aofsoru.com

Osmanlı Merkez ve Taşra Teşkilatı Dersi 2. Ünite Özet

Merkez Teşkilatı / Maliye, İlmiye Ve Adliye

Maliye Teşkilatı

Defterdâr ve Defterhâne

Önceki Türk ve İslâm devletlerindeki müstevfi’liğe Osmanlı devrinde defterdârlık denilmiştir.

Defterdâr unvanının hangi tarihte kabul edildiğine dair açık bir bilgi yoktur.

Fâtih kanunnâmesine göre defterdâr pâdişâhın malının vekili ve sadrıâzam da o malın nâzırıdır. Para ve defter hazinesinin açılması icab ettiğinde defterdârın huzuriyle açılır ve kapanırdı. Yine kanunnâmenin birçok yerinde başdefterdâr ile diğer mal defterdârlarından bahsedilmektedir. Adı geçen kanunnâmeye göre başdefterdâr, dîvân-ı hümâyûnda veziriâzamın sofrasında yemek yemek, hükümdarın malını muhafaza etmek, hazineyi ilgilendiren işler için maliyeden hüküm yazmak, hizmet eden kimselere çavuşluk, sipahilik, kâtiplik, hattâ sancak ve zeamet arz etmek, hükümdara bildirmeden iki akçeye kadar zam yapabilmek, sefere gidilirken hükümdara yanaşıp konuşabilmek gibi imtiyaz ve yetkileri vardı.

XVI. yüzyıl sonlarına doğru, daha önce merkezi Halep olmak üzere teşkil edilmiş olan Arap ve Acem defterdârlığı kaldırılarak her eyalette bir defterdârlık tesis edildi. Önce Diyarbakır, sonra Şam, Erzurum ve Trablusşam ayrı ayrı defterdârlık haline getirildi. 1584 yılında da Anadolu defterdârlığından Sivas ile Karaman eyaleti ayrılıp onlar da müstakil birer defterdârlık haline getirildi. Sonradan ihdas olunan bu defterdârlıklara, kenar defterdârlıkları veya hazine defterdârlıkları denildi. XVII. yüzyıl başlarından itibaren şıkk-ı evvel defterdârı ismi verilen başdefterdâr, bütün malî işlerde tek sorumlu olup diğer iki defterdâr onun maiyeti haline geldi. Başdefterdâr için en önemli mesele senede dört taksit halinde ödenen Kapıkulu ocaklarına verilecek ulûfe için para bulmaktı.

Maliye Bürokrasisi

Osmanlı devletinde ilk maliye teşkilatı I. Murad zamanında yapılmıştır. Daha sonraları hududun genişlemesi, ihtiyacın fazlalığı, sebebiyle gelir ve giderlerin miktar ve türü de artmıştır.

Başmuhasebe

Başdefterdarlığa bağlı olan başmuhasebe kalemi;

  • Saray da dâhil olmak üzere bütün devlet dairelerinin gelirleriyle masraf hesaplarını tutar,
  • Malî kanun ve nizamnameleri hazırlar,
  • Devlete ait imalât, ihale ve ödemeleri yapar,
  • Para ile ilgili hesapları kontrol eder,
  • Malikâne beratlarını verir,
  • Bir nevi sayıştay vazifesi de görürdü.

Başmuhasebeciler başdefterdarın yardımcısı idi. Başmuhasebecilerin yardımcısı da “başruznamçeci” idi. Başmuhasebeci, geniş salâhiyete sahip bir görevliydi.

Maliye teşkilatında para harcamağa yetkili bütün kalemler baş muhasebeye karşı sorumlu idi. Âmirine başmuhasebeci veya muhasebe-i evvel denirdi. Malikâne halifeliği, zimmet halifeliği, muhalefet halifeliği, adlı üç halifelik ve darphane, mutfak, tersâne, arpa, baruthane, zahire, nüzül ve bina emanetleri malî bakımdan buraya bağlı idi. Zamanla vazifeleri muhtelif şubelere taksim olunarak, teşkilat değişerek bugünkü malî sistem şeklini almıştır. Baş muhasebeci ve maiyeti muayyen maaş almayıp, Tanzimat’tan evvel bütün memurlar gibi onlar da haraçlardan hisse alırlardı.

Baş Bakıkulu

İcraat ve tahsilât işlerinde defterdârın maiyetinde icra memuru olarak beş kişi vardı. Bunlardan biri başbâkıkulu denilen devlet varidatının birinci tahsil memuruydu. Bunlar, hazinenin alacaklarını takip ederler, borcu olup vermeyenleri hapis ve tazyik ile tahsilât yaparlardı.

Cizye Baş Bâkıkulu

Maliyenin ikinci icra memuru cizye başbâkıkulu’dur. Bu da cizye dolayısıyla hazineye borcu olanları takip eder ve cizye gelirlerini iltizâma almış olan mültezimlerinden borcunu ödememiş olanları takip ederdi.

Veznedârbaşı

Maliyenin üçüncü icra memuru hazineye ait paranın tahsilâtı ve ödemelere nezâret eden veznedârbaşı’dır.

