aofsoru.com

Yakınçağ Avrupa Tarihi Dersi 8. Ünite Özet

Sovyetler Birliği’Nin Dağılmasından Günümüz Avrupası’Na

Giriş

1989 yılının sonlarına doğru Amerika Birleşik Devletleri (ABD) ile Sovyetler Birliği arasında Malta’da tarihi bir zirve gerçekleştirildi ve iki ülke soğuk savaşın resmen sona erdiğini tüm dünyaya duyurdu. Bu büyük gelişmeyi, gerek dünyada gerek Avrupa’da yaşanacak pek çok değişiklik izledi. Komünist sistemin çökmesi ve Soğuk Savaş’ın sona ermesi ile Doğu Avrupa ülkeleri ve eski Sovyet cumhuriyetlerinin geleceği hakkındaki belirsizlik en önemli sorun oldu. Bu ülkelerin hepsi, uluslararası sistem açısından oynayacakları role göre siyaset gündemini meşgul etti. Ancak en tartışmalı başlığı hiç şüphesiz 19. yüzyılın son çeyreğinden beri taşıdığı ağırlık sebebiyle Almanya oluşturdu. Topraklarında barındırdığı farklı dini ve etnik grupları uzun süre barış içinde yaşatmayı bilen Yugoslavya, belki de bu becerisi sayesinde sosyalist blokun en başarılı ülkeleri arasındaydı. Soğuk Savaş’ın bitmesiyle parçalanan Yugoslavya’daki bazı bölgeler dışında, Doğu Avrupa’da yer alan ülkelerin hemen tamamı ve Sovyetler Birliği’nin batıda yer alan bazı cumhuriyetleri, zamanla Avrupa Topluluğu’nun (Avrupa Birliği) üyesi oldular.

Sovyetler Birliği ve Doğu Bloku’nun Çökmesi

20. yüzyılın son çeyreğine girilirken sahip olduğu askeri yetenek ve siyasi etki alanı açısından bakıldığında Sovyetler Birliği gerçekten de tartışmasız bir güç gibi görünüyordu. Ancak askeri ve siyasi bakımdan sergilediği etkileyici görüntünün aksine Sovyetler Birliği, ekonomik ve sosyal konularda ciddi bir çöküş süreci içindeydi. 1960’lı yılların ortasından 1980’li yılların ortalarına kadar geçen yaklaşık 20 yıllık dönemde Sovyet ekonomisindeki büyüme oranı yıllık %4,9’dan %1,8’e gerilemişti.

Yeniden Birleşen Almanya

1815 yılında Avrupa Tarihi’nde iki önemli olaya tanıklık edildi:

  • İlki içinde yaşayanların da büyüklüğünü fark ettikleri ve Avrupa’da yeni bir düzen inşası anlamına gelen Viyana Kongresi idi.
  • İkincisi ise tam 47 yıl sonra Prusya başbakanı olacak 19. yüzyılın en büyük siyasetçilerinden Otto von Bismarck’ın doğumu oldu.

Bismarck 1862 yılında Prusya başbakanı olarak atandıktan sadece dokuz yıl sonra Alman İmparatorluğu’nun başbakanı olmayı kendi yeteneği sayesinde becerebilmişti. 1990’daki ikinci birleşmeyi ilkinden ayırmak amacıyla ikincisine “yeniden birleşme” denildi. İkincisi de tıpkı ilki gibi Avrupa siyaseti ve güçler dengesi açısından bir dizi tartışmayı beraberinde getirdi. Soğuk Savaş’ın sona ermesinin ardından Avrupa’da özellikle Komünist blokta yer alan ülkelerde bir parçalanma dönemi başladı. Birleşmeyi başaran tek ülke Almanya oldu. Alman başbakanı, 28 Kasım 1989’da Federal Almanya Meclisi’nde (Bundestag) yaptığı konuşmada çözümü açıkladı ve Almanya’nın yeniden birleşmesi gerektiğini duyurdu. Bu konu ile ilgili olarak yalnızca ABD başkanı George H. W. Bush haberdar edilmiş ve onayı alınmıştı.

