XVIII. Yüzyıl Türk Edebiyatı Dersi 7. Ünite Özet

Xvııı. Yüzyılda Nesir

Giriş

XVIII. yüzyılın nesir dili, ana hatları itibarıyla bir önceki asrın devamı niteliğindendir. Bu dönem nesir yazarları, artık Türk nesrinde gelenekselleşmiş olan, seleflerin (öncekilerin) eserlerine zeyl yazma geleneğini devam ettirmişler, dil ve üslup bakımından da onları izlemişlerdir. Estetik nesirde önceki yüzyılın üstatları Veysî ve Nrgisî’nin tarzı takip edilmiş ve bu tarz, asra büyük oranda damgasını vurmuştur. Bu yüzyılda birçok yazarın benimsediği bu üslubun süslü nesirle (üslub-ı müzeyyen) ağdalı nesir (üslub-ı âlî) arasında gidip gelen değişken bir yapı arz ettiğini, hatta aynı müellifin farklı eserlerinde farklı üslupları kullanabildiğini, dahası aynı eserin muhtelif bölümlerinde dahi üslubun içeriğe göre değişkenlik gösterdiğini önemle belirtmek gerekir. Ancak dönemdeki bütün mensur eserlerin süslü nesir veya ağdalı nesirle yazıldığını söylemek doğru değildir.

Bu dönem, gerçek karşılığını XIX. yüzyılda bulacak olan “arayışlar devri”nin ilk tohumlarının atılmaya başlandığı bir dönemdir. Şiirde bu dönemde bir yandan klasik tarz devam ettirilirken diğer taraftan Sebk-i Hindî ayrı bir eğilim olarak ağırlığını hissettirmiştir. Başını Nedim’in çektiği mahallî söyleyiş ayrı bir ilgi hâlesi oluşturmuşsa nesirde de benzeri bir durum karşımıza çıkmaktadır. Bu farklı üslup tercihlerini tek bir sebebe bağlamak mümkün değildir. Veysî ve Nergisî gibi yazarların tarzını sürdürenler, “sanatlı, ağdalı, mutantan” gibi sıfatlarla nitelendirilen, Arapça Farsça kelime ve tamlamalarla yüklü, secinin önemli bir ahenk unsuru olarak kullanıldığı bir anlatım tarzını benimsemişlerdir. Bu yüzyılda daha sade bir üslubu tercih edenler ya İbrahim Hakkı (Marifetname) örneğinde olduğu gibi topluma vereceği bir mesajı olan müelliflerdir ya da şiirdeki mahallileşme eğiliminin nesir alanındaki temsilcileridir.

XVIII. yüzyıl klasik Türk nesri denince, özellikle edebiyat tarihi ve şair biyografileri bakımından değeri tartışılmaz eserler olan şair tezkireleri akla gelir. Dönem dönem zikzaklar çizen Türk tezkirecilik geleneği, XVII. yüzyıl da tezkirecilerinin bütünüyle olmasa da ağırlıklı olarak şairler hakkında biyografik bilgiden ziyade şiirlerinden alınan örnek metinlerin esere taşındığı bir tarzı tercih etmeleri, tezkireleri, şiir severlerin beğenisine sunulan birer şiir mecmuasına veya antolojiye dönüştürmüştür. Bu durum, mensur bölümleri çok sınırlı tutulan bu eserlerin nesir tarzının birer ürünü olarak değerlendirilmesini de güçleştirmiştir.

XVIII. Yüzyılda Başlıca Mensur Türler

Biyografiler

Taşköprüzade’nin ünlü eseri Şakayık’a zeyil ve tercüme yazma geleneği bu asırda da devam etmiştir. Uşşakizade Seyyid İbrahim Hasib’in, Nevizade Atayî’nin bıraktığı yerden devam ederek yazdığı Zeyl-i Şakayık’ta, 1633- 1703 arasındaki olaylar anlatılır. Tarihsel olarak IV. Murat, İbrahim, IV. Mehmet, II. Süleyman ve II. Ahmet dönemlerini kapsayan eserde, her bölümün sonunda o dönemde yetişen bilgin, kadı, vezir, şeyh ve şairler tanıtılmıştır. Şakayık zeyillerinden özellikle edebiyat araştırmaları için en önemlisi olan Vakayi’u’l-Fuzala da bu yüzyılda Şeyhî Mehmet Efendi tarafından kaleme alınmıştır. Hasib’in eseri gibi Atayî’ye zeyil olarak yazılan eser de padişahların dönemlerine göre tabakalar hâlinde tertip edilmiş ve eserde her padişahın döneminin sonunda, o devirde yetişen vezirler, bilginler ve şeyhlerin biyografilerine yer verilmiştir.

