Tarih Felsefesi 1 Dersi 4. Ünite Özet

Tarih Felsefesinin Ortaçağ Daki Kökenleri 2: İslam Ortaçağı Ve İbn Haldün

Ortaçağ İslâm Düşüncesinin Temel Özellikleri

Evren Kavrayışı

Evren kavrayışı; insanın yaratılışını, yaşadığı ortamın düzenini ve geldiği dünyada nasıl yaşaması gerektiği ve öldükten sonra gideceği yerin özelliklerini belirlemeyi hedefleyen bir düşünce ürünü anlamına gelmektedir. Temelinde din olan medeniyetlerde evren kavrayışı ilkeleri, Tanrı, peygamber ve kutsal kitap tarafından belirlenmektedir. Toshihiko Izutsu, İslâm’ın gelişiyle, varlıklar arasında yeni bir ilişkinin kurulduğu ve kavramlara yeni anlamlar yüklenerek tamamen yeni ilişkiler kurulduğunu ve yeni bir sistem ve evren kavrayışı ortaya çıktığını savunmuştur.

İslâmiyet’in evren kavrayışında Allah, bütün evreni yaratan, var olmak için başka bir varlığa ihtiyaç duymayan, zaman ve mekânın dışında olan ve değişmeyen, mükemmel-kusursuz olan tek varlık olduğuna inanılan güçtür. Bu kavrayışa göre; Allah, kâinatın bir parçası olan insanın nasıl yaratıldığının açıklanması için tek doğru kaynak olarak karşımıza çıkmaktadır. Allah’ın yoktan var etme gücü olduğu, Allah’ın dışındaki her şeyin yaratılmış olduğu ve yarattıklarının onun emrine boyun eğdiği varsayımları İslâm evren kavrayışının temelini oluşturmaktadır.

Evren kavrayışı kapsamında insanla ilgili soruların cevaplanması, Kur’an’ın yanı sıra bazı din bilginleri ve filozoflar tarafından da üstlenilmiştir. Örneğin; Farabi’ye göre, bir insan mükemmel olabilmek için mutlu olmalıdır. Toplumlar, insanları mutluluğa ulaştırma bakımından mükemmeldirler ya da mükemmellikten uzaktırlar. Farabi’ye göre insanın varoluş amacı, hem bu dünyada hem de ahirette mutlu olmaktır. İbn Sina ise insanın var oluş amacının daha çok metafizik nitelikli ve Allah-insan ilişkisine gönderme yapan bir anlayışı tercih etmiştir. İbn Sina, Ruh Kasidesi adlı eserinde, insanın bu dünyaya gelişini, yaratılış öğretisini ve kutsal kitaplarda yer alan bazı efsaneleri kendi anlayışı doğrultusunda yorumlamıştır. İbn Sina, İnsan bedenine hayat vermek ve onu yönetmek üzere ait olduğu kutsal yerden dünyaya gelen ve –kendi ifadesiyle- “ten kafesine konuk olan” ruhun, akıl gözüyle bakanlara göre varlığı aşikâr, somut olarak algılamakta ısrar edenler için ise bir sır olduğunu savunur. Öte yandan Gazzali’ye göre; insan bu dünyada kalıcı değildir ve ihtiyacı olduğundan fazlasını istememeli, kazandıklarını helal yolda harcayarak dünya yaşamını dini için araç olarak görmelidir. Gazzali, bu şekilde yaşayan insanların ebedi hayatta mutlu olacağını, aksi şekilde davranan kişiler için sonsuz azap söz konusu olduğunu savunmaktadır.

İslâm toplumlarında kaynağı Allah’a dayandırılan ilkeler öylesine etkili olmuşlardır ki, ortaya çıkan her devlet örgütü, din temelli olarak ortaya çıkmış ve zamanla din ve devlet birbirini besleyen iki büyük kurum haline gelmiştir. İslâm dininde, tüm insanların örnek alabileceği bir model olarak “Peygamber” önemli bir yere sahiptir.

Toplum ve Siyaset Anlayışı

İslâm, azımsanmayacak bir başarıya ulaşmış ve İslâm’la birlikte insanların toplum ve siyaset anlayışında gözle görülür bir kırılma meydana getirmiştir. İslâm, dayandığı ilahi kaynağı ve Peygamber’e gelen vahiyi ön plana çıkarmasına rağmen, diğer kabilelerin kültürleriyle bilhassa tarih boyunca Arap-Bedevi kabilecilik anlayışıyla ve İran-Sasani’nin erkek egemen bir saltanatla iç içedir.

