Siyaset Felsefesi 2 Dersi 2. Ünite Sorularla Öğrenelim
Sosyal Ve Ekonomik Adalet
Sosyal devlet nedir, açıklayınız.
Sosyal devlet ilk olarak “refah devleti”dir. “Özel mülkiyet ve piyasa ekonomisi ilkelerini ihlal etmeden, devlet eliyle bazı zorunlu gelir ve servet transferlerine başvurulan ekonomik sisteme” (Savaş 2001, s. 127) dayalı bir devlet tipidir sosyal devlet. Dolayısıyla, sosyal ve refah devleti arasındaki ilişki sosyal ve ekonomik adalet arasındaki ilişki gibi birbirini gerektirmektedir. Öyleyse “sosyal devlet” şöyle tanımlanabilir:
“Belirli halk gruplarının sosyo-ekonomik durumların ıslahı yoluyla sosyal düzenin sağlanması amacı ve bu temel ilkenin gerçekleştirilmesi için toplumsal yaşantıya çeşitli kamusal tedbirlerle müdahale eden demokratik devlet tipi” (İzveren 1991, s. 102).
"Adalet" kavramını açıklayınız.
Adalet kavramı B.Cullen’in belirttiği gibi felsefenin en cazip ama tanımlanması en zor kavramlarından birisidir. (Cullen, “Philosophical Theories of Justice”dan aktaran: Balı 2001, s. 37) Zira tarih boyunca çok çeşitli anlam ve görünümlere bürünmüştür. Bazen salt bir ide, bazen tanrısal bir erdem, bazen aklın bir emri olarak karşımıza çıkmıştır. Bazen de eşitlik, özgürlük, fayda gibi ahlaki, siyasi ya da ideolojik kavramlar ve değerlerle aynı anlamda kullanılmıştır. Ayrıca adaletin öznesini de belirlemek güçtür. Kimi zaman bu özne tek tek bireylerin tutum ve eylemleri iken, kimi zaman da kamusal kişi ve kurumların faaliyetleri olabilmektedir. Adil bir kişiden, adil bir eylemden söz edebildiğimiz gibi, adil ya da adil olmayan yasalardan, devletten ya da ekonomik bir sistemden de söz edebiliriz. Görüldüğü üzere adalet bir yandan çok farklı bağlamlarda ve farklı özneler için kullanılan, bir yandan da bütünlüğünde incelenmesi zor olan bir kavramdır. Çağdaş hukuk felsefesi düşünürlerinden Hans Kelsen’e göre de, tüm insanların üzerinde fikir edinebileceği bir adalet tanımı elde etmek olanaksızdır. Türk Dil Kurumu sözlügünde adalet “hak ve hukuka uygunluk, hakkı gözetme ve herkese kendine uygun düşeni verme”(TDK 1988, s.13) olarak tanımlanmaktadır.
Refah, sosyal, hukuk devleti sosyal ve ekonomik adaleti nasıl gerçekleştirecektir, anlatınız.
Öncelikle bu yeni devlet anlayışında sosyal ve ekonomik adalet bir sosyal politika ilkesi ve sosyal hukuk devleti kuralı olarak ele alınmalıdır. Toplumun bütün bireylerini kapsayan, asgari bir gelir ve yaşam düzeyinin sağlanması, çalışma koşullarının iyileştirilmesi yoluyla işgücünün korunması, ulusal gelirin adaletli bir biçimde dağıtılması, sosyal güvenliğin sağlanması gibi ilke ve kurallarla sosyal ve ekonomik adalet kamusal, hukuksal ve politik düzlemlerde uygulanacak, bu uygulamanın başında da devletin kendisi olacaktır. Sosyal ve ekonomik adaletin egemen olduğu sosyal devlet anlayışı katı sınıfsal farklılıkları ortadan kaldırmaya çalışır. Siyaset felsefesi terimleri ile konuşursak, sosyal devletin amacı burjuvazi ve işçi sınıfı arasındaki farklılıkları azaltarak orta sınıfları güçlendirmektir (İzveren 1991, s. 103). Böylece çağdaş toplumlarda devletin görevi artık yalnızca temel haklar ve özgürlükleri korumak değil, bu hakları ve özgürlükleri koruyarak, toplumun bütün üyelerine, bütün sosyal, kültürel, ekonomik zenginlikleri adil bir şekilde dağıtımını sağlamaktır. İşte buradan itibaren de sosyal ve ekonomik adalet çağdaş devletin, yani çağdaş sosyal ve hukuk devletinin dayanağı olarak karşımıza çıkmaktadırlar.
Türkiye'de sosyal ve ekonomik adaletin uygulanmasına dair atılan adımlardan birini anlatınız.
