Dünya Ekonomisi Dersi 6. Ünite Özet
Ulus Devlet
- Özet
- Sorularla Öğrenelim
Giriş
Ulus devlet, sosyal bilimcilerin çalışmalarında odak noktası olarak alınan önemli bir toplumsal birimdir. Son yıllarda uluslararası ilişkiler gibi alanlarda çalışan bilim adamları büyük bir ikilem içindedir. Yıllardır bilimsel çalışmalar için referans noktası olan ulus devletlerin varlığı tehdit altındadır. Ulus devletlerin çağdışı kalmakta olduğu düşüncesi huzursuz edicidir. İnsanların sınırları içinde güvenlikte olduklarına inandıkları ulus devletlerin yok olabileceği düşüncesi pek çokları için kabul edilebilir bir olgu değildir.
Ulus Devletlerin Doğuşu
Ulus Devlet, meşruiyetini bir ulusun belli bir coğrafi sınır içindeki egemenliğinden alan devlet seklidir. Devlet politik ve jeopolitik bir varlık, ulus ise kültürel ve/veya etnik bir varlıktır. Ulus devlet kavramı ise bu ikisini belli bir coğrafyada örtüştürür ve böylelikle kendisinden önce gelen devlet yapılarıyla büyük ölçüde farklılaşır. Monarşi, bir hükümdarın devlet başkanı olduğu bir yönetim biçimidir. Saltanatın bir başka adıdır. Seçim dışı yöntemler kullanılır. Monarşiyi diğer yönetim biçimlerinden ayıran en önemli özellik, devlet başkanının bu yetkiyi yaşamı boyunca elinde bulundurmasıdır.
Modern ulus devletler 1500’lerden itibaren modernleşme ve sanayileşme sürecine giren Avrupa kıtasında ortaya çıkmıştır. İspanya, Fransa, İngiltere gibi yeni monarşilerin kaynağı, dağınık hâldeki dukalıklar, prenslikler, serbest şehirler ve yerel otoritelerdir. Bu küçük birimlerin tek yönetim altında, belirleyici kriterlere göre bütünleşmesi modern ulus devletlerin çekirdeği olan monarşileri doğurmuştur. Bu güçlü monarşiler bir yandan yerel otoriteleri kontrol altında tutma çabalarını ve becerilerini geliştirmişler bir yandan da papalık, manastır, şövalyeler tarikatı ve Hansa Birliği gibi o dönemin uluslar üstü kurumlarına karşı varlıklarını ısrarla ortaya korumuşlardır.
Ulus Devletlerin Evrimi ve Uluslararası İlişkilerin Doğuşu
İçinde yasamakta olduğumuz modern ulus devlet yapısı ve ulus devletlerarası ilişkiler evrimsel bir sürece bağlı olarak değişerek gelişmektedir. İdeal ulus devlet tipine örnek olarak sınırları belli bir coğrafi alana yerleşmiş olan Fransa veya İsveç gösterilebilir. Söz konusu sınırlar içinde mutlak egemenlik devletindir. Ulusal kimliği yücelten bilinci yaratabilmek için bayrak, ulusal marş, tarihi şahsiyetler ve olaylar, ulusal günler gibi sembollere başvurulmuştur. Ders programları aracılığı ile çocuklara ulusal bir ruh aşılanmaya çalışılmış, ülke sınırları içinde ulusal dilin yerel dillere üstün gelmesi için büyük çabalar harcanmıştır. Kurumsal ve ekonomik yaşamda da ulus devlet tam merkezdedir. Zorunlu askerlik ve ordu; paranın kontrolü ve merkez bankası, hazine gibi birimlerin varlığı; ulusal para biriminin benimsenmesi; vergi sisteminin kurulması; üretim ve ticaretin örgütlenmesi, ulusal birliğin güç kazanmasında önemli rol oynayan gelişmelerdir. Ulusal sınırlara yönelik dış tehditlerin varlığı ise milliyetçilik duygularını şiddetlendirmiş ve giderek İnsanlar vatan için tereddütsüz savaşa koşar hâle gelmiştir.