Siyasi hayatında Alman karşıtlığına önemli bir yer veren ve Demir Leydi unvanı ile anılan İngiltere Başbakanı Margaret Thatcher, Almanya’nın birleşmesini desteklemiyordu. İngiltere ile birlikte iki Almanya’nın birleşmesine en çok karşı çıkan ülke François Mitterrand’ın liderliğindeki Fransa oldu. Mitterrand, birleşmeye engel olmak için elinden gelen her şeyi yaptı. Mitterrand’ın en büyük endişesi, yeniden birleşecek Almanya’nın yalnızca toprakları açısından Fransa ile neredeyse aynı büyüklüğe ulaşacak olmasından kaynaklanmıyordu. Birleşik Almanya nüfus ve ekonomi bakımından Fransa’dan daha büyük bir devlete dönüşecekti. Sovyet lideri Gorbaçov, başlattığı glasnost (açıklık) ve perestroyka (yeniden yapılanma) hareketi ile fazlasıyla meşguldü ve Doğu Almanya’nın geleceği ya da iki Almanya’nın birleşmesi hakkında herhangi bir planı yoktu. Sovyetler, ciddi bir ekonomik sıkıntı içindeydi ve Almanlar da bunun farkındaydı. Nitekim Federal Almanya başlangıç olarak Sovyetler Birliği’ne 18 milyar dolar hibe ve iki milyar dolar da faizsiz kredi verdi. 1990 ile 1994 yılları arasında Almanya, Sovyetler Birliği/Rusya Federasyonu’na 71 milyar dolar, Doğu Avrupa’da bulunan eski komünist devletlere ise 36 milyar dolar gönderdi. Kısacası ilk defa 1871’de Bismarck’ın önderliğinde savaşarak birliğine kavuşan Almanya yeniden bileşmesini açık şekilde satın alarak gerçekleştirdi.

ABD, yeniden birleşik Almanya fikrini tamamen destekliyordu. Çünkü 1990 yılında yapılan bütün kamuoyu araştırmaları Almanların tarafsız ve birleşik bir Almanya’dan yana olduklarını gösteriyordu. ABD’nin baskısı sonucu İngilizler ve Fransızlar da birleşme görüşmelerinde Alman ve Sovyet temsilcileri ile aynı masada yer almayı kabul ettiler. İki artı dört anlaşması denilen bu görüşmeler, katılan ülkelerin dışişleri bakanları arasında 1990 yılının Şubat ayından Eylül ayına kadar sürdü. 12 Eylül 1990’da Moskova’da, Almanya Konusunda Son Uzlaşma Antlaşması imzalandı. Antlaşma ile İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra işgalci konumdaki dört güç her iki Almanya’daki haklarından vazgeçerek iki Almanya’nın birleşmesini onayladılar. Nihayet 3 Ekim 1990’da Doğu Alman Cumhuriyeti, Federal Almanya Cumhuriyeti’ne katılarak birleşme tamamlandı. Kısacası İkinci Dünya Savaşı’nın galipleri ikiye böldükleri Almanya’yı 1990 yılına gelindiğinde yeniden birleştiriyorlardı.

