Temel İnsan Hakları Bilgisi 2 Dersi 2. Ünite Sorularla Öğrenelim
İnsan Hakları Kavramının Tarihi Gelişimi
Afrika İnsan ve Halklar Hakları Şartı ne zaman kabul edilmiştir?
1981 yılında Afrika Birliği Örgütü tarafından kabul edilen Afrika İnsan ve Halklar Hakları Şartı, 21 Ekim 1986 tarihinde yürürlüğe girmiştir.
Afrika Şartı hangi özellikler ile benzeri insan hakları metinlerinden ayrılır?
Şart’ın insan haklarını ve halklara ait hakları düzenlemenin yanı sıra kişilere düzen bazı ödevlere de işaret etmiş olmasıdır.
Afrika Birliği Örgütü ne zaman ve kimlerce kurulmuştur?
Afrika Birliği Örgütü (ABÖ) 1963 yılında, o tarihlerde yeni yeni bağımsızlıklarına yeni kavuşmuş olan Afrika devletleri tarafından kurulmuştur.
Afrika Birliği Örgütü nerede kurulmuştur?
Örgütün kuruluş yeri, Etiyopya’nın başkenti olan Addis Ababa’dır.
Afrika Birliği Örgütü’ nün kuruluş amaçları nelerdir?
• Barışçılık ve bloksuzluk politikaları izlemek, • Afrika ülkeleri arasındaki birlik ve dayanışmayı geliştirmek, • Üyelerinin bağımsızlıklarını gözetmek, • Tüm kolonileşme biçimlerini ortadan kaldırmak, • BM Sözleşmesine ve İnsan Hakları Evrensel Beyannamesine uygun olarak, uluslararası işbirliğini ilerletmek, • Üyelerinin ekonomi, diplomasi, eğitim, sağlık, refah, bilim ve savunma politikalarını uyumlaştırmak ve koordine etmektir.
Afrika Birliği Örgütü ne zaman feshedilmiştir ve yerine ne kurulmuştur?
2002 senesinde ABÖ feshedilerek, Afrika Birliği (African Union) kurulmuştur.
Afrika Şartında düzenlemiş insan haklarından hangilerine yer verilmiştir?
Şartta ekonomik, sosyal, kültürel haklar ile medeni ve siyasi haklara yer verilmiştir. Şart’ın önemli bir özelliği de halkların hakları olarak isimlendirdiği ve öğretide üçüncü nesil haklar olarak da tanımlanan bazı haklara yer vermiş olmasıdır.
İnsan Hakları sözleşmelerinin en önemli amacı nedir?
Gerçek insanların gerçek hayatlarında maruz kaldıkları şart ve muamelelerinin iyileştirilmesidir.
Afrika Şartı’nın yürütülmesi kim tarafından denetlenmektedir?
Şartın yürütülmesi ABÖ’ye üye olan devletlerin Devlet Başkanları tarafından üyeleri belirlenen bir Komisyon tarafından denetlenmektedir. Komisyon’da on bir üye görev almaktadır ve bunlardan her biri başka ABÖ üyesi ülke vatandaşıdır. Yani, bir devletten en fazla bir Komisyon üyesi seçilebilmektedir. Komisyon üyeleri devletleri adına görev yapmazlar, devletlerinden talimat da alamazlar. Üyelik görevlerini bağımsızca ve kişisel olarak yerine getirmek durumundadırlar
Afrika Şartı’nın yürütülmesini denetleyen komisyonun görevleri nelerdir?
Komisyon’un görevleri kabaca ikiye ayrılabilir. İlk olarak Komisyon’un insan hakları fikrini yüceltici, bu konuda bilgi verici ve yol gösterici bir görevi söz konusudur. İkinci olarak ise Komisyon Şart tarafından konulmuş kuralların doğru bir şekilde uygulanıp uygulanmadığının, insan haklarına saygı gösterilip gösterilmediğinin denetlemesini yapmak durumundadır.
Afrika Şartına göre devlet başvuruları nasıl yapılmalı ve değerlendirilmektedir?
Komisyon ilk olarak başvurunun konusu olan anlaşmazlığa taraf olan devletlerarasında dostane bir çözüm yoluna ulaşılmasına çalışmaktadır. Başvuruda bulunan devlet, şikâyet ettiği devlete, Komisyon’a ve Birlik Genel Sekreterliği’ne yazılı bir metinle durumu bildirir. Şikâyet edilen devletin bu bildirime karşı 3 ay içinde cevap vermesi gerekmektedir. Bu cevapta ihlal nedenleri ve iç hukuka göre gerçekleştirilmiş işlemler hakkında bilgi verilmesi beklenmektedir. Bu bildirimden sonra söz konusu anlaşmazlık herhangi bir çözüme ulaştırılamamışsa, o zaman ilgili devletler bu uyuşmazlığı Komisyon’a arz etme yolunu tercih edebilirler. Ancak tarafların Komisyon’a başvurmaması halinde uyuşmazlığın komisyon tarafından ele alınması ve bir çözüme ulaştırılması mümkün değildir. Komisyon kendiliğinden anlaşmazlıklara karışma yetkisini haiz değildir.
Afrika Şartı’nın 47.maddesine göre devlet başvuruları ile ilgili karar nedir?
Bu usule göre Şart’a taraf olan bir devlet, başka bir devlet hakkındaki şikâyetini doğrudan Komisyon’a sunabilir. Bu usulden faydalanmak için, devletlerarası gerçekleştirilmesi gereken ilave bir usuli ön şart da mevcut değildir. Sadece, Komisyon’a şikâyetin sunulması yeterlidir. Elbette, şikâyet edilen devletin iç hukuk yollarının tüketilmesi bir kabul edilebilirlik ön şartı olarak aranmaktadır. İç hukuk yollarının tüketilmesinin, anlaşmazlığın çözümünü uygun olmayacak kadar geciktirmesinin söz konusu olduğu hallerde bu şart da aranmayacaktır.
Afrika Şartı’nın 55.maddesine göre bireysel başvurular hakkındaki hüküm nedir?
Devletlerin dışında da başvuruda bulunması mümkün olan kişiler söz konusudur. Bunların kim olduğu açıkça sayılmamıştır ancak genişletici bir yorumla; gerçek ve tüzel kişilerin bireysel başvuruda bulunmalarını onaylamak, hukuk politikası gereği yanlış olmayacaktır. Yine, insan hakkı ihlalinin direkt kurbanı olmak gibi bir şarttan da söz etmek mümkün değildir.
Kabul edilebilirlik şartları olarak da adlandırılan şartlar nelerdir?
Bireysel başvuruların incelenmesi aşamasına geçilebilmesi için yerine getirilmesi gereken şartlardır.
Afrika İnsan Ve Halklar Hakları Mahkemesi kuruluş süreci nasıl gelişmiştir?
1994 yılında Afrika Birliği Örgütü hükümet uzmanlarından oluşan bir çalışma grubu kurmuştur. Çalışma grubunun amacı Afrika kıtasında insan hakları ihlallerinin engellenmesi ve insan haklarının korunması mekanizmalarının güçlendirilmesi amacıyla bir Afrika insan Hakları Mahkemesi’nin kurulması konusunu değerlendirmek olmuştur. Bu çalışma 1998 yılına kadar devam etmiş, bu sene içinde ABÖ, Afrika İnsan Hakları Mahkemesi’nin kurulmasına ilişkin bir Protokol’ü kabul etmiştir. Protokol 2004 yılında yürürlüğe girmiştir.
Afrika İnsan Ve Halklar Hakları Mahkemesi’nin ilk hâkimleri ne zaman kim tarafından seçilmiştir?
2006’da Mahkeme’nin ilk hâkimleri Afrika Birliği tarafından seçilmiştir.
Afrika İnsan Ve Halklar Hakları Mahkemesi ilk nerede kurulmuştur ve şuan nerededir?
Mahkeme ilk olarak Etiyopya’nın başkenti olan Addis Ababa’da kurulmuş ancak daha sonra Arusha’ya taşınmasına karar verilmiştir. 2007 senesinden itibaren mahkemenin merkezi Tanzanya’nın Arusha kentindedir.
Afrika İnsan Ve Halklar Hakları Mahkemesi hâkimleri kaç kişiden oluşmaktadır?
Mahkeme on bir hâkimden oluşmaktadır.
Afrika İnsan Ve Halklar Hakları Mahkemesi üyelerinin hangi özelliklere sahip olması istenmektedir?
Mahkeme üyelerinin yüksek ahlaki değerlere sahip; mesleki olarak da tanınmış ve tecrübeli bireyler olması Protokol tarafından öngörülmüştür. Yine, uygulama ve akademik başarıya sahip bireylerin üye olması da istenmektedir. Cinsiyetler arası eşitlikçi bir temsilin mahkeme üyeleri arasında sağlanması da Protokol tarafından tespit edilmiş hedeflerdendir.
Afrika İnsan Ve Halklar Hakları Mahkemesi’nin amacı nedir?
İnsan hakları konusunda Komisyon’un sahip olduğu koruyucu mahiyetteki görevde onu tamamlamak ve insan haklarını koruyucu bir fonksiyonu yerine getirmektir. Geniş bir görev tanımlaması ve yetkisi olan mahkeme, kendisine sunulan tüm dava ve anlaşmazlıklara bakmakla görevlidir.
Afrika İnsan Ve Halklar Hakları Mahkemesi’nde kimler dava açma yetkisine sahiptir?
Mahkeme’de dava açma hakkına Komisyon, Komisyon’a sunulmuş bir anlaşmazlığa taraf olan devletler ve Afrika kıtasında kurulmuş Uluslararası Örgütler sahiptir. Sivil toplum kuruluşlarının (STK) ve gerçek kişilerin de mahkemeye dava açması mümkün olabilir. Ancak bunun için taraf devletlerin, Protokol’ün 34. Maddesinin altınca fıkrası gereği bu yetkiyi tanıyan irade açıklamalarında bulunması şarttır. Burkina Faso ve Mali devletleri bu irade beyanında bulunarak STK’ların ve gerçek kişilerin dava açabilmelerini mümkün kılmışlardır.
Afrika İnsan Ve Halklar Hakları Mahkemesi’ne başvuru süreci nasıl işlemektedir?
Mahkeme’ye yapılan bir başvuru sonrası, ilk olarak davanın kabul edilebilirliğini kontrol edecektir. Kabul edilebilir bulunmayan davalar reddedilecek ve daha fazla inceleme konusu yapılmayacaktır. Mahkeme tarafından kabul edilen davaların esastan çözülmesine geçilebilecektir. Şart’ın 56. Maddesine göre; Mahkeme’ye başvurmak isteyenlerin ilk olarak, insan hakları ihlalinin gerçekleştiğini iddia ettikleri devlet içindeki yerel başvuru yollarını tüketmesi gerekmektedir. Ancak yerel başvuru yollarının etkisiz olduğu durumlarda bu kuralın yerine getirilmesine gerek bulunmamaktadır. Bu gibi durumlarda mahkemeye başvurmak istisnai olarak mümkündür.
Afrika İnsan Ve Halklar Hakları Mahkemesi’de duruşma safhalarının bitmesini takip eden kaç gün içinde mahkemenin karar vermesi gereklidir?