Milliyetçilik, millet veya ulus olarak tanımlanan bir topluluğun yaşama ve ilerleme ülküsünün toplumların ve insanlığın gelişmesini sağladığına inanan görüştür. 19. yüzyıl başlarından itibaren Avrupa’da, 20. yüzyılda ise tüm dünyada egemen siyasi düşünce tarzı olmuştur. Günümüzde Anglosakson kültürüne bağlı toplumlarda ve Avrupa Birliği düşüncesini savunan çevrelerde olumsuz bir anlam yüklenmiştir.
Ulus devlet evrensel politik birim hâline geldikten sonra dünya, uluslararası ilişkilerden oluşan küresel sistem içinde, devletleri tarafından temsil edilen ulusal toplumlar ağı hâline gelmiştir. Pek çok bilim adamı uluslararası ilişkilerin gelişmesini ulus devletlerin ortaya çıkışına bağlamaktadır.
Giddens, ulus devletin evrenselleşmesini üç aşama ile açıklamaktadır. İlk olarak XIX. yüzyılda başta İngiltere, Fransa, Almanya ve İtalya olmak üzere Avrupalı ulus devletler, sınai üretimi askerî faaliyete başarı ile uygulamışlardır. Yeni savaş tekniği, Avrupalıların üyesi olmadıkları mutlakiyetçi imparatorluklar ve kabile toplumları karşısında askerî başarı kazanmalarını sağlamıştır. İkinci aşamada, Avrupalılar sahip oldukları rasyonel bürokratik özellikler nedeni ile kaynakları etkin bir şekilde ulusal gelişmeleri için kullanmışlar ve diplomatik şebekeler ve uluslar üstü politik kurumlar aracılığı ile diğer ulus devletlerle ilişkilerini başarı ile yürütmüşlerdir. Üçüncü aşama beklenmedik tarihî olaylarla ilgilidir. Bunlardan biri XIX. yüzyılda Avrupalı büyük devletlerarasında uzun bir barış döneminin yaşanmasıdır. Bu nedenle Avrupalı devletler ekonomik kaynakları sanayileşme ve sömürge sağlam amacıyla kullanabilmişlerdir. Bu dönemdeki diğer tarihi olay ise dünya savaşlarının uluslararası ilişkileri bozmasıdır. XX. yüzyılda ortaya çıkan IMF, Dünya Bankası, GATT gibi uluslararası organizasyonların amacı devletlerarası ticaretin finansmanı ve aksamadan yürütülmesidir. Ulus devletlerin egemenliği güvenlik altına alınmış ve kurumsallaşmıştır. Böylece uluslararası ilişkilerin karşılıklı olduğu bir sistem doğmuştur. Bu sistem içinde yaşayan bireysel ulus devletler, belli sınırlar içinde yaşayan etnik gruplar bütünüdür. Bu sistem içinde küçük ve zayıf olan yeni devletler bile bir miktar ilerleme ve yaşama olanağı sağlayan güvenli bir çerçeveye kavuşmuştur.
Bürokrasi, yönetim ve siyaset ile ilgili bir kavramdır. Bürokrasinin farklı anlamları bulunmaktadır: Birinci olarak bürokrasi, daha çok olumsuz ve kötüleyici bir anlam ifade etmektedir. Webster sözlüğü, bürokrasiye, beşerî ihtiyaçları önemsememe, kararları üstlere havale etme eğilimi, işleri kırtasiyeciliğe boğma gibi anlamlar vermektedir. İkinci anlamda bürokrasi, Weber’le birlikte ortaya çıkmıştır. Weber’e göre bürokrasi, işbölümü, otorite hiyerarşisi, yazılı kurallar, yazışmaların ve faaliyetlerin dosyalanması, gayri şahsilik, disipline olmuş bir yapı ve resmî pozisyonlardan oluşan bir örgüt biçimidir. Bu anlamda bürokrasi, rasyonel bir örgüt biçimidir. Üçüncü olarak bürokrasi, kamu yönetiminin eş anlamlısı olarak kullanılır. Bu anlamda bürokrasi, devlet yönetiminde çeşitli idari görevleri-işleri yerine getirmek için modern hükümetler tarafından yönetilen ve çeşitli kamu kurumlarından oluşan örgütler bütününe verilen addır. Bu bağlamda bürokratlar, siyasi kararların düzenlenmesi ve yürütülmesi ile uğraşan kişilerdir.