Sergi Nâzırı ve Sergi Halifesi

Baş defterdârın icra memurlarından sergi nâzırı ve sergi halifesi’nin vazifesi hâzine işlemlerinin defterini tutmaktı.

Defterdâr Kapısı (Bâb-ı Defterî)

Defterdârlığa ait bütün kayıtlar, defterler, senetler, gelir ve gider cetvelleri ve saire dîvânhânenin yanındaki maliye hazinesinde saklanırdı. Burada eyaletlerden gelen hesaplar sıra ile ayrı ayrı dolaplara yerleştirilirdi. Her dolabın üzerinde eyaletin ismi yazılı idi.

Defterdâr kapısı birçok kalemleri ihtiva ediyordu. Her kalemde hoca tabir edilen kalem şefi ile halife ve kâtiplerle, şakird denilen kâtip adayları vardı. Maliye kalemleri kâtip ve şakirdleri XVI. yüzyılda sınırlı sayıda iken sonraki tarihlerde gittikçe artmıştır.

Hazine

Osmanlı maliyesi, dış hazine (hazine-i âmîre) ile iç (Enderun) hazine olarak esas itibariyle iki kısımdan meydana geliyordu.

Dış Hazine

Dış hazine devletin esas hazinesidir. Devletin bütün gelirleri burada toplanır ve icab eden masraflar yine buradan yapılırdı.

Devlete ait gelirlerin toplandığı ve her türlü mâlî işlemlerin yürütüldüğü hazîne-i âmire’nin sorumluluğu defterdâr ile veziriazamın üzerinde idi.

Hazinenin gelir kalemleri ana hatlarıyla şöyleydi: Tımar sistemine dâhil eyaletlerdeki padişah hasları olarak tesbit gelirler. Her sancak tahririnde sancağın durumuna göre vergi gelirlerinin çoğu padişah hasları olarak ayrılırdı.

Geliri doğrudan merkez hazinesine alınan gelirler; cizye, âdet-i ağnam vergileri ile tuzla, maden, iskele ve liman mukata’aları ve gümrük gelirleridir. Tekâlîf-i dîvâniye denilen ve dîvân-ı hümâyûn tarafından önceleri olağanüstü zamanlarda bilhassa seferlerin finansmanı için konulan fakat XVII. yüzyıldan sonra devamlı alınan vergiler. Sâlyâneli ve sâlyânesiz eyaletlerin merkeze göndermek zorunda oldukları irsaliyeler.

XVII. yüzyıl sonlarında devlete ait toprakların vergi toplama hakkı mültezimler’e satıldı. Yani bu hak mülkiyet olarak verildi. Buna mâlikâne-dîvânî sistemi adı verilir. Bu sisteme gerek görülmesinin sebebi, hazineye daha fazla nakit girişini sağlamaktı. Ancak bu da devletin mâlî sıkıntısını hafifletmeye yetmedi. Devlet adamları mâlî vaziyetteki kötü gidişi durdurmak için çeşitli çarelere başvurdular.

Fakat üretim teknolojisinde bir gelişmenin olmayışı ve sanayi ve ticaretin eski canlılığını kaybetmesi, başarıların sürekli olmasını önledi. Daha da önemlisi uzun süren ve son derece yıpratıcı olan savaşlar yüzünden tedbirlerin devam ettirilmesi mümkün olamadı.

İç Hazine

İç hazine padişahın özel hazinesi idi. Enderûn hazinesi de iç hazinenin bir bölümü idi.

İç hazine, dış hazine için bir yardımcı hazine ve kredi kurumu vazifesi görmüştür. Dış hazine’de para kalmadığı zaman, iç hazine’den borç verilirdi. İç hazinede nakit paranın yanında, çeşitli değerli eşyalar, mücevherat, sikke çubukları vs. bulunuyordu.

İç hazinenin gelir kaynakları, bazı haslar, cizye ve âdet-i ağnam ve diğer bazı mukataa gelirleri, vakıf gelirleri, Mısır eyaletinden gelen vergiler, darphane gelirleri ve çeşitli hediyelerle müsaderelerden elde edilen paralardan oluşuyordu.

Bütçe

Osmanlılarda ilk bütçenin XVII. yüzyıl ortalarında Tarhuncu Ahmed Paşa ile başlamış olduğu zannedilmiş; hatta bu husus orta öğretim ders kitaplarına da girmiştir. Gerçekte ise devletin ilk devirlerinden itibaren bir bütçenin mevcut olduğu arşivlerin incelenmesiyle ortaya çıkmıştır. Ö. L. Barkan, XVI. yüzyılın ilk yarısına ait bilinen en eski bütçeyi yayınlamıştır. Bu bütçeye göre Osmanlı devletinin bir yıl içerisindeki gelirleri toplamı 537 milyon küsur akçedir. Ancak bu rakam sadece tımar sisteminin hüküm sürdüğü bölgelerden elde edilen vergi gelirleri ile merkeze alınan diğer mukataa gelirlerini ihtiva etmektedir. Mısır eyaleti başta olmak üzere sâlyâneli denilen eyaletlerin gelirleri bu bütçede yer almamaktadır.

