İktisadi Kalkınma Dersi 5. Ünite Özet

Kalkınma Sürecinde Nüfus, İstihdam Ve Beşeri Sermaye

Giriş

Dünya nüfusu hızla artmaktadır ve bu artışın en büyük sorumlusu az gelişmiş ülkelerdir. Hızlı nüfus artışı sadece sayısal bir problemden ibaret olmayıp ekonomik, çevresel ve sosyal sorunlara neden olmakta ve gelecek nesillerin yaşam standartları üzerinde bir tehdit yaratmaktadır. Az gelişmiş ülkelerde yaşanan hızlı nüfus artışı az gelişmişliğin olumsuzluklarından daha fazla insanın zarar görmesine neden olduğundan gelişme iktisadının incelediği temel sorunlardan biridir. Nüfus artışı işgücü piyasasında işsizlik gibi bir takım istihdam sorunları yaratabilmektedir. Nüfusun niceliksel olarak kalkınmayla ilişkisi olduğu gibi bir de niteliksel yönü vardır. Beşeri sermaye (insan sermayesi) gelişme iktisatçılarının üzerinde sıkça durduğu, iktisadi kalkınmanın en az fiziksel sermaye kadar önemli bir boyutudur.

Nüfus ve Kalkınma

Dünya nüfusunun %80’i gelişmekte olan ülkelerde yaşamaktadır. Gelişmiş ülkelerde nüfus artış hızı düşmüş olmasına karşın dünya nüfusunun artma eğilimini sürdürmesi, az gelişmiş ülkelerde hala yüksek seyreden nüfus artış hızlarından kaynaklanmaktadır. Nüfus artışının iktisadi kalkınma için bir sorun teşkil edip etmediği sıkça tartışılan konulardan biridir. Bu konudaki genel görüş, az gelişmiş ülkelerde hızlı nüfus artışının iktisadi kalkınmayı engellediği yönündedir. Bu görüşe göre, az gelişmiş ülkelerde hızlı nüfus artışı, kıt (yenilenemeyen) kaynakları tüketip çevrenin bozulmasına yol açmakta, besin kaynakları üzerinde baskı yaratmakta, kentlerin aşırı kalabalıklaşmasına ve yığılmalara neden olmakta ve işsizlik sorununu artırmaktadır. Az gelişmiş ülkelerde sermaye birikiminin yetersiz olduğu düşünüldüğünde, artan nüfusun çalışan azınlık tarafından beslenmesi zorunlu hale gelir, bağımlılık oranı yükselir. Diğer taraftan artan nüfus, işçi başına düşen sermayenin giderek azalmasına, işgücünün verimliliğinin düşmesine, bu da gelirin azalmasına neden olmaktadır. Nüfus artışını belirleyen faktörler; doğum oranı, ölüm oranı, net göç oranı ve nüfusun yaş bileşimidir.

Doğum oranı, her yıl doğanların sayısının nüfus içindeki payını, ölüm oranı ise her yıl ölenlerin sayısının nüfus içindeki payını gösterir. Her ne kadar az gelişmiş ülkelerin gelişmiş ülkelerden ithal ettikleri tıbbi yöntemler, gıda maddeleri arzındaki artışlar, beslenme ve salgın hastalıkların kontrolü gibi faaliyetlerin ölüm oranlarının düşmesinde etkisi olsa da doğum oranları yüksekliğini korumakta, dolayısıyla nüfus artışı yüksek seyretmektedir. Nüfus artış oranı hesaplamasında kaba doğum ve kaba ölüm oranları esas alınmaktadır. Kaba doğum oranı; belirli bir sürede meydana gelen toplam doğum sayısının o süre ortasında toplam nüfusa oranıdır. Kaba ölüm oranı ise, belirli bir sürede meydana gelen toplam ölüm sayısının o süre ortasında toplam nüfusa oranıdır.

Göç, insanların doğdukları yerden başka yerlere geçici veya sürekli olarak taşınmasıdır. Göç; iç göç ve dış göç olarak ikiye ayrılır. Bir ülke ile diğeri arasında bir nüfus alışverişi olan yani nüfusta artış ya da azalışa sebep olan dış göçlerdir. Dış göçler nüfus girişi ve çıkışı şeklinde olabilir. Dış göç; uzun süre kalmak ve çalışmak ya da yerleşmek amacıyla bir ülke sınırını her iki yönden aşarak (giriş ya da çıkış şeklinde) yapılan nüfus hareketleridir. Bir ülkeden başka bir ülkeye bu amaçlarla göç eden kişilere göçmen denir. Göçmenler ile dışa göç edenler arasındaki fark net göçü verir. Net göç oranı, net göçün nüfus içindeki payıdır. Az gelişmiş ülkelerde genellikle nüfusun yüksek olmasından kaynaklanan işsizlik ve yoksulluk, bu ülkelerden gelişmiş ülkelere doğru göç hareketliliğine neden olmaktadır.