Türkiye Cumhuriyeti’nin 1961 anayasasının 41. maddesi şöyle demektedir:
“Maddesel (ekonomik değerlerin) çeşitli halk gruplarının arasında adaletli bir biçimde dağıtılması, işin teşkilatlandırılması ve emeğin karşılığı adaletli bir ücretin sağlanması..” (Aktaran İzveren 1991, s. 102). Ama 1961 anayasasında yer alan bu ileri kazanımlar, sosyal devlet olma yolunda atılan adımlar, ne yazık ki 1982 anayasasıyla sekteye uğramış, liberal politikaların öne çıkmasıyla da son yıllarda sosyal devlet daha çok yaralar almıştır. Ama sosyal devlet konusu bugün de tartışmaların odağındadır. Zira günümüzde sosyal ve ekonomik adaletin gerçekleşmediği bir toplum düzeninde toplumsal dengesizlikler ve çalkantılar hüküm sürecek, bu da o toplumun barış ve huzur içinde yaşamasının ve ilerlemesinin önündeki en büyük engel olacaktır.
Hahnel'in İktisadi Adalet ve Demokrasi adlı yapıtında ekonomik zenginlik ve sorumlulukların nasıl paylaşılması gerektiğine dair dört dağıtım kuralını kısaca anlatınız.
Hahnel İktisadi Adalet ve Demokrasi adlı yapıtında ekonomik zenginlik ve sorumlulukların nasıl paylaşılması gerektiğine dair dört dağıtım kuralından söz eder.
I. Kural. Herkese kendi fiziksel ve insani sermayesinin katkı değerine göre vermek: Bu kurala göre, bireyler kendi sahip oldukları üretim araç ve gereçleri ile ekonomiye katkıda bulunduğu kadarını ekonomiden pay alabilmektedir.
II. Kural. Herkese sadece kendi insani sermayesinin katkı değerine göre vermek: Birinci kuralda harcanan zaman ve emeği göz ardı eden dağıtım yerine, herkesin emeğinin karşılığını aldığı bir dağıtımı öngörür. Dolayısıyla diğerine göre daha adil bir ekonomik sistem olarak kabul edilebilir. Ancak bu kez de sorun, bu emeğin sadece fiziki olarak düşünülmesidir.
III. Kural. Herkese çabasına ya da kişisel fedakârlığına göre vermek: Bu kurala göre de fazladan karşılığı hakeden tek şey çaba olarak karşımıza çıkar. Birinci kuraldaki gibi mirasla ya da II. kuraldaki gibi yapısal özellikle gelen bir şey değil, özgür iradeye bağlı verilecek kararla harcanan çabaya göre dağıtımı öngörür. Ancak bu kez sorun bu fedakârlıkların nasıl ölçüleceğidir.
IV. Kural. Herkese ihtiyacına göre vermek: Bu kural diğer üç kuraldan farklı bir kategoriye girer. Artık kişinin sahip olduğu bir şey yerine, sahip olmadığı bir şeye göre dağıtımı gerektirir. Daha fazla ihtiyaç, daha fazla ekonomik dağıtımı gerektirir. Örneğin bir iş kazasında elini kaybetmiş olan bir işçinin daha fazla kazanması bu kurala göre adildir. Bu kurala itiraz, onun insaniliği daha fazla ön plana çıkartması ile ilgili olabilir. Ancak şu da bir gerçektir ki, burada söz konusu olan hayırseverlik değil, haktır.
Devletin sosyal ve ekonomik adaletin uygulayıcısı olması durumunu, W. K. Frankena sosyal adalet kavramı ile birlikte nasıl yorumlamaktadır?
Çağdaş devletin temel amacı sosyal ve ekonomik adaleti sağlamak olmalıdır. Ancak W. K. Frankena’nın vurguladığı gibi, “sosyal adalet ne sadece bireyin faaliyetlerine özgü, ne de sadece devletin kamusal faaliyetlerinin bir niteliğidir, o aynı zamanda toplumun kültürel kurumları, adetleri ve gelenekleri ile ahlaki kural ve mukaddes saydığı değerler gibi kamusal olmayan vechesi ile de ilgilidir.” (Frankena, The Concept of Social Justice, aktaran Balı 2001, s. 203) Dolayısıyla sosyal devlet bütün bu alanları hesaplamalı ve ona göre hukuksal ve siyasal bir yol izlemelidir.
"Sosyal Hukuk Devleti" nedir, açıklayınız.