İslâm’ın kendi toplum yapısında temellendirdiği en önemli ilke, zayıfı güçlüye karşı güvence altına almasıdır. Özellikle de ekonomi alanında gözetilmeye çalışılan bu durum, adaleti esas alan siyaset anlayışı ve İbn Haldûn’un umrânı devletle bağlantılı olarak ele alırken sergilediği tutumda da açıkça fark edilmektedir. Adaleti uygularken neye dayanıldığı da sorulması gereken bir sorudur. Platon, daha çok bilgiye sahip olmak ve bilgeliğe odaklanmanın adaleti sağlayacağını savunmaktadır. Bu bilginin ilk sahibi ve uygulayıcısı olarak kabul edilen Peygamber ve onun uygulamaları, İslâm’ın 632’den sonraki

Bilgi ve “İlim” Anlayışı

İslâm Medeniyeti’nde bilgi, daha çok hikmet yani Elİsfahani’nin tanımlamasıyla “ilim ve akılla gerçeği yakalama” durumu olarak tanımlanmıştır. Kur’an’a göre, bir insan ancak hikmet sahibi ise hayırlıdır. İlimlerin öğrenilmesini kolaylaştıran en önemli unsur, her bir bilgi alanının neyi araştırdığının, yani nesnesini hangi yöntemle kavrayacağının bilinmesidir. O yüzden farklı bilgi alanlarının ve bu alanlarda kullanılan yöntemlerin birbirinden kesin çizgilerle ayrılması gerekir. Bu sebeple, İslâm’da ilimler sınıflaması ortaya çıkmıştır. İlimler sınıflamasının İslâm Medeniyetindeki başlangıcı, ElHarezmi’de (780-850) örneğinde olduğu gibi, İslâm âlimlerinin yaklaşık 10. Yüzyılda ilimleri, Arap ilimleri ve Arap olmayan ilimler olarak ayırmasıdır.

İslâm düşünürlerinin ilimleri, ontolojik (varlık temelli) ve epistemolojik (bilgi temelli) olmak üzere iki temel ölçüte göre sınıfladıkları bilinmektedir. Ontolojik temelin en belirgin görüldüğü yapıt Farabi’nin Siyaset ElMedeniyye’dir. Bu yapıtta Farabi, siyasete değinmeden önce var olanlara ilişkin ayrımlar yapmış, bunları araştıran bilgi alanlarını bir ilimler sınıflaması olarak ifade etmemiştir.

İslâm’da felsefeye akılcı yaklaşan İhvanu’s-Safa’nın Risalelerinde felsefi ilimler ve dini ilimler ayrımına rastlamak mümkündür.

Gazzali, El-Müstasfa adlı yapıtında ilimleri salt akli, salt nakli ve hem akli hem nakli ilimler olarak üçe ayırmış ve eleştirmiştir. Bu eleştirilerini Dalaletten Kurtuluş adlı eserinde yinelemiştir.

El-Harezmi dışında klasik sayılan filozofların hemen hemen hiçbirinin ilimler sınıflamasında “tarih” e yer vermediği görülmektedir.

Tarih ve Tarihçilik Anlayışı

Tarihin neden yararlı bir bilgi alanı olduğu sorusuna birincil kaynaktan verilecek bir yanıt, İslâm’ın tarihe ve tarihçiliğe verdiği önemi yansıtır: Tarih, İbnü’l-Esir’e göre, geçmişe ilişkin “önemli” olayların detaylarıyla aktarılmasıdır. Tarihin dünyadaki yararları, İbnü’l-Esir’e göre, şöyle sıralanabilir:

  • Ölümsüzlüğü seven insanı geçmişin olaylarıyla tanıştırır, bir araya getirir.
  • Hükümdarlar tarih sayesinde geçmişten ders alarak toplumu yönetme biçimlerini gözden geçirirler.
  • Tüm insanlar, tarih okuyunca, geçmişten ders alır ve gelecek için kendi hayatlarında izleyecekleri yola ışık tutar, geçmişin deneyim ve birikiminden yararlanırlar.
  • İyi bir ifade ve güzel bir dil ile anlatılan tarih, kişilerin ahlâk duygularını canlandırarak, insanları iyiyi benimseme, kötüyü de reddetme konumuna getirir.

