Türkiye´de Demokrasi Ve Parlemento Tarihi Dersi 4. Ünite Özet
Cumhuriyet Yönetimine Geçiş Ve Cumhuriyetin Pekiştirilmesi
- Özet
- Sorularla Öğrenelim
Saltanatın Kaldırılması
TBMM Orduları 9 Eylül 1922 günü İzmir’e girdiğinde Milli Mücadele’nin askeri yönü zaferle sonuçlanmış, 18 Eylül’e kadar Anadolu Yunan askerinden arındırılmış, Mudanya Mütarekesi ile de Türkiye, barışa doğru yürüyüşünün ilk adımını atmıştı. Siyasal barış Lozan’da görüşülerek sağlanacaktı. 27 Ekim’de İtilaf Devletleri “Doğudaki savaşa son vermek için” İsviçre’nin Lozan kentinde toplanacak barış konferansına TBMM Hükümeti ile birlikte Osmanlı Hükümetini de çağırdı. TBMM Hükümeti İtilaf Devletlerine gönderdiği yanıtta Osmanlı Hükümeti temsil edilirse konferansa katılmayacağını bildirdi.
1 Kasım 1922’de toplanan TBMM; Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkıldığını, yeni bir Türkiye Devleti’nin kurulduğunu, egemenlik hakkının Anayasa ile ulusa geçmiş olduğunu, Hilafet makamının tutsaklıktan kurtarılacağını ve Saltanatın kaldırılmasını uzun uzun tartıştı. Rauf Bey de Saltanatın kaldırılmasını destekleyen bir konuşma yaptı. Hilafet ile Saltanatın birbirinden ayrılabileceğine işaret etti. TBMM 1 Kasım 1922 günü, Misak-ı Milli sınırları içinde Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümeti’nden başka hükümet biçimi tanımaz. İstanbul’daki hükümet biçiminin 16 Mart 1920’den itibaren sonsuzluğa kadar tarihe karıştığı, Türkiye Devleti’nin Halifelik makamının dayanağı olduğu kararını aldı.
Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti’nden Halk Fırkası’na Geçiş
Mondros Mütarekesi’nin hemen ardından örgütlenmeye başlayan Müdafaa-i Hukuk Cemiyetleri Sivas Kongresi ile Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti çatısı altında bütünleşmişti. 23 Nisan 1920’de çalışmalarına başlayan TBMM; ittihatçı, itilafçı, İslamcı, Osmanlıcı, liberal, Bolşevik, çiftçi, işçi, tüccar, aşiret reisi, öğretmen, politikacı olmak üzere çok farklı düşünce ve sosyal tabandan ulus temsilcilerini içinde barındırıyordu. Farklı düşünceler; Tesanüd Grubu, İstiklal Grubu, Islahat Grubu, Halk Zümresi gibi isimler altında toplandı. Halk Zümresi 5 Eylül 1920’de siyasi programını yayınlarken, 13 Eylül’de de Mustafa Kemal Paşa’nın hazırladığı Halkçılık Programı Meclis Başkanlığı’na sunulmuştu. Mustafa Kemal Paşa’nın Müdafaa-i Hukuk Grubu’nu (I. Grup) kurması karşısında muhalefet de birleşerek II. Müdafaa-i Hukuk Grubu’nu (II. Grup) kurmuştu. Barış dönemine geçildiğinde, ilk günlerdeki bu olumlu hava yerini sert tartışmalara bıraktı. Bu ortamda Lozan’da yapılacak bir barış antlaşmasını bu meclise benimsetmenin güç olduğu görüldü. Saltanatın kaldırılması TBMM’de var olan muhalefeti daha da güçlendirdi. 6 Aralık 1922’de basına verdiği demeçte Halk Fırkası adıyla bir parti kuracağını açıklayan Mustafa Kemal, parti kurmaktaki amacını dört nokta üzerine oturtmuştu.
- Kurtuluş Savaşındaki başarıyı siyaset, yönetim ve ekonomi alanında da sürdürmek ve gerekli atılımlarla, devrimlerle tamamlamak,
- Yeni düzenlemeleri uzun süreli bir programa dayandırmak,
- Böyle bir programı kişisellikten kurtarmak ve vatandaş çoğunluğunun desteğini sağlamak,
- Kurulacak partiyi halkçılık esasına oturtmak.
