Peyzaj Çevre ve Tarım Dersi 2. Ünite Özet
Peyzaj Mimarlığının Tarihi
- Özet
- Sorularla Öğrenelim
Giriş
Doğa’nın bir parçası olan insan, onu diğer canlı türlerinden ayıran en önemli özelliği olan düşünme yeteneği ile tüm bu doğal sistem içinde yer alan ancak akli ve insani olan ve giderek doğayı da etkileyecek olan uygarlığı ortaya çıkarmıştır. Biyolojik bir varlık olmanın ötesinde insan, soyut zihinsel faaliyetleri ile dil, din ve sanat gibi kültürel ifade alanları inşa etmiş, soyut anlamlarla örüntülediği yeni bir dünya kurmuştur. Uygarlık ve doğa ikiliği, endüstrileşme süreci ile birlikte doğanın, mekanik kurguya sahip kentlerin güzelleştirilmesi için kullanılan bir tasarım aracı ve görsel hazzı arttıran pitoresk bir olgu olarak değerlendirilmesine yol açmıştır. 20. yüzyıl boyunca hızla artan ve yayılan kentleşme süreci ile birlikte doğanın gündelik yaşamın bir parçası olarak insan hayatından çıkmıştır. Modern kentte yer alan geniş park alanları yoğun yapılaşmış çevre içinde ‘yeşil alan’ olarak tanımlanarak bir kentsel tasarım aracına dönüşmüştür.
Günümüzde peyzaj mimarlığının sorumluluk, bilgi ve uygulama alanlarını göz önüne alarak Amerikan Peyzaj Mimarlığı Topluluğunun (ASLA) oluşturduğu tanımına göre “peyzaj mimarlığı; doğal ve kültürel kaynakları koruma ve yönetme temelinde, kültürel ve bilimsel birikimin (oluşturulacak fiziksel çevrenin işlevsel ve yaşam kalitesini arttırma yönünde) yer yüzeyinde uygulanması kapsamında, doğal ve kültürel elemanların düzenlenmesi, arazinin planlanması, tasarlanması ve yönetimi sanatıdır”.
İlk Çağlarda Doğa ve İnsan İlişkisi
Bir milyon yıldan beri varlığı bilinen insanoğlunun yerleşik yaşamına dair kanıtlar ancak M.Ö. 12.000 yıl geriye gidebilmektedir. Paleolitik Çağ’da (Eskitaş Çağı) doğaya karşı varoluş mücadelesi veren ve avcılık ve toplayıcılıkla yaşamını sürdüren göçebe topluluklar mağaralar ve geçici kulübelerde barınmaktaydı. İklim ve çevre koşullarına karşı savunmasız olan, yeni besin kaynakları bulmak için avlanmak ve yer değiştirmek zorunda olan bu küçük gruplar, Buzul Çağı’nın zorlu koşullarında doğanın zorlayıcı şartlarına rağmen yaşamlarını sürdürebildiler. Düşünebilme yeteneği ile hem doğadan yararlanabilmeyi hem de doğaya rağmen var olabilmeyi başardılar. Çok uzun binyıllar süren Eskitaş çağında insanoğlunun ilk kontrol edebildiği enerji kaynağı olarak ateşi kullanmaya başlayıp çok basit avlanma aletlerini yaptılar.
Buzul Çağı’nın sona ermesiyle başlayan Neolitik Çağ’da (Yeni Taş Çağı) yabani bitki ve hayvanları evcilleştiren insan, tarım devrimini gerçekleştirerek yerleşik hayatını sürdürebileceği yaşam alanları inşa etti. Avcılık ve toplayıcılıktan tarımsal üretime geçen topluluklar ilk yerleşim yerleri olarak etrafında verimli topraklar olan nehir kenarlarına yerleşerek kendi yaşam alanlarını inşa etmeye başladılar. Bu dönemin en önemli arkeolojik alanlarından biri Konya ovasında yer alan ve yaklaşık on bin kişinin yaşadığı tahmin edilen Çatalhöyük’tür.