Sovyetler Birliği’nin Dağılması

1985 yılında Sovyetler Birliği Komünist Partisi Genel Sekreteri olan Mihail Gorbaçov, göreve geldikten hemen sonra ülkedeki sorunların çözümüne dönük köklü bir reform hareketine kalkıştı. Sovyet lideri iç sorunlarla meşgul olduğu dönemde hem Doğu Avrupa’daki hem de Sovyetlerin batı sınırında yer alan Estonya, Letonya ve Litvanya cumhuriyetleri, Sovyetler Birliği’ndeki diğer cumhuriyetlere göre bir takım farklılıklara sahipti. Bu bölgeler, batı ile daha yakın bir temas içindeydi. Bu üç ülke 1990’ların hemen başında Sovyetler Birliği’nden koparak yeniden bağımsızlıklarını ilân ettiler. Bağımsızlıklarının ilk günlerinden itibaren yüzlerini batıya çevirerek Avrupa Topluluğu ile bütünleşme çabası içine girdiler. Bu gayretin sonucunda her üç cumhuriyet de 2004 yılındaki genişleme dalgası ile Avrupa Birliği’nin yeni üyesi oldular. Ukrayna, Sovyetler Birliği’nin, Rusya’dan sonraki en önemli cumhuriyeti idi.Ukrayna, adeta sömürge muamelesi görmüş ve doğal kaynakları sömürülmüştü. Ayrıca bölgede yaşayan insanlar büyük bir baskı altında tutulmuş ve özellikle 1930’lu yıllarda neredeyse soykırımı çağrıştıran uygulamalar yaşanmıştı. Mart 1991 yılında Ukrayna halkına bağımsızlıkla ilgili düşüncesi sorulduğunda %88 oranında Sovyetler Birliği’nden ayrılma yönünde bir istek belirtiliyordu. Nihayet birliğin dağılmasıyla Ukrayna 1991 yılı Ağustos ayında bağımsızlığını ilân etti. Batıdaki Beyaz Rusya ve Moldova Sovyet Cumhuriyetleri bütün bu gelişmeleri dikkatle takip ediyordu. Ukrayna bağımsızlığını ilân ettikten sonra Beyaz Rusya da komşusunu izledi. Ağustos 1991’de Moldova da bağımsızlığını ilân etti.

Batıdaki Sovyet cumhuriyetlerinde bunlar yaşanırken bütün dünya Rusların ne yapacağını merak ediyordu. Tuhaf şekilde Sovyet hukukunda Ruslar, bir millet olarak tarif edilen Ukraynalılar veya Ermeniler gibi millet olarak tanınmamıştı. Sovyet siyasetçi Boris Yeltsin ise açıkça Baltık ülkelerinin bağımsızlığını desteklemekteydi. Zaman Yeltsin’i haklı çıkardı ve Gorbaçov, Nisan 1991’de Baltık cumhuriyetlerinin ayrılma hakkını tanımak zorunda kaldı. Ardından 12 Haziran 1991’de seçimi kazanan Yeltsin, Rusya’nın demokratik yollarla göreve gelen ilk lideri oldu. 24 Ağustos’ta Baltık cumhuriyetlerinin başlattığı bağımsızlık furyasına Ukrayna, Beyaz Rusya, Moldova, Azerbaycan, Kırgızistan, Özbekistan, Gürcistan, Tacikistan ve Ermenistan da katıldı. Nihayet 9 Aralık 1991’de Rus, Ukrayna ve Beyaz Rusya Cumhuriyetlerinin liderleri bir araya gelerek Sovyetler Birliği’nin dağıldığını ilân ettiler.

Avrupa Topluluğu’nun Genişleme Süreci

İkinci Dünya Savaşı’nın bitmesiyle savaşın tarafları toparlanma ve benzer bir trajedinin tekrarlanmaması için bir takım çareler aramaya başladılar. Bu arayış sürecinde Doğu Avrupa ülkeleri tercihlerini komünizmden yana kullandılar. Soğuk Savaş’ın sona ermesiyle birlikte Avrupa Topluluğu her ne kadar kendi iç sorunlarıyla yüzleşmek zorunda kalsa da beklenmedik ölçüde bir genişleme ihtimaliyle de karşı karşıya kaldı. Üye devletleri bekleyen en önemli meseleler, Almanya’nın birleşmesi, ekonomi, ortak para birimi ve ortak pazarın tamamlanmasıyla ilgiliydi. Ancak Topluluk, üç ayrı kategoride yer alan ülkelerin zorlamasıyla karşılaştı:

  • Bu kategorilerden ilkinde Soğuk Savaş’ın bitmesiyle kendilerini daha özgür hisseden Avusturya, Finlandiya, İsveç ve Malta gibi bağlantısız ülkeler yer alıyordu.
  • İkinci sırada adaylık başvurularını çeşitli tarihlerde yapmış ve bazıları NATO üyesi de olan ülkeler (Güney Kıbrıs, Norveç ve Türkiye) bulunuyordu.
  • Sıralamanın üçüncü basamağında ise bazı eski Sovyet cumhuriyetleri ile Sovyet nüfuzundan kurtulmuş Orta ve Doğu Avrupa ülkeleri bekliyordu (Bulgaristan, Çekoslovakya, Estonya, Letonya, Litvanya, Macaristan, Polonya, Romanya ve Slovenya).