Doksan gün.
Afrika İnsan Ve Halklar Hakları Mahkemesi’de mahkemenin doksan günde karar vermesi sınırlamasının sebebi nedir?
Bu süre sınırlamasının sebebi komisyon uygulamasında rastlanan kötü tecrübelerdir. Sekiz yıl hatta daha uzun süren süreçler sonunda ancak kararlar verilmiş, bu da adaletin gecikmesine neden olmuştur. İşte adaletin çok daha çabuk sağlanması kaygısı ile bu şart öngörülmüş, Mahkeme’ye kararını makul bir süre içinde vermesi emredilmiştir.
Mahkeme tarafından bir kararın alınması sonrasında kimler tebliğ edilmesi gerekmektedir?
Mahkeme tarafından bir kararın alınması sonrasında, söz konusu karar; hukuki uyuşmazlığın taraflarına, AB üyesi diğer devletlere, Komisyon’a ve Bakanlar Konseyi’ne tebliğ edilmelidir.
Afrika’daki diğer insan hakları belgeleri nelerdir?
• Afrika Çocuk Hakları ve Refahı Şartı • Afrika İnsan Hakları Şartı’na Ek Kadın Hakları Protokolü
Afrika Çocuk Hakları ve Refahı Şartı ne zaman yürürlüğe girmiştir ve tarafları kimlerdir?
1990 yılında ABÖ bünyesinde hazırlanan bu Şart 1999’da yürürlüğe girmiştir. Şu ana kadar kırkın üzerinde Afrika devleti bu antlaşmaya taraf olmayı kabul etmiştir.
Afrika Çocuk Hakları ve Refahı Şartı’nın amacı nedir?
Çocuk Şartı’nın amacı Afrika kıtasına özgün olan ve bu kıtanın çocuklarını etkileyen problemlerin tanınması sağlamaktır. Bu şart ile çocukların hayat hakkı, isim ve vatandaşlık hakları, ifade hürriyetleri, eğitim ve sağlık hakları, adil yargılanma hakları -diğer hakların yanı sıra- tespit edilmiştir.
Afrika Çocuk Hakları ve Refahı Şartı’nın yürütülmesinin kontrolü için kim görevlendirilmiştir?
Afrika Uzmanlar Komitesi görevlendirilmiştir.
Afrika İnsan Hakları Şartı’na Ek Kadın Hakları Protokolü ne zaman hazırlanmış ve yürürlüğe girmiştir?
2003 yılında AB bünyesinde hazırlanmış ve 2005’te de yürürlüğe girmiştir.
Afrika İnsan Hakları Şartı’na Ek Kadın Hakları Protokolü’nün amacı nedir?
Tüm insanlar için haklar bahşeden düzenlemelere rağmen kadınların hayatlarında karşılaştıkları ayrımcılık ve diğer zararlı davranış türlerinin ortadan kaldırılmasını sağlamaktır. Bu Protokol insan hakları bahşetme ve fakat bunu, kadınların ve genç kızların kendine has ve üzüntülü deneyimleri perspektifine dayanarak, bu perspektiften ilham alarak yapmaktadır.
Amerika kıtasında insan haklarının korunması hangi prosedürler ile sağlanmaktadır?
Amerika kıtası ve insan hakları konusu söz konusu edilince iki ayrı insan hakkı koruma prosedürü akla gelmektedir. İlki Amerikan Devletleri Örgütü Şartı’ndan kaynaklanan insan haklarının korunması mekanizmasıdır. Diğeri ise Amerikan İnsan Hakları Sözleşmesi’nden kaynaklanan usuldür.
Amerikan Devletleri Örgütü hangi antlaşma ile ne zaman kurulmuştur?
30 Nisan 1948 tarihinden imzalanan Bogota Antlaşması ile kurulmuştur.
Amerikan Devletleri Örgütü’nün kuruluş amacı nedir?
Amerikan Devletleri Örgütü (ADÖ) kendisine amaç olarak, birçok alanda işbirliği ve koordinasyonu sağlamak ve üyeleri arasında çıkacak anlaşmazlıkların çözülmesinde barışçıl yöntemlere başvurulmasını sağlayan bir platform olmayı seçmiştir.
İnsanın hakları ve Ödevleri Amerika Deklarasyonu ne zaman kabul edilmiştir?
2 Mayıs 1948 tarihinde kabul edilmiştir.
İnsanın hakları ve Ödevleri Amerika Deklarasyonu’nun da neler düzenlenmiştir?
Deklarasyon’da yirmi yedi insan hakkı ve on insan ödevi düzenlenmiştir.
İnsanın hakları ve Ödevleri Amerika Deklarasyonu’nda ki mevcut haklar nelerdir?
Deklarasyon’da mevcut haklar listesi; medeni, siyasi haklar kadar ekonomik, sosyal ve kültürel bazı hakları da bünyesinde barındırmaktadır. Bu haklar arasında; yaşam hakkı, kişi özgürlük ve emniyeti, kanun önünde eşitlik, adil yargılanma hakkı ve keyfi tutuklamaya karşı korunma gibi hakları saymak mümkündür. Yine, mülkiyet hakkı, sağlık hakkı, eğitim hakkı ve sosyal güvenlik hakkı gibi haklar, Deklarasyon’un haklar kataloğuna dâhil edilmiş olan haklardandır.
Deklarasyon kabul edildiği tarihte nasıl görünmekteydi?
Kabul edildiği tarihte Deklarasyon bağlayıcılığı olmayan bir konferans kararı olarak görülmekteydi. Ancak zaman içinde bu algılama değişmiş, Şart’ın emri olan insan haklarına uyma konusunda bu hakların ne olduğu, bu Deklarasyon vasıtasıyla somut bir şekilde anlaşılabilmiştir.
Amerikalılar-Arası İnsan Hakları Komisyonu’nun ana amacı nedir?
Komisyon’un ana amacı insan haklarına olan saygıyı arttırmak olarak tanımlanmıştır.
Amerikan İnsan Hakları Sözleşmesi ne zaman kabul edilmiş ve yürürlüğe girmiştir?
Kosta Rika’nın San José kentinde 22 Kasım 1969 tarihinde kabul edilen Amerikan İnsan Hakları Sözleşmesi (AİHS) yürürlüğe girmek için uzun bir süre beklemiş ve ancak 1978 senesinde yürürlüğe girmiştir.
Amerikan İnsan Hakları Sözleşmesi genel olarak hangi sözleşmeden etkilemiştir?
Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nden etkilemiştir.
Amerikan İnsan Hakları Sözleşmesi ile ne amaçlanmıştır?
AİHS ile çok sayıda medeni ve siyasi hak güvence altına alınmıştır. Bu hakların koruma altına alınmasına ilave olarak, geniş kapsamlı bir ayrım yapmama yasağı getirilerek bu haklardan tüm bireylerin yararlanması sağlanmaya çalışılmıştır. Yine, AİHS ile Şart’taki haklardan tamamen istifade etmeyi sağlayacak ilerici adımların atılması da AİHS’e taraf devletlere bir yükümlülük olarak verilmiştir
Amerikan İnsan Hakları Sözleşmesi’ne taraf devletler hangi durumlarda sözleşmeden doğan yükümlülüklerine riayet etmekten kaçınabilirler?
Bağımsızlık ve güvenliklerini tehdit eden savaş, kamu tehlikesi diğer acil durum hallerinde sözleşme’den doğan yükümlülüklerine riayet etmekten kaçınabilirler.
Amerikan İnsan Hakları Sözleşmesi’nin organları nelerdir?
AİHS’in iki organı söz konusudur. Bunlardan birincisi Komisyon’dur. İkinci Sözleşme organı ise Amerikalılar-Arası İnsan Hakları Mahkemesi’dir.
Amerikan İnsan Hakları Sözleşmesi Komisyonu’nun üyelerini kim seçer?
Komisyon’un üyelerini Amerikan Devletleri Örgütü seçer.
Amerikalılar-Arası İnsan Hakları Mahkemesi’nin üyelerini kim seçer?
Amerikan İnsan Hakları Sözleşmesi’ne üye devlet temsilcileri seçmektedir.
Amerikan İnsan Hakları Sözleşmesi’ne göre komisyon kimlerden başvuru kabul etme yetkisine sahiptir?
Taraf devletlerden, gerçek kişilerden ve kişi gruplarından, ayrıca hükümet dışı kuruluşlardan başvuru kabul etme yetkisine sahiptir.
Amerikan İnsan Hakları Sözleşmesi Komisyonu’na yapılmış bir başvurunun kabul edilebilirlik şartları nelerdir?
İlk olarak, yerel başvuru yollarının tüketilmiş olması gerekmektedir. Ayrıca, insan hakkı ihlalinin kurbanı olan kişinin yapmış olduğu son başvuru neticeni öğrenmesinden itibaren altı ay içerisinde şikâyette bulunulmalıdır. Ancak şikâyet konusu edilen insan hakkı ihlaline yönelik, o ihlali bertaraf etmeye uygun bir başvuru yolu mevcut değilse; yerel başvuru yollarına ulaşım engellenmekteyse veya yerel başvuru yollarından sonuç alınması katlanılamayacak kadar uzun sürelerde sonuç veriyorsa; bu hallerde başvuru yollarının tüketilmesi ve altı ay şartlarının sağlanmış olmasına gerek yoktur.
Amerikalılar-Arası İnsan Hakları Mahkemesi ne zaman kurulmuştur?
3 Eylül 1979 tarihinde, Amerikan İnsan Hakları Sözleşmesi’nin yürürlüğe girmesinden yaklaşık yarım yıl sonra, Sözleşme tarafından öngörüldüğü üzere bir Amerikalılar-Arası İnsan Hakları Mahkemesi kurulmuştur.
Amerikalılar-Arası İnsan Hakları Mahkemesi kaç üyeden oluşur?
Yedi üyeden oluşan Mahkeme’nin bu üyeleri gizli oy ile ve 6 yıl çalışmak üzere seçilmektedir.
Amerikalılar-Arası İnsan Hakları Mahkemesi’ne kimler başvuru hakkına sahiptir?
Mahkeme’ye başvuru hakkına AİHS’e taraf olan devletler ile Komisyon sahiptir. Ancak bu imkândan taraf devletlerin yahut Komisyon’un yararlanabilmesi için; yerel başvuru yollarının tüketilmiş olması ve meselenin komisyon tarafından evvela ele alınmış olması gerekmektedir. Komisyon’un meseleyi önceden ele almış ve incelemiş olması, o meselenin otomatik olarak Mahkeme önüne çıkarılacağı şeklinde anlaşılmamalıdır. Komisyon’un böyle bir anlaşmazlığı Mahkeme’ye iletmesi için konuyu önemli olarak görmesi de gerekmektedir.
Amerikalılar-Arası İnsan Hakları Mahkemesi tarafından verilen kararlar kim tarafından denetlenir?
Mahkeme tarafından verilen kararlar kesindir ve başka bir denetime de tabi değildir.
Genel anlamda insan hakları kavramının gelişimi nasıl olmuştur?