Sosyal hukuk devleti, sosyal ve ekonomik adalet gereği uygulanması gereken amaçların hukuksal olarak da garanti altına alındığı devlet biçimidir. Sosyal hukuk devletinde, her kişi “devlete karşı bir talep hakkı olarak subjektif kamu hakkına” (İzveren 1991, s. 103) sahiptir. “Subjektif kamu hakkı”, hukuksal anlamda teknik bir ifade olsa da, en genel anlamıyla kişinin sosyal ve ekonomik adalet talebinin gerçekleşmediği durumlarda devlete karşı savunabileceği bir hakkının olduğunu ifade etmektedir
Hahnel, İktisadi Adalet ve Demokrasi adlı yapıtında ekonomik zenginlik ve sorumlulukların nasıl paylaşılması gerektiğine dair dört dağıtım kuralından söz eder. Buna göre, herkesin kendi fiziksel ve insani sermayesinin katkısını savunan I. kural sosyal adaletle birlikte düşünülebilecek bir ekonomik adalet anlayışı olabilir mi, Rawls'ın sosyal adalet ilkeleriyle birlikte düşünüp açıklayınız.
Herkesin kendi fiziksel ve insani sermayesinin katkısını savunan I. kural sosyal adaletle birlikte düşünülebilecek bir ekonomik adalet anlayışı olamaz. Bunun nedenini John Rawls’un sosyal adalet ilkelerinden sözederken ortaya koyduğu “ilk durum tasavvuru” ve “bilinmezlik perdesi” kavramıyla açıklanabilir. Hatırlayalım ki, Rawls’un sözünü ettiği ilk durumda tarafların özgür, eşit ve rasyonel olmaları gerekmektedir. Ayrıca taraflar kendi cinsel, dinsel, sosyal, ekonomik kimliklerine dair hiçbir şey bilmeyeceklerdir. Oysa I. kural, hem bu ilk durumdaki eşitliği bozmakta, hem de bilinmezliğin aksine farkındalığı gerektirmektedir. Dolayısıyla I. kural’da geçerli olacak ekonomik adalet, sosyal adaletle birlikte düşünülebilecek bir adalet anlayışı değildir.
“Subjektif kamu hakkı” nedir, kısaca açıklayınız.
“Subjektif kamu hakkı”, hukuksal anlamda teknik bir ifade olsa da, en genel anlamıyla kişinin sosyal ve ekonomik adalet talebinin gerçekleşmediği durumlarda devlete karşı savunabileceği bir hakkının olduğunu ifade etmektedir.
Ekonomik Adaletin ne olduğu üzerine düşünürken nasıl bir soru formüle edebiliriz?
Ekonomik adalet aslında iktisatçılar için temel bir kavram değildir. Bu kavram sadece radikal siyaset iktisatçıları için, özellikle de kapitalizmi eleştirmek için Marx ve Proudhon’dan bu yana üzerine düşünülen bir kavram olmuştur. Ekonomik adaletin temel sorunsalı doğrudan maddi olup ekonomik üretim ve faaliyetin getirdiği zenginlik ile sorumlulukların adil dağıtımının nasıl olması gerektiğidir. Bu soru tam olarak şöyle de formüle edilebilir:
“İktisadi faaliyetin getirdiği nimet ve külfetlerin adil dağıtımı nedir?” (Hahnel, 2005, s. 34).
Sosyal Adalet'in günümüzdeki anlamı ne olabilir, tartışınız.
Çağdaş sosyal hukuk devletinin kamusal temel ilkesi olarak gösterilen sosyal adalet artık şu şekilde tanımlanmaktadır: “Bir toplumdaki tüm sosyal değerlerin, o toplumun tarihsel ve sosyolojik şartları, kültürel ögeleri ve yine toplumun farklı kültürel gruplara mensup üyelerinin benimsemiş olduğu ahlaki değerler gözardı edilmeksizin, adil olarak dağıtımını öngören bir ilke veya ideal”. Böylelikle sosyal adalet Aristoteles’le birlikte ortaya çıkan “dağıtıcı adalet” ve Rawls’la birlikte “yeniden dağıtıcı adalet” şeklinde açıklanan adalet türlerine çağdaş kamu yönetiminde uygulama olanağı sağlanmaktadır. Neden sosyal adalet günümüz toplumları ve çoğulcu demokrasiler için bu denli önemli bir düzen ögesidir? Aslında Rawls bunun nedenini eserinin başında açıklamıştır. O, hakkaniyet olarak adalet teorisiyle ahlaki değerlerimizle örtüşecek bir adalet teorisi kurmayı amaçlamıştı. Gerçekten de sosyal adalet, “insanlığın bugünkü kültürel aşamasında, her şeyden önce kişinin ve özellikle emeğin değerini yücelten bir hümanizm ürünü” (İzveren 1991, s. 103) olarak sosyal hukuk düzenin özünü oluşturmaktadır. Sosyal adalet bir toplumun millî zenginliğinin hakkaniyetli dağıtımını esas alarak yeniden dağıtılmasını sağlarken yalnızca tek tek kişilerin değil, halkın tümünün mutluluğunu sağlar. Sosyal adaletin ahlaki özü de burdan ileri gelmektedir. Çağdaş bir hukuk devleti olabilmek için artık sadece kişisel özgürlükler yeterli değildir.