Soğuk Savaş Dönemi’nde Avrupa Topluluğu’nun Genişlemesi

Avrupa Birliği’ne yönelik ilk üç genişleme dalgası Soğuk Savaş döneminde yaşanmıştır. İlk genişleme dalgasının (1973) ana fikrini ulus-üstü birleşme konusundaki uzlaşma oluşturur. İngiltere, Avrupa Kömür ve Çelik Topluluğu ile sonraki Avrupa Ekonomik Topluluğu’nun kurucu üyeleri arasında yer almamıştı. Fakat Topluluğun zamanla elde ettiği başarılar sonucunda ulus-üstü birleşme konusunda ikna olmaları onların da sürece katılmalarına yol açtı. İngiltere’nin kararı doğal olarak Danimarka, İrlanda ve Norveç gibi ekonomileri İngiliz ekonomisi ile bütünleşmiş olan ülkelerin de bu sürece dâhil olmalarına yol açtı. Ancak 1972 yılında Topluluk’a katılma konusunda yapılan referandumda ret oyu çıkınca Norveç dışarıda kaldı. 1 Ocak 1973’teki ilk genişleme dalgası ile İngiltere, Danimarka ve İrlanda Topluluk’un yeni üyeleri oldular.

Ana konusunu demokratikleşmenin oluşturduğu ikinci ve üçüncü dalgalar 1981 ve 1986 yıllarında gerçekleşti. Bu tarihlere kadar demokratik yönetimlerin tam olarak gelişmediği hatta diktatörlüklerle idare edilen ülkelerin üye yapılması ikinci ve üçüncü dalganın temel motifini oluşturdu. Nitekim 1981 yılında Yunanistan ve 1986’da İspanya ile Portekiz’in üyeliğe alınmasının altındaki ana fikir bu ülkelerin demokratikleşmesini desteklemekti. Soğuk Savaş döneminde 1987 yılında sırasıyla Türkiye ile Fas da Topluluk’a üyelik için başvurmuşlardır. Türkiye’nin 14 Nisan 1987’deki başvurusu 1963 Ankara Anlaşması’na istinaden uygun görülmüştü. Nihayet Türkiye 2005 yılında tam üyelik için müzakerelere başlama hakkını elde etti.

Soğuk Savaş’ın Ardından Avrupa Topluluğu’nun Genişleme Macerası

Soğuk Savaş’ın bitmesiyle iki Almanya’nın birleşme ihtimalinin, Avrupa Topluluğu’nun iki büyük üyesi Fransa ve İngiltere’yi hayli tedirgin ettiği belirtilmişti. Dolayısıyla bu iki ülkenin önceliğini Topluluk’un genişlemesinden daha çok Almanya’nın, Avrupa idealine bağlı kalması oluşturdu. Bu anlamda Almanya ortak para birimi konusundaki Fransız talebine şaşırtıcı bir hızla onay verdi. Ortak para birimi konusundaki yapıcı tavrı ile Almanya, Avrupa idealine bağlılığını güçlü biçimde dile getiriyordu. Daha sonra Avrupa Topluluğu’na üye 12 devlet 9-10 Aralık 1991’de Hollanda’nın Maastricht şehrindeki zirvede buluştular. Zirve, bir bakıma Soğuk Savaş’ın bitmesi ve Berlin Duvarı’nın yıkılmasına verilen bir cevaptı ve bundan sonra üye ülkelerin ortak para birimi ve dış politikaları olacaktı. Almanya meselesinin çözüme kavuşmasıyla dördüncü genişleme dalgası (1995) gündeme geldi. Bu genişlemenin ana temasını, Soğuk Savaş Dönemi’nde tarafsızlıklarıyla bilinen Avusturya, Finlandiya ve İsveç’in kazanılması oluşturdu. Nitekim üç ülke de Avrupa Birliği’nin yanında ve taraf olacaklarını gösterdiler. Bu girişim aynı zamanda, Maastricht Anlaşması’nın özüne uygun biçimde Avrupa Birliği’nin etki alanını genişletmeye başladığını da ispat etmekteydi. Avusturya, Finlandiya, İsveç ve Norveç ile farklı zamanlarda yürütülen müzakereler oldukça uzun sürdü. Norveç, büyük petrol ve doğalgaz rezervleri ile zengin balıkçılık bölgeleri üzerindeki haklarından vazgeçmek istemiyordu. Diğer ülkelerde de halk oylaması yapıldı; Avusturya %66, Finlandiya %60 ve İsveç %52 oy çoğunluğuyla katılımı onayladı.