Güneşte kurutulmuş kerpiçle inşa edilen bu en eski kentsel alanda yapılar birbirine bitişik olduğundan kamusal açık alan bulunmamaktadır.
İlk çağlardan beri yeryüzündeki varoluşunu anlamaya çalışan insanoğlu doğal olaylardan kutsal anlamlar inşa etmiş, efsaneler üretmiştir. Pek çok dinsel inanca göre insanoğlunun doğduğuna inanılan cennet (paradeisos) sözcüğü Farsça da ‘park’, ‘çevrili alan anlamına gelmektedir. Kutsal kitaplarda kokulu çiçekler, leziz meyvalar, akan sular gibi doğal güzelliklerle tasvir edilen, gerçek dünyanın huzursuzluğuna karşın sonsuz bir huzurun ve mutluluğun mekânı olarak tarif edilen öteki dünyanın ‘bahçesi’ en erken peyzaj tasarımları olarak kabul edilebilir.
Uygarlık tarihi boyunca insanoğlu verili doğal çevre koşulları içinde kendi bireysel ve toplumsal yaşam alanlarını mimarlık bilgisi aracılığı ile inşa etmiş tarih boyunca çeşitli büyüklük, işlev, biçim ve dokusu ile farklılaşan kentsel alanları inşa etmiştir. Bu süreç boyunca doğanın insan yaşamının sürdüğü her yaşam biçiminde çeşitli durum ve özelliklerde var olmaya devam ettiği görülmektedir.
İlk Yüksek Uygarlıkta Peyzaj Mimarlığı
Ortadoğu’da gelişen ilk yüksek uygarlıklardan Mezopotamya Fırat ve Dicle nehirleri arasındaki verimli topraklarda, Eski Mısır ise Nil nehri boyunca ortaya çıktı. Bilim, sanat ve teknolojinin temellerini kuran bu toplumlar bir yandan da toplumsal ve ekonomik açıdan gelişerek kentlerinde kurucusu oldular. Toplumsal hayatın kuralları ve olaylarını kilden yapılmış tabletlere çivi yazısı ile yazarak tarihi kayıt altına almaya başladılar. Bunun yanı sıra matematik, astronomi ve tıp alanlarında bilimin temellerini kurdular. M.Ö. 4500-3000 arasında kurulmaya başlayan kentlerin en önemli anıtsal yapılarının bir doğa analojisi ile ilişkilendirilmesi mümkündür. Ziggurat’lar yeryüzü ve gökyüzündeki ilahların sembolik birleştiricisi olan yapay bir ‘dağ’dır. Bu bölgedeki insanlar için ziggurat’ın dikey aksı kutup yıldızının yeryüzündeki karşılığı olup cenneti temsil eder. Bu kozmolojik inanış bölgede yaşayan ve farklı zamanlarda hükmeden Sümerler, Akadlar, ve Babilliler tarafından sürdürülür. Mezopotamya’nın dinsel inancının temelinde animizm olup rüzgar, su, ağaç, balık ve benzeri doğal unsurların fiziksel temsiliyetlerinden başka ruhları olduğuna inanılmaktadır.
Bilinen ilk peyzaj düzenlemesi hakkında efsanevi bilgi Babil’in asma bahçeleri hakkındadı. Yüzyıllar boyunca varlığı ve yeri hakkında çeşitli spekülasyonlar yapılan ve ünlü tarihçi Heredot tarafından dünyanın yedi harikasından biri olarak tanımlanan bu bahçe düzenlemesinin bugün ki Irak’ta bulunan arkeolojik Babil (Babylon) kentinde olduğuna inanılmaktadır. Arkeolojik bir delili henüz bulunamayan bu efsane için Rönesans döneminden başlayarak farklı imgeler üretilmiştir. Krallıkların hüküm sürdüğü Mezopotamya’da sarayların bahçeleri olması ve bunların özenle düzenlenmiş olması muhtemeldir.