Ülkenin düşünen kafalarını parti programının hazırlanması için yardıma çağıran Mustafa Kemal Paşa, 17 Şubat’ta İzmir’de Türkiye İktisat Kongresi’ni açarak ülkenin yeni ekonomi politikasının ana ilkelerinin saptanmasına öncülük etti. 13 Ocak 1923’te Mustafa Kemal Paşa çıktığı yurt gezisini sürdürürken muhalifler de “Hilafet-i İslamiye ve Büyük Millet Meclisi” başlıklı bir broşür yayınlayarak tepkilerini sürdürdüler. Mustafa Kemal Paşa 29 Ekim’de Cumhurbaşkanı seçilince 19 Kasım’da Fırka başkanlığını vekâleten Başbakan İsmet İnönü’ye bırakmıştır. 20 Kasım 1923’te yayınladığı bir genelge ile Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti’nin bütün örgütlerini Halk Fırkası’na bağlamıştır.
Meclis Hükümeti Sistemi’nden Cumhuriyet’e Geçiş
Demokrasilerde “siyasal iktidar” denilen ve yurttaş iradesiyle beliren devlet gücüne sahip olanlar, rejimin kuralları içinde kendi dilediği siyaseti izlerler ve başarısız olduklarında yine yurttaşlar tarafından değiştirilirler. Bunun yolu da seçimden geçer. Mustafa Kemal Paşa, Türk Devrimi’nin başlangıcından beri çoğulcu bir yapının kurulmasına özen göstermiştir. Kurtuluş Savaşı’nı başlatan TBMM, kayıtsız şartsız egemenliğe sahip olan Türk Ulusu’nu temsil eden tek makam olmuş, 1921 Anayasası da uygulamadaki bu düşünceyi anayasal hüküm haline getirmiştir.
Mustafa Kemal, yeni devlete Cumhuriyet adının verilmesi için Türkiye’nin uluslararasındaki yerini almasını beklemeyi uygun gördü. 24 Temmuz 1923’te Lozan Barış Antlaşması’nın imzalanması ile de bu aşamaya ulaşıldı. 16 Ağustos 1923’te açılan TBMM, Başkanlığına Mustafa Kemal Paşa’yı seçti, Rauf Bey’in istifası ile boşalan Başbakanlığı Ali Fethi (Okyar) Bey üstlendi. II. TBMM 23 Ağustos’ta ilk tarihsel görevini Lozan Antlaşması’nı onaylayarak yerine getirdi. 29 Ekim 1923 Pazartesi sabahı toplanan Halk Partisi Grubu’nda hükümet bunalımı konusu ele alındı, ancak bir çözüme ulaşılamadı. Anayasa değişikliği TBMM’nin açılışıyla 23 Nisan 1920’de kurulan yeni devlete siyasal rejim yönünden gerçek adının verilmesi demekti. 1921 Anayasası’nda yapılan değişiklik “ bazı maddelerin açıklama yoluyla değiştirilmesi ” olarak nitelendirilmiş, 1., 4., 10. ve 11. maddeleri değiştirilmiştir. Anayasa’nın 1. maddesinin sonuna “Türkiye Devletinin hükümet şekli Cumhuriyettir” hükmü eklendi. Anayasa değişikliği dine ve dile ilişkin 1921 Anayasası’nda bulunmayan yeni bir hüküm de getirdi. 2. madde yeniden düzenlendi; “Türkiye devletinin dini, İslam dinidir. Resmi dili Türkçedir” denildi. Demokratik hukuk devleti anlayışı ile bağdaşmayan bu yeni düzenleme ile Cumhuriyet’e yöneltilen ya da yöneltilecek olan kimi saldırılar önlenmek istenmişti. Türkiye Cumhuriyeti’ni hem İslam dünyasında hem de Batı uygarlığında var kılan unsurun Hilafet değil kazandığı askeri zafer ve ardından girdiği çağdaşlık yarışındaki kararlılığı olduğu çok geçmeden anlaşılacak, Hilafetin kaldırılması bu çevrelerde ciddi tepkiler bulmayacaktı.
Halifeliğin Kaldırılması
İslamiyet’in en belirgin özelliklerinden biri devlet ile din, hukuk ile şeriat arasında kesin bir ayrım öngörmemiş olmasıdır. Şeriat, sadece Müslümanlar için hükümler içerdiği, başka dinlerden olanları kapsam dışında bıraktığı için İslam devletlerinde demokratik hukuk devletlerinde olması gereken hukuk birliği sağlanamamıştır. 1876 Anayasası’nda Osmanlı padişahlarının halifelikten ötürü İslam dininin koruyucusu olduğuna dair var olan hüküm, padişahın dayanağı olmuştur. Mustafa Kemal Paşa da TBMM’nin saltanat ile hilafet kurumunun ayrılması sorununun görüşüldüğü 1 Kasım 1922 günlü oturumda bu gelişme ve değişimler üzerinde durmuştur.