2004 ve 2007 yıllarındaki beşinci genişleme dalgası Avrupa Birliği’ni en fazla meşgul eden dalga oldu. Her ne kadar Avrupa Birliği ile Orta ve Doğu Avrupa ülkeleri, işbirliği ve genişlemeyi Avrupa’nın güvenliğini artıracak bir gelişme olarak görse de bu genişleme bir hayli zor oldu. Söz konusu ülkelerin nispeten kalabalık nüfusları ve az gelişmişlikleri en önemli sorundu. Bu sıkıntıyı aşmak amacıyla makul bir yol olarak bu ülkelerin güvenlik açısından taşıdıkları önem ön plana çıkarıldı ve öncelikle bir başka örgüte üye yapılmaları yoluna gidildi. Çözümün ilk basamağında bu ülkelerin NATO’ya kabul edilmelerine karar verildi. 1999 yılında önce Çek Cumhuriyeti, Macaristan ve Polonya; 2004 tarihinde ise Bulgaristan, Estonya, Letonya, Litvanya, Romanya, Slovakya ve Slovenya, NATO üyesi oldular. Ancak Estonya, Letonya, Litvanya, Slovakya ve Slovenya için farklı bir yol izlendi ve bu ülkeler, 2004 yılında eş zamanlı olarak Avrupa Birliği’ne de kabul edildiler. Avrupa Komisyonu, 1997’de beş ülke ile katılım müzakerelerine başlanmasını önerdi ve 1998’de Çek Cumhuriyeti, Estonya, Macaristan, Polonya ve Slovenya ile müzakereler başladı. Avrupa Komisyonu aynı yıl Ekim ayında Bulgaristan, Letonya, Litvanya, Romanya ve Slovakya ile de müzakerelere başlanmasını tavsiye etti. Bu ikinci grup ülkelerden Bulgaristan ve Romanya hâriç diğerleri geç başlamalarına rağmen müzakerelerde ilk gruba yetiştiler. Nitekim Bulgaristan ve Romanya dışındaki ülkeler, 1 Mayıs 2004’te Avrupa Birliği’ne kabul edildiler. Böylece Doğu Avrupa ülkelerinin Avrupa Birliği tarafından hazmedilip hazmedilemeyeceği sorusu da cevabını bulmuş oluyordu.