Avrupa’dan kaynaklanan ve II. Dünya Savaşı’ndan sonra Amerika Birleşik Devletleri’nin kumandasına geçen Batı Sistemi, 1945 yılından sonra yine Batı’dan kaynaklanan alternatif bir dünya sisteminin rekabetiyle karşılaşmıştır, Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği kapitalizme alternatif bir ideoloji olan sosyalizm ile etki alanını genişletme çabasına girişmiştir. Böylece uluslararası ilişkiler soğuk savaş denilen sürece girmiş ve dünya devletleri Doğu ve Batı olmak üzere iki kampa ayrılmıştır.
Soğuk savaş, II. Dünya Savaşı sonrasında Amerika Birleşik Devletleri ve Sovyetler Birliği arasında sürdürülen sürekli gerginlik ve sınırlı çatışma biçimidir. Soğuk savaş, 1917’de başlayan Doğu-Batı çekişmesinin bir ürünüdür. 1985 yılında, Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği (SSCB), Komünist Parti Genel Sekreteri Gorbaçov’un gelmesi ile iki blok arasındaki buzlar erimeye başladı. 1989 yılında Doğu Avrupa’da başlayan rejim değişikliği ve soğuk savaşı simgeleyen Berlin Duvarı’nın yıkılması ile II. Dünya Savaşı’ndan sonra başlayan süreç sona ermeye başladı. 1991’de SSCB’nin çökmesiyle soğuk savaş sona erdi. Bir grup ulus devlet ise her iki gruba da dahil olmayan ve üçüncü dünya ülkeleri olarak adlandırılan bağlantısızları oluşturmuştur.
Huntington, Batı uygarlığının değerlerinin evrensel olmadığını, bunların yalnızca Batı’ya özgü olduğunu söyleyerek, dünyanın geri kalanını farklı ilan etmektedir. Huntington’a göre Batı uygarlığının evrensel değerlere sahip olduğu iddiası onu diğer uygarlıklarla artan bir çatışma ortamına sokmaktadır. Çünkü Batı için evrensel olan diğerleri için emperyalizmdir. Özellikle saldırgan Batı uygarlığı, hoşgörüsüz İslam uygarlığı ve iddiacı Çin uygarlığı arasındaki negatif etkileşim tüm dünyayı uygarlıklar çatışmasına sürükleyecek potansiyeldedir. Huntington’a göre Batı uygarlığının varlığını sürdürmesi için Batılı olmayan toplumlardan gelecek saldırılara karşı savunma gücünü yenilemesi gerekmektedir.
Ulus Devletlerin Evriminde Teknolojinin Önemi
Ulusal amaçların elde edilmesi gereği, devletlerin diğer devletlerle ilişkiler geliştirmelerine yol açmış ve uluslararası ilişkiler sistemi doğmuştur. XIX. yüzyılda uluslararası ilişkiler modelinin anahtar ilişkileri savaş, birleşme, diplomasi ve sömürgecilik olmuştur. XX. yüzyılda bu ilişkiler ticaret, mali yönetim ve kültürel ilişkileri de içerecek şekilde genişletilmiştir. Günümüzde toplumlar arasındaki tek bağ uluslararası ilişkiler değildir. Bu sistem dışında, ekonomik değişime ek olarak zevk ve tercihlerin, modanın ve fikirlerin değişimine olanak veren uluslar üstü ilişkiler de gelişmiştir. Uluslar üstü ilişkilerin gelişimine yön veren temel etken elektronik iletişim teknikleridir. İletişim ve ulaşım teknolojisindeki gelişmeler zaman ve mekân farkını yok ederek dünyanın her bir köşesini her an ulaşılabilir hâle getirmiştir. Dünya toplumları giderek artan bir dayanışma içine girmektedir. Ancak bu tam bir entegrasyon anlamına gelmemektedir. Her ne kadar tek bir dünya sistemi yaratılmaya çalışılmakta ise de içi çelişkilerle doludur ve gelecekte alacağı şekil konusunda görüş birliği bulunmamaktadır. Günümüzde dünyanın içinde bulunduğu bu değişim süreci küreselleşme terimi ile ifade edilmektedir. Günümüzde teknolojik gelişmelere bağlı olarak dünya eskisine kıyasla çok daha sistematik bir şekilde birleşmektedir. Elektronik iletişimin ayırt edici özelliği hızıdır. Elektriğin iletişimde kullanımı, İnsanın sinir sistemi merkezine benzeyen küresel bir haberleşme ağı sağlamaktadır. Bu haberleşme ağı sayesinde dünyanın bir bütün olarak algılanması mümkün olmaktadır. Yeni teknoloji herkes için dünyanın her köşesini ulaşılabilir kılmaktadır. Teknolojik gelişmelerin hızlandırdığı küreselleşme süreci ulus devletin varlığını tehdit etmektedir.