Yurt gezisine çıkan Mustafa Kemal Paşa, halifeliğe ilişkin olarak kendisine yöneltilen soruları, ‘Ulusça kurulan yeni devletin kaderine, işlerine, bağımsızlığına, sanı ne olursa olsun hiç kimsenin karışamayacağını’ söyleyerek yanıtladı. Türkiye’deki bir halifenin gücünün, sömürge altındaki diğer Müslüman ülkeleri bağımsızlığa kavuşturmaya yetmeyeceğini, bunu Türkiye’den beklemenin de haksızlık olduğunu vurguladı. 22 Ocak 1924’te Abdülmecit adına başyazmanı tarafından Başbakan İsmet Paşa’ya gönderilen yazıda, Halifenin, İstanbul’a gelen hükümet üyeleri ile yüksek dereceli devlet görevlilerinin kendisini ziyaret etmemelerinden ötürü büyük bir üzüntü duyduğu belirtiliyor, ayrıca “Halifelik Hazinesi”nin gücünü aşan ve görevin yükümlülüğü dışında kalan harcamalar için devlet bütçesinden yardım yapılması isteniyordu. 1 Mart 1924 tarihinde çıkarılan 429 sayılı “Şeriye ve Evkaf ve Erkânı Harbiye-i Umumiye Vekâletlerinin İlgasına Dair Kanun” ile din ve ordu siyaset dışında bırakıldı. 430 sayılı “Tevhid-i Tedrisat Kanunu” ile ülkedeki tüm öğretim kurumları Maarif Vekâleti’ne bağlandı. Devrimi yürütecek laik düşünceli gençlerin yetişmesinin önü açıldı. 431 sayılı “Hilafetin İlgasına ve Hanedanı Osmaninin Türkiye Cumhuriyeti Memaliki Haricine Çıkarılmasına Dair Kanun”la da laik cumhuriyetin, iktidarı dinsel bir kurum ile paylaşamayacağı düşüncesi pekiştirildi. Yasa ile de Halifelik kaldırıldı. 4 Mart’ta Halife ve ailesi yurt dışına çıkarıldı. Diğer hanedan üyelerine de yurdu terk etmeleri için on günlük süre tanındı. Böylece Cumhuriyet’in demokrasi yolunda gelişip serpilebilmesi için gerekli olan siyasal temel sağlamlaştırılırken çağdaş bir devletin dayanacağı temel ilkeleri belirleyen gelişmiş bir anayasanın yapılması hazırlıkları da başlatıldı.
Devletin Yeniden Yapılandırılması: 1924 Anayasası
Hazırlanması
20 Ocak 1921’de kabul edilen ve yirmi üç madde ile bir ekten oluşan yeni devletin ilk anayasası (Teşkilat-ı Esasiye Yasası) ulus egemenliğini benimsemiş, TBMM’nin yapısı ve yetkisi ile yerel yönetimleri hükme bağlamıştı. Uygulamada anayasadaki kimi boşluklar ise 1876 Anayasası’ndaki hükümlerle doldurulmuştu. Teşkilatı Esasiye Yasası ile egemenliğin bağsız koşulsuz ulusta olduğu belirtilmiş ise de devletin yönetim biçiminin Cumhuriyet olduğu açıklanamamıştı. 29 Ekim 1923’te bu yasada yapılan ufak bir düzenleme ile Cumhuriyet ilân edilmişti. Bir anayasada onun nasıl değiştirileceğine yönelik bir hüküm varsa, artık o anayasayı yapan kurul bir daha yeni bir anayasa koyamaz, sadece değiştirebilirdi. Bu açıdan I. TBMM 1921 Anayasası’nı yaparken onun nasıl değiştirileceği hakkında bir hüküm getirmemiş dolayısıyla kendini bağlamamış, anayasa yapma yetkisi de denen kuruculuk yetkisini II. TBMM’ye devretmişti. II. TBMM de bu yetkisini kullanarak 1924 Teşkilat-ı Esasiye Yasası’nı (Anayasasını) hazırlamıştı. Türk Anayasa Tarihi’nin en uzun süre yürürlükte kalan Anayasası 20 Nisan 1924’te TBMM’de kabul edildi, 24 Mayıs’ta da yürürlüğe girdi.