Birçok tarih vardır. Bazıları kazananlar ve zalimler tarafından yazılırken insan hakları ise daha çok kurbanların mücadelesini dile getirmektedir. Bu doğrultuda insan hakları, hayatın kendisinden kaynaklanan, sui generis olan, ilerici düşünürlerin yazılarının ve söylemlerinin ve belirli bir dönemi yaratan önemli olayların ötesinde olan, kümülatif tarihsel bir sürecin sonucudur (Ishay, s. 2). Tarihsel gerçeklik içinde insan hakları konusunda ileriye doğru atılan her bir adımı birçok gerileme takip etmiştir. Fransız devrimi ile yayılan insan haklarının evrenselleşmesi fikrinin yerini Napolyon iktidarı ile milliyetçilik akımları almaya başlamış, sosyalist insan hakları savunucularının insan haklarının uluslararasılaşması umutları I. Dünya Savaşı’na yaklaşılırken milliyetçilik dalgalarının gelgitleri içinde boğulmuştur. İki savaş arası dönemde Bolşevik devriminin ve iki kardeş liberal organizasyonun (Milletler Cemiyeti ve Uluslararası Af Örgütü) insan hakları ruhu Stalinizm ve faşizmin yükselişi ile yok edilmiştir. Birleşmiş Milletlerin kurulması ve İnsan Hakları Evrensel Bildirisi’nin kabul edilmesini, iki nükleer silahlı süper gücün küresel mücadelesinin alevlendirdiği üçüncü dünyadan kaynaklanan milliyetçilik gölgelemiştir (Ishay, s. 5).
Eski Yunan uygarlığında insan hakları nasıl olmuştur?
Kişi hak ve hürriyetleri kavramının fikir tohumlarını ve insan haklarının uygulanmasının ilk örneklerini İlk Çağ medeniyetlerinde, özellikle Eski Yunan’da bulabileceğimiz görüşü yaygın olan bir görüştür. Tabii ki insan hakları kavramının oluşup gelişmesinde Eski Yunan şehir devletlerinin katkıları olmuştur (Ünal, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi İnsan Haklarının Uluslararası İlkeleri, s.11). Ancak bu katkının boyutlarının tam olarak ortaya konulabilmesi için bu şehir devletlerinde kişi hak ve hürriyetlerinin gerçekleşip gerçekleşmediğine bakmak gerekir. Her şeyden önce, demokrasi olarak nitelendirilen site devletlerinin gerçek bir demokrasi olup olmadığı noktası üzerinde durmak lazımdır. Eski Yunan sitelerinin birçoğunda vatandaşlar doğrudan doğruya devlet yönetimine katılmaktaydılar. Doğrudan demokrasinin uygulandığı sitelerde vatandaşlar bir araya toplanarak kanun yapar, savaş veya barışa karar verirlerdi. Yüksek memurları ve hâkimleri kendileri seçerlerdi. Zaten site yönetiminin demokrasi olarak adlandırılışı vatandaş topluluğunun aktif olarak siyasi faaliyetlere katılma haklarına sahip olmalarıydı (Kapani, Kamu Hürriyetleri, s.19). Söz konusu gerçeği anlamak amacıyla kendimize sormamız gereken “vatandaş” sıfatı ile nitelenen kişiler kimlerdir? sorusudur. Bu sorunun cevabı Eski Yunan ve Roma’daki insan hakları anlayışını gözler önüne sermektedir. İşin aslına baktığımızda toplum içerisinde vatandaş sıfatını taşıyan kimseler sadece küçük bir azınlıktan ibarettir. Eski Yunan ve Roma uygarlığında site ahalisinin önemli bir kısmını, belki de çoğunluğunu, her türlü haktan tamamen yoksun, kanun nazarında eşya ve hayvandan farksız olan köleler kitlesi oluşturmaktadır. Köleler hiçbir hak ve özgürlüğe sahip olmayan üretim aracıydı, bugünkü makinenin yerini tutan bir varlık olarak görülmekteydiler (Akad-Vural Dinçkol, s. 5). Bu sistem içerisinde siyasal haklara sahip olan ve devlet yönetimine katılabilen kişiler toplumun geneli içerisinde azınlık olarak karşımıza çıkar. O tarihlerden elimize ulaşan verilere göre yönetime katılma oranı Eski Yunan uygarlığında %5 civarındadır (Kapani, Kamu Hürriyetleri, s.20). Toplum içerisinde azınlık olarak kabul edilebilecek bir kesimin kararları ile tüm toplumun idaresi bizim bugün anladığımız şekilde bir demokrasiye işaret etmemektedir. Ama yine de halkın az bir kesimine de olsa yönetime katılma hakkının verilmesi o dönem şartları içerisinde radikal bir uygulama olarak kabul edilebilir. Bu özelliği ile Eski Yunan siteleri içerisinde en demokratik sayılanı bile gerçekte bir oligarşi olmaktan öteye gidememiştir. Sistem içerisinde ayrıcalıklı sınıfa mensup kişiler, yani yurttaşlar bakımından bile kişi özgürlükleri söz konusu değildi (Gemalmaz, s. 11; Okandan, s.122). Devletin temeli olarak dini alan eski çağın devletlerinde ve en tipik örnek olarak Yunan devletlerinde hiçbir zaman siyasal topluluk kavramı ile dinî cemaat kavramı birbirinden ayrılamamıştır. Hâl böyle olunca devlet, hem dinî hem maddi hem de manevi alanda mutlak bir otoriteye sahip, son derece güçlü bir kuruluş olarak karşımıza çıkmaktadır. Devlet, yönetim sisteminin zirvesinde mutlak hâkim konumundadır. Devletin topluluk hayatında el atmadığı, otoritesini kullanmadığı, müdahale etmediği hiçbir alan yok gibidir. Bu toplumlarda devlet halkın malından, işinden, eğitim ve terbiyesinden vicdani inançlarına, aile ilişkilerine, hatta kılık kıyafetine, yiyeceğine, içeceğine kadar her şeyine karışır (Kapani, Kamu Hürriyetleri, s 21). Böyle bir sistem içerisinde doğrudan demokrasi nispeten gerçekleştirilmiş olsa dahi kişi hürriyetlerinin, dolayısıyla insan haklarının varlığından söz etmek pek mümkün değildir. O dönemde Eski Yunan’da özgürlük sadece siyasal faaliyetlere katılabilmek olarak karşımıza çıkar. Bu bakımdan söylenebilir ki Eski Yunan devletlerinde siyasal yetki ile özgürlük birbirine karıştırılmıştır.
Roma Uygarlığı'nda insan hakları nasıl olmuştur?
Romalılar, Yunanlılara nazaran daha iyi idareciler olup hükûmet sanatını daha ileriye götürmüş olsalar da pratikte kişi hürriyetleri ve insan hakları konularında herhangi bir ilerleme kaydedememiş, Yunan şehir devletleri ile aynı anlayışta devam etmişlerdir. Eski Roma hukuk sistemine göre köle, insandan sayılmazdı, yani hukukun bir süjesi olmayan köleler sadece bir mal, evcil bir hayvandı. Kölelerin yanında gene toplum içerisinde önemli sayıda olan, siyasal hakların tamamından ve medeni hakların büyük bir kısmından yoksun yabancılar vardır. Tüm bunların yanında köle olmayan yerli halk da otomatik olarak vatandaş sayılmıyordu. Ancak vatandaş olmanın kendilerine yüklediği ödevleri, sorumlulukları yerine getirenler vatandaşlık sıfatını kazanıyorlardı. Bu doğrultuda İlk çağlarda vatandaş ile birey birbirine karıştırılmıştır (Gözlügöl, s.40). Kanunları kendi elleri ile yapan “vatandaş”ların bırakınız toplumun diğer kesimlerini kendileri için bile bazı hürriyetler konusunda düzenleme yapmamaları dikkatleri çekecek bir noktadır. Aslında bu durum, kişi hürriyetleri kavramının daha kafalarda belirmediğinin bir işaretidir. Ne Yunanlılar ne de Romalılar kişinin devlet karşısında bazı haklara sahip olabileceğini devlet kudretinin bu haklarla sınırlandırılabileceğini tasavvur edememişlerdir. O dönemlerde sınırsız olarak niteleyebileceğimiz bu devlet iktidarının altında kişi adeta eriyordu. İnsanlar o dönemde sitenin baskısı altında idiler ve bireysel özgürlük düşüncesine yabancıydılar (Gemalmaz, s.10-11; Çeçen, s.11). Fustel de Coulanges’in de dediği gibi Eski Çağ insanlarının hürriyeti tanımış ve tatmış olduklarını sanmak büyük bir yanılgı olur. Zaman zaman hüûümet sistemleri değişmiş, rejimler sırasıyla monarşi, aristokrasi, demokrasi adlarını almış fakat bu değişikliklerin hiçbirisi insanlara gerçek hürriyeti getirmemiştir (Kapani, Kamu Hürriyetleri, s.22).
Kast sistemi Hint uygarlığında insan haklarını nasıl etkilemiştir?
Hindistan yarım adası, tarihin her döneminde her devletin sahip olmak istediği bir coğrafya olmuştur. Bu nedenle Hint uygarlığı tarihin seyri içerisinde çok farklı din ve felsefi akımların etkisi altında kalmış bir uygarlıktır.Bu etkiler altında şekillenen Hindu inanışına göre insan, sosyal düzenin temelini oluşturan evrensel kanunlara uygun bir şekilde yaşamak zorundadır. Bu yaşayış içerisinde insan doğumuyla birlikte belirli bir Kast’ın (Eski Hint geleneğinde 4 Kast veya “Varnas” kabul edilir. Varnas (renkler) en yukarıdaki sınıftan en alt sınıfa sırasıyla beyaz, kırmızı, sarı ve siyah renklerle temsil edilir. Bu dört Varnas’ın altında Chandalas (dokunulmazlar) vardır. Donnelly, s. 138) Kişiler, üyesi olduğu ve yaşamı boyunca kendisine ayrılan Kastın içerisindeki kalıplara, kurallara uymak zorundadır. Kast kelime anlamı olarak “ayrıcalıklar bakımından yukarıdan aşağıya doğru kesin ölçülerle sınırlanmış bulunan” demektir. Sistemin insan haklarını, kişi hürriyetlerini gözeten bir sistem olduğunu söylemek güçtür. Ama doktrinde bu kültür içerisinde insan haklarının kavram ve kurum olarak tanınmış bulunduğu yönünde çeşitli görüşler savunulmuştur. Bu görüşlere göre Hint sistemi medeni ve siyasal hakların yanı sıra, ekonomik, sosyal, kültürel hakları da güvence altına alan gelişmiş bir sistemdir (Gemalmaz, s. 222). Aslında Kast sistemi yerli uygulamalarla evrensel insan hakları arasındaki çelişmenin çarpıcı bir örneğidir (Donnelly, s.136). Bu bakımdan sistemi daha açık bir şekilde ortaya koymak, bu sistem içerisinde kişi hürriyetlerinden ve insan haklarından söz edilip edilemeyeceğinin açıklığa kavuşturulması için yararlı olacaktır. Hint uygarlığının en ayırt edici ve belirgin özelliği MÖ 500’lü yıllarda belirginleşmeye başlamış olan kast sistemidir. Sistem ana hatlarıyla dört sınıftan meydana gelmektedir. Toplum Brahminler, Kshatriyalar, Vaishyalar ve Shudralar denilen sınıflara ayrılmıştır. Dönemin dinsel inanışından da kuvvet alan sisteme göre Tanrı sırasıyla Brahminleri, Kshatriyalari, Vaishyalari ve Shudraları yaratmıştır. Kast sistemini oluşturan sınıfların en alt tabakası olarak dokunulmazlar diye nitelenen bir sınıf mevcuttur. Bu sınıfın Brahmanizm ile Budizm arasındaki çatışmadan doğduğunu söylemek mümkündür. Bu sınıf, insandan daha aşağı bir varlık olarak görülür ve üst sınıflara mensup toprak sahiplerinin topraklarında çalışmak zorundaydı. Toplumun en çok ezilen ve istismar edilen sınıfını oluşturmaktaydı. Kast sistemi özellikle din adamlarının öne çıktığı bir düzen öngörmekteydi. Bu hiyerarşik düzen din adamları, kural koyucular, toprak sahipleri ve ticaretle uğraşanlar ve hizmet üretenler şeklinde toplumsal bir sıralama öngörmekteydi. Zaten yukarıda sıralanan sınıf adları da bu kesimlerin kast içerisindeki isimlerinden başka bir şey değildir. İşte bu sistem içerisinde doğuma, cinsiyete ve mensubu bulunulan kasta bağlı eşitsizlikçi bir ilişki anlayışı ve düzen benimsenmekteydi. Bu sistemin hem meşruiyet hem de tanrısal zeminini Brahmacılık öğretisi oluşturuyordu. Brahmancılığı Upanishadçı öğreti izlemiştir. Tinsel arınmayı ve dünyevi işlerden sıyrılmayı öngören öğretide Batı’daki doğal hukuk görüşüne benzeyen bir felsefe vardır. Ama bu felsefe tüm herkesi eşit olarak değerlendirmiyordu.