Bu yüzyılı, biyografi yazıcılığının zirveye ulaştığı bir dönem olarak adlandırmak yanlış olmaz. XVIII. yüzyılda vakanüvis denilen resmî tarih yazıcıları tarafından türlü devlet erkânının biyografilerinin makam ve rütbelerine göre aktarıldığı eserler de kaleme alınmıştır. Osmanzade Ahmet Taip’in Damat İbrahim Paşa’ya sunduğu Hadikatü’l-Mülûk adlı eserinde Osman Gazi’den II. Mustafa’ya kadar tahta çıkan Osmanlı padişahlarının hayat ve hayratları anlatılmaktadır.

Bu dönemde yazılan önemli biyografik kaynaklardan biri de Müstakimzade Süleyman Sadettin’in, şeyhülislamların hayatlarına yer verdiği Devhatü’l- Meşayih adlı eseridir. Vefeyatnameler, vefat etmiş ünlü kimselerin, başta ölüm tarihleri olmak üzere, meslek hayatlarının kimi safhalarının ve bazılarında da tamamıyla biyografilerinin verildiği eserlerdir. XVIII. yüzyılda şehir vefeyatnameleri de kaleme alınmıştır.

Tarihler

Tarihler, belli bir zaman dilimindeki tarihî olayları anlatan, kuru bilgi aktarımına dayalı eserler değildir. Osmanlı devrinde, başlangıçtan beri eser veren hemen hemen bütün tarihçiler, eserlerini aynı zamanda güzel birer edebî metin olarak kaleme almaya çalışmışlardır. Bu yüzyılda, tarih yazıcılığının başta vakanüvisler olmak üzere müverrihler tarafından devam ettirildiği görülmektedir. Dönemin belli başlı vakanüvisleri Raşit, Çelebizade Âsım, Mustafa Şefik, Şakir, Subhî, Samî ve Süleyman İzzî’dir. Bunların her biri kendi dönemlerinde gelişen olayları kaydedip kitap hâlinde yazmışlardır.

Gazavatnameler

Fetihname veya zafername gibi adlarla da anılan gazavatnameler, sadece bir kumandanın yaptığı savaşları veya yalnız bir savaş, sefer veya zaferi anlatan eserlerdir. Tarihlerden temel farklılığı, tarihler daha genel eserler iken bunların bir tek savaş üzerine yoğunlaşmış olmasıdır. Bu dönemde gerek manzum gerekse mensur çok sayıda gazavatname yazılmıştır. Bunların hepsi edebî değer taşımamakla birlikte özellikle içlerinde vakanüvisler ve şairlerin de bulunduğu münşîler tarafından kaleme alınan eserler azımsanmayacak sayıdadır.

Sûrnameler

Bu yüzyıl nesir edebiyatının en belirgin özelliklerinden birinin, “yeni ve yerli” diyebileceğimiz türlerin ortaya çıkması ve yaygınlaşması olduğu yukarıda ifade edilmişti. Bu türlerin başında, ilk örnekleri bu yüzyıldan önce görülmüşse de bu dönemde yaygınlaşan sûrnameler ve sefaretnameler gelmektedir.

Padişahların çocuklarının sünnetleri ve kızlarının evlenmeleri vesilesiyle yapılan düğünlerin anlatıldığı eserlere sûrname denir. Bu yüzyılda Vehbî, Hafız Mehmet, Haşmet ve Melek İbrahim’in sûrnamelerinden başka müellifi tespit edilemeyen mensur üç sûrname kaleme alınmıştır. Bunlar arasında dil ve üslup bakımından en sanatlısı ve üzerinde durulması gerekeni kuşkusuz Vehbî’nin Sûrname’sidir. XVIII. yüzyılda yazılan ikinci sûrname, sûr emini Hafız Mehmet Efendi tarafından kaleme alınan ancak bazı kaynaklara yanlışlıkla Hazin Sûrnamesi olarak geçen eserdir. Bu eserde, III. Ahmet’in şehzadelerinin sünnet düğünleri ile kızları Ayşe Sultan ve Emetullah Sultan’ın evlilik törenleri anlatılmaktadır.

Vehbî

XVIII. yüzyılın divan sahibi şairlerindendir. 1674 yılında İstanbul’un Kabataş semtinde dünyaya geldi. Asıl adı Hüseyin’dir. Ataları ehl-i beyte dayandığı için Seyyid Vehbî olarak anılmıştır. Gençlik yıllarında Hüsamî olan mahlasını hocası şair Mirzazade Ahmet Neylî’nin tavsiyesi üzerine Vehbî olarak değiştirmiştir. İyi bir öğrenim gören Vehbî’nin, zamanının ünlü bilginlerinden Mirzazade Şeyh Mehmet Efendi’den ders gördüğü, Kazasker Abdulbaki Efendi’den hüsn-i hat (=güzel yazı) sanatını öğrendiği ve Hocazade Seyyid Osman Efendi’den mülazım olarak 1696 yılında müderrisliğe yükseldiği bilinmektedir.