Yapısı
1924 Anayasası iki temel ilke üzerinde inşa edilmiştir. “Cumhuriyet” ve “Güçler Birliği” esasları baş ilkelerdir. Ulusal Cumhuriyetin güçler birliği esası üzerinde yükselmesinin en önemli sonucu ise egemenliğin kayıtsız şartsız Türk Ulusuna ait bulunduğu ve ulusa ait bu hakkı kullanacak tek makamın TBMM olduğudur. Meclisin üstünlüğü mutlaktır. Yasama Gücü açısından; güçler birliğinin doğal sonucu olarak yasaları yapma ve onları yorumlama yetkisi TBMM’ye aittir. Meclis, yasama gücünü aşan yetkilerle de donatılmıştır. Savaş ilanı, barış ve diğer uluslararası antlaşmaların yapılması, para basımı, akçalı yüklenme sözleşmelerinin ve ayrıcalıkların onaylanması gibi yetkiler tümüyle TBMM’ye aittir. Yürütme Gücü de sistem gereği TBMM’ye aitti. Cumhuriyet’in ilanı ile hükümetin oluşum biçimi yeniden düzenlenmişti. Hükümet pek çok işi görürken Meclis’in iznini veya onayını almak zorundaydı. Yargı Gücüne şeklini veren de güçler birliği ilkesiydi. Her ne kadar Anayasa’nın 8. maddesi “yargı hakkı, millet adına usul ve kanuna göre bağımsız mahkemeler tarafından kullanılır” hükmünü getiriyorsa da kesin güçler birliği ilkesine göre yargı gücü TBMM’de toplanmıştı. 1924 Anayasası’nda temel hak ve özgürlükler bölümü Fransız İhtilali’nin getirdiği özgürlük anlayışından esinlenmişti.
Devrimci Niteliği
TBMM’yi “olağanüstü yetkili bir meclis” olmaktan çıkaran 1924 Anayasası 102. maddesiyle anayasanın nasıl değiştirileceğini hükme bağlayarak TBMM’nin kuruculuk niteliğine son vermişti. Ulus egemenliğine dayanan cumhuriyet güvence altına alınmış, “Türklük” etnik değil, tamamen hukuksal bir kavram olarak ele alınmıştı. 1924 Anayasası esnek ve geliştirici hükümlere de açıktı. Bu sayede devrimler geliştikçe bu gelişim, yapılan değişikliklerle Anayasaya yansıtılabildi. Anayasa’da ikinci önemli değişiklik ise 5 Aralık 1934’te gerçekleştirildi. TBMM, ulus egemenliğini benimsemesine karşın o güne değin siyasal haklar yalnızca erkekler tarafından kullanılıyordu. Ulusun yarısının temsilcilerini seçememesi ve parlamentoda temsil edilememesi Türk demokrasinin en büyük eksikliği idi. 5 Aralık’ta anayasada yapılan değişiklikle kadınlara seçme ve seçilme hakkının verilmesi ile bu eksiklik de giderildi. Anayasa’da diğer önemli değişiklik 5 Şubat 1937’de 2. maddeye “Türkiye Devleti cumhuriyetçi, milliyetçi, halkçı, devletçi, laik ve inkılâpçıdır” hükmünün eklenerek Kemalizm’e anayasal bir nitelik kazandırılmasıdır. Bu değişiklikle 1924 Anayasası Türk Devrimi’nin adeta bir aynası oldu.