Hinduizm Hint uygarlığında insan haklarını nasıl etkilemiştir?
Hinduizm bu ve başka birçok dünya biçiminde kendini açığa vuran, evrende ve evren ötesinde her yerde hazır, her canlı varlıkta kendini gösteren bir tek nihai manevi gerçekliğe veya varlığa inanan tekçi bir dindir (Donnelly, s.139). Bu öğreti kozmik düzen ve toplumsal düzen ikili anlayışı üzerine kurulmuştur. Kozmik düzen daha çok kişinin içsel dinamiklerine, ruhunu geliştirmesine yönelikti. Düzen içerisinde kayda değer bir bireycilik ve metafizik hoşgörü anlayışı yer almaktaydı. Toplumsal düzen ise ekonomik işlevler ve bu işlevleri yerine getiren gruplar üzerinde yükselerek kast sistemine yol açmaktaydı. Aslında bu sistem gruplar içerisinde güçlü bir dayanışmayı ve grubun topluluk hâlinde toplum içerisindeki sorumluluklarını üretmiştir. Bunu yaparken de sistem, insanın doğasında ve statüsünde değişmez ve temel farklılıklar bulunduğu inancına dayanmakta, bu inancı da topluma mal etmekteydi. Yani sistem herkese, her sınıfa mensup bireye uygulanacak davranış tipleri konusunda yeknesak standart bir sistem öngörmüştür. Her sınıfında geleneksel olarak tanımlanmış ve dinsel açıdan kutsal bir “dharma”sı yani ödevi vardır. Bu anlamı ile “dharma” sosyal ve ahlaksal kanundur. Erdem, doğruluk, hak, adalet gibi anlamları karşılar. Nesilden nesile aktarılarak sürdürülür. Kişi bireysel ve toplumsal dharmları yerinegetirmekle görevlidir. Dharmayı; şehvet, açgözlülük ve öfke tehdit eder (Daha fazla bilgi için bkz. Kaya, 2001). Bu uygarlıkta hak sözcüğünün bugün anladığımız anlamda bir karşılığı yoktu. Zaten Batı uygarlıkları dışındaki uygarlıklarda (İslamiyet, Çin, Hint) hak sözcüğü yükümlülükler ve ödevlerle tanımlanmıştır. Batılı bir terim olan insan hakları’nın bugün bilinen manada Batı dışında hiçbir uygarlıkta olmadığı görüşleri mevcuttur. Johan Galtung bu konuya eğilmiş ve “İnsan hakları geleneğinin Batılı olduğunu ileri sürenler insan hakları geleneğine karşı gelirler. Böyle bir durumda kaybeden tüm dünyadır” demiştir (Galtung, 1999, s.11-12). Hint uygarlığındaki kişi hakları ya o kişinin dharmasını yani ödevlerinin ya da toplum, daha doğrusu ait olduğu sınıf içerisindeki statüsünü anlatırdı. Yani kişiler doğal olarak hak değil ödev sahibi olarak görülürlerdi. Kişinin sahip olduğu haklar ödevlerini yerine getirmesine ve statüsüne bağlıydı. Bu anlayış içerisinde kişi haklarını kazanmak ve onları kullanmak için öncelikle o haklarını talep etmesi gerekmekteydi. Bunun yanında herhangi bir hakkın talebi kişinin toplum içerisindeki statüsünün bir sonucudur. Kişi haklarını talep edebilmek ve onları elde edip kullanabilmek için üzerine düşen vazifeyi yapmış olmalıdır. Dolayısıyla bir Hintli, bir kimsenin sadece insan olmasından dolayı belli haklara sahip olacağı düşüncesine yabancıdır. Haklar ödevlerle tanımlanınca bir anlam kazanmaktadır. Nitekim bu yaklaşımı Mahatma Gandi 1947’de UNESCO Genel Direktörüne yazdığı mektupta, bütün hakların hak edilmesi gerektiğini ve hakların layıkıyla yerine getirilmiş ödevlerden kaynaklandığını belirtmek yoluyla vurgulamıştır (Gemalmaz, s. 225).
Çin uygarlığında insan hakları nasıldır?
Çin medeniyeti insanlığın en eski uygarlıklarından birisidir. Bu köklü uygarlık insan haklarının gelişmesine siyasi iktidarın sınırlandırılması öğretisiyle katkıda bulunmuştur. Çin’de iktidarı, hükmetme kudretini göklerden alan imparator, devleti halkın refah ve mutluluğu için yürütmekle görevlidir. İmparator bu görevini layıkı ile yerine getiremezse halkın ve devletin geleceğini tehlikeye atarsa halkın direnme hakkı vardır. İmparatorun yönetme vekaletini göklerden alması belki halka bazı somut haklar tanımamaktadır fakat bu vekalet imparatorun ahlaki bir yükümlülük altına girmesi ve siyasi iktidarın sınırlandırılması anlamına gelmiştir. Bu görüşün tam tersi olarak denilmektedir ki 19. yüzyılın sonlarında insan hakları kavramını tercüme etmek üzere bir kelime uyduruluncaya kadar “hak” kelimesinin karşılığının olmadığı bir dilin konuşulduğu ülkede insan haklarından bahsetmek akla pek uygun değildir. İleri sürülen elle tutulur tek insan hakkı olan, yönetimin cennete gitmek için halkın çıkarlarını gözetmek ödevinin bulunması hiç de bir insan hakkı değildir. Yöneticilerin ödevleri ile ifade edilen geleneksel Çin öğretisinin bu durumunun insan hakları problemine farklı bir yaklaşım olduğunu söylemek güçtür (Donnelly, s. 61-62).
Konfüçyüs'ün insan hakları konusundaki düşünceleri nelerdir?
Çin medeniyetinin yetiştirdiği Konfüçyüs insanlığın bir bütün ve tüm insanların eşit olduğunu belirtmiş ve geliştirdiği özel eğitim yöntemleriyle insan kişiliğinin gelişmesine önemli katkılarda bulunmuştur (Ünal, Temel Hak ve Özgürlükler ve İnsan Hakları Hukuku, s. 23). Konfüçyüs bütün insanların doğal olarak iyi olduğunu kabul eder. İnsanların bir arada yaşayabilmesi için özel bir eğitime tabi tutulmaları gerektiği görüşündedir. Bu ahlaki eğitimin amacı sosyal düzende insanlık ve adaletin hâkim olmasını sağlamaktır. Zira bireyin haklarından çok, toplumsal düzenin işlevini görmesi ve grubun varlığının korunması Konfüçyüsçü öğretide öne çıkartılan değerlerdir (Gemalmaz, s. 205). Bu nedenle insan hakları bakımından Konfüçyüsçü ahlak ve siyasal düşünüş esas olarak toplumcu nitelik taşımaktadır. Bu da günümüzün “birey” temelli insan hakları anlayışı ile bazı bakımlardan çelişmektedir
Hristiyanlık anlayışında insan hakları İlk Çağ'dan Orta Çağ'a doğru nasıl bir geçiş yapmıştır?
Hristiyanlığın insan lehine hükümleri ilk zamanlarda yalnızca ahlaki boyutta kalmışsa da o dönemde, bu dinden bazı kurum ve kuralların doğduğunu söylemek mümkündür. İlk Çağ’da var olan insan hakları kavramının içerisinde kölelik kurumunun meşru olarak yer almasının yanında 10. yüzyıl sonu ve 11. yüzyıl başında dine tahsis edilmiş çocukların, ihtiyarların, kadınların ve eşyanın dokunulmazlıklarını öngören bir anlayışın doğması, şüphesiz ilk çağlardaki o anlayışa oranla ileri doğru atılmış bir adımdır. Fakat bu anlayış devletin sınırlarını aşmakla, onun otoritesini sınırlandırmakla birlikte, kişiyi başka bir otoritenin, kilise otoritesinin altına sokan bir anlayıştır. İlk Çağ’da birey yalnızca devletin malı iken Orta Çağ’da bireyin iki efendisi olmuştur: Devlet ve kilise (Gözlügöl, s.40). Bu anlayışa göre her Hristiyan’ın bazı hakları bulunmaktadır. Her Hıristiyan için aynı olan bu haklar doğal hukuk tarafından hükümdara karşı da korunmuştur. Bu bahsettiğimiz düşünce aslında ilk çağda stoa okulundan çıkan ve Çiçero’nun da benimsediği görüşün Orta Çağ’da vücut bulan hâlidir.
Hristiyanlık anlayışına göre Orta Çağ'da insan hakları nasıl gelişmiştir?