Nüfusun yaş bileşimi, herhangi bir ülke nüfusunun belli yaş gruplarına dağılımını ifade eder. Yaş bileşiminin en önemli belirleyicileri, doğum oranları, ölüm oranları ve ortalama yaşam süresidir. Az gelişmiş ülkelerde doğum oranları yüksek seviyesini korumasına karşın, ölüm oranları giderek azalmaktadır. Diğer taraftan genç yaşta evlenmeler sonucu kuşaklar arasındaki süre kısadır. Tüm bu nedenlerle az gelişmiş ülkeler büyük ölçüde genç ve çocuk nüfusuna sahiptirler.

Demografik Geçiş Teorisi

Demografik geçiş teorisi iktisadi kalkınmadan yola çıkarak nüfustaki gelişmenin açıklanmaya çalışıldığı bir yaklaşımdır. 1929 yılında Amerikalı nüfus bilimci Warren Thompson’un, son iki yüzyıl süresince sanayileşmiş ülkelerdeki doğum ve ölüm oranlarındaki değişmeleri yorumlamasına dayanır. Demografik geçiş teorisi, ülkelerin yüksek doğum hızlarından ve yüksek ölüm hızlarından düşük doğum hızları ve düşük ölüm hızlarına, endüstrileşme öncesinden endüstrileşmiş topluma geçişlerini açıklamak için kullanılan bir modeldir. Demografik geçiş teorisinin orijinalinde şu dört aşama yer almaktadır:

Birinci Aşama (Yüksek Doğum ve Yüksek Ölüm Oranları): Bu aşamada toplumlar ilkel tarım koşulları ve üretim yapısı içerisindedir. Modern ekonomiden önce, bu ülkelerin nüfus artışı yüzyıllar boyunca durağan olmuştur. Çünkü yüksek doğum oranlarının ve hemen hemen ona eşit yüksek ölüm oranlarının sonucu olarak nüfus çok yavaş artmıştır. Bu aşamada ölüm oranlarının yüksek olmasının nedeni, kötü ve yetersiz beslenme (kimi zaman kıtlık nedeniyle oluşan açlık), temizlik/hijyen koşullarının sağlanamaması ve hastalıklardan korunma veya tedaviye yönelik önlemlerin yetersizliğidir. Doğum oranlarının yüksek olmasının nedeni ise, ölüm oranlarının yüksekliği karşısında toplumun varlığını devam ettirme güdüsü ve işgücüne olan ihtiyacın karşılanma arzusudur.

İkinci Aşama (Ölüm Oranlarında Düşüş): Bu aşamada doğum oranları yüksek düzeyini korurken ölüm oranları hızla düşer. Ölüm oranlarının hızla düşmesi ve bunun doğum oranlarında herhangi bir düşme meydana gelmeden önce başlaması, yüksek oranlı nüfus artışına yani ‘nüfus patlaması’na neden olmaktadır.

Üçüncü Aşama (Doğum Oranlarında Düşüş): Bu aşamada doğum oranları azalma eğilimine girmiştir. Önceki aşamada zaten düşmüş olan ölüm oranlarına bu aşamada düşen doğum oranlarının eşlik etmesi nedeniyle nüfus artışı gittikçe yavaşlamıştır.

Dördüncü Aşama (Düşük Doğum ve Düşük Ölüm Oranları): Bu aşamada ise, daha düşük doğum ve ölüm oranları nedeniyle istikrarlı bir nüfus artış hızı yakalanmış, nüfus çok az artarak ya da hiç artmayarak istikrarlı hale gelmiştir. Dolayısıyla nüfus yüksek ve durağandır.