Toplumun istisnasız bütün üyelerini kapsayan, asgari bir gelir ve yaşam düzeyinin sağlandığı, uygun çalışma saatleri, ücretsiz izin, sağlık ve eğitim hakkının olduğu; milli gelir ve zenginliklerin adaletli bir biçimde dağıtıldığı; sosyal güvenliğin sağlandığı, kısacası sosyal ve ekonomik adaletin hâkim olduğu bir toplumun çağdaşlığından ve hukuk devleti olabilmesinden söz edilebilir ancak. İşte sosyal adaletin bugünkü anlamı bunları içermektedir. Sosyal adalet günümüz toplumlarının, sosyal devletin ve sosyal hukuksal düzeninin en temel ve ahlaki ögesini oluşturur. Sosyal adaletin ahlaki anlamı dışında ele alınması gereken önemli bir konu da onun ekonomiyle ilişkisidir. Dikkat edilirse buraya kadar sosyal adaletten söz ederken onu ekonomik ögelerden ayırmayı başaramadık. Zira sosyal adaletin bugünkü anlamı onu ekonomik adaletten ayırmamaktadır. Hatta hukuk düşünürü Del Vecchio gibi sosyal adaleti ekonomik adalet olarak anlayanlar da bulunmaktadır. Bu düşüncenin ne kadar kabul görüp göremeyeceğini, ancak ekonomik adaletin ne olduğunu öğrenerek karar verebiliriz.
Herkese ihtiyacına göre vermek ne demektir, açıklayınız.
Kişinin sahip olduğu bir şey yerine, sahip olmadığı bir şeye göre dağıtımı gerektirir. Daha fazla ihtiyaç, daha fazla ekonomik dağıtımı gerektirir. Örneğin bir iş kazasında elini kaybetmiş olan bir işçinin daha fazla kazanması bu kurala göre adildir. Bu kurala itiraz, onun insaniliği daha fazla ön plana çıkartması ile ilgili olabilir. Ancak şu da bir gerçektir ki, burada söz konusu olan hayırseverlik değil, haktır. Öte yandan zaten ekonomik adaletten söz etmek için, ekonomi de daha insani hâle gelmelidir. Bu da insanların ihtiyacını ilk sıraya koyan bir dağıtımla gerçekleşir (Hahnel 2005, s. 48) Diğer bir itiraz da, tıpkı fedakârlığın ölçülmesinin bir sorun olabileceği gibi, ihtiyaçların da nasıl ölçüleceğinin sorunlu olması noktasına gelebilir. Ancak bu itiraz da, insanın yaşaması için gerekli en temel ihtiyaçlarına göre dağıtımı öngördüğü için geçerliliğini yitirebilir. Öyleyse bu kuralın diğerlerine göre daha tutarlı olduğu kabul edilerek başta sorulan iktisadi faaliyetlerin nasıl paylaşılması gerektiğine dair soruya “herkesin ihtiyacına göre” denerek cevap verilebilir.
Sosyal ve ekonomik adaletin her zaman sadece devlet tarafından ele alınmamasını tarihsel bir örnek üzerinden açıklayınız.
sosyal ve ekonomik adalet her zaman sadece devlet tarafından ele alınmamıştır. Örneğin 1931’de Papalık makamının Encyklia (Quadragessimo) denen bildirisiyle sosyal adalet düşüncesi teoride kalan bir ilke olmaktan çıkıp, politik alana geçmiştir. Zira bu bildiride “herkese dünya nimetlerinden düşen payın sağlanması, dünya nimetlerinin bölüşümünde toplum yararının veya sosyal adalet kurallarının ölçü olarak göz önünde tutulmasına özen gösterilmesi” istenmektedir (Aktaran İzveren 1991, s. 102). Böyle bir bildiriyle Papalık makamı, doğrudan işçi-işveren arasındaki ilişkiye olumlu bir müdahalede bulunmakta, çağdaş toplum politikası çerçevesinde ücretlendirmenin adil olması gerektiğinden söz etmektedir. Ancak asıl beklenen bu uygulamanın dinin de etkisinden sıyrılıp hukuksal ve politik düzlemde gerçekleşmesidir. Nitekim bu geçiş de İkinci Dünya Savaşından sonra geliştirilen toplum düzenlerinde ve anayasalarda görülmektedir.