Eski Mısır’da, kayaların içine oyularak yapılan mezar ve tapınaklar da doğal ve kültürel elemanların düzenlenmesi, arazinin planlanması, tasarlanması ile ortaya çıkmış düzenlemelerdir. Deir elBahri’de yapılmış olan Hatshepsut Tapınağı anıtsal bir mimari yapı ve peyzaj tasarımı ürünü olarak değerlendirilmelidir. Eski Mısır’da üretilen ve önemli kült alanlarda firavunların gücünü temsil etmek üzere yerleştirilen anıtsal dikilitaşlar en eski kentsel peyzaj öğelerindendir.
Klasik Çağda Peyzaj Mimarlığı
M.Ö. 3500’den itibaren gelişmeye başlayan Ege Uygarlığının merkezi Kikliad adaları ile Girit adasında görülen Minos krallığıdır. Arkeolojik kazılar sonucunda ortaya çıkarılan Knossos Sarayı çok sayıda avlu ve odalardan oluşmuş, duvarlarında çeşitli deniz hayvanları ve bitkiler tasvir edilmiştir. Hint-Avrupa kavimlerinden Akalar, M.Ö. 2000’li yıllarda Yunanistan yarımadasına yerleşmeye başlayarak Miken Uygarlığını kurmuşlardır. Homeros’un İlyada ve Odysseia destanlarında anlatılan Truva savaşı ile birlikte Batı Anadolu’ya egemen olan Miken uygarlığı kuzeyden gelen Dor’ların saldırıları ile çöküşe geçmiştir. Dor’ların ve İonyalı’ların Yunan yarımadası, Batı Anadolu ve Ege Denizi adalarında kurduğu uygarlık M.Ö. 800 yüzyıldan itibaren daha sonra Klasik Çağ olarak anılacak olan en yüksek seviyeye ulaşmıştır.
Çok tanrılı dinsel inanışa paralel olarak her kentin bir koruyucu tanrısı bulunur ve adına kentin en yüksek noktasında yapılmış tapınak inşa edilirdi. Atina kentinde tanrı Athena adına yapılmış ve Dünya Kültür Mirası listesinde yer alan Parthenon tapınağı bunlardan birisidir. Tanrıların sahip olduğu ideal ahlak, güzellik ve güçten yoksun ancak her şeyin ölçüsü olan insana ve aklına olan güvene dayanan felsefe, tarih, drama, edebiyat, mitoloji, sanat, bilim ve demokrasinin temelleri kuruldu. Sokrates, Aristo ve Platon gibi ünlü düşünürler, Heredot gibi tarihçiler ve Euripides gibi edebiyatçılar bu dönemde ortaya çıktılar.
Bu tarihsel dönemde ortaya çıkan yaşam biçimine uygun kentsel kurgu ve mimari yapılar mimarlık tarihinin önemli konuları arasında yer almaktadır. Tapınak, tiyatro, meclis, stoa, stadyum, palaestrum gibi yapılar mimari özelliklerinin yanı sıra doğal ya da kentsel alandaki yerleşimleri nedeniyle peyzaj düzenlemesinin de konusu olurlar. İnsanın optik algısı hesaplanarak ve matematiksel oranlara göre tasarlanan yapı ve kentsel alanlar, yerleşilen arazinin topoğrafyası ile uyumludur.