Ulus Devletlerin Varlığını Tehdit Eden Gelişmeler
Dünya nüfusu hızla artmaktadır. Nüfus artısı endüstrileşme sürecini tamamlayamamış, kalkınma talebi içindeki ülkelerden kaynaklanmaktadır. Dünya kaynakları üzerinde, dünyanın ekolojik dengesini bozacak kadar büyük bir talep bulunmaktadır. Tüm bu gelişmeler zengin ve fakir halklar arasındaki gerilimi şiddetlendirmektedir. Kalabalık fakir nüfusun zengin ülkelere göçünün ortaya çıkarabileceği etnik çatışmalar, ulus devletlerin varlığına tehdit olarak görülmektedir.
Ulus devletlerin güvenliğini tehdit eden potansiyel problemlerden birisi uluslararası üretim ve iş bölümüdür. Günümüzde ulus devletlere ait ulusal sektörler hiç beklenmedik gelişmelere bağlı olarak çökme tehdidi altındadır. Biyoteknolojik devrim pek çok gelişmekte olan ülkenin tarımsal ihracatını tehdit etmektedir.
Uluslararası finans devrimi de ulus devletin egemenliğine meydan okumaktadır. Bugün sermaye, elektronik aracılarla ülkeden ülkeye anında transfer edilebilen, sınır tanımayan, tam anlamı ile küresel bir üretim faktörüdür. Sermayenin bu hareketliliği ulus devletlerin elini kolunu bağlamaktadır. Ulusal para ve maliye politikalarının uygulanabilmesi giderek güçleşmektedir. Özellikle piyasaların hiç de sıcak bakmadığı vergi politikalarını uygulamakta daha büyük güçlükler yaşanmaktadır.
Yerküredeki ısınma, günün yirmi dört saatinde ticaret yapma gibi ortaya çıkan yeni gelişmeler ulus aşırı özelliklere sahiptir. Sınır tanımadan dünyanın en uzak köşelerine ulaşmakta dünyanın tek bir bütün olduğunu gözler önüne sermektedir. Ulus devletler bu gelişmeleri önleyememektedir. Global nüfus patlamasına çare bulmak, sera etkisine son vermek, döviz ticaretini durdurmak, yabancı ülkelerdeki otomasyona dayalı fabrikaları, biyoteknolojiye dayalı tarımsal üretimi yasaklamak ellerinden gelmemektedir. Uluslararası terörizm ve uyuşturucu gibi tehditlerle başa çıkamamaktadırlar. Nükleer savaş ve geniş kapsamlı konvansiyonel savaş gibi eski tehditlerin yanında asimetrik savaş gibi yeni tehditler doğmaktadır.
ABD gibi dünya liderliğine ve jandarmalığına soyunmuş dünyanın en güçlü ulus devleti bile kendi sınırları içinde güvenliği sağlayamamıştır. Yeni tehditlerin uluslar aşırı boyutlara sahip olması, ulusal güvenliği uluslararası güvenliğin ayrılmaz bir parçası hâline getirmektedir. Global değişimlerden dolayı ulus devletin yeterince faydalı olup olmadığı sorusu ortaya çıkmaktadır. Yüzyılların baş aktörü ulus devletlerin sorunlarla baş etme yeteneği sorgulanmaktadır.