Rawls'ın “İkinci Dünya Savaşından sonra siyaset felsefesine yapılan en büyük katkı” olarak tanımlanan ve kendisinden sonraki adalet tartışmalarının çizgisini belirleyen eseri A Theory of Justice’de (Bir Adalet Kuramı) ele aldığı hakkaniyet olarak adalet teorisini açıklayınız.
Rawls “İkinci Dünya Savaşından sonra siyaset felsefesine yapılan en büyük katkı” olarak (Yayla 2000: 83) tanımlanan ve kendisinden sonraki adalet tartışmalarının çizgisini belirleyen eseri A Theory of Justice’de (Bir Adalet Kuramı) ele aldığı hakkaniyet olarak adalet teorisi ile iki şeyi amaçlamaktadır (Balı 2001, s. 151):
1. Ahlaki yargılarla adalet ilkelerinin birbirini dışlamadığı bir adalet teorisi
kurmak.
2. Bireysel farklılıkların gözetilmediği faydacılığın ve klasik liberalizmin adalet anlayışlarına alternatif ve Kantçı yolu takip ederek evrensel bir adalet anlayışı geliştirmek.
Rawls’un birinci maddede sözünü ettiği ahlaki yargılarla uyum içerisinde olan adalet anlayışı ile aslında faydacı adalet anlayışlarındaki mutluluğu amaç edinen düşünceyi eleştirmektir. Rawls’a göre, mutluluğu amaç edinen bir adalet anlayışı yerine, hakların iyilik ve mutluluktan önce geldiği, ahlaki yargılarla uyum içerisinde olan bir adalet anlayışı geçerli olmalıdır. Bu adalet anlayışını daha iyi anlatmak için, tıpkı sosyal sözleşme teorilerindeki doğa durumu gibi bir başlangıç noktasından (“ilk durum”)’dan söz eder Rawls (Balı 2001, s. 152). Amaçsal olmayan bir adalet sözleşmesi için bir ilk durum gereklidir. Bu ilk durumda taraflardan özgür, eşit ve rasyonel olması beklenmektedir. Ancak burada önemli bir şart daha koyar Rawls: “Bilinmezlik perdesi” diye tanımlanan şartın altında taraflar geçici olarak kendilerini ayırt edecek cinsel, dinsel, etnik, toplumsal kimliklerini bilmezlikten gelmelidir. Bu şartla amaçlanan kişilerin kendi menfaatlerini artırmaya yönelik hareketlerde bulunmaması ve risk almaktan da kaçınmamalarıdır. İşte bu şartlar altında biraraya gelen özgür, eşit ve rasyonel taraflar, iki adalet ilkesini formüle edeceklerdir.
“1. Herkesin başkalarının aynı hürriyeti ile bağdaşan en geniş temel hürriyete
sahip olmak konusunda eşit hakkı vardır.”
2. Sosyal ve iktisadi eşitsizlikler, hem herkesin yararına olacak, hem de mevkiler (makamlar) ve görevlerin (işler) herkese açık olmasını sağlayacak şekilde ayarlanmalıdır.” (Rawls, A Theory of Justice, IV, aktaran Yayla 2001, s. 85)
Birinci ilkeyle Rawls, bilinmezlik perdesinin devamı olarak, en temel hak olan özgürlükten söz etmektedir. Zira bu ilkeyle Rawls hakkaniyete uygun eşitlik ile farklılık ilkesinden aynı anda söz etmektedir. Başka bir deyişle, bir yandan özgürlük, fırsatlar, gelir ve zenginlik gibi tüm sosyal değerlerin eşit olarak dağıtılmasından söz eder; diğer yandan bu eşitliğin herkesin yararına olacaksa, eşitsizliğe dönüşebileceğinin meşruluğunu vurgular. Bu durum farklılık ilkesinin ifade ettiği iki durumla daha iyi anlaşılabilir:
“1. Daha az doğal yeteneğe sahip kimselerin daha fazla gözetilme hakkına sahip olması gerektiğidir.
“2. Varlıklı olanların, karşılıklı işbirliğine dayalı bir toplumda yaşamak dolayısıyla sonuçta kendi avantajlarına da olacağından, zenginliklerinin bir kısmından fakirler yararına feragat etmeyi kabul etmesi gerektiğidir” (Balı 2000, s.158).
Rawls bu ilkelerle en temelde “doğal piyangonun” olumsuz etkilerinin kişilerin yardımseverliğine bırakılmadan, hukuki ve sosyal kurumlar aracılığıyla giderilmesini amaçlamaktadır. Ancak böylelikle ahlak yargılarımızla örtüşen, evrensel bir adalet teorisi yaratılabilir.