Askerlerin Siyasetten Uzaklaştırılması
Ulusal Kurtuluş Savaşı’nda sivil ve asker ayırdı yapılmaksızın tüm vatanseverler ülkenin bağımsızlığı, ulusun özgürlüğü yolunda her kademede görev almışlardı. Savaş döneminin zorunlu bir sonucu olan askerlikle milletvekilliğinin birlikte yürütülmesi yöntemi seçim yasasında olduğu kadar 1924 Anayasası’nda da korunmuştu. Anayasa yalnızca milletvekilliği ile devlet memurluğunun bir arada yürütülemeyeceğini hükme bağlamış, bu tür görevler üstlenen milletvekillerinden iki görevden birini tercih etmeleri istenmişti. Saltanat’ın kaldırılmasından başlayarak siyasal alanda girişilen devrim adımları Kazım Karabekir ile birlikte Ali Fuat Cebesoy’u da Mustafa Kemal’den uzaklaştırdı. 26 Ekim 1924’te Karabekir, Birinci Ordu Komutanlığı’nı bıraktı. Ali Fuat Cebesoy da ordu komutanlığını bıraktı. Paşaların istifasını bir “komplo” olarak değerlendiren Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal, sorunu temelden çözmeye, orduyu siyasetten ayırmaya yöneldi. Bu amaçla milletvekilli olan ordu komutanlarından Meclis’teki görevlerini bırakmalarını istedi. Mustafa Kemal’in müdahalesi ile ancak görevlerini yeni atanan komutanlara devrettikten sonra milletvekilliği görevine başlayabildiler. Kazım Karabekir’in ordudan istifası ile başlayan bu süreç ordu-siyaset ayırımını kesin olarak sağlarken CHP’ye, uygulamalarına ve Mustafa Kemal’e karşıt olanların yeni bir siyasal parti çatısı altında örgütlenmelerine giden süreci de hızlandırdı.
Mecliste Muhalefetin Doğuşu: Terakkiperver Cumhuriyet Partisi’nin Kurulması
Terakkiperver Cumhuriyet Partisi’nin kuruluşuna yol açan olay 20 Ekim 1924’te Menteşe Milletvekili Esat Bey’in İmar ve İskân Bakanı’na verdiği soru önergesi ile oldu. Esat Bey bu önergesinde Lozan Antlaşması gereğince Yunanistan’dan gelen “mübadil ve muhacirlerin” yerleştirilmelerinde görülen yolsuzluklara dikkati çekmişti. İddiaların kamuoyuna yansıması üzerine Esat Bey’in soru önergesi, TBMM’de gensoru önergesine dönüştürülmüştü. Gensoru önergesi hakkında yapılan tartışmalar ise Meclis’te etkin bir muhalefet grubunun oluştuğunu ortaya koydu. 29 milletvekili 17 Kasım 1924’te Terakkiperver Cumhuriyet Partisi’ni (TpCP) kurdu. Programın ilk maddesinde Türkiye Devleti’nin halkın hâkimiyetine dayanan bir cumhuriyet olduğu vurgulanmış, “hürriyetperverlik (liberalizm)” ile “halkın hâkimiyeti (demokrasi) ”partinin ana görüşü olarak belirtilmişti. Bununla birlikte TpCP milletvekilleri CHP milletvekillerine göre daha az yerel daha çok kozmopolitti. Çok büyük bölümü yüksek eğitim almıştı ve yine çok büyük bölümü bürokrasiden gelmişti. Gerek kurucularının kökenleri gerekse programları açısından bir değerlendirme yapıldığında CHP ile TpCP arasında politika açısından derin ayrışma bulunmamaktadır. Belli bir toplumsal tabanının olmayışı, buna bağlı olarak belirgin ve farklı bir ideolojiden yoksun olması TpCP’nin ömrünün kısalığında birinci derecede etken olmuş ve çok fazla iz bırakmadan Türk siyasal yaşamından silinmiştir. Bu süreci başlatan ise Doğu’da çıkan Şeyh Sait isyanıdır.
Demokratik Gelişmede Duraksama: Takrir-i Sükûn Dönemi
Şeyh Sait İsyanı
13 Şubat 1925’te Şeyh Sait adında bir Kürt liderinin Genç ilinin Piran Köyü’nde başlattığı ayaklanma, Türkiye’nin içte ve dışta pek çok sorun yaşadığı bir dönemde patlak vermişti. Ayaklanmanın tek bir nedeni yoktu. Başbakan Fethi Okyar’ın açıklamalarına göre ayaklanmanın nedeni “şeriat, halifelik ve saltanat propagandası altında Kürtçülük” amacına yönelikti. 13 Şubat’ta başlayan ayaklanma kısa sürede büyüdü. Ayaklanmanın kısa sürede genişlemesi Meclis’i harekete geçirdi. Meclisin onayı ile bölgede bir ay süre ile sıkıyönetim ilan edildi. Ardından da ceza yasasında değişiklik yapıldı. Bu değişiklikle; dini siyasal amaçlarına alet ederek dernek kurma yasaklandı, bu tür dernek kuranlarla ona üye olanlar vatan haini kapsamına alındı. Meclis’te yapılan güven oylamasında hükümete güvensizlik gösterilince Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal yeni hükümeti kurma görevini İsmet Paşa’ya verdi. Meclis’ten güvenoyu aldıktan sonra da hazırladıkları yasa tasarının hemen görüşülmesini diledi ki bu yasa Takrir-i Sükûn Yasası idi. Ne var ki bu yasa, kısa sürede sadece bir yasa olmanın boyutlarını aşacak bir döneme adını verecekti. TpCP ile başlayan demokratik açılım da duracaktı.