Demografik geçiş sürecinin üçüncü ve dördüncü aşamalarında, nüfus artış hızı yavaşlarken çalışma çağındaki nüfusun artmaya devam ederek yüksek düzeylere ulaşması “Demografik Fırsat Penceresi” ya da “Demografik Armağan” olarak anılmaktadır. Demografik geçiş sürecini tamamlamış sanayi toplumlarının tümünde varılan sonuç; düşük bir doğurganlık düzeyi, 80 yıla varabilen bir ortalama yaşam süresi, artmayan ya da çok yavaş artan ve giderek yaşlanan bir nüfus olmaktadır. Her ne kadar orijinal demografik geçiş dört aşamadan oluşsa da beşinci aşamanın teoriye dâhil edilmesi önerilmektedir. Günümüzde Almanya, Fransa ve Macaristan gibi birçok Avrupa ülkesi doğum hızlarından daha yüksek ölüm hızlarıyla karşı karşıyadır. Sonuçta ortaya çıkan yapı, hızla yaşlanan nüfus, ölüm hızlarından daha düşük ve düşmeye yavaş da olsa devam eden doğum hızları ve ekonomik faaliyetleri gerçekleştirmeyi tehlikeye sokacak kadar azalan çalışabilir nüfustur.

Diğer taraftan iktisadi kalkınma sürecinde nüfus artışı ile gelir artışı arasındaki ilişki hayati önemde sahiptir. Nüfus artışı ile gelir artışı arasındaki ilişkiler Malthusyen nüfus tuzağı, düşük gelir düzeyli denge tuzağı ve optimum nüfus başlıkları altında incelenmektedir.

Malthusyen Nüfus Tuzağı

Nüfus artışı ve gelir artışı arasında ilişki ilk kez R. Thomas Malthus’un 1798 yılında yayınlanan “Nüfusun İlkeleri Üzerine Bir Deneme” adlı eserinde analiz edilmiştir. Malthus’a göre, nüfus artışı geometrik hızla (1, 2, 4, 8, 16 şeklinde), gıda maddelerinin üretimi ise aritmetik bir hızla (1, 2, 3, 4, 5 şeklinde) artmaktadır. Malthus 25 yılı bir dönem (nesil) olarak kabul ederek nüfus artışı ve gıda artışı arasındaki ilişkiyi örnek olarak açıklamıştır. Buna göre, eğer kontrol altına alınmazsa nüfus 225 yılda 512 kat artarken, gıda miktarı aynı dönemde sadece 10 kat artacaktır. Hızlı nüfus artışı nedeniyle dünyanın bir gün açlıkla karşı karşıya geleceği sorunu, ilk defa Malthus tarafından ortaya atılmıştır. Malthus’un bu karamsar düşünceleri literatürde Malthusyen Nüfus Tuzağı ya da Malthus Kapanı olarak yer almaktadır.

Düşük Düzeyli Denge Tuzağı

Richard R. Nelson’un 1956 yılında yayınladığı “Düşük Düzeyli Denge Tuzağı Teorisi” başlıklı makalesinde Nelson üç değişkeni dikkate almıştır. Bunlar; nüfus artışı, gelir artışı ve kişi başına düşen gelirdir. Bu teoriye göre, düşük gelir düzeyindeki ekonomilerde, nüfus artışının nedeni, ölüm oranındaki düşmedir. Kişi başına düşen gelir artışı nüfus artışına neden olmaktadır. Ancak kişi başına düşen gelir yükseldikçe, buna bağlı olarak tasarruflar ve dolayısıyla yatırımlar da artacaktır. Bu da, bir sonraki dönemde gelirin daha da yüksek olmasını sağlayacaktır. Kişi başına düşen gelir artışının bir yandan nüfusu arttırması, öte yandan gelir düzeyini yükseltmesi sonucunda, kişi başına gelirin giderek artıp artmayacağı; her iki büyüklüğün artış hızlarına bağlı olacaktır.

Optimum Nüfus

Optimum nüfus, bir ekonomide kişi başına geliri maksimize eden nüfus büyüklüğüdür. Optimum nüfusu farklı şekillerde ortaya koyan çeşitli yaklaşımlar bulunmaktadır. Üretim ya da gelir kriterine göre optimum nüfus kişi başına düşen üretimi ya da geliri maksimum kılan nüfus miktarı olarak kabul edilir. Bu durumda toplumun tasarruf oranları da maksimuma ulaşacaktır. Optimum nüfusun üstünde nüfusa sahip ülkeler aşırı nüfuslu, altında kalanlar ise kıt nüfuslu ülkeler olmaktadır. Optimum nüfus düzeyinin altında nüfus miktarında kişi başına gelir daha düşük olacaktır. Çünkü işgücünün dışında kalan üretim faktörlerinin etkin kullanılabilmesi için yeterli işgücünün bulunmadığı durumu göstermektedir. Optimumun üstündeki seviyede ise kişi başına gelir yine düşük olacaktır. Çünkü diğer üretim faktörlerine göre nispeten bol işgücü, azalan getiriyi ortaya çıkaracaktır. Optimum nüfus teorisi belli bir zamanda, mevcut nüfus, sermaye stoku ve teknoloji ile kişi başına gelirin nasıl belirlendiğini açıklar. Dolayısıyla dinamik değil statik bir özellik gösterir.