İbnü’l Esir’e göre tarihin sonsuz yaşam (ahiret) için yararlı yönleri de şunlardır:

  • Dünya hayatının değişkenliğini ve sona ereceğini bilip bundan ders alabilen insan, kendini sonsuz yaşam için hazırlamaya İbn-ül Esir’in ifadesiyle “ahiretin mutluluk evine girmeye” yönelirler.
  • Kral ya da Peygamber bile olsa her insanın ölümlü oluşu göz önüne alındığında, tarihte meydana gelen her olayın kendi başına da gelebileceğini düşünen insan, kıyametle birlikte başlayacak olan sonsuz yaşamlarında en iyi ahlaki özelliklere sahip olmaya yani dünyadaki zor ve sıkıntılı durumlara sabırla katlanmaya çabalarlar.

Muhsin Mehdi, İslâm’ın tarihe verdiği önemi Peygamber’in şu sözüne dayandırır: Dünyanın, önceden Allah tarafından belirlenen tarihi bir düzeni vardır. Peygamber’in yaşantısı ve kişiliği, her türlü tarihsel akışın yolunu ve Müslümanlar ’da ilk tarih yazımının merkezini oluşturmuştur.

Josef Horovitz, İslâmi Tarihçiliğin Doğuşu adlı çalışmasında, İslâm’da tarih yazıcılığının ilk örneklerine Siyer-Megazi literetüründe rastlanılacağını söylemiştir. Ünlü İslâm tarihçisi ve coğrafyacısı Mes’ydi Mürucu’zZebeb’de Siyer-Megazi yazarları arasında şu önemli isimlere yer vermiştir: Vehb İbn Münebbih, Muhammed İbn İshak, El-Vakıdidir. Bu yazarlar aynı zamanda tarihin ilk yazarlarıdır.

Horovitz’e göre, Arap literatüründe Peygamber’in söz ve davranışlarının kaynakları sayılması gereken üç alan; hadis, siyer ve tefsirdir.

Tâberî, Ku’ran’da gökler, yer ve insan da dâhil yer ve gök arasında yer alam tüm varlıkların yaratılmış olduğunu bildirdiği altı günün her birinde neler yaratıldığı sorusunu rivayetlere göre yanıtlamıştır. Buna göre; “Tanrı’nın yeri Pazar günü, göğü Perşembe günü, yıldızları, güneşi ve ayı Cuma günü yaratmış olduğuna dair olan rivayettir. İnsanın ne zaman yaratıldığı sorusuna Tâberî’nin verdiği yanıt şu şekildedir: “Tanrı, Cuma gününün son saatinde, alelacele, Âdem’i yarattı. Kıyamet de bu saatte kopar.” Buna ek olarak Tâberî’ye göre: “Tanrı Âdem’i cuma günü yaratmış, aynı günde onu cennetten yere indirmiş;

Âdem cuma günü tövbe etmiş ve ölmüştür...”

İlk dönem İslâm kültüründe tarihçinin yapması, beklenen asıl görev, genel olarak hukuk, din ya da siyaset açısından önemli olduğuna inanılan geçmişin olaylarının nesnel bilgisinin aktarılmasıdır. Bu tür bilgi-yani ilim- güvenilir otoritelere kadar götürülen olayların anlatılarından oluşur. Tâberî’de eksik kalan noktaları diğer ünlü tarih kitaplarından tamamladığını bildiren İbnü’l-Esir’in tarih yazımında izlediği yol şöyle özetlenebilir: • Önemli olaylar bütünlüğünden koparılmayacak ve detaylı olarak anlatılacak,

  • Olayların aktarımında zaman-dizin sırası korunacak,
  • Daha az önemli olaylar, geçtiği yılın önemli olaylarının arkasına eklenecek,
  • Her yılsonunda o yıl ölen bilginler ve önde gelen kimseler bildirilecektir.

Bir başka İslâm tarihçisi İbn Kesir’in El Bidâye ve Nihâye adlı yapıtı da yaratılışın başlangıcı tüm yaratıklar, Peygamberler tarihi, Peygamber dönemine kadarki İsrailoğulları ve cahiliye Araplarında ortaya çıkmış olaylar, kendi zamanına dek meydana gelmiş ve etkili olmuş olaylar gibi konulardan oluşmuştur.