Sosyal adaletin tarihsel kökenlerini anlatınız.
Her ne kadar sosyal adalet kavramı 20. yüzyıl çoğulcu demokratik toplumların dayanağı olarak karşımıza çıksa da, onun kökenlerini Fransız devrimine kadar geri götürebiliriz. Zira sosyal adaletin unsurlarından sosyal ve ekonomik haklardan ilk söz eden 1793 yılında Robespierre (1758-1794) olmuştur. Aynı yıl kabul edilen Fransız Anayasası da bu haklara dair iki önemli madde barındırır:
-Kamu yardımları kutsal bir borçtur. (...) Toplum yoksul vatandaşların geçimlerini sağlamak zorundadır.
- Öğrenim herkesin ihtiyacıdır. Toplum öğrenim imkânlarını bütün vatandaşlara sağlamak zorundadır” (Madde 22, aktaran Gürkan 2001, s. 115).
Bu haklar bütün insanların eşit olduğu insan haklarından ayrı bir kategori olarak, sosyal ve ekonomik haklar kategorisi olarak, sosyal adaletin gerçekleşmesine dair ilk adımları oluşturmuştur. Ancak bu haklara asıl 1848 devrimleri sonrası yapılan anayasada daha fazla yer verilmiş olup parasız eğitimi, işçi haklarını ve sosyal yardımı içeren maddeler konulmuştur.
Bu dönemde gelişmekte olan Marksizm’de ise sosyal adalet düşüncesinin radikal biçimlerine rastlanmaktadır. Bu teorinin radikal olarak adlandırılmasının nedeni, devletin sosyal adaleti sağlamak için piyasaya müdahale ederek sosyal adaletin sağlanması için piyasayı tamamen ortadan kaldırmak istemesinden ileri gelir. Burada herkesten yeteneğine göre alınan ve herkese ihtiyacına göre verilen ikinci sosyal adalet tipine geçilir ki, Marksist düşüncede ideal olan bu evreye ulaşmaktır (Yayla 2000, s. 81). İşte bu Marksist doktrinine ve Fransız sosyalizmine bağlı ihtilalci işçiler komünist toplum ve sosyal adalet ideali ile 1871’de Paris komününü kurmuşlardır.
Ancak 19. yüzyılın gerek düşünsel, gerek siyasal ve hukuksal gerekse ekonomik yapısının bireyciliği ve kişi özgürlüğünü ön plana çıkarmasıyla bu düşünceler çok fazla etkin olamamış, sosyal adalet kavramı da liberalizm ve sosyalizm arasındaki tartışmanın içerisinde kendisine kimi zaman en yüksekte kimi zaman en aşağıda yer bulmuştur. Ancak 1918’lere gelindiğinde, 1789 anayasasının temel hak ve hürriyetlerine sosyal ve ekonomik haklar kategorisi eklenmiştir.
Böylelikle İkinci Dünya Savaşı’na kadar ne yazık ki sosyal ve ekonomik haklar tam anlamıyla yerleşememiş, sosyal adalet sağlanamamıştır. İkinci Dünya Savaşı sonrasında genel kanı, kurulacak yeni toplumsal düzenlerin geçmişin hatalarını taşımaması, demokratik, sosyal ve hukuk devleti anlayışına sahip olması gerektiğidir. “Sosyal devlet”ten kasıt, artık devletçilik değildir. Devlet, üretici ve tüketicilerin kendi yönetimleri demek olan olan planlı ekonomiye dayalı çoğulcu bir rejim anlayışına dayalı olacak, yalnızca tekelleri ve haksız rekabeti önlemek için ekonomiye müdahale edecektir. Sosyal hukuk sadece “sosyal kanunlara dayalı olmayacak, kişiler arası güvene, ortak çabaya karşılıklı yardım ve dayanışmaya dayalı” (Gurvitch, aktaran Gürkan 2001, s. 120) bir hukuk sistemi olmalıdır. İşte bu yeni sosyal devlet ve hukuk düzeninin temel ilkesi -gerek siyasal gerekse sosyoekonomik açıdan geliştirilen “mutlak eşitlik” yerine, “hakkaniyet olarak eşitliğe” dayanan- sosyal eşitlik anlamında sosyal adalettir.
Sosyal ve Ekonomik Adaleti bir arada düşünebilir miyiz?