Orta Çağ Hristiyan dünyasının siyasal yapısı feodalitedir. Bu yapı içerisinde yönetilenler yöneticilere karşı hizmet ve sadakatle, yöneticiler de yönetilenlerin mal ve can güvenliklerini korumakla yükümlüdürler (Ünal, Temel Hak ve Özgürlükler ve İnsan Hakları Hukuku, s.26). Bu sistem içerisindeki fiili durumda ise feodal senyörler dışındaki insanlar için hiçbir hak ve özgürlük söz konusu değildir. Eski Çağ’ın kölelik müessesesi serf’lik şekline bürünerek bu çağda da devam etmiştir. Serfler “derebeylik toplum düzeninde toprakla birlikte alınıp satılan köle”lerdir. Derebeylik sisteminin getirdiği feodalizme göre serfler, hukuki bakımdan diğer insanlardan tamamen farklı bir hüviyete sahiptirler. Bu hüviyete göre serflerin hakları yok denecek kadar azdır. Dönem içerisinde insanlığa ve Hristiyanlığa aykırı bir kurum olan “serflik” müessesine karşı kilise de sesini yükseltmemiştir. Hristiyanlığın emrettiği şeylerden ve Hristiyanlık inancından uzak bir şekilde papazlar dünyevi iktidar peşinde koşmuşlardır. Bu dönemde kilise devletin baskısının yanında kendi baskı mekanizmasını kurmuştur. Engizisyon ahkemeleri dönemin anlayışına karşı yükselen sesleri bastırmak amacı ile kullanılmıştır. Diyebiliriz ki Orta Çağ’ın bu feodal döneminde insanlar bir yandan derebeyinin öbür yandan da kilisenin baskısı altında her türlü hürriyetten yoksun olarak yaşamaya devam etmişlerdir. Orta Ççağ bugün anladığımız manada insan haklarından, hürriyetten söz edebilmek için erken bir dönemdir. Orta Çağ’da feodal yapı içerisindeki senyörler ile krallar arasında uzun süren güç savaşları yaşanmıştır. Bu savaşlardan zaferle ayrılan krallar olunca 13. yüzyıldan itibaren Kara Avrupa’sında monarşiler devri başlamıştır. Orta Çağ’ın bu dönemine insan hakları penceresinden bakacak olursak görülecektir ki bu yaşanan siyasi olay kişilere hakları bakımından pek de fazla bir şey katmamıştır. Monarşi dönemi ile birlikte feodalite zamanında bölünmüş ve parçalanmış olan otorite yeniden tek elde birleştirilmiş ve Eski Yunan ve Roma’da olduğu gibi ülkenin tümünü ve topluluğun bütün fertlerini bağlayan merkeziyetçi bir iktidar yeniden oluşturulmuştur. Bu dönemde monark krallar iktidar yetkilerini Tanrı’dan aldıklarını ve bu yetkilerini sınırlayacak kuralların yeryüzünde bulunmadığı varsayımından hareket etmişlerdir. Kral kendisinden üstün veya kendisine eş hiçbir kudret tanımayan tam bir hükümranlığa sahiptir. Kralın otoritesinin bu denli sınırsız kabul edilmesinin yanında mutlakiyetçi Bodin ve Bossuet, bu otoritenin ve egemenliğin büsbütün başıboş bırakılmadığını da söylemektedirler. Orta Çağ’da doğal hukukun temsilcisi St.Thomas da aynı doğrultuda monarşiyi en iyi yönetim şekli olarak kabul ederken bu yönetimin ılımlı olması gerektiğini savunmuş ve kralın Tanrı’dan aldığı yönetme kudretini kullanırken hata yapması durumunda halkın başkaldırma hakkının olduğunu, bunun isyan sayılamayacağını söylemiştir (Kapani, Kamu Hürriyetleri, s.23-25; Gözlügöl, s.41; Ünal, Temel Hak ve Özgürlükler ve İnsan Hakları Hukuku, s.26). Yeryüzünde beşeri bir sınırlama kabul etmeyen kralın otoritesinin sınırını ilahi kanunlarla, tanrı iradesi ile sınırlamışlardır. Buna göre eğer hükümdarlar Tanrı’nın iradesine karşı gelip günah işlemek istemiyorlarsa ilahi kanunlara saygı göstermeli ve onlara boyun eğmelidirler (Kapani, Kamu Hürriyetleri, s.29). Fakat hükümdarların otoritelerine getirilen bu sınırlamalar fertler lehine hiçbir hak yaratmayan sınırlamalardır. Sonuçta ilahi kanunlara, Tanrı’nın emirlerine itaat etmek siyasal iktidarın sahibi hükümdarlar için dinî bir vecibe idi. Ama yine de denilebilir ki Orta Çağ’ın bu dönemi, en otoritenin bir şekilde de olsa sınırlandırılmasını öngörmesi ile bireysel haklar doktrininin gelişmesine belli bir katkıda bulunmuştur (Savcı, s.17; Gözlügöl, s. 41). Diğer taraftan Orta Çağ boyunca süregelen çatışmalar kilise, kral ve halk arasında bazı itilaf ve ittifaklara yol açmıştır. Bu ittifak ve ihtilaflar sonucu kral, halk ve derebeyleri arasında yapılan antlaşmalar insan haklarının sonraki yüzyıllardaki gelişimine kaynak olmuştur. Böylece kazanılan her hak ve özgürlük bir sonrakini davet etmiş ve ona zemin hazırlamıştır (Gözlügöl, s. 41).
Magna Carta ile birlikte Hristiyan dünyasında insan hakları gelişimi nasıl olmuştur?
Bu çağda kralın hürriyetini kısıtlayan, dolayısıyla halkın hürriyetlerini genişleten en önemli belge 63 maddelik 1215 Magna Carta Libertium’dur. Stok Siyasal iktidarı keyfilikten arındırarak üstün birtakım hukuk kurallarına tabi tutma, bireyleri siyasal iktidar karşısında birtakım haklara sahip kılma çabaları, Batı’da İngiltere’de hükümdar ile imzalanan bu belge ile başlar. Bu belge ile birey, kral karşısında birtakım haklara sahip olmuştur. Örneğin Magna Charta’nın 12. maddesi ile kral Genel Meclisin izni olmadıkça zorla, askerlik hizmeti karşılığı olarak vergi ya da yardım parası almayacağını taahhüt etmiş, 38. maddeye göre ise hiçbir hâkimin herhangi bir kimseyi ilgili olayda doğru ve güvenilir deliller ortaya koymadan dava edemeyeceği öngörülmüştür (Aktan, s. 57-58). Tanınan bu haklar etkin bir koruma sistemine sahip değildir ama Manga Carta kralın yetkilerini kısıtlayan, bireyin hak ve hürriyetlerini genişleten ilk ve en önemli belge sayılır (Gemalmaz, s. 23-25). Orta Çağ’ın sonlarına doğru kilisenin siyasallaşması sonucunda halkı dinî bir şekilde de olsa koruyan kilisenin koruyuculuğu kalmamıştır. Bir bakıma Hristiyanlık insan hakları ve hürriyetlerinin savunuculuğunu bırakmıştır. Böylece bireylerin hak ve hürriyetleri uzunca bir dönem etkin çevrelerce önemsenmemiştir. Sonuç olarak Hıristiyanlık anlayışında Orta Çağ için denilebilir ki bu dönemde insan hakları alanında birtakım gelişmeler olmuştur. Ancak insan hakları bugün bildiğimiz anlamda evrensel, dokunulamaz, devredilemez, vazgeçilemez boyuta ulaşamamıştır (Ünal, Temel Hak ve Özgürlükler ve İnsan Hakları Hukuku, s. 27). Tanınan haklar da sadece Hristiyanlara tanınmış ve onlar için kurallar konularak kurumsallaşmaya gidilmiştir. Dönem içerisinde insanlar arasında dinî bakımdan ayrım da yapıldığından bireylere tanınan haklarda bir eşitlik olmamıştır. Ama Orta Çağ bugünkü insan haklarına ulaşılmasında önemli ilerlemelerin gerçekleştiği fikri temellerin oturduğu bir dönem olarak nitelendirilmektedir.
İslamiyet anlayışında insan hakları nasıldır?
Din olarak İslam, insanı yaratılış gayesi içinde eğitmek ve yüceltmek isteyen; insana kendi varlığını bütün derinliği ile yaşatarak onu, kendi kendisinin sahibi yapan ve şahsiyet bütünlüğünü sağlayan değerler manzumesidir. Bu yönü ile İslamiyet’e göre asıl olan insandır (Fığlalı, s.258). Bu nedenle İslamiyet’in insanın haklarını koruyan ve geliştiren bir anlayışı vardır. Doktrinde buna karşı görüşler de vardır. Buna göre insan hakları, daha doğrusu insan onuru alanında esas olan haklardan çok ödevlerdir. Var olan haklar da kişinin insan olmasının değil, statüsünün veya eylemlerinin bir sonucudur (Donnelly, s. 60). Müslüman yazarlar, İslamiyet’in Batı’dan önce tüm insanlar için bazı temel hak ve özgürlükleri getirdiği görüşünü savunmaktadırlar (Bu yazarlar ve bu görüşün değerlendirmesi için bkz. Uygun, “İnsan Hakları Kuramı”, s. 29). İslamiyet inanışı gereği her türlü güç Allah’a aittir. Bu bakımdan insan hakları da Allah’ın imtiyazları olarak kabul edilmiştir (Gözlügöl, s. 42). Devletin anayasası da haklar bildirisi de Kur’an-ı Kerim’dir. Burada yer alan kurallar, haklar değiştirilemez. Böylelikle bir bakıma birey hakları esaslı bir güvence altındadır. Günümüz çağdaş demokrasilerin kabul ettiği değerler ve günümüz insan haklarının temeli olduğu kabul edilen haklar bildirileri ile Kur’an’ın insanlara bağışladığı haklar arasında bir aykırılık yoktur (Baydur, s. 697). Zaten günümüzde milletlerarası insan hakları belgeleri, hemen hemen bütün Müslüman ülkelerin iç hukuk sistemlerinin ve anayasalarının ilke ve hükümlerinde de yer almış bulunmaktadır (Gözlügöl, s. 43).
İslamiyet'e göre özel haklar ve kamu hakları nedir?
İnsan hakkı, insan olmak ortak paydasında birleşen veya insan olmak özelliğinden kaynaklanan ve Allah’ın bütün insanlara tahsis ettiği nimetlerden faydalanma hakkı olarak tanımlanmaktadır (Yılmaz, s. 229). İslamiyet’te bütün insanların Allah’ın nimetlerinden faydalanması olarak algılanan insan hakları, özel haklar ve kamu hakları olmak üzere iki kısma ayrılmaktadır.Bu ayrım altında özel haklar bireyi ilgilendiren haklardır. İslam hukukunda Hristiyan anlayışından farklı olarak bireyin hayatı, güvenliği ve bazı hakları hukukun koruması altındadır Majid Khadduri’ye göre bireysel dokunulmazlık hakkı, bireyin onuruna ve şöhretine saygı gösterilmesi hakkı, eşitlik, kardeşlik, adalet bireysel haklardır (Gemalmaz, s. 231). Eşitliğin, adalet ve kardeşliğin, itibara saygının ihlali ağır cezaları gerektiren bireysel hak ihlalleridir. Kamu hakları ise toplumu ilgilendiren haklardır. İhlali durumunda öngörülen müeyyidenin ağırlığı ve uyulmasında doğacak kamu yararı dolayısıyla bu haklar Allah’ın hakları olarak da isimlendirilmiştir. İbadet, cihat, suçluların cezalandırılmasını isteme gibi haklar bu kategori içerisinde sayılabilir.
İslamiyet'e göre özgürlük ne anlama gelir?