Modern bütçe anlayışında devletin bir yıl içerisindeki gelirleri ve harcamaları tasarlanır, yani ileriye matuf bir plan söz konusudur. Osmanlı bütçeleri ise, geçmiş bir yıl içerisinde devletin gelirleri ve yaptığı harcamalar bir cetvel halinde gösterilir. Bu yönüyle sene sonu kesin hesap kanunu özelliği taşır.

Defterhâne (Defter-i Hakanî Eminliği)

Başdefterdâr’a bağlı, maliye kayıtlarının tutulduğu Defterhâne denilen ve her dîvân toplantısında veziriazamın koynunda taşıdığı padişah mührüyle mühürlenen ve bir sonraki toplantı gününde açılan bir defter hazinesi bulunuyordu.

Bu büronun başında ise defter-i hakanî emîni adı verilen bir görevli vardı.

Tanzimat’tan sonra buna defter-i hakanî nazırı denmiştir. Bugünkü karşılığı ise Tapu ve Kadastro Genel Müdürlüğü’dür.

XIX. Yüzyılda Maliye Teşkilatı

1826 yılında Yeniçeri Ocağı’nın kaldırılmasından sonra kurulan asâkir-i mansurei muhammediye ordusunun ihtiyaçlarının karşılanması için asâkir-i mansure hazinesi kuruldu ve devletin önemli gelir kaynakları buraya aktarıldı. 1838 yılında ise Maliye Nezareti kurularak devletin maliyeye ait işleri buradan yürütülmeye başlandı. Hazine ve asâkir-i mansure hazinesi’nin yönetimi Maliye Nezareti’ne verildi.

Kırım savaşından sonra da devletin bütün harcamalarının kontrolünü yapan bugünkü sayıştay’ın gördüğü işi gören dîvân-ı muhâsebât kuruldu. Osmanlı devleti ilk defa 1854 yılında dışarıdan borç almıştı. Fakat bu borçlar zamanla ödenemez hale geldi. Bu sebeple 1881 yılında düyûn-ı umumiye (Genel Borçlar İdaresi) kuruldu. Bunun idarecileri yabancılar idi. Ülkenin bir kısım gümrük, tuz, tütün, maden ve tekel gelirleri bu milletler arası kuruluşun idaresine verildi.

İlmiye Teşkilatı

Medrese Teşkilatı

Medrese, Arapça ders okunacak yer, bina mânâsına gelir. Genel olarak İslâm ve Osmanlı memleketlerindeki tahsil müesseselerinin adı olduğu gibi dâr-ül-fünûn yani üniversite yerine de kullanılan bir tâbirdir.

Kurucusu ister bir devlet büyüğü ister sıradan bir vatandaş olsun. her medresenin bir vakfiyesi bulunmakta ve bu vakfiyede medresenin nasıl işleyeceği müderrisinin, talebelerinin ve vazifelilerin özellikleri ve bunların alacağı para belirtilmektedir.

İlk Osmanlı Medreseleri

Bir buçuk asırlık kuruluş döneminde I. Murad, Yıldırım Bayezid, Çelebi Mehmed ve II. Murad’ın iktidar yılları, medrese teşkilatında önemli gelişmelere sahne olmuştur. Sonraki Osmanlı padişahları da Bursa ve Edirne’de çeşitli medreseler yaptırmışlardır. Zamanla Edirne’deki medreseler gelişerek Bursa medreselerinin önüne geçmiştir. Edirne medreseleri Fâtih’in İstanbul’da yaptırdığı Sahn-ı semân medreselerinin açılışına kadar birinciliğini korumuştur. Medreseler müderrislerin yevmiyelerine göre 20’li 40’lı, 60’lı medreseler şeklinde derecelenmiştir. Yani müderrisinin maaşı yüksek olan medresenin derecesi de yüksek demekti.

İlk Osmanlı medreselerinde okutulan dersler arasında gramer, mantık, ferâiz, kelâm, belâgat, fıkıh, hadîs ve tefsir vs. vardır. Sahn-ı semân medreseleri de tefsir, hadîs, fıkıh, kelâm ve edebiyat ağırlıklı olmakla beraber önceki devirlere göre ihtisaslaşma biraz daha artmıştır. Ayrıca sahn-ı seman’a girmeden önce ilk ve orta tahsilde talebe hendese, heyet (kozmografya) ve hesap derslerini görüyordu. Süleymaniye medreseleri açılınca önceki derslere ilaveten tıp, tabiiyat ve riyaziye (matematik) dersleri de verilmeye başlanmıştır. Bundan önce tıp ilmi, dârü’ş-şifa denilen hastanelerde tahsil ediliyordu. İlk Osmanlı dârü’ş-şifası da Yıldırım Bayezid tarafından Bursa’da yaptırılmıştı.