Ekonomik adalet olmaksızın sosyal adaletten söz etmek mümkün değildir. Ancak bunu Del Vecchio’nun tanımında olduğu gibi, sosyal adaletin aslında ekonomik adalet olduğu şeklinde anlamak da yanlış olabilir. Elbette ki ekonomik adalet olmaksızın, bir sosyal adaletten söz edilemez. Ancak sosyal adalet sadece ekonomik adaletle de sınırlanamaz. Sosyal adalet aynı zamanda hukuki ve siyasi alanları kapsayan daha geniş bir adalet anlayışıdır. Ancak, aynı şekilde sosyal adalet ekonomik adalete de indirgenemez. Sosyal adalet, hukuki ve siyasi adaleti de kapsarken, ekonomik adalet sosyal adaleti kapsamaz. Bir başka deyişle, çağdaş sosyal hukuk devletinin kamusal temel düzen unsurunu sadece sosyal adalet olarak tanımlamak yeterli olmaz, “sosyal ve ekonomik adalet” bu yeni düzenin temel unsurlarıdır. Öyleyse sosyal ve ekonomik adalet şu şekilde tanımlanabilir: “Bir toplumda maddesel (ekonomik) yönden güçlü ve güçsüz halk grupları (veya sosyal sınıflar) arasında ekonomik eşitliğin temini yoluyla bir sosyal/siyasal denge sağlanmasıdır” (İzveren 1991, s. 100).
Sosyal adaletin temel amacı doğal piyangonun yarattığı avantajsız durumları gidermektir. Aslında biz bu kurallardan söz ederken makul bir “ekonomik adalet” tanımı arıyorduk. Burada “makul”den kasıt sosyal adaletle birlikte düşünülebilecek bir ekonomik adalet tanımıydı. Öyleyse geriye sosyal adaletle birlikte düşünülebilecek yalnızca herkesin ihtiyacına göre dağıtımı öngören IV. kural kalmaktadır. Kişilerin ne miras, ne yapısal, ne de ölçülmesi zor olan fedakârlıklarına bağlı olarak dağıtım yerine, herkesin temel ihtiyacıyla uyumlu bir ekonomik dağıtım adil olarak tanımlanabilecek ve sosyal adaletle birlikte düşünülebilecek tek dağıtımdır.
Devletin, Sosyal ve Ekonomik Adaletin dağıtıcısı olmasını, devletin geçirdiği tarihsel biçimler üzerinden açıklayınız.
Devlet ve hukuk sosyal ve ekonomik adaletin uygulayıcısı ve garantörü olmalıdır. Ancak Hobbes ile başlayan toplumsal sözleşme düşüncesinin temel ilkeleriyle beslenen klasik devlet anlayışı bu amacı gerçekleştiremezdi. Zira o dönemde devletin temel amacı özgürlük ve mutlak eşitliği sağlayarak sosyal düzeni kurmaktı. Her ne kadar Fransız Devrimi ve sonrasında yapılan anayasada, yukarıda belirttiğimiz gibi, sosyal ve ekonomik haklardan bahsedilmiş olsa da, devletin temel amacı öncelikle hâlâ temel kişi haklarını korumaktı. Bu klasik devlet anlayışının değişmesi için sosyal ve ekonomik adalet anlayışının da iyice yerleşmesi gerekiyordu. Bu durum, sosyal ve ekonomik adalet anlayışı ile çağdaş devlet anlayışının gelişimi arasında parallelik olduğunu göstermektedir. Dolayısıyla, 19. yüzyıldan itibaren yeni bir düzen, yani yeni bir hukuk ve devlet anlayışından söz edilebilir. Devletin bu yüzyılda toplumsal yaşama daha fazla müdahalesi gerekmektedir. Bu müdahalenin nasıl ve ne kadar olması gerektiği de ayrı bir sorun olmuştur. Zira yukarıda sözünü ettiğimiz gibi radikal sosyal adalet teorilerinde
devletin müdahalesi sınırsız olabilir. Yine totaliter devlet anlayışı ile birlikte özgürlüklerin tamamen ortadan kalktığı bir devlet müdahalesi tipi de görülmüştür. Ancak 20. yüzyıla gelindiğinde “sosyal devlet” denen çağdaş devlet anlayışında gerçek anlamda sosyal ve ekonomik adaletin uygulandığından söz edebiliriz.
"Adalet" kavramı kaç farklı türde incelenebilir, açıklayınız.
Adaletin türleri denilince akla siyasi adalet, ekonomik adalet, hukuki adalet gibi ayrımlar gelebilir. Ancak bu ayrımlar adaletin türleri değil, sadece farklı adaletin talep edildiği, arandığı farklı alanlardır. Adaletin türleri derken adaletin farklı görünümlerinden, farklı kavranışlarından söz edilmektedir.