İslam hukukunda özgürlük sadece insan için değil diğer varlıklar için de kullanılan son derece geniş bir kavramdır (Fığlalı, s. 265). İslam hukukçuları; din ve düşünce hürriyeti, yaşama hürriyeti yani hayat hakkı, mal kazanma ve sahip olma hürriyeti, namus ve insanlık onurunu koruma hürriyeti olarak kavramı dört temel üzerinden ele almışlardır. İslam hukukuna göre asıl olan insanın hürriyetidir. Bu özgürlük de ırk, cins ve inanç farklılıkları göz önüne alınmaksızın tüm insanlar için geçerlidir (İslam hukukunun temel özgürlükler kavramını tanımadığı yönündeki karşıt görüş için bkz. Gemalmaz, s. 232-233). Bu kavramın yanında İslam toplumunda suç ve cezada kanunilik, masumiyet karinesi, işkence yasağı gibi ilkelerin yanında zekat, nafaka gibi sosyal yardımlaşmayı ve dayanışmayı amaçlayan ahlaki değerler de mevcuttur (Gözlügöl, s. 44). İslam’da özgürlük anlayışının dolayısıyla insan haklarının temelinde yatan en önemli değer “adalet” tir. Adalet kelimesinin Arapça’daki kökü “adl” ve “ıdl” dır. Bu iki kök de eş, benzer, denk anlamına gelir ve bundan gelen “adıl” kelimesi de muadil ve denk demektir. “ıdl” devenin sırtına konan heybenin gözlerinden her birine verilen isimdi (Fığlalı, s. 268). Allah ile insan, insan ile diğer insanlar arasındaki ilişkilerin adalet üzerine kurulması gerekir. Çünkü insan olmak böyle bir ortamda anlam kazanabilir ve insanlık onuru ancak adaletin bulunduğu bir ortamda söz konusu olabilir. Bu bakımdan adalet önce vicdanlara, oradan da tüm topluma yayılması gereken bir duygudur. Ancak böyle olduğunda, insan haklarının temeli olan insan onuru hak ettiği yeri bulabilir. Bu şekilde de toplumun tüm kesimlerini kapsayacak bir hak ve özgürlük anlayışı sağlanmış olacaktır. İslam’da adalet; hak ve özgürlük kavramlarının yerine kullanılan, insan haklarının olmazsa olmaz bir şartı olarak kabul edilebilir (Gözlügöl, s. 44). İslam hukukunda özgürlük “ne kendisine ne de başkasına zarar vermek” olarak anlaşılmalıdır. Bu yönü ile İslamiyet anlayışında özgürlük Montesquieu’nun 1789 Fransız İnsan ve Vatandaş Hakları Bildirisi’ne temel olan “ hürriyet başkasına zarar vermeyen her şeyi yapabilmektir” anlayışı ile farklılık arz eder. Zira kişinin hürriyetini kullanmak adına kendisine zarar vermesi durumu İslam anlayışında özgürlük olarak nitelendirilmez. İslamiyet’te özgürlük insanın ve toplumun ayrılmaz parçasıdır. Bu parça insana yani bireyin kişiliğine bağlıdır; devredilemez, vazgeçilemez niteliktedir. Bu özellikleri ile İslamiyet’te özgürlük en geniş kapsamı ile bugünün modern insan hakları anlayışına yakın bir niteliktedir. İslamiyet’te hürriyet; kişilik, siyasi yani katılma, sosyal ve ekonomik haklar olmak üzere üç kuşak hakları da kapsayan niteliktedir (Gözlügöl, s. 45).
İslamiyet anlayışında muhafazakârlık-hürriyetçilik çatışması ne anlama gelir?
İslamiyet anlayışında, ilahi bir sisteme dayanan İslam hukuku dolayısıyla, insan hakları durağan bir yapı arz eder. Bu bakımdan İslam düşüncesi içerisinde muhafazakârlık-hürriyetçilik çatışması her zaman var olmuştur. Ancak tarihin ilerleyen evrelerinde muhafazakâr görüş ağırlık kazanmaya başlamıştır. Hürriyetçi ve müdahaleci olmayan Tanrı anlayışı İslamiyet’in ilk zamanlarında yaygın bir anlayış iken zamanla devlet otoritesinin yaygınlaştırılması amacına yönelik olarak “her şeye müdahale eden ve düzenleyen” Tanrı anlayışı insanlara telkin edilmiş ve halifenin de Tanrı’nın yeryüzündeki gölgesi olarak gözlem ve uygulama görevini yürüten kişi olduğu söylenmiştir (Öktem, s. 725-726). Böyle bir oluşum çerçevesinde de din ve dine bağlı hukuk yapısı içerisinde zamanla insan hakları daha durağan bir yapı kazanmıştır
Yeni Çağ'da ön plana çıkan "zulme karşı direnme" hakkı ve Locke'un toplumsal sözleşme modeli ne anlama gelmektedir?
Zulme karşı direnme hakkına göre, kraldan birtakım temel hak ve özgürlükler talep edildiğinde kral bu taleplere olumlu yanıt vermelidir. Aksi hâlde kral doğruluktan ayrılmış olur. Böyle bir durumda da halk için krala karşı direnme bir hak olmaya başlar. Doktrin çoğunlukla, fertlere baskı ve zulüm karşısında hürriyetlerini koruma için son çare olarak direnme (icap ettiği takdirde kuvvet kullanmayı da içeren) yoluna başvurma hakkını tanımaktadır. Zulme karşı direnme hakkını bir siyasal görüş ve spekülasyon konusu olarak ilk defa Orta Çağ Hristiyan felsefesi ortaya atmıştır. St. Thomas Aquinas zalimlerin öldürülmesi görüşünü benimsememekte fakat buna karşılık zulme karşı direnme hakkını açıkça tanımaktadır. Yeni Çağ’da ise direnme hakkının baş savunucusu Locke’tur. Locke, halkın direnme hakkını, toplum sözleşmesinin bir sonucu olarak görür. Günümüzde Georges Burdeau direnme hakkını idare edenlerin iktidarını sınırlayan ve hürriyetlerin korunmasını sağlayan vasıtalardan biri saymaktadır. Teorideki gelişim böyle iken pratikte zulme karşı direnme hakkı ilk defa resmen 4 Temmuz 1776 tarihli Amerikan Bağımsızlık Bildirisinde görülür. Daha sonra 1789 Bildirisi bu hakkı, hürriyet, mülkiyet ve güvenlikle birlikte, insanın “doğal ve zaman aşımına uğramaz” haklarından saymıştır. Lakin daha sonraki 1793 Haklar Bildirisinin direnme hakkı konusundaki ifadeleri çok daha açık ve kesindir. Bildiri direnme hakkını insan haklarının bir sonucu olarak belirtmiştir (Kapani, Kamu Hürriyetleri, s.301-310). Locke’un toplumsal sözleşme modeli toplumsal sözleşme öğretileri arasında en geçerli olanıdır (Kapani, Kamu Hürriyetleri, s.30). Kendisinden önce ve sonra gelen diğer sosyal sözleşmeciler gibi, Locke da hareket noktası olarak “tabiat hâli”ni alır. Fakat Locke’un tabiat hâli insanlar arasında devamlı mücadelenin hüküm sürdüğü bir vahşet ve anarşi hâli değildir. Bu doğal ortamda herkesin birtakım doğal hakları vardır. Bunların en başında hayat ve özgürlük hakları gelir. Ayrıca mülkiyet de temel haklar arasındadır. Kişiler sahip oldukları bu hakları korumak için kendi davasının yargıcı olduğundan, bunun doğurduğu sakıncaları gidermek üzere bir yönetim kurmak durumunda kalmışlardır (Locke, s.706). Ancak aktarılan cezalandırma hakkıdır. Yoksa bu aktarma bireyin özgürlük ve mülkiyet haklarını kapsamaz (Gemalmaz, s. 50). Bireyin doğal ortamda sahip olduğu hakları siyasal erkin hem gerçekleştirmesi gereken amaçları hem de müdahale yetkisinin sınırlarıdır. Locke, sosyal sözleşmeyi, her iki taraf için de uyulması zorunlu hükümler taşıyan, her iki tarafa da karşılıklı yükümlülükler ve bunları yerine getirilmemesi hâlinde feshi mümkün olan (Bu fesih egemen gücün kendi üzerine düşen yükümlülükleri yerine getirmemesi hâlinde meşru direniş hakkı olarak gerçekleşebilir. Çünkü “eğer hukuk bir diğer kişinin zararına olarak çiğnenirse hukukun sona erdiği yerde, tiranlık başlar. Ve yetkili olan kişi kendisine yasanın tanıdığı yetkileri aşar ve yetki alanı çerçevesindeki gücünü, yasanın cevaz vermediği biçimde kendisine tabi olanlar üzerinde onları kuşatmak üzere kullanırsa karar verici olması sıfatı sona erer ve yetkisiz tasarrufta bulunma, herhangi bir başka kişi tarafından direniş ile karşılanabilir.” Gemalmaz, s. 50-51) gerçek bir sözleşme olarak kabul etmektedir (Kapani, Kamu Hürriyetleri, s.32). Locke’un siyasal iktidarın kaynağını, topluluğu meydana getiren fertlerin rızalarına dayandırmakla, halkın iradesinin en üstün irade olduğu, yani egemenliğin halkta bulunduğu sonucuna vardığı düşünce tarzı onu izleyen yüzyılda geniş yankılar yaratmıştır. Gerek Amerikan gerekse Fransız İnsan Hakları Bildirileri üzerinde hiçbir düşünürün etkisi Locke’un etkisi kadar büyük olmamıştır, diyebiliriz (Kapani, Kamu Hürriyetleri, s.33).
Yeni Çağ'da doğal hukuk anlayışına dayalı "Toplumsal Sözleşme" doktrini ne anlama gelmektedir?
Doğal hukuk anlayışına dayalı “Toplumsal Sözleşme” doktrininin en önemli temsilcileri T. Hobbes, J. Locke ve J.J. Rousseau’dur. Bu üç düşünür de ortaya koydukları toplumsal sözleşmeleri halkın can ve mal güvenliğini sağlayarak onu dış tehlikeler karşı savunmak ile sınırlandırmışlardır. Fakat bu husus dışında düşünürlerin öngörmüş oldukları toplumsal sözleşme modelleri birbirlerinden farklıdır (Locke ve Hobbes arasındaki farklar hakkında geniş bilgi için bkz. Akad-Vural Dinçkol, s. 111-112; Rousseau’nun toplum sözleşmesi için bkz. Rousseau, Toplum Sözleşmesi, s. 24-27). Hobbes’un toplumsal sözleşmesinde devlet, vatandaşların kendi aralarında yaptıkları sözleşmeye dayanır. Bu sözleşme barış hâlinin kurumsallaştırılmasıdır. Kişiler güvenli ve düzenli bir hayat sağlamak amacı ile mutlak özgürlük ve eşitlikten vazgeçerler zira doğal hâlde devamlı bir mücadele, anarşi hâli söz konusudur. Toplum sözleşmesi ile halk, bütün yetkilerini geri alınamayacak şekilde, sınırsız yetkilerle donatılmış ve Sözleşmenin de tarafı olmayan krala devretmiştir (Gözlügöl, s.51). Herhangi bir sözleşmeye taraf olmayan, egemen olan kralın sözleşmeyi bozması ve bundan sorumlu tutulması da söz konusu değildir (Gemalmaz, s. 49). Öte yandan egemen güç tamamen denetimsiz de değildir. Doğa yasasına tabidir. Çünkü bu yasalar Tanrısaldır ve hiçbir insan ya da devlet tarafından ilga edilemezler. Buradan Hobbes’un doğal haklar tanımlamasını doğrudan doğruya dine dayandırdığı sonucu çıkarılmamalıdır. Çünkü Hobbes doğal haklar tanımlamasında Tanrı’yı devre dışı bırakmıştır. Bu devre dışı bırakışın nedeni doğal hakların tanrısallığına karşı olan bir fikirden ziyade, kilisenin devletin yanında bir diğer kamusal otorite olarak varlığını sürdürmesine karşı olan düşüncedir.