Osmanlı Medreselerinin Tasnifi

Genel Medreseler

Bunlar, İslâmî ilimlerle, İslâm dünyasına dışarıdan giren ilimlerin (ulûm-i dâhile) belirli nisbetlerde okutulduğu medreselerdir. Genel olarak, kadı, müderris ve müftü yetiştirmek maksadıyla tesis edilmişlerdir.

İhtisas (Uzmanlık) Medreseleri

Bunlar doğrudan doğruya ihtisası gerektiren İslâmi ilimlerden birini yahut da ulûm-i dâhileden birini öğretmeyi hedef alan ve o ilmin tahsiline mahsus metodlarla öğretim faaliyetinde bulunan medreselerdir. İhtisas medreselerin başında dârü’l-hadisler gelir. Bunlar Hz. Muhammed’in hadis-i şerifleriyle ilgili ilimleri öğretmek maksadıyla açılmış medreselerdir.

İhtisas medreselerinden diğeri Darü’l-Kurralar’dır. Kur’an-ı Kerim’in doğru okunuşu ile Hz. Peygambere dayanan okuyuş rivayetlerini öğretmek üzere açılmışlardır.

Darü’t-Tıblar ise tıp ilimlerinin ve uygulamasının beraberce öğretildiği medreselerdir. Daha önceleri darü’şşifa olarak anılan bu müesseseler, Süleymaniye külliyesinin kurulmasından sonra Tıp medresesi adını almıştır.

Sahn-ı Semân ve Süleymaniye Medreseleri

Medrese kurumu, Fâtih Sultan Mehmed döneminde önemli gelişmeler gösterdi. Bu dönemde devlet teşkilatında büyük gelişmeler ve değişiklikler meydana geldi. İstanbul’un fethiyle cihan devleti olma yoluna giren Osmanlı Devleti, Fâtih’in karizmatik önderliğinde geniş çaplı kültürel açılımlara da yöneldi. Fâtih, İstanbul’un fethinden sonra bugünkü Fatih külliyesinin bulunduğu yerdeki eski yapıları yıktırıp dümdüz hale getirmişti. Arapçada bu türlü düzlüklere ve geniş sahalara sahn dendiği için bu medreselere sahn medreseleri adı verildi. Burada büyük bir külliye (Fâtih Külliyesi) yaptırdı. Bu külliye cami, hastane, tımarhane, han, ilkokul ve kütüphaneden meydana gelmektedir. Fâtih, sekiz medreseye ilaveten sahn’ın dışarısına sekiz medrese daha yaptırtmıştır. Tetimme denilen bu medreseler sahn medreselerinde okuyacak talebeyi hazırlamak içindi ve bir nevi idadi (lise) mahiyetindeydi. Fâtih külliyesi, bünyesinde yer alan doğrudan eğitim amaçlı üniteleriyle Osmanlı düşünce ve eğitim geleneğinde önceki ve sonraki dönemler için belirleyici bir rol oynamıştır. Fâtih külliyesinde sıbyan mektebinden en üst düzey medreseye kadar dönemin bilgi ve insan yetiştirme kültürü ile bütünleşen akademik amaçlı bir yapılanma göze çarpmaktadır.

Eğitim Dili ve Öğretim Usulü

Medreselerde öğretim dili Arapça idi. Bu İslâm dininin kutsal kitabı Kur’an-ı Kerim ile Hz. Peygamberin sözlerinin Arapça olmasının bir gereği idi.Osmanlılara gelinceye kadar da asırlar boyu Arapça, Müslümanlarca ilim dili olarak kullanılmıştı. Türkçe kısmen, sözlü açıklamalarda ve tartışmalarda kullanılıyordu. Farsça ise ilk defa Damad İbrahim Paşanın yaptırdığı medresede okutulmaya başlandı.

Osmanlı medreselerinin en büyüklerinde bile talebe sayısının 20’ye ulaşmadığı, seviye’ye göre eğitim ve öğretim faaliyetinin yürütüldüğü kitap geçmenin esas alındığı, derslerin sık sık tekrarlarla ve karşılıklı münakaşalarla takrir edildiği ve ders anlatma yöntemleri de uygulanmakla beraber öğretim yöntemi esas olarak ezberciliğe dayanıyordu.

Medreselerin Kadrosu

Vakfiyelerde cemaat adıyla geçen medreselerdeki kadro, vakfiyelerden ve öğrenci kanunlarından anlaşıldığına göre idare, tedris ve hizmet olmak üzere üç sınıftı.

Müderris

Günümüzde profesör karşılığında da kullanılan müderris; belirli bir tahsilden sonra icâzet, mülâzemet ve berât alarak medreselerde ders veren kimselere denilir. Tek dershaneli medreselerde bir, birden fazla dershanesi olan medreselerde her dershane için bir müderris bulunurdu. İlk Osmanlı müderrisi ise Selçuklu kültür havzasında yetişmiş devrin ünlü mutasavvıf ve mütefekkiri Şerefüddin Davud-i Kayserî’dir.

Osmanlı medrese teşkilatında hariç ve dâhil derslerini gören talebe, Sahn-ı semân veya Sahn-ı Süleymaniye medreselerine devam eder ve burayı tamamladıktan sonra icazet alır yani kendisine müderrislik edebileceğine dair diploma verilirdi. Bundan sonra müderris adayı müderrislik veya kadılık almak için sıraya girerdi.