1. Dağıtıcı Adalet: Dağıtıcı adalet, “Bir toplumda para ve bu şekilde bölüştürülebilir nitelikteki şeylerin (şan, şeref, ünvan, servet ve ekonomik değeri haiz diğer şeyler) toplum üyeleri arasında, herkesin yeteneği ve toplum içerisindeki statüsüne uygun olarak dağıtılmasını öngören adalet türüdür”
2. Denkleştirici veya Düzeltici Adalet: Denkleştirici veya düzeltici adalet ise, dağıtıcı adaletin aksine, kişilerin özel durumlarını, yeteneklerini göz önünde bulundurmadan davranmayı gerektirir. Ancak burada uygulama alanı sadece hukuksal alandır.
3. Kural Adaleti ya da Prosedürel Adalet: Klasik liberalizm tarafından savunulan bu adalet türüne göre, adalet bireylere ilişkin bir kavram olmayıp kurallara ilişkindir. “Bireylerin eylemleri, klasik liberalizmin öngördüğü negatif statü haklarını koruyan, genel, olumlu veya olumsuz anlamda belirli bir özneye yönelik olmayan kurallarla tutarlı ise adildir”
4. Hakkaniyet Olarak Adalet: Rawls “İkinci Dünya Savaşından sonra siyaset felsefesine yapılan en büyük katkı” olarak (Yayla 2000: 83) tanımlanan ve kendisinden sonraki adalet tartışmalarının çizgisini belirleyen eseri A Theory of Justice’de (Bir Adalet Kuramı) ele aldığı hakkaniyet olarak adalet teorisi ile iki şeyi amaçlamaktadır (Balı 2001, s. 151): 1. Ahlaki yargılarla adalet ilkelerinin birbirini dışlamadığı bir adalet teorisi kurmak. 2. Bireysel farklılıkların gözetilmediği faydacılığın ve klasik liberalizmin adalet anlayışlarına alternatif ve Kantçı yolu takip ederek evrensel bir adalet anlayışı geliştirmek.
Sosyal ve Ekonomik Adaletin uygulanmasında devletin rolü nedir?
Sosyal adalet, o toplumdaki tüm sosyal değerlerin, aynı toplumda yaşayan fakat farklı dünya görüşlerine sahip insan gruplarına adil bir şekilde paylaşımı olarak tanımlanabilir. Ama bu, ekonomik adaletten de ayrılamaz, o toplumdaki ekonomik zenginliğin de yine toplumdaki en az avantajlının yararına olacak şekilde dağıtılması gerektiğinden söz edilebilir. Elbette ki bu dağıtım hukuki alanla başlayıp siyasi alanda gerçekleşecektir. Bir başka deyişle, devlet ve hukuk sosyal ve ekonomik adaletin uygulayıcısı ve garantörü olmalıdır.
Sosyal adalet sadece ekonomik adaletle sınırlanabilir mi, açıklayınız.
Sosyal adalet sadece ekonomik adaletle de sınırlanamaz. Sosyal adalet aynı zamanda hukuki ve siyasi alanları kapsayan daha geniş bir adalet anlayışıdır. Ancak, aynı şekilde sosyal adalet ekonomik adalete de indirgenemez. Sosyal adalet, hukuki ve siyasi adaleti de kapsarken, ekonomik adalet sosyal adaleti kapsamaz. Bir başka deyişle, çağdaş sosyal hukuk devletinin kamusal temel düzen unsurunu sadece sosyal adalet olarak tanımlamak yeterli olmaz, “sosyal ve ekonomik adalet” bu yeni düzenin temel unsurlarıdır.
-
2024-2025 Öğretim Yılı Güz Dönemi Ara (Vize) Sınavı Sonuçları Açıklandı!
date_range 3 Gün önce comment 0 visibility 70
-
2024-2025 Güz Dönemi Ara (Vize) Sınavı Sınav Bilgilendirmesi
date_range 6 Aralık 2024 Cuma comment 2 visibility 335
-
2024-2025 Güz Dönemi Dönem Sonu (Final) Sınavı İçin Sınav Merkezi Tercihi
date_range 2 Aralık 2024 Pazartesi comment 0 visibility 924
-
2024-2025 Güz Ara Sınavı Giriş Belgeleri Yayımlandı!
date_range 29 Kasım 2024 Cuma comment 0 visibility 1292
-
AÖF Sınavları İçin Ders Çalışma Taktikleri Nelerdir?
date_range 14 Kasım 2024 Perşembe comment 11 visibility 20164
-
Başarı notu nedir, nasıl hesaplanıyor? Görüntüleme : 25842
-
Bütünleme sınavı neden yapılmamaktadır? Görüntüleme : 14702
-
Harf notlarının anlamları nedir? Görüntüleme : 12646
-
Akademik durum neyi ifade ediyor? Görüntüleme : 12643
-
Akademik yetersizlik uyarısı ne anlama gelmektedir? Görüntüleme : 10582