Yeni Çağ'da insan hakları ile ilgili İngiltere'de ne gibi gelişmeler yaşanmıştır?
İnsan hakları alanındaki gelişmelerde en önemli mücadeleler devlete karşı verilmiştir. Hak ve özgürlükleri kısıtlayan siyasi iktidar olunca yetkilerinin kısıtlanması yoluna gidilerek insan haklarının tanınması sağlanmaya çalışılmıştır. Bu alandaki 48 İnsan Hakları Kavramının Tarihi Gelişimi önemli mücadelelerin Batı’daki başlangıcı İngiltere kabul edilmektedir. İngiltere’de hak ve özgürlüklerin tanınması yolundaki çabalar krallık ile parlamentonun çatışması ile parlamentoyu oluşturan farklı çıkar grupları arasındaki çatışmalar önemli gelişmelere neden olmuştur. Bilhassa kral ile parlamento arasındaki çatışmalar sonucunda bir kısım hak ve özgürlük belgeleri ortaya çıkmıştır. Bu belgeler, Manga Carta Libertatum, Petition of Rights, Habeas Corpus Act, Bill of Rights olarak sıralanabilir (Akın, s. 280-287; Akad-Vural Dinçkol, s. 187-189; Doehrıng, s. 259-260.) İngiltere’de, 13. yüzyılın başında Kralın güçsüzlüğünden yararlanarak baronlar, haklarının güvence altında olmadığı gerekçesiyle başkaldırmışlar ve Kral 1215’de Manga Carta’yı imzalamak zorunda kalmıştır. Bu belge daha çok soylulara bir kısım haklar sağlamıştır. Kralın yetkileri bakımından, vergi almayı sınırlama, kişi güvenliğinin sağlanmasına yönelik kısıtlamalar, adaletin ve hakların satın alınamayacağı, değiştirilemeyeceği, yürürlüğünün geciktirilemeyeceği ilkesinin sağlanmasına yönelik sınırlamalar, ceza hukukunda oranlılık ilkelerinin sağlanmasına yönelik sınırlamalar getirilmiş ve yasalara aykırı davranan krala karşı soylulara direnme hakkı tanınmıştır (Akad-Vural Dinçkol, s. 190-191). 1679’da Kral II. Charles döneminde kişi güvenliği bakımından önemli bir belge olan Habeas Corpus Act kabul edilmiştir. İngiliz mahkemeleri tarafından da bu ilkelerin çok iyi bir şekilde uygulanması sonucunda Batı Avrupa için bir model olmuştur. Bireylerin hukuka aykırı olarak tutuklanamaması, uzun süre ve keyfi tutuklama yasağı, kefaletle salıverme ve tutuksuz yargılanma, sanık tutuklu ise yargılamanın kısa sürede tamamlanması ilkeleri kabul edilmiştir (Akad-Vural Dinçkol, s. 192). Bill of Rights ile Kralın Parlamentonun yetkilerini kısıtlamaya çalışması, Kral ile Parlamento arasında yeni bir çatışmaya yol açmıştır. Bu çatışma sonucunda 1688’de ihtilal olmuş, Kral Fransa’ya kaçmış ve tahta Kralın kızı ve damadı geçmiştir. Tahta çıkan kişilerle Parlamento arasında 1689’da Bill of Rights kabul edilmiştir. Bu belgede, yasa yapma ve vergi koyma yetkisinin Parlamentoya ait olacağı, yasama dokunulmazlığı ilkesi, dilekçe hakkı kabul edilmiştir.
Yeni Çağ'da insan hakları ile ilgili ABD'de ne gibi gelişmeler yaşanmıştır?
ABD’de Bağımsızlık Bildirgesi ilan edilmeden önce, 12 Haziran 1776 tarihinde Virginia Haklar Bildirgesi kabul edilmiştir. Bu bildirgenin 1. maddesi, bütün insanların özgür ve eşit olduğu, doğuştan haklara sahip olduğu; 2. maddesinde iktidar yetkisinin halkta olduğu; siyasal iktidarın halkın yararına işlemediği takdirde, halkın değiştirme hakkı olduğu 3. maddede belirtilmiş; kuvvetler ayrılığı, 5. maddede; 8. maddede kişi güvenliği; basın özgürlüğü 12. madde ile; 16. madde ise din ve vicdan özgürlüğü konusunda düzenleme getirmiştir (Akın, s. 289-290; Akad-Vural Dinçkol, s. 195-196). Locke’un, temel haklar olarak nitelediği; hayat, özgürlük ve mülkiyet haklarına mutluluk hakkı Virginia Beyannamesi ile eklenmiştir (Karaşahan, s. 69). 1791’de kabul edilen Anayasa’nın ilk 10 maddesinde temel hak ve özgürlüklere yer verilmiş, 1865’de kölelik yasaklanmış, 1870’de zencilere oy hakkı tanınarak (Ünal, Devletler Hukukuna Giriş, s. 145) insan hakları alanında önemli ilerlemeler sağlanmıştır.
Yeni Çağ'da insan hakları ile ilgili Fransa'da ne gibi gelişmeler yaşanmıştır?
Avrupa’da hak ve özgürlükler açısından dönüm noktası teşkil eden hareketlerin en önemlilerinden birisi Fransız ihtilalidir. İhtilal sonucunda kabul edilen bildiri, insanın doğuştan, devredilmez, vazgeçilmez doğal haklara sahip olduğu anlayışını teyit eden bir belgedir. 26 Ağustos 1789’da ilan edilen bildiri, burjuvazinin taleplerine uygun, liberal bir anlayışı yansıtmaktadır. Taslağı hazırlayan Marki de la Fayette’e, ABD’nin Paris temsilcisi Thomas Jefferson’ın yardımcı olması, Amerika bildirilerinin etkisini göstermektedir (Karaşahan, s. 79). Bu belgeye göre, her birliğin amacı, insanın doğal haklarını korumaktır. Bu haklar, özgürlük, mülkiyet, güvenlik ve baskıya karşı direnmedir. Özgürlük tanımlaması yapılmış, başkasına zarar vermeyecek her şeyi yapabilmektir, denilmiştir. Mülkiyet dokunulmaz ve devredilmez bir hak olarak düzenlenir. Kişi dokunulmazlığı, güvenlik, düşünce özgürlüğü bildirinin çeşitli maddelerinde düzenlenmiştir (Janıs, s. 242-243; Akad-Vural Dinçkol, s. 197-198; Akın, s. 292-295). İnsan haklarının iç hukuklarda yerini alması (Anayasa hukuku, iç hukuk, bakımından hak ve özgürlüklerin gelişimi ve anayasalarda yerini alması hakkında geniş bilgi için bkz. Doehrıng, s. 260- 269; Sancar, s. 322), ilk çağlardan itibaren devam eden bir mücadelenin sonucunda olmuştur. Felsefi temellerini Locke gibi yazarların ortaya koyması ve Fransız ihtilali sonucunda önce bildirge şeklinde, daha sonra 1848 Anayasası’nda insanların doğuştan haklara sahip olduğu anlayışı ulusal pozitif hukukun bir parçası hâline gelmiştir.
İnsan haklarının korunmasında nasıl bir evrensel sistem işler?
İnsan haklarının uluslararasılaşması ve dolayısıyla uluslararası insan hakları hukukunun ortaya çıkması Birleşmiş Milletlerin kurulmasıyla gerçekleşmiştir, denebilir. Birleşmiş Milletlerin kurulması ayrıca, insan haklarının korunmasında bölgesel mekanizmaların kurulmasının da önünü açmıştır. Bu bakımdan insan haklarının korunmasında “evrensel sistem” deyişi uluslararası insan hakları hukuku açısından Birleşmiş Milletler sistemini kasteder. İnsan haklarının uluslararası alanda korunması anlayışının II. Dünya Savaşı sonrasında ortaya çıkması bir tesadüf sayılmaz. II. Dünya Savaşı’nda mücadele edilen faşist ve nasyonel-sosyalist ve benzeri otoriter, totaliter tehditlerin bir daha ortaya çıkmasının engellenmesi amacı, insan hak ve özgürlüklerinin ulusal olduğu kadar uluslararası düzlemde de tanınması ve korunması sürecini doğurmuştur (Gemalmaz, s. 4). Bu çerçevede insan haklarına saygının geliştirilmesi II. Dünya Savaşı sonrasında yeni kurulacak uluslararası sistemin temeline yerleştirilmeye çalışılmıştır. Bu yaklaşım, Birleşmiş Milletler örgütünün doğuşunda etkili olmuştur (Gölcüklü-Gözübüyük, 4). İşte bu çerçevede, daha henüz II. Dünya Savaşı devam ederken insan haklarının uluslararası düzlemde korunmasının önemine, hatta gerekliliğine işaret eden birtakım adımlar atılmıştır. Bilhassa Amerika Birleşik Devletleri (ABD) savaş sonrasında kurulacak düzenin tasarlanmasında insan haklarına saygıyı adeta bir araç olarak kullanmayı düşünmüştür, denilebilir (Birinci, s. 63). Bu doğrultuda Birleşmiş Milletlerin kurulmasına giden bu yolda birinci adım olarak dönemin Amerika Birleşik Devletleri Başkanı Franklin Roosevelt’in “Dört Özgürlük Üzerine Konuşması”ndan bahsedilebilir. Başkan Roosevelt daha savaş devam ederken, ABD savaşa girmeden yaklaşık bir yıl kadar önce, Ocak 1941’de Amerikan Kongresine hitaben yaptığı tarihî konuşmasında şunları söylemiştir: “Tehlikelerden korumaya çaba harcadığımız önümüzdeki günler için, dört temel insan özgürlüğü üzerine kurulu bir dünya bulacağımızı umuyoruz. İlki, dünyanın her yerinde, konuşma ve ifade özgürlüğüdür. İkincisi, dünyanın her yerinde, her kişinin Tanrı’sına kendi istediği biçimde tapınması özgürlüğüdür. (ibadet özgürlüğü) Üçüncüsü dünyanın her yerinde, bir şey istemekten azade olmak özgürlüğüdür. Bu yoksulluktan kurtulma özgürlüğüdür ki bu, her ulusa kendi vatandaşları için sağlıklı bir barışçıl yaşamı temin edecek ekonomik yakınlaşmanın kurulması anlamına gelir. Dördüncüsü, dünyanın herhangi bir yerinde, korkudan azade özgürlüğüdür ki bu, hiçbir ulusun herhangi bir komşusuna karşı fiziksel saldırı eylemi gerçekleştirmek durumunda olamayacağı bir noktaya ve davranış aşamasına gelenek sürecek dünya çapında etkin ve tam bir silahsızlanma anlamına gelir.” Bu gelişme ABD’nin II. Dünya Savaşı sonrası dönemde insan haklarının uluslararası seviyede korunmasının, uluslararası barış ve istikrarın sağlanmasının önemli bir bileşeni olduğuna olan inancını göstermiştir. Başkan Roosevelt bu doğrultuda bu dört temel özgürlük üzerine kurulmuş bir dünya düzeninin doğacağı günü özlemle beklediğinin altını bahsettiğimiz konuşmasında çizmiştir (Kapani, Kamu