Ulus devlet olgusu, bazı problemler için verimli iş göremeyecek kadar büyük bazı problemler için çok küçük kalmaktadır. Hem yukarıya hem de aşağıya doğru otoritenin devredilmesi baskısı altındadır. Böylece yarının problemlerinin üstesinden gelebilecek yeni yapıların oluşturulması gündeme gelmektedir. Global problemlerin üstesinden ancak dünya çapında ölçekteki uluslararası kuruluşlar arasındaki anlaşmalar sonucunda ortaya çıkarılan politikalarla gelinebilinir. G7 zirveleri, IMF, UNESCO, Dünya Bankası, Birleşmiş Milletler gibi kuruluşlar dünya çapında problemlerin çözümünde başarılı oldukları ölçüde ulus devletlerin yetkilerini devralacaklardır. Ulus devletlerin birtakım yetkilerini devrettikleri uluslar aşırı oluşumlar büyük bir gelişme içindedir. Özellikle ticaret amaçlı AB, NAFTA, APEC gibi bölgesel birlikler ortaya çıkmaktadır. Otoritenin ulus devletten küçük birimlere devredilmesinin temelinde ekonomik ve teknolojik gelişmeler yatmaktadır. Yerel ekonomik bölgeler gümrük duvarlarını kaldırarak kendilerini serbest bölge ilan etme eğilimi içindedirler. Böylece ticaretin daha etkin hâle geleceğini savunan serbest piyasa yandaşları için bunlar olumlu gelişmelerdir. Ancak etnik çekişmelerin yoğun olduğu tartışmalı sınırlara sahip ulus devletler için yetkinin aşağıya devredilmesi parçalayıcı tehditler içermektedir. Kaynaklar üzerindeki nüfus baskısı, haberleşme devriminin dünya vatandaşları yaratacak yerde etnik ayrılıkları körüklemesi gibi gelişmeler özellikle güçsüz ulus devletlerin varlığını şiddetle tehdit etmektedir.
Son yıllarda ulus devletlerin sahip oldukları, toplumlar üzerindeki kontrol gücünü aşındıran pek çok gelişme art arda yaşanmaktadır. Ancak yine de insanlığın çoğunluğu için dâhil oldukları ulus devlet, kimliklerinin birinci derecede merkezi olmaya devam etmektedir. Problemlerin çözümünde kilit birim olma özelliğini ulus devletler hâlâ korumaktadır.
Savaş sanatını bölümlere ayırmanın değişik yolları vardır. Bunlardan bir tanesi konvansiyonel ya da konvansiyonel olmayan savaş diye ikiye ayrılır. Konvansiyonel savaşta, düzenli ordular, birbirleriyle kitle imha silahları kullanmadan görece doğrudan savaşırlar. Konvansiyonel olmayan savaş tanımı ise diğer tüm tip çatışmaları tanımlamak için kullanılır: Baskın, gerilla savaşı, ayaklanma ve terörizm gibi taktikleri kapsar. Aynı zamanda nükleer, kimyasal veya biyolojik silahların kullanılması da konvansiyonel olmayan savaş sayılmaktadır. Asimetrik savaş, güçsüz olan askerî birliklerin daha güçlü olan askerî birliklere karşı yürüttüğü gayrinizami harp unsurlarını da barındıran savaş yöntemidir. Asimetrik savaş özellikle 11 Eylül 2001 sonrasında ortaya çıkan bir kavramdır.
Ulus Devletlerin Varlığını Koruyan Gerekçeler
Küreselleşme ulus devletlerin varlığını gerçekten de tehdit etmektedir. Ancak soruna, küreselleşme insanların hangi sorunlarını çözüyor, hangilerini çözemiyor diye baktığımızda ulus devletlerin daha uzun süre varlıklarını koruyabileceklerinin gerekçeleri açığa çıkmaktadır.