Müderrislere günlük maaşlarının yanında birtakım yan ödenekler de verilirdi. Lojman tahsisi, senenin belirli dönemlerinde yapılan aynî ve nakdî yardımlar, bilhassa külliye bünyesinde yer alan imarethanelerde yemek tahsisi, darüşşifalarda ücretsiz sağlık hizmetleri, medrese vakfına ait tarlalarda ziraî faaliyet imkânları, nihayet emeklilik hakkı, ekonomik ve sosyal nitelikli önemli haklar yelpazesindendir.

Muid

Müderris yardımcısı, müzakereci, okutulan bahisleri, ders bittikten sonra, talebelere tekrarlatan ve genelde daha az kabiliyetli talebelere anlatan kişi idi.

Bugünkü asistan pozisyonundadır. Bunlar talebelerle aynı yerde oturmaktadırlar. Muidler aynı zamanda öğrencilerin disiplini ile de meşgul olmaktadırlar. Sahnı seman muidlerinin ise bu görevlerine ilaveten Tetimme medreselerinde öğrencilere ders verdikleri görülmektedir. Osmanlı medreselerinde muid, müderris namzedi demekti.

Talebeler

Medrese talebelerine tarih boyunca talib, fakih, mülazim, talebe, tüllab, danişmend, suhte, softa ve müsteid gibi isimler verilmiştir. Bu kelimelerden her birisinin yerine diğeri kullanılmakla beraber sıbyan mektebi talebelerine sadece talebe, yüksek seviyelerdeki medrese talebelerine de danişmend denilmektedir. Osmanlı medreselerinde talebelerin Sıbyan Mektebini bitirerek veya o seviyede hususi bir öğretim görerek medreselere girdikleri anlaşılmaktadır.

Medrese vakfiyeleri gereğince müderris, vakfiye şartlarına uygun öğrenci seçme yetkisine sahiptir.

Medreseye müracaat eden öğrencinin yaş itibariyle 14-30 yaş arasında olması, 14 yaşından küçük, 30 yaşından büyük olanların medreselerin herhangi bir eğitim kademesine alınmaması genel teamüldür. Medrese tarihi boyunca yatılı sistemle faaliyet göstermiştir.

Medresenin merkezinde eğitim ve öğretim faaliyeti için ayrılan bir dershane veya oda bulunur. Öğrencilerin barınma ihtiyaçları için hücre denen yatakhaneler, yemeiçme ihtiyaçlarının karşılandığı imaret denen yemekhaneler bulunurdu. Talebenin yeme-içme giyinme, barınma ve harçlık gibi ihtiyaçları medrese vakfınca karşılanırdı.

İdare ve Hizmet Kadrosu

İdare kadrosu, mütevelli ve ona bağlı kâtib, câbî (vakıf gelirlerini toplayan), câbî kâtibi, mutemed ve noktacı gibi memurlardan oluşuyordu. Hizmetli kadrosunu ise genellikle hâfız-ı kütüb (kütüphaneci), bevvâb (kapıcı), ferrâş (temizlikçi), kennâs-ı helâ (tuvalet temizleyicisi), sirâci (kandilci) gibi elemanlar meydana getiriyordu.

Medreselerin Gerilemesi ve Bozulması

16. asrın sonlarına doğru medrese kurumunda bazı aksaklıklar görülmeye ve bu arızalar hızla artmaya başladı.

Medresenin bozulması hep medreselilere yüklenir. Aslında ilk defa bozmaya çalışan idareciler, saray ve padişahtır. Buna örnek olarak II. Bayezid kendi kullarından birini usulsüz olarak sahn-ı semân’a müderris yapmak istemiş, kazasker bu şahsın burada müderrislik yapacak ilminin olmadığını söyleyerek karşı çıkmış fakat yine de padişahın emri ile adı geçen şahıs bir alt derecedeki medresede liyakatsiz olmasına rağmen müderrisliğe başlatılmıştır.

Medreselerin bozulmasının esas sebeplerinden birisi düşünceyi faaliyete getirecek olan matematik, kelam ve felsefe (hikemiyat) gibi akli ilimlerin terk edilerek, bunların yerine tamamen nakli ilimlerin geçmesidir. İkinci sebep mülazemet usulünün bozulmasıdır.

Müderrislik kadrolarına atanabilmek için mülazemet usulüne göre, bir bekleme döneminden geçerlerdi. Bu bir çeşit staj dönemi idi. Zamanla bu yol kötüye kullanıldığı gibi, müderris olmak için medreseyi bitirme şartı da aranmaz oldu.

İlmiye sınıfındaki bozukluk sebebiyle XVII. ve XVIII. yüzyıllarda devirlerinde medreselerin ıslahı ile ilgilenilmiş ise de fazla başarı sağlanamamıştır.