Tarih olaylarını bölüm bölüm, devir devir, hatta belirli bir konu çerçevesinde ele alması bakımından Mes’ûdî’yle benzeşen El-Belâzurî de yalnızca İslâm fetihlerini anlattığı tarih yapıtı Fütûhu’l-Buldân’da, Tâberî’nin izlediği söylenen yönteme uymuştur.

Humphreys, adı anlan tarihçilerin, erken dönem tarih geleneğinde üretilen çok sayıda hacimli ve farklı malzemeyi sıkıca örülmemiş ama tutarlı tek bir anlatı çizgisine oturtmaya çalıştıkları; bunu yaparak da İslâm tarihinin belirsiz olmayan, yeterince açık bir yorumunu oluşturmayı amaçladıklarını düşünmektedir.

İslâm Medeniyeti ve düşünce yapısıyla ilgili bu noktaya kadar ele aldıklarımızdan yola çıkarak,

  • Dînî bir temelden beslenen ve dinin öngördüğü değerler üzerine kurulan İslâm Medeniyeti’nin Araplar’a ve bu dini benimseyen diğer toplumlara yeni bir toplum ve yaşam modeli sunduğunu,
  • Bu yaşam modelinin halifelikle başlayıp saltanatla devam eden devlet örgütlenmelerinde ve devletin çeşitli işlerini yürütmek üzere oluşturulan kurumlarda kökleştirilmesine çalışıldığını,
  • İslâm ile gelen değerlerin bilgiyi ve onun edinilmesini belirleyen esasları derinden etkilediğini ve bu etkinin tarihçiliğe de yansıdığını söyleyebiliriz.

İbn Haldûn’un Yaşadığı Dönemde İslâm Medeniyetinin Durumu ve İbn Haldûn’un Yaşamı

14. Yüzyılda Kuzey Afrika İslâm Coğrafyasındaki Genel Görünüm

İbn Haldûn’un doğduğu ve yetiştiği dönemde Endülüs ve Kuzey Afrika’da siyasi ve medenî yaşam ile ilim ve düşünce faaliyetleri gerileme aşamasındadır. De Boer, Endülüs’te felsefenin kenara itildiği ve genel kültüre ve işlere etki etmesine izin verilmeyen bir çalışma alanı olması sonucunda, aslında Hıristiyanlar ile yapılan ve kaybedilen savaşlar öncesinde İslâm Medeniyeti’nin maddî varlığının ve mânevî kültürünün gittikçe gerilediğine işaret etmekte; Batı’daki İslâm Medeniyeti’nin, İbn Haldûn’un doğduğu ve yetiştiği dönemde büyük bir istikrarsızlık içinde olduğunu öne sürmektedir.

Hodgson’a göre; 1259’daki Moğol fetihlerinden sonra İslâm toplumları içinde çok küçük bir kültürel yenilenmenin meydana geldiği bir duraklama-gerileme, hatta çöküş döneminden söz edilebilir. Hitti ’ye göre, 14. yüzyılda Kuzey Afrika parçalanmış bir görünüm sergilemektedir: Mısır’da Memlûk Sultanlığı, İfrikiye’de (Tunus) Hafsoğulları, Orta Mağrib’de (Cezayir) Abdülvadoğulları ve Batı/uzak Mağrib’de (Fas) Merînîler egemenliğini sürdürmektedir, fakat bu devletler gerek kendi içlerinde gerekse birbirleriyle sürekli çatışmaktan yıpranmışlardır. Chapra, İslâm Medeniyeti’nin 14. yüzyılda gerileme sürecinde olduğunu, bunu yalnızca Abbâsî Halîfeliği’nin Moğol saldırıları sonrasında son bulmasıyla değil, Haçlı saldırıları (1095-1396) ve İbn Haldûn’un ilk gençlik döneminde Kuzey Afrika dâhil geniş bir coğrafyayı etkileyen veba salgını gibi etkenlerle de açıklama olanağı bulunduğunu; tüm bu gelişmelerin, başka bazı tarih olaylarıyla birleştiğinde, İslâm dünyasının merkezî bölgelerinin zayıflamasına yol açtığını söylemektedir.

İbn Haldûn: Yaşamı ve Yapıtları

İbn Haldûn, Et-Tâ’rîf’te kökeninin Hadramut’taki (Yemen) Arap kabile reislerinden ve Peygamber’in sahâbesinden Vâîl bin Hucr’a kadar uzanan bir aileye dayandığını anlatmıştır. İbn Haldûn’un köklerinin dayandığı aile, devlet işlerinde yer almış, tanınan ve içinde çoğunlukla iyi eğitimli insanlara rastlanan bir ailedir. İbn Haldûn, yaklaşık 20 yaşından 45 yaşına, 4 yıllık bir aradan sonra da 49 yaşından 74 yaşına-yani ölümüne dek siyasetin ve bürokrasinin çeşitli kademelerinde görev yapmış, önemli deneyimler kazanma ve ayrıntılı gözlem yapma olanağı bulmuştur.