1711’de gerçekleşen Rus seferi için yazdığı kaside ve tarihleriyle III. Ahmet’in takdirini kazandı. 1720’de Sûrname’sini kaleme alınca şöhreti büsbütün arttı. 1725 yılında Tebriz’in ikinci kez fethi üzerine oraya kadı olarak atandı. Daha sonra Kayseri, Manisa ve Halep kadılığı görevlerinde bulundu. Halep kadılığının bitiminde 1735 yılında hacca gitti. Hac dönüşü yakalandığı hastalık sonrası 1736’da Aksaray’daki (İstanbul) evinde vefat etti.

Gerek padişah III. Ahmet, gerekse devrin kudretli sadrazamı Damat İbrahim Paşa tarafından sürekli himaye edilen Vehbî, bu devrin en önemli şairleri arasında sayılır. Şiirde önceleri Nabî’nin hikemî şiir tarzını örnek almış, daha sonra Nedim’in yolunu benimsemiştir. Vehbî’yi Türk nesir edebiyatında önemli kılan ve onun sanatının orijinal tarafını ortaya koyan en önemli eseri ise kuşkusuz ki Sûrname’sidir.

Sefaretnameler ve Seyahatnameler

Sûrnameler gibi hem manzum hem mensur örnekleri görülen sefaretnameler de bu yüzyılda yaygınlaşan türlerdendir. Osmanlı Devleti, XVIII. yüzyılın sonlarına kadar yabancı ülkelere daimi elçi görevlendirmemiş, elçiler gerek görüldükçe ve geçici olarak gönderilmiştir. Yabancı ülkelere gönderilen elçilerin gittikleri yerlerde gördüklerini ve yaşadıklarını, oradaki siyasî gelişmeleri ve yaptıkları çalışmalarla ilgili sundukları bir tür rapor da kabul edilebilecek sefaretnameler, kimi sefirlerin kaleminde bir rapor hüviyetinden ileri giderek bir “eser”e dönüşmüş, bir “edebî tür” özelliği kazanmıştır. Sefaretnameler, elçilerin gittikleri yerlerdeki siyasî hadiselerin dışında, oraların tarihî, coğrafi ve mimari yapısının yanı sıra toplumsal ve kültürel özellikleri hakkında da yer yer bilgi vermesi bakımından bir çeşit seyahatname de kabul edilebilir.

Osmanlı sefaretnamelerinin edebî ve tarihî bakımdan en ünlüsü Mehmet Çelebi’nin Fransa Sefaretnamesi’dir. Ahmet Dürrî Efendi’nin 1721’de yazmış olduğu İran Sefaretnamesi, yazarının elinden çıkmış orijinal nüshası elde olan ilk sefaretnamedir. Sivas valisi Hacı Ahmet Paşa’nın elçi olarak gönderildiği İran’daki izlenimleri, vakanüvis Kırımlı Rahmî tarafından kaleme alınarak (1747) İran Sefaretnamesi adıyla kitap hâline getirilmiştir. Reisülküttapların hayatlarını anlatan Sefinetü’r-Rüesa, darüssaade ağalarının hayatlarını anlatan Hamiletül’- Kübera adlı eserlerin de müellifi olan Ahmet Resmî’nin, Viyana ve civarının o günkü durumu ve Viyana soylularının günlük hayatı hakkında önemli bilgiler içeren Viyana Sefaretnamesi Arap harfleriyle basılmıştır (1886). Aynı müellifin Prusya Sefaretnamesi de Sefaretname-i Ahmet Resmî adıyla İstanbul’da yayımlanmıştır. III. Osman’ın cülusunu duyurmak için Rusya’ya elçi olarak gönderilen Şehdî Osman Efendi’nin, çok maceralı ve mücadelelerle dolu seyahatini kaleme aldığı Rusya Sefaretnamesi de bir dizi makale hâlinde yayımlanmıştır. Bu yüzyılda yazılan son sefaretnamelerden biri de Vasıf Efendi’nin İspanya Sefaretnamesi’dir.