Küreselleşme etkin üretimin elde edilmesini sağlamaktadır. Ancak üretilenlerin ülkeler arasında nasıl dağıtılacağı konusunda bir çözümü bulunmamaktadır, İnsanların sosyal güvenliği ne olacak, çocuklar, özürlüler, yaşlılar ve iş bulamayanlar, çalışamayanlar nasıl yasayacak sorularına cevap verememektedir. Öncelikle küreselleşme sosyal güvenlik ve refah sorununu çözemediği için ulus devlete ihtiyaç devam etmektedir. Ülke halklarının sosyal güvenliği ulus devletlerin sorumluluğundadır. Ancak burada sözü edilen ulus devlet, sosyal ulus devlettir. Çünkü liberal devlet anlayışı sosyal güvenlikle ilgilenmemekte ve piyasa mekanizmalarının bütün soruları çözeceğine inanmaktadır. İkinci olarak vatandaş yetiştirme kimin sorumluluğunda olacaktır. Çocuklara ülkelerinin dilini, tarihini, kültürünü kim öğretecektir. Küreselleşme bu işleri yerine getirmemektedir. Dil olarak İngilizceyi kullanmaktadır. Eğitim açısından da ulus devletlerin varlığının devam etmesi gerekmektedir. Üçüncü olarak ülkeler arası toprak ve savunma sorunları hâlâ devam etmektedir. Ne bir dünya örgütü ne de dünyanın jandarmalığına soyunmuş Amerika Birleşik Devletleri öteki ülkelerin stratejik sorunlarını, güvenlik problemlerini çözebilmektedir. Ülkeler arası problemlerin barışçı yollarla çözülmesi herkesin arzusudur. Ancak yakın gelecekte böyle çözümlerin gerçekleşebileceği pek umut edilmemektedir. Sadece bu durum bile ulus devletlerin varlığını uzun süre sürdüreceklerinin en belirgin kanıtıdır. Krizlerin aşılmasında çeşitli müdahalelerin gerektiğinin ortaya çıkması Yeni Keynesci politikaları gündeme getirmektedir. Yeni Keynesci politikalar ise kaçınılmaz olarak ulus devlet modeli çerçevesinde uygulanabilmektedir. Liberalizmin dünya ekonomik krizlerini önlemekteki başarısızlığı, ulus devlet modeli çerçevesinde ekonomik birimlerin önemini arttırmaktadır. 11 Eylül terörü, şarbon olayı, biyolojik ve kimyasal savaş tehdidi, denetlenemez bireysel terörün boyutları konusunda tüm dünyayı alarma geçirmiştir. Bu tür faaliyetleri denetim altına almak için ulus devletlerin şimdi olduğundan daha güçlü kılınması ve aralarındaki iş birliğinin arttırılması gereği ortaya çıkmıştır.
Ulus Devletlerin Geleceği İle İlgili Görüşler
Uluslararası ilişkiler konusunda eserler veren bilim adamları ulus devletlerin gücünü azaltan gelişmelerin altını çizmekle birlikte gelecekte ulus devletlerin varlığını koruyacaklarına inanmaktadırlar.
Burton, dünyanın düalistik bir yapıya sahip olduğuna inanmaktadır. Dünyanın entegrasyonu devletlerin alt birimleri arasında gerçekleşmekle birlikte, dünya devletler şeklinde parçalara ayrılmış olarak kalacaktır. Bull, devletler sisteminin yerini alabilecek bir dünya sisteminin varlığını gösteren işaretlerin henüz ortaya çıkmadığına inanmaktadır.
Rosenau, teknolojideki gelişmelere bağlı olarak 400 yıldır süren ulus devlet sisteminin büyük bir dönüşüme uğradığını kabul etmektedir. Buna rağmen ulus devletlerin temel aktörler olarak dünya sahnesinde kalacağında ısrar etmektedir.
Ulus devletlerin dünya sahnesindeki varlığını koruyan diğer bir görüş ise Gilpin’den gelmektedir. Gilpin de pek çokları gibi küreselleşmeyi kapitalizmin gelişmesine bağlamaktadır. Gilpin’e göre küreselleşme, kapitalist piyasa yapısı ve metalaşma süreci dünyanın dört bir yanına ulaştığı ölçüde mümkün olacaktır. Gilpin’e göre piyasanın ilerleyişi dış faktörlerin etkisi altındadır. Dış faktörler içinde piyasa üzerinde en etkili olanı, ulusal ve uluslararası politik yapıdır. Burada bir çelişki yatmaktadır. Çünkü Gilpin devletin metalaşma sürecini etkilediğini söyleyerek piyasanın kendi mantığına yapacak bir şey bırakmamaktadır. Gilpin’e göre kapitalist piyasanın küreselleştirici etkisinin yüksek olmasının koşulu jeopolitik istikrardır. Jeopolitik istikrarın sağlanmasının koşulu ise uluslararası ekonomi politikasına süper bir gücün hâkim olmasıdır. Piyasanın başarısı için ise hegemonya sahibi gücün otoriter değil liberal bir ülke olması gerekmektedir. O hâlde liberal bir süper gücün varlığı dünya piyasa ekonomisinin gerçekleşmesi için gerekli ancak yeterli olmayan bir koşuldur. Serbest piyasa kurallarını dayatan bir süper güç olmadığı zaman dünya ekonomisinde tekelci eğilimler artmakta, her ülke kendi içine kapanmakta ve merkantilist politikalara başvurmaktadır.