XIX. yüzyılda Sultan II. Mahmud’la başlayan modernleşme döneminde medreseler kaldırılmadı fakat ıslahı yönünde bir şey de yapılmadı. Bunun yerine Batı tarzında mektepler açılması yoluna gidildi.

İlmiye Sınıfı

Şeyhülislâmlık Kurumu

Şeyhülislâm, IX. Yüzyılda ortaya çıkan ve fetva ile şöhret kazanmış veya çok sayıdaki fakihin tasvibini almış olan fıkıh âlimlerine verilen bir şeref unvanıdır. Osmanlılarda bu unvan padişah tarafından atanan başkent müftüsü’ne verilmiştir. Osmanlı Devleti’nde ise ilk şeyhülislâm, II. Murad zamanının meşhur ulemâsından Molla Fenarî’dir.

Şeyhülislâmın görevi, Müslümanların şer’î konularda veya dinle ilgili diğer mevzularda karşılaştıkları meselelere çözüm bulmak, sorulan suallerle ilgili dinin görüşünü açıklamaktı. Ancak teoride böyle olmakla beraber, şeyhülislâmlar örf, âdet ve geleneklerle ilgili hususlarda da fikir beyan ettikleri gibi, kiliselerdeki seçim ihtilaflarını halletmek konusunda bile fetvalar vermişlerdir. Şeyhülislâm görüşünü yazılı olarak açıklardı ki, buna fetvâ denilirdi.

Mühim devlet işlerinde de şeyhülislâmın fikir ve düşüncelerinden istifade edilirdi. Harp ilan edilmesi, barış yapılması, ıslahat uygulanması, idarî, malî, askerî ve sosyal alandaki düzenlemeler hakkında görüşü alınırdı. Bunlardan başka şeyhülislâmlar zaman zaman yürütme işlerine de müdahale etmişlerdir. Bilhassa XVII. yüzyılda küçük yaşta padişahların tahta geçtiği zamanlarda başlıca karar mercii durumuna gelmişlerdir.

XIX. yüzyılda şeyhülislâm hükûmet (heyet-i vükelâ) üyesi oldu. Ancak bir süre sonra bu duruma son verildi. Şura-yı devlet’in kurulması (1839) ve Tanzimat’la birlikte başlayan lâikleşme cereyanıyla birlikte de şeyhülislâmın nüfuz ve otoritesi azaldı. Yargı konusunda adliye nezaretinin kurulması (1879) şeyhülislâmın yetki alanı daralttığı gibi, eğitim alanında, medreselerin idaresinin maarif nezâreti’ne verilmesi ile de dünyevî yetkilerinin çoğunu kaybetmiş oldu.

Kadıaskerler

Kadıaskerler adliye teşkilatının yürütücüsü olarak ilmiye sınıfı içerisinde önemli bir yere sahiptiler. Divan’da hukuk ve adlî meselelere baktıkları gibi çeşitli ilmî konularda da görüşlerine başvurulurdu. Bu sebeple ulemâ sınıfının şeyhülislâmdan sonra en önemli iki şahsiyeti Anadolu ve Rumeli kadıaskerleriydi. Terfi ederlerse şeyhülislam olurlardı.

Müderrisler

Müderris medresede ders veren demektir. Bugünkü üniversite profesörleri ile mukayese olunabilir. İlmiye sınıfı mensupları arasında yan geçiş söz konusu idi. Yani kadılıktan müderrisliğe, ya da müderrislikten kadılığa veya müftülüğe geçilebilirdi.

Nakibü’l-eşrâf

Bazı kazâlarda Hz. Peygamberin soyundan gelen seyyid (Hz. Hüseyin’den gelenler) ve şeriflerin (Hz. Hasan’dan gelenler) işleriyle uğraşmak, onların özlük haklarını korumak ve şecerelerini (soy kütüğü) kontrol ve takip etmekle vazifeli ilmiye teşkilatı içerisinde bir de nakibü’leşraflık makamı vardı.

İlk nakibü’l-eşrâf Yıldırım Bayezid zamanında tayin olunmuştur. Fâtih zamanında bir ara kaldırılmış ise de oğlu II. Bayezid devrinde tekrar ihdas olunmuş ve ondan sonra son devirlere kadar devam etmiştir. Sâdât’dan (seyyidler) olan kişilerin getirildiği bu makama atama işlemlerini bizzat sadrazam yapardı.

Padişah Hocaları

Şehzadeler belirli bir yaşa gelince onlara ulemânın önde gelen şahsiyetlerinden bir hoca tayin olunurdu. Tahta geçtikleri takdirde de bu şahıs padişah hocası (hâce-i sultanî) unvanını alırdı. Bilinen ilk padişah hocası Çelebi Mehmed’in hocası olan Sofu Bayezid’dir. En çok hocası olan padişah da Fâtih Sultan Mehmed’dir.

Fâtih kanunnâmesinde padişah hocaları şeyhülislâmla aynı derecede tutulmuş ve protokolde, veziriazamın üstünde bir yer öngörülmüştür.

