik, Kuruluş ve Mütekaddimîn Dönem ve Müteahhirîn Dönem olmak üzere iki döneme ayrılır.

Eş‘arîliğin Temel Görüşleri

Ulûhiyet

Allah’ın varlığına ancak akıl yürütme yani istidlal ile ulaşılabilir. Allah’ın varlığına ilişkin bilgiler doğuştan değil, istidlal ile ulaşılan bir bilgidir. İnsanların Allah’ın varlığı konusunda farklı düşünmelerinin temelinde yatan sebep de budur. Allah’a ilişkin bilgi zaruri olmuş olsaydı insanlar Allah’ın varlığından şüphe etmez ve herkes O’na inanmak zorunda kalırdı.

Eş‘arî anlayışa göre Allah vardır, birdir, ezeli ve ebedidir; eşi-benzeri yoktur. O madde değildir, cisim değildir, araz değildir; herhangi bir yönde ve bir mekânla sınırlı değildir.

Kaza-Kader ve İnsanın Özgürlüğü

Eş‘arîlere göre yaratan, yoktan var eden yalnızca Yüce Allah’tır. Onun dışında ne bir yaratıcı ne de yoktan var eden (ihtira’) vardır. Havadis yani sonradan var olan her şey Yüce Allah’ın kudretiyle var olmuşlardır. Bu konuda insanın kudretiyle ilişkili olan fiillerle yalnızca Yüce Allah’ın kudretiyle ilişkili olan şeyler arasında fark yoktur. Hepsini Allah yaratmıştır.

Nübüvvet

Eş‘arîler öncelikle Allah’ın insanlara peygamber göndermesinin aklen mümkün olduğunu ortaya koymuşlardır. Buna göre yüce Allah’ın kullarının dünya ve âhirette mutlu olmalarını sağlamak için emirler, yasaklar, öğütler içeren talimatlar göndermesi ve bunları insanlar arasından seçeceği kimseler vasıtasıyla insanlara bildirmesi aklen imkânsız değildir.

Eş‘arîler ve Mâtürîdîler Arasındaki Farklar

Eş‘arîler ile Mâtürîdîler arasında ortak birçok görüş olduğu gibi birbirinden farklı görüşleri ve yaklaşım biçimleri de vardır. Kimileri aradaki farkları 50’ye çıkarırken kimileri bunları 13’e, kimileri de sekize kadar indirmişlerdir.

Bu farkların bazılarını şu şekilde sıralamak mümkündür:

  1. Cüz’i İrade: Mâtürîdîlere göre insanda müstakil bir cüz’i irade vardır ve bu irade itibarî bir varlığa sahip olup Allah tarafından yaratılmamıştır. Eş‘arîlere göre ise insan müstakil bir cüz’î iradeye sahip değildir, iradeyi insanda yaratan Yüce Allah’tır.
  2. Tekvîn: Mâtürîdîlere göre Yüce Allah’ın kendisiyle fiillerini gerçekleştirdiği bir tekvîn sıfatı vardır. Bu da irade, kudret gibi sübûtî sıfatlardandır. Eş‘arîlere göre ise Allah’ın sübûtî sıfatları arasında tekvîn diye bir sıfat yoktur. Kudret sıfatı yaratma işlevini yerine getirir.
  3. Güç yetirilemeyenin teklif edilmesi: Eş‘arîlere göre Yüce Allah insanın güç yetiremeyeceği bir şeyi yapmasını isteyebilir ve onunla mükellef kılabilir, Mâtürîdîlere göre ise böyle bir sorumluluk yüklemek caiz değildir, zira bunda herhangi bir hikmet yoktur.
  4. Nübüvvet: Mâtürîdîlere göre peygamber olmanın şartlarından biri erkek olmaktır. Eş‘arîlere göre ise, peygamber olmak için erkek olmak şart değildir, kadınlar da peygamber olabilirler.
  5. Sebep ve hikmet: Eş‘arîlere göre Allah’ın fiilleri hikmetli olmak ve bir sebebe bağlı olmak zorunda değildir. Çünkü Allah dilediğini yapandır ve Allah yaptıklarından sorumlu değildir. Mâtürîdîler ise Allah’ın fiillerinin bir hikmete bağlı olduklarını ve bir sebebe dayandıklarını ileri sürmüşlerdir. Zira Allah boşuna iş yapmaz. Hikmetsiz ve sebepsiz iş yapmak ise boşunadır/abestir.
  6. İbadet mükellefiyeti: Eş‘arîlere göre kâfirler iman etmekle yükümlü oldukları gibi, ibadet etmekle de yükümlüdürler, ibadet etmedikleri için ayrıca ceza göreceklerdir. Mâtürîdîlere göre ise kâfirler iman etmekle yükümlüdürler, ibadetle değil, ayrıca ceza görmezler.
  7. İrtidat: Eş‘arîlere göre irtidat eden kimse tekrar İslam dinine dönerse amelleri de geri döner. Mâtürîdîlere göre ise amelleri geri dönmez.
  8. Ümitsizlik halinde yani son nefeste tövbe (tevbe-i ye’s): Eş‘arîlere göre bu durumdaki bir tövbe geçerli değildir. Mâtürîdîlere göre ise geçerlidir.

Güz Dönemi Dönem Sonu Sınavı
18 Ocak 2025 Cumartesi
v