Çok tanrılı dinsel inanç sistemi, Latince dili, askeri, hukuki ve siyasi açıdan güçlü bir devlet yapısı ile kuzeyde İngiltere’den Kuzey Afrika’nın Akdeniz kıyılarına, İspanya’dan Ortadoğu’ya uzanan Roma İmparatorluğu, M.S. 4. Yüzyılda Hristiyanlık dinsel inanç sistemine geçmiştir. M.S. 5. Yüzyılda Batı ve Doğu Roma İmparatorluğu olarak ikiye bölünen Büyük Roma İmparatorluğu’nun dağılması Ortaçağ’ın ortaya çıkması ile sonuçlanmıştır. Gelişmiş ticaret, dinsel ve sivil yaşamın gerektirdiği yeni yapı türleri ile gelişen mimarlık, kentsel alanlarında gelişmesine yol açmıştır. Tiyatro, hipodrom, bazilika, arena, tapınak, hamam gibi kamusal yapılarla inşa edilen kentlerin açık alanlarının düzenlenmesi için Forum, Zafer Takı, Çeşme, Dikilitaş gibi mimari öğeler kullanılmıştır.
Ortaçağ’da ve Avrupada Peyzaj Mimarlığı
İlkçağın sona erip Ortaçağ’ın başladığı bu dönemde yerli halklarla yeni gelen Germen hakları bugünkü Avrupa’nın temellerini oluşturan yeni krallıklar ve devletleri kurmuşlardır. Bu karışıklık ve savaş yıllarında mimarlık, sanat ve zanaatlar ile peyzaj sanatının gelişmesi için uygun ortam olmadığı anlaşılmaktadır. Öte yandan Akdeniz çevresinde yeni bir güç olarak İslam Devletleri ortaya çıkmaya başlamış ve İslam devletlerinin pek çok kenti bilim ve sanatın merkezi olmuştur.
Avrupa’da ortak dil olan Latincenin yerini Almanca, Fransızca, İngilizce gibi diller alırken ortak din olan Hristiyanlık hem gündelik yaşamı hem de mimarlık ve sanatı etkileyerek Romanesk ve Gotik gibi Avrupalı ve uluslarüstü mimarlık ve sanat üsluplarının ortaya çıkmasına zemin hazırlamıştır. 11. Yüzyıldan itibaren gelişen uluslararası ticaret, kentlerin zenginleşmesini sağlarken anıtsal yapıların da yapılabilmesine olanak sağlamıştır. Krallıkla yönetilen bu devletlerde din adamları ve kurumlarının yanı sıra tüccarlar ve toprak sahipleri de önemli güç odakları oldular. İmparator Konstantin I, M.S. 313’de Roma İmparatorluğu topraklarında yıllarca baskı altında yaşayan Hristiyanların inanç ve ibadetlerinin gereğini getirmede özgür olduklarını ilan etti. Batı ve Doğu Roma İmparatorluğu topraklarında hızla yayılan bu yeni tek tanrılı inanç sistemi ve buna bağlı olarak gelişen kültür, dünya tarihinin en önemli dönemlerinden biri olan Ortaçağ’ı da biçimlendirdi. M.S. 330’da, Doğu Roma bölgesinin Asya ve Avrupa kıtalarının kesişme noktası Boğaziçi’nde kurulmuş olan en önemli kentini imparatorluğun yeni başkenti ilan edip Constantinople adını verdi. Ortodoks Hristiyanlığın merkezi olan İstanbul, anıtsal Bizans mimarisi ile Ortaçağ’ın en ünlü ve zengin başkentlerinden birisi oldu.İstanbul’da surların dışında yer alan imparatorluğun yazlık sarayın içinde bulunduğu parkın, Philopation , 12. Yüzyılda yapılan betimlemesinde alanın duvarla çevrili olup yemyeşil doğal peyzaj ve avlanma alanlarına sahip aynı zamanda kanallar, havuzlar ve köşklerle düzenlenmiş olduğu belirtilmiştir. İstanbul’da kentin yakınlarında olduğu belirtilen Aretia Parkı , 11. Yüzyılda mevcut bir yazlık sarayın olduğu yeşil bir düzlükte yeniden düzenlenmiştir. Bizans dönemi İstanbul bahçelerinde gösterişli peyzaj öğeleri olup altın ve gümüşle kaplı su kanalları, renkli ve geometrik süsler ile havuz, çeşme ve çağlayanların yer aldığı geniş avlular olarak düzenlenmişlerdir. Bizans’ın başkentinde kent içinde ve yakınında yer alan bahçelerin imparatorlar tarafından peyzaj öğeleriyle bezenerek kutsal kitapta tarif edilen cennet analojisine uygun bir güzellikte düzenlendiği anlaşılmaktadır.