Bilinen ilk yapıtı Fahreddin Râzî’nin El-Muhassal Fî İlmi’l-Kelâm yapıtının açıklamalı bir özeti niteliğindeki Lubâbu’l-Muhassal Fî Usulü’d-Dîn olan İbn Haldûn’un Mukaddime, Kitâbu’l-İber, Et-Tâ’rîf ve fiifâu’s-Sâîl dışındaki yapıtları günümüze ulaşmamıştır. Fakat Lisânuddîn İbnü’l-Hatîb’in El-İhâtâ Fî Ahbar-i Gırnâta adlı yapıtında, sözü geçen yapıtları dışında İbn Haldûn’un İbn Rüşd’ün yapıtlarını özetleyen yazıları, mantık hakkında bazı notları, hesap üzerine bir kitabı, Lisânuddîn İbnü’l-Hatîb’in Fıkıh Usulü hakkında yazdığı bir manzum yapıtın yorumu ve Kasîde-i Bürde üzerine bir yorumunun varlığından söz edilmektedir.

Mukaddime’nin İçeriği: İbn Haldûn’un Tarih Felsefesi

Mukaddime , İbn Haldûn’un kapsamlı bir dünya medeniyetleri tarihi projesi olarak tasarlamış olduğu ve yazdığı Kitâbu’l-İber ’in Giriş bölümü ile Birinci Kitap’ın toplamından oluşan kısmıdır ve bu kısımda ortaya koyulmuş düşünceler zamanla Kitâbu’l-İber ’i gölgede bırakmış; İbn Haldûn’un ölümünden sonra onun üzerine yapılan hemen tüm çalışmalarda dikkatleri Mukaddime’nin üzerinde toplamıştır. Mukaddime ’nin Giriş’inde tarih ilmine ilişkin değerlendirmeler yapan İbn Haldûn, Birinci Kitap’a da dünyadaki umrâ nın doğası, ona ilişkin olan bedevîlik (göçebe ya da yerleşik ayrımı yapılmaksızın, kırdaki, arazideki yaşam), hadarîlik (kentlerdeki yerleşik yaşam), tagallüb (savaşta zafer elde ederek egemenlik kurma), kazanç, geçim, ilimler, sanatlar vb. konuları ve bu konulara ilişkin sebepleri genel olarak değerlendirmiştir. İlk bölüm genel hatlarıyla insana ait medeniyetin, bu medeniyetin sınırlarının ve dünya üzerinde kapladığı alanın ne kadar olduğunun anlatılmasından meydana gelir. İkinci bölümde, kırsalyani göçebelik ya da yerleşiklik farkı gözetilmeksizin, geçimlerini tarımdan, hayvancılıktan, ilkel biçimlerde sağlayan ve şehirde değil, arazide yaşayan toplulukların medeniyetleri-(İbn Haldûn’un ifadesiyle ‘bedevî umrân’), kabileler ve ilkel ya da ‘vahşî’topluluklar gibi konular ele alınmıştır Üçüncü bölüm, devletleri, hanedanlıkları, hilâfeti, yönetimi ve devlet örgütlenmesindeki aşamaları ve çeşitli konumları konu almıştır Dördüncü bölüm, İbn Haldûn’un şehirlerdeki toplulukların medeniyetleri-yani ‘hadarî umrân’, memleketler ve şehirler üzerine görüşlerini içermektedir. Beşinci Bölüm ilimler, sanatlar, geçim, kazanç ve kazanç yolları üzerine bir tartışmadan oluşmuştur. Son olarak altıncı bölümde ise ilimleri, ilimlerin elde edilmesini ve öğrenilmesini konu almıştır. İbn Haldûn, insanın toplum hâlinde yaşamasının yaratılışından kaynaklanan bir nitelik olduğunu vurguladıktan sonra, umrânın iki aşamada gerçekleştiğini ortaya koymuştur. Bu aşamalar, aslında insanların gereksinimlerinin niceliğine ve çeşitliliğine bağlı olarak değişen iki temel yaşam tarzıdır. İbn Haldûn zorunlu gereksinimlerin ön planda tutulduğu kırsal yaşam tarzını (göçebe-yerleşik ayrımı yapmaksızın) ‘bedevî’; gereksinimlerin çoğaldığı, çeşitlendiği ve gitgide lükse ulaştığı, kasaba ve kentlerde gelişen yaşam tarzını da ‘hadarî’olarak adlandırmış ve umrânın unsurlarını bu iki temel aşama çerçevesinde incelemiştir.