Takrir-i Sükûn Yasası’nın Kabulü ve Uygulanması
Takrir-i Sükûn, diğer bir deyişle huzuru, düzeni koruma yasası özünü tek bir madde ile ortaya koymuştu. Hükümet, “gericiliğe, ayaklanmaya ve memleketin soysal düzenini ve huzur ve sükûnunu ve güvenliğini ve asayişini bozmaya neden olacak bütün kuruluşlar, kışkırtmalar, girişimler ve yayınları” Cumhurbaşkanının onayı ile doğrudan doğruya yasaklamaya yetkili kılınıyordu TpCP’li milletvekilleri tasarının Anayasa ile Türk vatandaşlarına tanınmış olan doğal hakları kısıtladığını, dolayısıyla Anayasaya aykırı olduğunu öne sürmüşler, Cumhuriyeti korumak için böylesine özel yasalara gereksinim olmadığına dikkati çekmişlerdi. Hükümet, Takrir-i Sükûn Yasası’nı 6 Mart 1925 günü uygulamaya koydu. Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal, Başbakan İsmet (İnönü) ve Genelkurmay Başkanı Fevzi (Çakmak) beylerle yaptığı toplantıda ayaklanmayı bastırmak için askeri bir harekât yapılması kararını aldılar. 15 Nisan’da ayaklanma hemen her tarafta bastırılırken ayaklanmanın elebaşları Şeyh Sait ve Seyit Abdullah da yakalandılar. 31 Mayıs’ta bölgede asayiş ve güven yeniden sağlanırken ayaklanmacılarla birlikte ayaklanmayı destekledikleri iddiasıyla kimi gazeteciler ve TpCP üyelerinin İstiklal Mahkemeleri’nde yargılamaları da başladı.
İstiklal Mahkemeleri’nin Oluşturulması
Takrir-i Sükûn Yasası’nın kabulünden sonra Hükümet Meclis’e aynı gün yeni bir yasa tasarısı daha sunmuştu. Bu tasarı ile biri ayaklanma bölgesinde diğeri Ankara’da olmak üzere iki İstiklal Mahkemesi’nin kurulmasını öngörüyordu.
Yargılamalar ve Muhalefetin Susturulması
Ayaklanmacıların Yargılanması: Doğu İstiklal Mahkemesi, 14 Nisan 1925’te Diyarbakır’da yargılamalara başladı. Mustafa Kemal’e bilgi aktaran sonunda da Şeyh Sait’in yakalanmasını sağlayan Binbaşı Kasım ayaklanmanın “Bağımsız Kürdistan” amacını taşıdığını, dinin de bir araç olarak kullanıldığını belirtti. Şeyh Sait’in “Din için kıyam farz oldu. Bir Türk öldürmek, yetmiş gâvur öldürmekten daha erdemli bir harekettir (efdaldır)” dediğini söyledi. Binbaşı Kasım aynı zamanda Bağımsız Kürdistan için çalışanların TpCP’liler iktidara geldiğinde kendilerine özerklik verileceğini umduklarını belirtmişti. Ayaklanmanın asıl suçlusu kabul edilen 47 kişi idam cezasına çarptırıldı.
Gazetecilerin Susturulması: Doğu İstiklal Mahkemesi, 7 Haziran 1925’te Hükümetin manevi gücünü kırmak ve ayaklanmayı kışkırtmak iddiasıyla gazetecileri tutuklamaya yöneldi. 16 Ağustos’ta başlayan yargılama sürerken yargılanan gazeteciler Cumhurbaşkanına çektikleri bir telgrafla Cumhuriyet’e ve rejime bağlılıklarını bildirmişlerdi. Cumhurbaşkanı ise mahkeme başkanından verilecek kararlarda gazetecilerin bu tavrının dikkate alınmasını istemişti.