İslam Coğrafyasında Peyzaj Mimarlığı
İslam dinini kabul eden ülkelerin bulunduğu Ortadoğu ve Asya coğrafyası bu toplumların yaşamlarını, fiziksel çevrelerini ve doğa ile ilişkilerini düzenleyen en önemli etkenlerden birinin İslam inancı diğerinin de coğrafi bağlam olduğu söylenebilir. İslamiyet’in kutsal kitabında tasvir edilen cennet İslam dünyasında bahçe düzenleme sanatının tasarım ve anlam temelini oluşturmuştur. Cennet’te bulunan dört ırmağı temsil eden dört aksın birbiriyle dik açı ile kesişmesi sonucu ortaya çıkan dört alanlı bahçe ve su öğesinin farklı biçimlerde peyzaj öğesi olarak kullanılması İslam peyzaj tasarımının esasını oluşturmaktadır. 7. yüzyılın başında Arap yarımadasında ortaya çıkan İslamiyet hızla İran, Orta Doğu, Asya ve güney İspanya’ya yayıldı. Arap-İslam mimarisinin görkemli örneklerinin yer aldığı Endülüs bölgesinde, Granada da Elhamra Sarayı ve Sevilla’da Alkazar Sarayı bu dönemin peyzaj sanatının en etkileyici örnekleri arasında yer almaktadır.
İslam’ın Endülüs’ten Hindistan’a kadar yayıldığı 13. Yüzyıla kadar, Orta Asya’da egemen olan Büyük Selçuklu İmparatorluğu Semerkant, Merv, İsfahan gibi pek çok kentte görkemli mimari anıtlar inşa etmiştir. 14. Yüzyılın başından itibaren Moğolların baskısı sonucu batıya göç etmeye başlayan Türklerin yerini Orta Asya’da Moğollar almaya başlar. Moğol İmparatorluğunun hükümdarı Timur, başkenti Semerkant’ta çinilerle bezenmiş camiler ve binaları yaptırırken aynı zamanda içinde çinilerle bezeli yazlık saraylar, yazlık çadırlar ve meyve bahçeleri ile düzenlenmiş yüksek duvarlarla çevrilmiş çok sayıda güzel bahçeler yaptırmıştır. 16. yüzyıldan itibaren Moğol İmparatorluğu’nun yıkılışına kadar olan sürede görkemli bahçeler, saraylar, köşkler ve türbeler inşa edildi. Babür’ün özel ilgisi nedeniyle inşa ettirdiği çok sayıdaki bahçeler hakkında Kabil’de, Keşmir’de ve Delhi’de bulunan ve günümüze kadar gelmiş örnekler üzerinden inceleme yapmak mümkündür. Babür’ün en önem verdiği bahçelerden biri Kabil’de yaptırdığı Bagh-i Vafa’ dir.
İslamiyet’in kabulünden sonra İran’da bahçe cenneti yansıtmaktadır. İran bahçe tasarımının geometrik temelini oluşturan Char-ı Bağ sistemi ile ideal bahçe yaratılmaktadır. Birbirini dik kesen su kanallarının merkezdeki havuzda kesişerek dört alana böldüğü ve etrafı yüksek duvarlarla çevrili bu bahçelerde, köşkler, yazlık çadırlar ve diğer yapıların yanı sıra su öğesinin havuz, çeşme, kanal, çağlayan gibi farklı peyzaj elemanlarıyla bahçenin düzenini kurgulayan en önemli tasarım araçlarından biri olduğu anlaşılmaktadır.