İstihdam ve Kalkınma

Az gelişmiş ülkelerin kalkınma sürecinde karşılaştıkları en önemli sorunların başında istihdam sorunları gelmektedir. Toplam nüfus arttıkça işgücü arzı da artmaktadır. Burada işgücü, referans dönemi içinde ekonomik mal ve hizmetlerin üretimi için emek arzında bulunan çalışma çağındaki nüfusu kapsar. İşgücü, istihdamda olanlar ile işsizlerin toplamı olarak ifade edilmektedir. Az gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerde, toplam nüfus içinde çocuk nüfusu (0-14 yaş grubu) ile okul çağındaki genç nüfus çok yüksek oranlara varmakta, bu durum çalışma çağındaki nüfusu göreceli olarak azaltmakta, işgücü hacmini olumsuz yönde etkilemektedir. Oysa gelişmiş ülkelerde, çalışma çağındaki nüfus grubu yüksek işgücüne katılma oranları ile ekonomik faaliyetlere olumlu katkıda bulunur. İşgücüne katılma oranı, genel olarak bir ülkede 15 ve daha yukarı yaş grubuna oranla işgücü arzını gösterir.

Diğer taraftan az gelişmiş ülkelerde kadınların işgücüne katılımı erkeklerden düşük düzeydedir. Kadınların işgücüne katılmasının makroekonomik ve sosyal etkileri ve özellikle tasarruf eğilimlerine, harcama alışkanlıklarına, sağlık ve eğitime ayrılan paylara, doğurganlığa, çocuk ölümlerine ve dolayısıyla sürdürülebilir büyüme ve kalkınmaya olan etkileri oldukça önemli olmaktadır.

Az gelişmiş ülkelerde, iş olanaklarının çalışmaya hazır insan sayısı ile aynı oranda artmaması, “yapısal işsizlik” olarak tanımlanan temel istihdam sorununu öne çıkarır. Yapısal işsizlik, ekonomik büyümenin gerektirdiği işgücü talebi ile temelde hızlı nüfus artışının beslediği işgücü arzı arasındaki uyumsuzluktan kaynaklanan bir işsizlik türüdür. Bu tür işsizlik, geçici ya da kısa süreli olmayıp, ekonomik ve özellikle demografik yapının ürettiği kronik bir işsizliktir. Milton Friedman, geçici ve yapısal işsizlik biçiminde ortaya çıkan işsizliği “doğal işsizlik” ve bunun oranına da “doğal işsizlik oranı” adını vermektedir. Geçici işsizlik ise, bir ekonomide emek arz ve talebi arasında genel bir denge olduğu zaman bile, işçilerin kısa süreli yer ve iş değiştirmesi sonucu ortaya çıkan işsizlik türüdür. Geçici işsizlik, aynı zamanda “friksiyonel” ya da “arızi” işsizlik olarak da adlandırılır.