Hürriyetleri, s. 61). Başkan Roosevelt böylesi bir dünya düzeninin kurulmasının yolu olarak insan haklarının ulusal seviyede korunmasının ötesinde hak ve özgürlüklerin uluslararası hukuk tarafından da korunması gerektiğini savunmuştur (GiritliGüngör, s. 56). Hatta ötesinde Başkan Roosevelt savaş sonrası dönem için bir insan hakları bildirgesinin hazırlanması imkânının araştırılmasını da istemiştir (Waltz, s. 439). Bu dönemde insan haklarının uluslararasılaşması fikrinin kökenlerinin ABD kaynaklı olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır. Benzer şekilde sadece ABD değil İngiltere başta olmak üzere diğer Batılı devletler de insan haklarının uluslararası seviyede korunması konusunda aşağı yukarı aynı fikirleri savunmaya başlamışlardır. Birleşmiş Milletlerin kurulmasına ve insan haklarının uluslararasılaşmasına giden yolda ikinci adım Başkan Roosevelt’in “Dört Özgürlük Üzerine Konuşması”ndan yaklaşık yedi ay sonra Ağustos 1941’de hayata geçirilen “Atlantik Şartı”dır. Şart ABD’nin ve İngiltere’nin ortak bir deklarasyonudur. Uluslararası hukuk açısından değerlendirildiğinde bu belge iki güç arasında bir antlaşma değildir, bu belge daha çok iki ülkenin ulusal politikalarındaki ortak ilkelerin dünya için daha iyi bir gelecek umuduyla dünyanın geri kalanı ile paylaşılmasıdır. “Birleşmiş Milletler” terimi de ilk kez bu şartta dile getirilmiştir. Şartın ilanı ABD’nin Newfoundland Rıhtımı’nda demirli bir Amerikan savaş gemisinde bir araya gelen ABD Başkanı Roosevelt ile İngiltere Başbakanı Churchill tarafından ilan edilmiştir. Bu şart Birleşmiş Milletlerin kurulmasına giden yolu açmasının yanında insan haklarının uluslararasılaşması açısından ufak da olsa ilk adım olarak değerlendirilebilir (Gemalmaz, s. 5). Toplamda sekiz madde olan Şart, insan hakları gözlüğüyle incelendiğinde iki cümle dikkati çeker; bunlardan ilki Şartın üçüncü cümlesinde ABD ve İngiltere tüm halkların, idaresi altında yaşayacakları yönetim biçimini seçme hakkına saygı gösterileceklerini ve egemenliklerinden ve kendini yönetmek hakkından zorla yoksun bırakılan halklara bunların geri verilmesini arzuladıklarını belirtmişlerdir. Ayrıca bu şart, tarafların kaleme aldıkları sekizinci cümlelerinde Nazi tehdidinin nihai olarak ortadan kaldırılmasının ardından, tüm uluslara kendi sınırları içinde güven içinde yaşama olanağı vermekte, ulusların korkudan ve yoksulluktan kurtulmuş şekilde yaşam sürmelerini güvence altına alacak bir barışın kurulmasını umut etmektedir. Ayrıca Şartın dördüncü maddesinde dünya ticaretine ve temel kaynaklara katılım hakkından söz edilirken, yedinci maddesinde de açık denizleri ve okyanusları engelle karşılaşmadan geçme hakkından söz edilerek ekonomik ferah hakkına göndermeler yapılmıştır. ABD ve İngiltere’nin ortaklaşa ilan ettiği Atlantik Şartından sonra Birleşmiş Milletlerin kurulmasına ve insan haklarında uluslararasına doğru giden yoldaki üçüncü adım Ocak 1942’da ilan edilen “Birleşmiş Milletler Bildirisi”dir. Bildiri Almanya, İtalya ve Japonya’ya karşı savaşan 26 devlet tarafından ABD’nin başkenti Washington DC’de imzalanmıştır. Bildiriye daha sonra katılan devletler arasında olan Türkiye Bildiriyi Şubat 1945 tarihinde imzalamıştır. Bu Bildiri ile imzacı devletler “Atlantik Şartı” olarak bilinen belgedeki amaçları ve ilkeleri ortak program kabul ederek, düşmanları üzerinde tam bir zafer kazanılması zorunluluğuna inanmış olarak şunları açıklamışlardır: Her hükûmet, savaş içinde bulunduğu Üçlü Paktın üyelerine (Almanya, İtalya, Japonya) ve onlara katılanlara karşı tüm askerî ya da ekonomik kaynaklarını kullanmayı yükümlenmiştir. Ayrıca Bildiri ile her hükûmet bu bildirinin imzacısı, düşman hükûmetlerle iş birliğinde bulunmamayı ve düşman devletlerle ayrı silah bırakışımı ya da barış yapmamayı yükümlenmiştir. Bu Bildirinin önemi aslında Atlantik Şartının ve dolaylı olarak da insan haklarının uluslararası korunması fikrinin ABD ve İngiltere haricinde belli sayıdaki devlet tarafından da kabul edilmiş olmasıdır. Savaşın bitmesinden sonra ise dünya barışı ve güvenliği için evrensel nitelikli bir örgüt kurulması ve dolayısıyla insan haklarının uluslararası korunmasının temelinin atılması fikri daha da hızla yayılmaya başlamıştır. Bu amaç doğrultusunda atılmış dördüncü adım “Moskova Bildirisi”dir. ABD, Birleşik Krallık, Sovyetler Birliği (SSCB) ve Çin arasında imzalanan ve toplam yedi madde içeren “Genel Güvenlik Hakkında Moskova Bildirisi” Ekim 1943’te açıklanmıştır. Bu Bildiri ile bu dört devlet uluslararası barış ve güvenliğin kurulması ve korunması, savaştan barışa hızlı ve düzenli bir geçişin temin edilmesi gerekliliğini belirtmişler ve barışın ve güvenliğin örgütlenmesi ve korunması için, birlik hâlinde eylemde bulunmayı sürdüreceklerini vurgulamışlardır. Bu doğrultuda imzacı dört devlet Bildirinin dördüncü maddesinde, uluslararası barış ve güvenliğin korunması için, barış aşığı devletlerin egemen eşitliği ilkesine dayanan ve büyük küçük, bu tür bütün devletlerin üye olmasına açık, bir genel uluslararası örgütün uygulanabilir olan en yakın tarihte kurulması gerekliliğini tanımışlardır. Bu sayede SSCB de Çin de Birleşmiş Milletlerin kurulması sürecine resmen dâhil edilmiştir. Birleşmiş Milletler ve dolayısıyla insan haklarının uluslararası korunma anlayışının hayata geçirilmesinde beşinci adım “Dumbarton Oaks Önerileri”dir. “Moskova Bildirisi”nden bir yıl sonra 1944 yılının Ağustos ile Ekim ayları arasında ABD’nin başkenti Washington DC’ye yakın bir malikane olan Dumbarton Oaks’ta yapılan toplantılar sonrasında tam adıyla “Bir Genel Uluslararası Örgüt Kurulması İçin Öneriler” kısa adıyla “Dumbarton Oaks Önerileri” ilan edilmiştir. Oldukça kapsamlı olan “Dumbarton Oaks Önerileri” on iki ana bölümden oluşmaktadır. Kısaca söylemek gerekirse bu belge Birleşmiş Milletler Antlaşmasının bir taslağı gibidir. Örneğin bu önerilerin hemen başında, adı Birleşmiş Milletler olan bir örgütün kurulması gerektiği vurgulanmış ve kurulması öngörülen bu örgütün amaçları arasında uluslararası barış ve güvenliğin korunması; uluslararası ekonomik, sosyal ve diğer insani sorunların çözümünde uluslararası iş birliğinin gerçekleştirilmesi yer almıştır (Hudson, s. 96). Ayrıca kurulması öngörülen bu örgütün ilkeleri arasında Örgütün barış aşığı tüm devletlerin egemen eşitliği ilkesine dayandığı, üye devletlerin sorunları barışçı yollardan çözecekleri, uluslararası ilişkilerde tehdit ya da kuvvet kullanmaktan kaçınacakları gibi ilkeler yer almıştır. Bu önerilerde uzlaşılamayan en önemli sorun ise oluşturulması öngörülen beşi daimi olmak üzere on bir üyeli bir “Güvenlik Konseyi”nde nasıl karar alınacağı konusudur (Grenvılle, s. 670). Bu hususlar da daha sonra toplanan Yalta Konferansı’nda çözülmüştür. Birleşmiş Milletlerin kurulmasına giden süreçte ABD’nin insan haklarının uluslararası alanda korunmasına ilişkin girişimlerinin yaygınlaştırılması çabaları sürmüştür. (Bu konuda daha ayrıntılı bilgi için bkz. Normand-Zaıdı, s. 95-98). Yalta Konferansı’ndan sonra Nisan 1945’te toplanan San Francisco Konferansı’nda yaşanan müzakereler neticesinde Haziran 1945’te Birleşmiş Milletler Şartı (Antlaşması) kabul edilmiştir. Şart öncesinde insan haklarının uluslararası seviyede korunmasına dair devletler arasında var olan fikir ayrılıklarının yansımaları Birleşmiş Milletler Şartında da görülebilir. Bu bakımdan Şartın insan haklarının uluslararası korunmasını kesin, net, ayrıntılı ve eksiksiz bir şekilde düzenlediğini söylemek mümkün değildir. Durum böyle olmakla birlikte Şartın insan haklarının korunması hakkında hiçbir düzenleme getirmediğini de söylemek mümkün değildir.
-
2024-2025 Öğretim Yılı Güz Dönemi Ara (Vize) Sınavı Sonuçları Açıklandı!
date_range 3 Gün önce comment 0 visibility 67
-
2024-2025 Güz Dönemi Ara (Vize) Sınavı Sınav Bilgilendirmesi
date_range 6 Aralık 2024 Cuma comment 2 visibility 334
-
2024-2025 Güz Dönemi Dönem Sonu (Final) Sınavı İçin Sınav Merkezi Tercihi
date_range 2 Aralık 2024 Pazartesi comment 0 visibility 922
-
2024-2025 Güz Ara Sınavı Giriş Belgeleri Yayımlandı!
date_range 29 Kasım 2024 Cuma comment 0 visibility 1291
-
AÖF Sınavları İçin Ders Çalışma Taktikleri Nelerdir?
date_range 14 Kasım 2024 Perşembe comment 11 visibility 20164
-
Başarı notu nedir, nasıl hesaplanıyor? Görüntüleme : 25842
-
Bütünleme sınavı neden yapılmamaktadır? Görüntüleme : 14702
-
Harf notlarının anlamları nedir? Görüntüleme : 12646
-
Akademik durum neyi ifade ediyor? Görüntüleme : 12643
-
Akademik yetersizlik uyarısı ne anlama gelmektedir? Görüntüleme : 10582