Osmanlı Sultanlarının İstanbul, Edirne, Bursa gibi başkentlerde yaptırdıkları saraylarının ayrılmaz bir parçası olan Hasbahçeler, yönetim alanının bir parçası olmanın yanı sıra atıcılık, avlanma, at yarışı, güreş gibi fiziksel aktivitelere, şölen, tören gibi olaylara da ev sahipliği yaptılar.
Fatih Sultan Mehmet’in 1453’de, İstanbul’u fethinden sonra Sarayburnu’nda inşa ettirdiği Topkapı Sarayı ’da çok sayıda yapı ve bahçelerin yıllar içinde eklemlenmesiyle oluşmuştur. Saray kompleksi, Ayasofya tarafında bulunan saltanat kapısından girilen ve kamusal alandan özel alana doğru hiyerarşik bir mekân dizilimi ile birbirinden geçilen dört avlu etrafında yer alan yapılardan oluşmuştur.
Türklerin bahçe kültürü diğer İslam ülkelerinde görülen örneklerinden farklılık göstermektedir. İran ya da Moğol bahçe kültürünün temelini oluşturan CharBağ, Osmanlı bahçelerinde çok kullanılmamıştır. Ancak İslam inancı nedeniyle ‘cennet’ tasviri ideal bahçe kavramını oluşturmuştur. Türk bahçesi işlevsel, informal, yalın ve doğaldır. Bahçenin tümünü düzenleyen geometrik, aksiyel veya simetrik bir düzen yoktur.
18. yüzyıldan itibaren Osmanlı İmparatorluğunda batılılaşma süreci içinde Avrupa başkentlerine gönderilen elçilerin bilim, teknoloji ve kültürün yanı sıra mimari ve bahçe düzenlemeleri ile ilgili gözlemleri ve getirdikleri görsel malzemeler değişimin mimarlık ve kent alanında hızlı bir biçimde ilerlemesine neden olmuştur.
Uzak Doğu’da Peyzaj Mimarlığı
Çinli bahçe sanatçıları, etkileyici görünümü nedeniyle ülkenin sisli, sarp dağlık alanlarındaki doğal görünümü yansıtan düzenlemeler yapmak için kayaları kullanmışlardır. Genellikle kayalar, yapay göletlerin içinde veya zemini çakılla kaplanmış yapay derelerde yerleştirilmiştir. Çin’in Dünya Kültür Mirası Listesinde yer alan Lushan Sıradağları gibi etkileyici doğal alanlara benzemek amacıyla peyzaj elemanı olarak kullanılan bitkiler, kayalar ve su ile ortaya çıkan bahçe düzenlemelerinin ilk örneklerinden birisi Shanglin Park’tır.
13. Yüzyılda Moğol İmparatoru Kubilay Han, Çin’i egemenliği altına almış ve Pekin’i başkent ilan etmiştir. Yuan hanedanlığı olarak devam eden Moğol idaresi sonrasında bataklık bir alanda açılan kanallar ve yaratılan topoğrafyada saraylar ve bahçeler inşa edildi. Ming hanedanı döneminde geometrik bir planı olan, yüksek duvarlarla çevrili, çok sayıda ahşap binadan ve bahçe düzenlemesinden oluşan Yasak Şehir inşa edildi.
Pasifik Okyanusu içinde, binlerce adadan oluşan, dağlık bir topoğrafyaya sahip Japonya’da bahçe sanatı 16. Yüzyıldan itibaren Budizm’in etkisiyle komşusu Çin’in park ve bahçelerinden esinlenilmiştir. Benzer estetik yaklaşım sergilense de Japon ve Çin bahçelerinde bazı farklılıklar vardır. Çok geniş düzlükleri, dağları ve gölleri ile büyük bir ülke olan Çin’de doğanın yansıması olarak düzenlenen bahçeler, bu coğrafyaya uygun bir konsept geliştirmişti. Japon bahçesinin en önemli öğeleri Çin bahçesinde olduğu gibi ölümsüzlüğü simgeleyen kaya, su ve bitkidir. Japon bahçesinin önemli unsurlarından bir olan su, yapay gölet, dere ve çağlayan formlarında kayalar ve bitkilerle doğal bir peyzaj alanı yansıması yaratacak biçimde düzenlenmiştir.