Türkiye ve Avrupa Birliği

Türkiye, Avrupa Birliği’ne girmek için başvuran adaylar arasında birçok bakımdan benzersizdi. Ekonomik olarak bakıldığında Birlik ortalamasının çok altındaydı. Öte yandan üyeliğe kabul edilmesi halinde Almanya’nın ardından Birlik’in en kalabalık ikinci ülkesi olacaktı. Bazı Avrupalılar, Türkiye’nin topraklarının önemli kısmının Avrupa’da bulunmamasını da ülkenin Avrupalılığını kuşkulu hâle getirdiğini ileri sürüyorlardı. Bütün bu olumsuzluklara rağmen Türkiye’nin stratejik önemi, elindeki en önemli karttı. Osmanlı Devleti’nin dağılması ve onun yerini Mustafa Kemal Atatürk’ün liderliğini yaptığı laik, çağdaşlaşma hedefi güden reformların yapıldığı bir devletin alması, neredeyse 19. yüzyılın başından itibaren Avrupa devletlerini meşgul eden Şark Meselesi’ni gündemden düşürmüştü. Soğuk Savaş’ın sona ermesiyle Türkiye’nin zaten önemli olan stratejik konumu bu defa başka bir önem ve boyut kazandı. Türkiye artık iki tarafın uluslararası jeopolitik çatışmasının sınır karakolu değildi. Ülkenin stratejik öneminin farkında olan ABD, Türkiye’nin Avrupa Birliği üyeliğini ciddi şekilde desteklemekteydi. Avrupa Birliği yetkilileri ise genellikle bu konunun ABD’nin işi olmadığı ve onların Türkiye’ye verdikleri destekle, Avrupa bütünleşmesinin özü ve ilkeleri hakkında temel bir yanlış anlamaya sahip olduklarını ileri sürerek karşı koydular.

Soğuk Savaş Sonrasında Avrupa’da Bölünme ve Çatışma

Her ne kadar Soğuk Savaş Dönemi boyunca Avrupa iki ayrı blok arasında parçalı bir görüntü sunsa da bu yıllar aynı zamanda istikrarlı bir dönemi de beraberinde getirdi. Ancak bu dönemin nasıl biteceği ve benzer şekilde Komünist bloğun geleceğinin ne olacağı hakkında kimsenin herhangi bir fikre sahip olmadığı 1989 sonrasında yaşanan olaylarda açıkça görüldü. İkinci Dünya Savaşı sonrasında alınan tüm önlemlere rağmen Avrupa’nın 19. yüzyıldan miras aldığı pek çok hastalığın yeniden canlanabileceği anlaşıldı. 1989’u takip eden 10 yıl boyunca Avrupa’da köklü sınır değişiklikleri ve pek çok istikrarsızlık meydana geldi. Evvela Rusya, yüzyıllardır devam eden batıya doğru genişleme politikasını terk etmek ve iç meseleleri ile uğraşmak zorunda kaldı. Demir Perde’nin yırtılmasının ardından 1990’lar boyunca Avrupa’da 15 yeni ülke doğdu. Belarus (Beyaz Rusya), Estonya, Letonya, Litvanya, Moldova ve Ukrayna gibi pek çok eski Sovyet cumhuriyeti bağımsız devletlere dönüştüler. Birinci Dünya Savaşı sonunda 1919 yılında toplanan Paris Konferansları ile oluşturulan Çekoslovakya ve Yugoslavya dağılmaktan kurtulamadı.

Barış İçinde Bir Ayrılık Tecrübesi: Çekoslovakya

Çeklerle Slovaklar, birbirine benzeyen iki ulus gibi düşünülse de farklı tarihi geçmişlere sahiptiler. Çeklerin yaşadığı topraklarda sıra dışı bir Ortaçağ ve Rönesans yaşandığı gibi bu topraklar sanayileşmenin Doğu Avrupa’daki en önemli merkezi olma ayrıcalığına da kavuşmuşlardı. Avrupa hatta dünyanın bugün bile en estetik şehirlerinden biri olan Prag, Birinci Dünya Savaşı öncesinde adeta bir sanat ve edebiyat merkezi olma kimliğine ulaşmıştı. Öte yandan Slovakya, uzun yüzyıllar boyunca Budapeşte’nin egemenliğinde kalarak daha mütevazı bir geçmiş inşa etmişti. Her şeyden önce belirgin bir ulusal tarihleri yoktu. Macaristan’ın kuzeyindeki kırsalda yaşayan ve Slavca konuşan köylüler olarak bilinirlerdi. Soğuk Savaş’ın sona ermesiyle ülkede iki ayrı düşünce atmosferi ortaya çıktı. Çek nüfusun yoğun olarak yaşadığı topraklarda kapitalist sistem ve Batı Avrupa ile hızlı bir bütünleşme konusunda neredeyse tam bir görüş birliği varken Slovakların aynı amacı paylaştıklarına dair bir işaret yoktu. Özelleştirme, serbest piyasaya geçilmesi ve kamu sektörünün küçülmesi gibi birçok uygulamanın Slovaklar tarafından onaylandığı pek söylenemezdi. Soğuk Savaş sonrası dönemde Çeklerle Slovaklar arasındaki en temel fikir ayrılığı buydu. 1 Ocak 1993 tarihinde ayrılma kararı aldılar.