Gelişmekte olan ülkelerde istihdam edilenlerin büyük bir bölümü gizli işsiz ya da eksik istihdamdadır. Uluslararası Çalışma Örgütü bir süreden beri eksik istihdam yerine “zamana bağlı eksik istihdam” ve “yetersiz istihdam” kavramlarını kullanmaktadır. Zamana bağlı eksik istihdam, referans haftasında istihdamda olan, esas işinde ve diğer işinde/işlerinde toplam olarak 40 saatten daha az süre çalışmış olup, daha fazla süre çalışmak istediğini belirten ve mümkün olduğu takdirde daha fazla çalışmaya başlayabilecek olan kişilerdir. Yetersiz istihdam ise, zamana bağlı eksik istihdam kapsamında yer almamak koşuluyla, referans haftasında istihdamda olan, son 4 hafta içinde mevcut işini değiştirmek için veya mevcut işine ek olarak bir iş aramış olan ve böyle bir iş bulduğu takdirde 2 hafta içinde çalışmaya başlayabilecek olan kişilerdir. Diğer işsizlik türlerinden farklı olarak gizli işsizlikte ise kişinin aslında bir işi vardır, yani kişi teknik anlamda işsiz değildir. Üretim teknolojisinin sabit kalması koşuluyla herhangi bir üretim aşamasında bulunan işgücünün, üretim dışına alınması durumunda, üretim hacminde bir azalma söz konusu olmuyorsa gizli işsizlikten bahsedilebilir. Gizli işsizliğin bulunduğu ekonomilerde bir ya da birkaç kişinin yapabileceği işin çok daha fazla kişiyle yapıldığı görülmektedir. Gizli işsizlik az gelişmiş ülkelerde özellikle tarım sektöründe görülmektedir. Az gelişmiş ekonomilerde, özellikle tarım kesiminde üzerinde durulması gereken bir işsizlik türü de mevsimlik işsizliktir. Mevsimlik işsizliğin genel olarak iki sebebi bulunmaktadır. Bunlardan birincisi, hava şartları ve mevsim değişmeleri sonucu üretimde meydana gelen aksamalardır. İkinci sebep ise mevsim koşulları ve değişmeleri sonucu bazı mal ve hizmetlerin talebinde ortaya çıkan düşüşlerdir. Bu tür işsizlik, tarım, turizm ve inşaat sektörlerinde daha etkili olmaktadır.

Beşeri Sermaye ve Kalkınma

Sermaye birikimi denildiğinde genelde akla daha çok fiziksel sermaye (bina, makine, donanım) gelmektedir. Oysa beşeri sermaye (insan sermayesi) en az fiziksel sermaye kadar önemli bir üretim faktörüdür. Üretime katılan bireyin sahip olduğu ve genel anlamda insanın niteliğini vurgulayan bilgi, beceri, deneyim ve dinamizm gibi pozitif değerler beşeri sermaye olarak tanımlanmaktadır. Beşeri sermaye kavramı, yalnızca eğitim ve yetiştirmeyle değil, aynı zamanda, işgücünün verimlilik ve kalitesini arttırarak gelecekteki gelir düzeyini yükselten herhangi bir etkinlikle de ilişkilendirilebilir. Daha iyi eğitilmiş ve beceri kazandırılmış, dengeli ve sağlıklı beslenebilen, kültürlü insan kaynağı, başka bir deyişle daha verimli çalışabilen insan sermayesi, artan işgücü verimliliği demektir.

Beşeri sermaye; fiziki sermayeden daha hızlı ve daha yüksek oranda bir büyümeye yol açmaktadır. Başka bir ifadeyle, gelişmiş ülkelerde meydana gelen büyüme oranının önemli bir kısmı beşeri sermayedeki artışlar ile açıklanmaktadır. Bu durum beşeri sermaye yatırımlarının önemini açıklamaktadır. Beşeri sermaye yatırımları; ekonominin gelişmesinde üretimi, dolayısıyla verimliliği artıran etkili yatırımlardır. Ayrıca, insanlara farklı düzeyde yatırım yapıldığı için sahip oldukları beşeri sermaye yoluyla elde ettikleri gelir de farklı olmaktadır. Kısacası, beşeri sermayedeki farklılıklar, verimlilik ve gelir düzeylerinin değişmesine yol açmaktadır. Beşeri sermayenin en çok üzerinde durulan unsurları eğitim ve sağlıktır. Ancak beşeri sermaye sadece eğitim ve sağlıkla değil, işgücünün verimlilik ve kalitesini arttırarak gelecekteki gelir düzeyini yükselten herhangi bir etkinlikle de ilişkilendirilebilir.

Eğitim ve Kalkınma

Eğitim üzerinde en fazla durulan beşeri sermaye yatırımıdır. Eğitim sadece okul ile sınırlı bir kavram değil, yaşam boyu devam eden bir süreçtir. Farklı tanımları yapılan eğitim iktisatçılar için beşeri sermayeye yapılan bir yatırımdır. Hatta beşeri sermaye daha iyi eğitilmiş ve beceri kazandırılmış insan kaynağı olarak da tanımlanmaktadır. Ülkelerin ekonomik gelişmelerinde eğitimin rolü ve önemi incelenirken, üzerinde durulması gereken önemli bir konu, herhangi bir toplumdaki eğitim düzeyini belirleyen faktörlerin neler olduğunun bilinmesidir. Eğitim ile ilgili göstergeler şunlardır:

  • Okur-Yazarlık Oranı
  • Okullaşma Oranları
  • Sayısal Göstergeler
  • Eğitim Süreleri
  • Mali Göstergeler

Eğitim yarı kamusal bir mal olarak kabul edilmektedir. Aynı anda hem özel mal hem de kamu malı niteliği taşıyan mallara yarı kamusal mallar ya da karma mallar adı verilmektedir. Bu tür mallar sadece kişiye özel fayda sağlamakla kalmaz topluma da fayda sağlar. Eğitim de büyük ölçüde sosyal faydalar sağlamakla birlikte bazı faydaları kişiseldir ve bundan sadece o eğitimi alanlar yararlanabilir. Eğitim yatırımlardan beklenen özel getiriler; yüksek ücret elde etme, iyi bir meslek ve onun hayat boyu sağlayacağı psikolojik tatmin, toplumda daha etkin olabilme ve içinde bulunulan sosyal sınıfta yükselme şeklinde özetlenebilir.

Beşeri sermaye birikimi birçok yolla geliştirilebilmektedir. Bunlardan en belirgin olanı ilk, orta ve yükseköğretimi kapsayan örgün eğitimdir. İkincisi ise, yaygın eğitim türlerinden işbaşında eğitimdir. Bu tür eğitimler çeşitli kuruluşlarda istihdam edilerek, yetiş- kin eğitim programlarına katılarak ve çeşitli politik, sosyal, bölgesel ve kültürel gruplara üye olarak gerçekleştirilir. Üçüncüsü kişinin kendi kendini geliştirmesidir. Bu yöntemde kişi, daha çok bilgi, beceri ve hüner kazanabilmek için kendi inisiyatifini kullanarak bireysel bir çaba sarf etmektedir. Bu tür beşeri sermaye birikimi çeşitli kurslara katılmak, enformel iletişim kanalları kurmak ve okumak yoluyla kazanılır.

Gelir dağılımında adaletsizliğin en temel nedenlerinden biri eğitim düzeyinin düşük olması diğeri de nitelikli işgücünün son derece az olmasıdır. Mutlak yoksulluk durumunda bulunan nüfusun %95’inin eğitim düzeyi ilkokul ve altında eğitim alanlar ile okuma-yazma bilmeyenlerden oluşmaktadır. Beşeri Sermaye Teorisi, eğitimin verimliliği ve ücretleri artırarak ekonomik kalkınmaya ve gelir dağılımında eşitliğe neden olduğunu vurgulamaktadır. Diğer taraftan Kadınlara yönelik eğitimde fırsat eşitsizliği yani eğitimsel ayrımcılık sosyal eşitsizliği güçlendirerek ekonomik kalkınmayı engellemektedir.

Sağlık ve Kalkınma

Bir ülkenin ekonomik olarak kalkınmasında eğitime yapılan yatırımların rolü ne kadar büyük ise, sağlığa yapılan yatırımlarınki de o kadar büyüktür. Çünkü sağlıklı bireylerin daha iyi eğitilebilecek olmaları ve daha önemlisi sağlıklı bireylerin eğitilmesi durumunda eğitim yatırımlarından daha uzun süreli yararlanma imkânının doğacak olması, eğitim yanında sağlığa da önem verilmesi gerektiğini ortaya koymaktadır. Bir ülkenin sağlık durumunun belirlenmesinde takip edilmesi gereken göstergeler şunlardır:

  • Bebek ve Çocuk Ölüm Oranları
  • Ölüm Sebepleri ve Hastalık Türleri (Mortalite ve Morbidite)
  • Doğumda Yaşam Beklentisi
  • Sayısal Göstergeler
  • Mali Göstergeler

Diğer taraftan az gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerin sağlık alanında karşılaştığı sorunlar şu dört ana başlık altında toplanır:

  • Kaynak dağılımındaki yetersizlikler
  • Eşitsizlik
  • Etkinsizlik
  • Artan maliyetler

Beşeri Sermayenin Diğer Unsurları ve Kalkınma

Eğitim ve sağlık dışında işgücünün verimliliğini artıran başka beşeri sermaye unsurlar da bulunmaktadır. Bu unsurlar şu şekilde sıralanabilir:

  • Beslenme
  • Sosyal sermaye
  • Fiziki ve beşeri sermayenin tamamlayıcılığı
  • Ücret düzeyi
  • Motivasyon

Bahar Dönemi Dönem Sonu Sınavı
25 Mayıs 2024 Cumartesi