Tarihsel olarak, dünya ekonomisine liberal hegemonyanın hâkim olduğu iki farklı dönemden geçilmiştir. Bu nedenle küreselleşmenin ve piyasalaşmanın doruğa çıktığı iki dönem yaşanmıştır. Birincisi İngiltere’nin XIX. yüzyılın önemli bir kısmında hâkim süper güç olduğu dönemdir. Bu dönem uluslararası ilişkilerin genellikle diplomasi ile yürütüldüğü, ülkeler arası güven ve düzenin nispi olarak daha yüksek düzeylere ulaştığı bir dönem olmuştur. Bir yandan da küresel emperyalizm ve tehditler aracılığı ile birleşmelerin gerçekleştiği bir dönem olma özelliğine de sahiptir. Liberal bir süper gücün dünyaya hâkim olduğu ikinci dönem ise 1945 ve 1970 arasındaki yılları kapsayan daha kısa bir zaman aralığında yaşanmıştır. ABD’nin hâkim olduğu bu dönemde IMF, Dünya Bankası, GATT gibi uluslararası kurumlar oluşturulmuş, Marshall Planı aracılığı ile Avrupa devletlerinin dünya piyasasına yeniden girişi sağlanmıştır. Gilpin’e göre Amerikan hegemonyası, dünya piyasalarındaki Asyalı ve Avrupalı üreticilerle rekabet edemediği için giderek azalmaktadır. Amerika’nın lider ülke olarak rolünü oynamaktaki güçsüzlüğü dünya ekonomisini ülkeler arasındaki merkantilist uygulamalardan kaynaklanan savaş alanına dönüştürmektedir. Gilpin ekonomik liberalizmin yerleşmesi için çoğulcu müdahaleyi talep etmektedir. Dünya ekonomisine hâkim ülkeler üçlüsünün, kendi politikalarını piyasanın serbestliği yönünde koordine etmelerini önermektedir.
Küreselleşme teorilerinin uluslararası ilişkiler versiyonundan gelen görüşler, dünya ekonomik sisteminin ortaya çıkışını açıklama çabası içindedirler. Ancak teorisyenler, ulus devletlerin ve ulusal kültürlerin eninde sonunda parçalanabileceği fikrine sıcak bakmamaktadırlar. Görüşlerinde sık sık çelişkiye düşmektedirler ve teorik ikilemin ortaya çıkmasına neden olmaktadırlar. Küresel politik ekonominin, devletlerarası ilişkiler çerçevesinde yürüdüğünü savunmaktadırlar.
Emre Kongar da Küresel Terör ve Türkiye başlıklı kitabında ulus devletlerin varlığını uzun süre koruyacağını belirtmektedir. Küreselleşme sürecinin ışığında Türkiye ulus devletinin durumunu değerlendirmektedir. Türkiye henüz sanayileşmesini tamamlayamamışken, gelişmiş Batı toplumları İletişim-Bilişim Devrimi’ni yaşamakta ve yeni bir çağa adım atmaktadır. Türkiye’nin hedefi gayet açıktır. Almış başını giden Batı’yı yakalayabilmek için laik ve demokratik sosyal hukuk devletinin gereklerini bir an önce yerine getirmelidir. Küreselleşme, ulus devlet modelini ortadan kaldırıyor söylemi ile kalkınma hamlemizi ve ulusal güvenliğimizi ihmal eden bir yaklaşımdan uzak durulmalıdır. Kongar’a göre Türkiye’nin yapması gereken, küreselleşme sürecinin gerçeklerini unutmadan ulus devlet modeli çerçevesinde, ekonomisini ve demokrasisini yani kısaca laik ve demokratik sosyal hukuk devleti modelini geliştirmeyi sürdürmektir. Aksi takdirde yoksul ülkeler ligine düşmesi hiç de olanaksız değildir.