20. Yüzyılın Sonunda Yaşanan Trajedi: Yugoslavya’nın Parçalanması

İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra oluşan komünist blok içinde Yugoslavya özel ve farklı bir yere sahipti. Josip Broz Tito’nun ülkesi, komünist ülkeler arasında liberal ekonomiye en yakın duran, özgürlükler ve etnik-dinsel hoşgörü açısından daha geniş sınırlara sahip bir ülkeydi. Yugoslavya’nın kaderi hakkında iki ana yorum geliştirildi:

  • Birinci yoruma göre Yugoslavya, geçmişi yüzyıllarca öncesine dayanan düşmanlıkların toplandığı bir ülkeydi.
  • İkinci yoruma göre ise Yugoslavya’nın parçalanması ve Balkan trajedisinin yaşanmasının asıl sorumlusu yabancı devletlerdi.

Her iki görüş de yaşanan acı tecrübede büyük payı olan Belgrad’daki siyasetçileri adeta tartışma dışında bırakır. Oysa dış güçlerden önce içerideki siyasetçilerin büyük sorumluluğu vardı. Yugoslav sınırları içinde yaşayan ulusların birlikteliğinde Tito’nun önemli bir fonksiyonu olduğu ölümünden sonra anlaşıldı. 1981’de Belgrad tarafından izlenen ekonomik politikaya karşı çıkan Kosovalı Arnavutlar sert bir şekilde susturuldu. Ancak ekonomiden kaynaklanan şikâyet son bulmayacaktı. Çünkü zengin Slovenya ve Hırvatistan kendilerinden daha fakir olan güney bölgelerin yükünü daha fazla çekmek istemiyordu. Ekonomik gerekçe ile başlayan kaynaşmaları, Sırp milliyetçilerinin 1986 tarihli ve Sırp Bilim ve Sanat Akademisi tarafından yayınlanan bildirisi izledi. Bildiride, Sırpların Yugoslav Federasyonu içinde ezildikleri ve daha çok söz hakkı verilmesi gerektiği öne sürülüyordu. 1989 yılı sonunda toplanan Slovenya Komünist Partisi’nin 11. Kongresi’nde çok partili siyasi hayata geçileceği ilân edilerek Yugoslav Komünist Birliği ile bağlar koparıldı. Sadece bir yıl sonra Slovenya, Hırvatistan ve Bosna Hersek’te komünist olmayan partiler hükümete gelmişti. Makedonya’daki koalisyon hükümetinde ise komünistler azınlık kanadını oluşturuyordu. Komünistlerin hâlâ iktidarda olduğu bölgeler, Sırbistan ve Karadağ’dan ibaretti.

Yukarıdaki siyasi manzara, Yugoslavya’daki bölünmüşlüğü açıkça gösteriyordu. 25 Haziran 1991 günü Slovenya’nın bağımsızlığını ilân etmesiyle Balkanlardaki trajedi de başlamış oldu. 27 Haziran ile 7 Temmuz 1991 tarihleri arasındaki kısa süreli savaşın ardından Slovenya bağımsız bir ülkeye dönüştü. 8 Ekim 1991’de Hırvatistan da Yugoslavya ile bütün bağlarını kopardığını duyurdu. Hırvatistan’ın bağımsızlığı, 15 Ocak 1992’de Avrupa Topluluğu tarafından tanındı. Doğu Avrupa’da yaşananlara bakarak Sırpların baskısına daha fazla katlanmak istemeyen Bosna’daki, Boşnak ve Hırvat siyasi önderler, 1 Mart 1992’de bağımsızlıklarını ilân ettiler. Takip eden ay da Bosnalı Sırplar, kendi cumhuriyetlerinin kuruluşunu duyurdular. Bosna’da yaşayan Sırp nüfusu, bağımsızlık referandumuna ve parlamento seçimlerine katılmamışlardı. Bunun üzerine Nisan 1992’de Yugoslav ordusu, Bosnalı Sırpların topraklarını korumak bahanesiyle bölgeye girdi ve 1995 yılının sonuna kadar sürecek olan savaş da başlamış odu. 1995 ortalarına kadar savaş yukarıda belirtilen şartlar altında devam etti. Tam da bu sıralarda ABD ve NATO’nun müdahalesini davet edecek bir olay gerçekleşti.