Kadılar

Padişah yargı yetkisini kadılar vasıtasıyla kullanırdı. Doğrudan padişah fermanıyla atanan kadılar’ın özlük işlerini, kadıaskerler yürütürdü. Fakat kadı, padişah yani devlet adına hüküm verirdi. XVI. yüzyılda Osmanlı devleti iki binden fazla kazâ’ya ayrılmıştı. Kadı, kazânın en büyük ve en önemli âmiri idi. Yargı görevinin dışında, mülkî, beledî, askerî, mâlî ve noterlik konularında da geniş yetkilere sahipti. Kadılar, en yüksek dereceli medreselerden mezun olurlardı.

Kazâ Müftüleri

Her kazâda şeyhülislâm tarafından atanmış bir müftü bulunuyordu. Başkentte şeyhülislâmın görevini kazâlarda müftüler yapıyordu.

Müftülük, başkentteki şeyhülislâm gibi, kazâlarda halkın sadece dinî değil, sosyal, ekonomik, idarî ve hukukî konularda karşılaştıkları problemlerle ilgili olarak sık sık başvurdukları bir makamdı.

Kadı, nakibü’l-eşrâf ve müftü taşrada ilmiye ve adliye teşkilatının en büyük üç otoritesi idi.

İmam, Müezzin ve Vâizler

Osmanlı ülkesinin en küçük yerleşme merkezlerine kadar her yerde mevcut olan cami ve mescidlerde dini hizmet görenler de ilmiye mensuplarıydı. Medresenin ilk ve orta basamaklarından mezun olanlar imamlık, müezzinlik, cüzhanlık (Cüz okuyan), aşirhanlık (aşir okuyan) gibi hizmetlere atanırlardı. Bilhassa hatiplik ve vaizlik vazifeleri medrese tahsili görmüş olanlara verilirdi. İmamlar köy ve mahalle câmilerinde dinî hizmetleri yürüttükleri gibi muhtarlık da yaparlardı.

İlmiye Sınıfının Teftişi ve İstihdam Sahaları

Osmanlılarda ilmiye sınıfının kontrolü, medreselerde ve camilerde, vakfiyelerinde bulunan, mütevelli, nazır ve noktacılar, kaza teşkilatında kadı müfettişler tarafından yapılırdı. Ayrıca gerekli hallerde yüksek seviyelerdeki müderrislerin, bilhassa evkâfı kontrol için müfettiş tayin edildikleri bilindiği gibi, kadılarında bölgelerinde bulunan ilmiye mensubunu teftiş ettikleri görülmektedir. Osmanlı Devlet teşkilatında ilmiye sınıfı, ilmî, dinî, idârî ve askerî birçok sahalarda istihdam edilmişlerdir. Medreseyi bitirenlerden kadılığı isteyenler, mülâzemetten sonra en aşağı seviyedeki bir kadılığa tayin olunurlardı.

İlmiyenin diğer hizmet yolu müftülüktü. Osmanlı devlet teşkilatının ilk devirlerinde müftülük, kadılık ve müderrislik tek şahısta toplanırken sonraları hudutların genişlemesine paralel olarak bu üç vazife birbirinden ayrılmıştır. Müderrislerden yükselerek dâhil ve sahn pâyelerine yükselmiş olanlar, gerektiğinde nişancı olabilirlerdi. Defterdarlık da sık sık ilmiyeden olanlara verilirdi.

Osmanlı Adliye Teşkilatı

Osmanlı Hukuku ve Tarihî Gelişimi

Osmanlı devletinde hukuk üç ana temele dayanıyordu: İslâm hukuku (şeri’at), örfî hukuk ve feth edilen bölgelerde daha önceden bir şekilde konulmuş olan kanun ve nizamlar. Osmanlı idaresi, şer’î hukuku, temel hukuk sistemi olarak kabul etmişti. Şer’î hukuk’un kaynakları ise Kur’ân, hadisler, toplumun benimsediği görüşler (icma) ve İslam hukukçularının uygulamaları (kıyas) idi. Örfî hukuk ise, Türk toplumu arasında Orta Asya’dan beri yaşayıp gelen âdet ve geleneklere dayanıyordu. Özellikle kamu hukuku alanında örfî hukukun ön plana çıktığı görülmektedir.

Hukukun temel kaynaklarından biri şeri’at olmakla beraber Osmanlı devletini klâsik anlamda bir şeri’at devleti olarak vasıflandırmak yanlış olur. Uygulamada örfî hukukun daha ağır bastığı görülmektedir. Bulunduğu coğrafyada tamamen hususî şartlar altında gelişen Osmanlı devleti, şeri’atle birlikte onun dışında bir hukuk nizamı geliştirmiştir.

Hukukun düzenlenmesi yetkisi nazarî olarak padişaha aitti. Şeri’at da idarî, askerî ve mâlî konularda padişaha kanun koyma yetkisini tanıyordu. Padişah, İslâm hukukunun temel prensiplerine ters düşmemek kaydıyla istediği kanunu çıkarabilirdi. Uygulamada ise şeyhülislâm başta olmak üzere, kadıaskerler ve hukukî konuları iyi bilen ulemâ, padişaha kanun koyma konusunda yardımcı olurlardı. Çeşitli konularda meydana getirilen kanun ve nizamlara kanunnâme adı verilirdi. Bunlardan ilk önemli kanunnâme’yi Fâtih Sultan Mehmed yapmıştır ki, Fâtih kanunnâmesi olarak bilinir. Yavuz Sultan Selim ve Kanunî Sultan Süleyman’ın da kendi adlarıyla anılan kanunnâmeleri vardır.