Modern Dünya’nın Doğuşu ve Peyzaj Mimarlığı
14. yüzyıldan itibaren İtalya’da Petrarch (1304-1374) önderliğinde ortaya çıkan ve hümanizm olarak adlandırılan entelektüel hareket Avrupa ve dünya tarihinde yeni bir çağın başlangıcıydı. Petrarch’ın önderliğinde Klasik Çağ’ın (eski Yunan ve Roma dönemleri) felsefi metinleri ve artık harabeye dönmüş mimarlık ve sanat yapıtlarının yeniden değer kazanması ve incelenmeye başlanması ile yeni bir dünya görüşünün ortaya çıkmasını sağladı. İtalya’da başlayan bu hareket matbaanın icadıyla bilginin hızla yaygınlaşması sonucunda Avrupa’nın diğer ülkelerine de yayılarak Avrupa ortak modern kültürünün gelişmesini sağladı. Leonardo Da Vinci, Michelangelo, gibi dahi ve çok yönlü sanatçılar bu dönemde önemli eserler yaptılar. 15. ve 16. Yüzyıllarda doğuda egemen olan İslam dünyasının kontrol ettiği Akdeniz ve doğu ticaret yollarına alternatif bulmak amacıyla başlatılan, yeni kıtaların ve okyanusların bulunmasını sağlayan coğrafi keşifer Avrupa kıtasının yeni zenginlik kaynakları bulmasının da yolunu açtı. Klasik dönem mimarlığından esinlenerek güzellik, uyum ve oran konularını matematik ve geometri bilimi ile ilişkilendirerek yeniçağın ilk tasarım kuramları olarak ortaya koyan Alberti, yaptığı az sayıdaki mimari eserde binaların çevresinde yer alan bahçeleri de aynı anlayışla düzenlemiştir.
İtalya’da Rönesans döneminde ortaya çıkan ve güzel manzara anlamına gelen belvedere peyzaj mimarlığı tarihinde önemli bir kavramdır. Belvedere, bir mimari yapıda manzaraya bakmak için genellikle açık ya da kapalı galeri veya izleme kulesi olarak yapıldığı dönemin mimari üslubunu yansıtan yapı öğeleridir Vatikan Sarayı kompleksinde bulunan Belvedere Villası bu yapıların en ünlülerinden birisidir. Geometrik düzen içinde kurulan bahçelerde teraslar, anıtsal merdivenler ve yollar, şimşir çitlerle düzenlenmiş labirentler, pergolalar, sütunlu yapıların çevrelediği avlular, kaskatlı havuzlar, çeşmeler, budanarak biçimlendirilmiş ağaç ve bitkiler Rönesans’ın görkemli saray, villa ve diğer yapılarının bahçelerini oluşturan temel peyzaj elemanlarıdır.
17. yüzyılda kralların ve kilisenin yeniden kazandığı gücü temsil eden Vatikan’da yapılan St. Peter’s Kilisesi’nin önünde yer alan meydan ve çevresindeki bahçeler Barok dönemin başlangıcını temsil etmektedir. Rönesans üslubunun durağan ve simetrik, parçaların bir araya gelmesiyle oluşan, oran ve uyumu asal geometrik biçimler aracılığı ile elde etmeye çalışan tavrına karşı coşkulu, birbirine akan ve oval biçimlerin tasarımı yönlendirdiği, bezemenin ön plana çıktığı, görkemli, şatafatlı, anıtsal yapıların ortaya çıktığı Barok dönemde peyzaj mimarlığı da bu anlayışa uygun olarak gelişmiştir.