ABD’nin olaya ağırlığını koymasıyla barışın zor olmadığı da anlaşıldı. ABD’nin, Ohio eyaletinde bulunan Dayton Hava Üssü’nde yapılan ve üç hafta devam eden görüşmelerin ardından taraflar 14 Aralık 1995 günü Paris’te imzaladıkları anlaşmayla Bosna Savaşı’na son verdiler. Görüşmelerde Bosna-Hersek’i Alija İzzetbegoviç, Hırvatistan’ı Tudjman, Yugoslavya ve Bosnalı Sırpları ise Miloşeviç temsil etti. Bu anlaşmanın amacı Bosna-Hersek’i paylaşmadan Yugoslav savaşlarına bir çözüm bulmaktı. Bosna’daki kriz bir şekilde aşıldıktan sonra Avrupa Birliği kendi kurumsal kaygılarına, NATO ise genişleme sorunları ile Rusya’daki istikrarsızlığa yöneldi ve Balkanlar uluslararası kamuoyunun dikkatinden uzaklaştı. Bu arada Sırp milliyetçileri Bosna’daki durumdan memnun kalmamış ve bu defa da Yugoslavya’dan ayrılmak isteyen Kosova’ya yönelmişlerdi. Sırbistan’dan gönderilen özel polis birimleri olayları kontrol altına almak adına Arnavutları öldürmeye başlayınca (savaş 28 Şubat 1998-9 Haziran 1999 arasında devam etmiştir) NATO, Mart-Haziran 1999 arasında Yugoslavya birliklerine karşı aralıksız hava bombardımanı yapmış ve Kumanova Anlaşması’yla savaş sona ermiştir. NATO’nun müdahale gerekçesi yine sivillere karşı yürütülen katliamdır. 2000 yılında yapılan bir araştırma sonucunda toplu mezarlardan 3000 cesedin çıkarılması, aslında Kosova’daki katliamların da Bosna’da yaşananların devamı niteliğinde olduğunu ortaya koymaktadır.

Avrupa devletlerinin neredeyse on yıl süren acımasız katliamlar, tecavüzler ve etnik temizlik gibi olaylara sessiz kalmasıyla Yugoslavya savaşlarının uluslararası sisteme ciddi bir tehdit oluşturmaması arasında yakın bir ilişki vardır. Nitekim aynı yıllarda Kuveyt’in, Saddam Hüseyin tarafından işgali bölgedeki petrolün denetimini tehlikeye attığı ve dünya sistemini tehdit ettiği için derhal müdahale edildi. Dolayısıyla Yugoslavya’da yaşanan trajedide Belgrad’daki siyasetçiler kadar uluslararası aktörlerin de rolü büyüktü. Bir başka ifade ile Avrupa’nın kendi içindeki sorunu çözmekten aciz olduğu bir defa daha ortaya çıkmış oldu. Bu acı olayların baş sorumluları arasında yer alan Slobodan Miloşeviç, Sırplar tarafından seçimle iş başına getirilmişti. Ancak Hırvatistan ve Bosna’daki Sırpları, yıllardır birlikte yaşadıkları komşularını topraklarından atmaları için teşvik etti. Sonuç ise Yugoslavya’da yaşayan hemen herkes için tam anlamıyla bir yıkım oldu.


Yukarı Git

Sosyal Medya'da Paylaş

Facebook Twitter Google Pinterest Whatsapp Email