Tasavvufî Eserler ve Şerhler

Bu dönemde yazılan eserlerden bir grubu da dinî-tasavvufî ve ahlakî kitaplar oluşturur. Sanat endişesinden ziyade didaktik gayeyle kaleme alınan bu eserlerin en ünlüleri, Erzurumlu İbrahim Hakkı’nın Marifetname’siyle, yine ünlü mutasavvıf olan Bursalı İsmail Hakkı’nın Ruhu’lBeyan adlı tefsiridir. XVIII. yüzyıl nesir edebiyatında tasavvuf büyüklerinin eserlerine yapılan şerhler de önemli bir yekûn tutmaktadır. Yusuf-ı Sineçâk’ın Mesnevî’den seçtiği 366 beyitle oluşturduğu Cezire-i Mesnevi’si, Şeyh Galip tarafından sanatkârane bir üslupla, Şerh-i Cezire-i Mesnevi adıyla şerh edilmiştir.

Münşeat Mecmuaları

Sanatkârane nesrin, başta mektuplar olmak üzere türlü yazışma örneklerinin bir arada toplandığı eserler olan münşeat mecmualarını sadece birer “edebî eser” olarak görmek yetersiz olur. Özel adları olmayıp «Münşeat» veya «Mecmua-i Münşeat» genel adlarıyla anılan bu eserleri diğer nesir türlerinden pek çok bakımdan ayıran hususlar vardır. Bir kere, şuara tezkireleri ve tarihler de dâhil olmak üzere diğer türler sadece nesre özgü türler değildir. Bütün diğer türlerle manzum olarak da eser yazılabilirken sadece münşeat mecmuaları doğrudan ve sadece nesre özgü bir türdür. Münşeat mecmualarını oluşturanlar ya bütünüyle kendi yazdıkları mektupları, ya kendi mektuplarıyla birlikte başkalarının da mektuplarını ya da sadece başkalarının yazdığı mektup örneklerini bir araya toplarlar.

Müellifi bilinen meşhur mecmuaların yanı sıra kütüphanelerimizde kim tarafından toplandığı bilinmeyen çok sayıda münşeat mecmuası da mevcuttur. Bütün münşeat mecmualarının ortak tarafı; türünün en seçkin, en latîf, en zarif, örneklerinin bir araya toplandığı eserler olmasıdır. Bu yönüyle münşeat mecmuaları, hem eser sahipleri ile türdeşleri arasında gizli “inşâ yarışı”na sahne oluyor hem de bu seçkin örnekleri gören, okuyan heveskârlar için bir talim alanı, bir tür atölye veya “mektep” vazifesi görüyordu.

Kânî (1712-1792)

1712 yılında Tokat’ta doğdu. Asıl adı Ebubekir’dir. Öğrenimini memleketi Tokat’ta yapan Kânî gençlik yıllarından itibaren çevresinde gerek nazım, gerekse nesir sahasında yazdıklarıyla ve özellikle nükteli üslubuyla tanındı. İlk gençlik yıllarında derbeder bir hayat süren Kânî, Mevlevilik tarikatına girmiş ve uzun yıllar boyunca Tokat Mevlevihanesi’nde bulunmuştur. 1755 yılında Trabzon valisi Sadrazam Hekimoğlu Ali Paşa üçüncü kere sadaret makamına tayin edilince Tokat’a uğrayarak bir kasidesini çok beğendiği Kânî’yi de beraberinde İstanbul’a götürdü. İstanbul’da Divan Kalemi’ne giren Ebubekir Kânî, Ali Paşa’nın bir yıl sonra sadrazamlıktan ayrılmasıyla Silistre valisine divan kâtipliği yaptı. Uzun süre bu göreve devam etti. Özel kâtip olarak bir süre de Ulah beyleri nin hizmetinde bulundu. Sadrazam Yeğen Mehmet Paşa’nın çağrısı üzerine 1782 yılında İstanbul’a döndü. Saray adap ve teşrifatına aykırı davranışlarda bulunduğu ve bazı devlet sırlarını ifşa ettiği iddiasıyla Limni adasına sürgün edildi.

Kânî Efendi, burada pek çok sıkıntı ve mahrumiyet içinde uzun yıllar yaşadı. Affedilerek İstanbul’a dönmesinden kısa bir müddet sonra, 1792 yılı Şubat ayında vefat etti. Nüktedan, kibar ve hoşsohbet, hemen her sözünde nükte bulunan ve çevresinde çok sevilen Kânî, bir mizah ustası olarak tanınmıştır. Kânî bir divan oluşturacak miktarda şiir söylemiş olmakla beraber asıl ününü nesir alanında yapmıştır. Sanatkârlığı, hiçbir kural ve kayda bağlı olmaksızın içinden geldiği gibi yazdığı mektuplarında öne çıkar. Secilerle süslediği mektupları ince nükte ve hicivlerle doludur. Halk deyimlerinden büyük ölçüde yararlanan Kânî’nin Münşeat’ı estetik nesrin önemli örnekleri arasındadır.


Güz Dönemi Ara Sınavı
7 Aralık 2024 Cumartesi
v