Barok mimarlığın en önemli örneklerinin olduğu Fransa’da Versay Sarayı bu üslubun en görkemli komplekslerinden birisidir. İlk binasının yapımına 1661’de başlanan sarayın farklı mimarlar tarafından yapılan yapılarından Vaux Sarayı’nın mimarı olan Andre Le Notre aynı zamanda sarayın peyzaj mimarıdır. Peyzaj tasarımında kentsel ölçeğin ve yapay bir doğa görünümünün ortaya çıktığı bu uygulamalar Avrupa’nın pek çok kentinde yapılan saray, park gibi peyzaj düzenlemeleri için örnek olmuştur. Geometrik ve görkemli biçimsel tasarım, doğanın önüne geçerek doğal elemanları bu biçim diline uygun yapı öğeleri olarak değerlendirmiştir.
Tüm Avrupa’da hâkim olan biçimsel bahçe tasarımı anlayışının dışında örnekler veren İngiltere’de biçimsel kuralcılıktan uzak informal bahçe anlayışı gelişti. Sanayi devriminin yarattığı sağlıksız ve mekanik kentlerin doğal bir çevrede olma arzusunu güçlendirdiği bu dönemde doğanın ‘doğal’ halinin değeri önem kazandı. Doğal görünüm elde etmek için yeni tepeler, göller inşa etmek, yakın çevredeki doğal araziyi de bahçe düzenlemesinin bir parçası haline getirmek tüm doğayı bir bahçe gibi düşünüp onu doğal çevreden soyutlayan duvarlarını da yıkmak gerekiyordu.
18. Yüzyıldan itibaren görülen endüstrileşme süreci sonucunda ortaya çıkan modern kentin mekanik ve kâgir kentsel mekânını işlevlerine göre düzenleyen planlama ilkeleri kenti doğal çevreden soyutlayarak insanın doğa ile ilişkisini sınırlı, tasarlanmış ve işlevsel bir duruma indirgemiştir. Modern kent planlaması ile birlikte Avrupa ve Amerika’da gelişen kentsel alanlarda yaşam kalitesini arttırmayı amaçlayan kentsel ölçekte tasarlanmış ve genellikle duvarlarla sınırlandırılmış geometrik biçimli kentsel parklar ortaya çıkmıştır.
Modern sonrası dönemde değişen üretim biçimleri ve teknolojileri ile atıl duruma düşen eski endüstriyel alanlar ikinci dünya savaşı sonrası dönemde kentsel dönüşüm ve iyileştirmelerin konusu olmuştur. Bu kapsamda ele alınan dönüşüm alanlarından biri Paris’in eski mezbahanesinin olduğu alandır. Kentsel tasarım ve park alanlarının en büyüğü Paris’te Başkan Francois Mitterand döneminde yapılan Büyük Projeler’den biri olan ve 21. Yüzyılın parkı olarak tanıtılan La Villette Parkı’dır.
21. yüzyılda, peyzaj kavramı sürdürülebilir çevre ve ekolojik denge kavramları ile ilişkilendirilmiş, çağdaş kent planlaması ve tasarımının en önemli parametrelerinden biri haline gelmiştir. Teknoloji, endüstri, küreselleşme, tüketim ve metropol yaşamının tehdit ettiği doğanın yaşamımızın ayrılmaz bir parçası olduğunun fark edildiği ve hükmedilen değil korunan bir olguya dönüştüğü günümüzde, peyzaj, bazı özel yapıların özelleşmiş bahçeleri olmaktan çoktan çıkıp toplumsal, kentsel, tarihsel ve kültürel yaşamın ayrılmaz bir parçası olmuştur. Yaşam alanlarını güzelleştirme işlevinden çıkıp kentsel yaşamın işlevsel ve mekânsal kalitesini arttıran düzenlemelerle mimarlık ve kent planlamanın arakesitini oluşturan peyzaj mimarlığı geleceğin yaşamının biçimlendirilmesinde öncelikli söz sahibi olan alanlarından biri olmuştur.