Komünizm Propagandası yaptıkları iddiasıyla ve faaliyetleri “Anadolu’da bir Bolşevizm yönetimi kurmaya olanak verecek bunalımlı durum yaratmak” olarak değerlendirilen sol düşünceli 38 yazar da bu dönemde tutuklanmıştı. 1926 yılı Cumhuriyet Bayramı’nda Bakanlar Kurulu’nun aldığı bir kararla bu gazeteciler de serbest bırakılmış, tutuklulukları 18 ay sürmüştü. Diğer bir deyişle tutuklamalar adeta basına ve gazetecilere verilen bir gözdağı niteliği taşıyordu.
TpCP’nin Kapatılması ve Partililerin Susturulması: TpCP, Cumhuriyet ve halifelik anlayışındaki görüş farklılıkları ile birlikte kişisel anlaşmazlıkların ve kıskançlıkların tetiklemesi ile CHP’den kopanlarca kurulan bir muhalefet partisi idi. Şeyh Sait ayaklanması patlak verdiğinde muhalefet Fethi Bey Hükümeti’nin sıkıyönetim de dahil almak istediği tüm önlemleri desteklemişti. Takrir-i Sükûn Yasası, basına getirilen kısıtlamalar, idam kararlarının meclisin onayı olmaksızın uygulanabilmesi gibi önlemler muhalefetin sert eleştirileri ile karşılandı. İktidar da muhalefete karşı hoşgörüsünü yitirme yoluna girdi. Diyarbakır’daki İstiklal Mahkemesi kendi bölgesi içinde bulunan partinin bütün şubelerini kapatma kararı verdi. Ardından Ankara’da bulunan İstiklal Mahkemesi de TpCP adına yapılan propagandalarda, ‘dinin ve dince kutsal olan şeylerin siyasal emel ve amaçlara alet edildiği’ kanısını paylaşarak Hükümetin dikkatini çekti, gereğinin yapılmasını istedi. Diyarbakır ve Ankara İstiklal Mahkemeleri’nin kararlarını dikkate alan Cumhuriyet Hükümeti de 5 Haziran 1925’te Takrir-i Sükûn Yasası’na dayanarak TpCP’nin bütün şube ve merkezlerinin kapatılmasına karar verdi. Hükümet, kapatma kararını açıklarken gericiliğe geçit vermeyeceğini de bir kez daha vurguladı.
İzmir Suikastı ve Muhalefete Son Darbe
Türk Devrimi’ni Mustafa Kemal ile özdeşleştiren devrim karşıtı kimi kesimler onun vücudunu ortadan kaldırarak devrimi de sonlandırabilecekleri düşüncesinde idiler. Ankara’da gerçekleştirilmek istenen suikast planını düzenleyenler arasında kapatılan TpCP’den ve İttihat ve Terakki Partisi’nden kimi kişiler de yer almıştı. 7 Mayıs 1926’da Güney ve Batı Anadolu’yu kapsayan bir yurt gezisine çıkan Mustafa Kemal’i gezisinin İzmir durağında öldürmek istemişti. 16 Haziran’da İzmir’e gelen Mustafa Kemal Paşa halkın coşkun gösterileri ile karşılanırken hükümetin suikastçıların sorgulamalarını yapmak üzere görevlendirdiği Ankara İstiklal Mahkemesi üyeleri de 18 Haziran’da İzmir’de çalışmalarına başlamıştı.
Yargılamaya 26 Haziran’da başlayan İstiklal Mahkemesi suikastın basit bir girişim olmadığı, suikastçıların; TBMM’deki II. Grup üyeleri, eski İttihatçılar ve TpCP üyelerinin birleşerek hükümeti devirmeyi hedefledikleri kanısına varmıştı. Kararını 13 Temmuz 1926’da açıklayan mahkeme heyeti; sanıkları, suikast olayıyla ilgileri yönünden 4 gruba ayırmış, cezaları da buna göre belirlemişti.
- Doğrudan doğruya suikastın uygulanmasını üstlenenler,
- Tetikçileri kışkırtan ve olayı düzenleyenler,
- Suikast olayına doğrudan katılmamakla birlikte, Türk devrimine ve özellikle de Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal’e karşı cephe almış olan eski İttihat ve Terakki Partililer,
- Kapatılan Terakkiperver Cumhuriyet Partisi üyeleri.
Mahkeme, kararını 26 Ağustos’ta açıkladı. İzmir suikast girişimi ve ardından gelen yargılamalar muhalefete yönelik son gözdağı oldu.