Kitâbu’l-İber ’in içeriği hakkında da kısa bir bilgi vermek gerekirse, İbn Haldûn Mukaddime’de tarihe ilişkin yazdığı yapıtın bedevî-hadarî ayrımı yapılmaksızın Arapların ve Berberî lerin haberlerini, tarihlerini, onlarla çağdaşı olan büyük devletlere işaret etme özelliğini içermekle birlikte, yaratılışın başlangıcı ve ondan sonraki haberler arasından ders alınması gereken unsurları açık bir biçimde dile getirdiğini; bu yüzden de yapıtına Kitâbu’l-İber ve Divânu’l-Mübtedei ve ’l-Haber Fî Eyyâmi’l-Arab ve ’lAcem ve’l-Berber ve Men Âserehum min Zevi’sSultanu’l-Ekber adı verdiğini söylemiştir. Bu yapıtın girişini ve birinci kitabını oluşturan Mukaddime’de öncelikle tarih ilminin erdemi, yararları, tarihte izlenen yöntemlerin çözümlenmesi ve tarihçilerin hata yaptıkları konular, daha sonra umrân ve mülk, hükümdarlık, geçinme, kazanç, ilimler, sanatların nedenleri ve ilkeleriyani umrânın özüne ait yasalar; ikinci kitapta yaratılıştan İbn Haldûn’un yaşadığı zamana dek uzanan Arap nesilleri ve devletleri ile ilgili haber ve rivâyetler; üçüncü kitapta ise Berberîler ve Zenâte kabilesi, başlangıçtaki durumları, özellikle Mağrip bölgesindeki egemenlik ve devletleri ele alınmıştır

Enan’a göre İbn Haldûn, tarihi üzerinde çalışmaya değer bir bilgi alanı olarak görmesi dolayısıyla yalnızca İslâm tarihçilerinden değil, kendisini önceleyen tüm İslâm düşünürlerinden de ayrılmaktadır. Yeni bir açıklama ve akıl yürütme yöntemiyle tarih yazmak isteyen İbn Haldûn’un kişisel deneyimleri ve çalışmaları, onu bir toplum felsefesi kurmaya da yöneltmiştir (a.y.). Mukaddime , toplumsal olguları anlama ve açıklama, tarihi anlama, eleştirel süzgeçten geçirme ve çözümleme hakkında daha önce örneğine rastlanmamış yeni bir sistem öneren, bu yüzden de özgünlüğü dikkate değer bir yapıttır.

Bazı yorumlara göre tarihçi, başka bazı yorumlara göre medeniyet-kültür tarihçisi ya da tarih kuramcısı ve sosyolog, ya da ekonomist, kamu hukukçusu, siyaset düşünürü olarak ele alınan İbn Haldûn’un düşüncesi bir bütün olarak incelendiğinde, sisteminin akılcılığı ve gerçekçiliği nedenleriyle bu farklı ve çeşitli yorumların tamamen haksız ve temelsiz olmadığı sonucuna varılabilir.

İbn Haldûn’un Mukaddime ’de yer alan düşüncelerini sözü edilen disiplinlerin salt birinin ya da bir kaçının bakış açısı ile sınırlamak, bu düşünüre haksızlık olacağı gibi, Mukaddime ’nin bütünlüğünden koparılması tehlikesini de doğuracaktır. Öyleyse umrân ilmi, bir bilgi alanı olarak tarihin epistemolojisi, bir varlık alanı olarak tarihin ontolojisidir; çünkü bu ilim, insan ve toplumu genelliğinde kavramayı amaçlayan bir ilim olarak, en genel ve en temel olanın kuramıyla ilgilenen felsefe içerisinde temellendirilebilir. İşte umrân ilmi sayesinde hikmet ilimlerinden sayılmayı hak eden tarihin felsefî yönü tam da buradadır.


Bahar Dönemi Dönem Sonu Sınavı
25 Mayıs 2024 Cumartesi