XIX. yüzyılda Osmanlı hukukunun kaynakları arasına Batı hukuku da girdi. Tanzimat ve ıslahat fermanları’nda Batı hukukunun tesiri açıkça görülür. Ayrıca yeni kanunlar hazırlanmasında şeri’at’e ve örf’e dayanan eski hukukun yanında Batı hukukuna ait unsurlardan da faydalanılmıştır. Özellikle kanun-ı esasî’de bu durum kendini açıkça ortaya koymaktadır

Tanzimat dönemi devlet adamları, ortak bir kanunlar külliyatı meydana getirmeye çalıştılar. Bunlar arasında 1840 ve 1851 ceza kanunları, 1858 tarihli arazi kanunu ile 1863 tarihli deniz ticaret kanunu sayılabilir.

XIX. yüzyılda, klâsik dönemdeki kadıaskerlik kurumu kaldırılarak yerine, önce nezâret-i deâvi, daha sonra adliye nezareti kuruldu (1870). 1878 yılında ise hâkim ve savcı yetiştirmek üzere mekteb-i hukuk (Hukuk Fakültesi) açıldı

Adliye Teşkilatı

İlmiye sınıfının belli başlı üç görevi vardı: Eğitimöğretimin sürdürülmesi, dinî, sosyal, idarî ve askerî konularda dinin görüşünün açıklanması ile idarî ve adlî hizmetlerin görülmesi. Şimdi bunlardan adliye teşkilatının işleyişini ele alalım.

Kadıaskerler Osmanlı adlî teşkilatının başında kadıasker vardı. Önceleri bir kadıasker varken Fâtih devrinde Rumeli ve Anadolu kadıaskerliği olarak ikiye çıkarılmıştır. Rumeli tarafındaki ilmiye sınıfına ait bütün işler Rumeli kadıaskerliğince, Anadolu tarafındakiler de Anadolu Kadıaskerliğince yürütülürdü. Rütbece Rumeli kadıaskeri yüksekti.

Kadıaskerler dîvân (hükûmet) üyesi idiler. Dîvân’da görüşülen hukukî konularda söz sahibi idiler ve onların reyi kesindi. Kazâ mahkemelerinde halledilemeyen davalar dîvân’da kadıaskerler tarafından karara bağlanırdı.

Divân esas itibariyle yürütme organı olmakla beraber aynı zamanda en üst yargı organı idi.

Kadı ve Nâip Kadı, kazâ idaresinin başı olup, mutlaka yüksek dereceli bir medreseyi bitirmiş ve belli müddet Edirne, Konya, Sivas, Bağdat gibi büyük şehirlerde “dânişmend” (stajyer) olarak hizmet görmüş kişiler arasından tayin olunurdu. Kadı, görevine ancak iki sene müddetle atanabiliyor, iki yıl sonunda İstanbul’a giderek “mülâzemette” (maaşsız hizmette) beklemesi gerekiyordu.

Kadıların askerî, malî, beledî ve örfî olarak birçok yetkileri bulunmakla beraber asıl görevleri yargı ile ilgiliydi. Hukukî açıdan kadı, şer’î mahkemenin reisiydi. Kadı’nın mahkeme işlerinde yardımcısı olan bir kısım memurlar da mevcuttu ki, bunların başında “nâip” geliyordu.

Bundan başka kadıya yargı işlerinde yardımcı olan subaşı, muhzırbaşı ile emrinde muhzırlar, asesbaşı ve asesler, mukayyid vs. gibi görevliler vardı.

Kadı bulunduğu kazâda asayişin temininden sorumludur. Bunu subaşı ve asesler vasıtasıyla yürütür. Kadı’nın hükmünü ancak dîvân-ı hümâyûn bozabilirdi. Bu sebeple kadı’nın verdiği kararı beğenmeyenler dîvân’a başvurabilirlerdi.

Tanzimat’tan Sonra Hukuk Alanındaki Değişmeler ve Adliye Teşkilatı

1839 yılında ilan edilen Tanzimat fermanı Osmanlı İmparatorluğu için yeni bir dönemin başlangıcı kabul edilir. Bu dönem esas itibariyle vak’a-i hayriye denilen yeniçeri ocağının kaldırılmasıyla başlar. Sultan II. Mahmud bu olaydan sonra modernleşme çalışmalarına hız vermiş ve bütün devlet teşkilatını Avrupa örneğine göre değiştirmeye başlamıştır.

Tanzimat’la birlikte Osmanlı hukukun kaynakları arasına Batı hukuku da girmiştir. Ancak eski hukuka ait kaynaklar derhal terk edilmemiş, şer’î ve örfî hukuk Batı hukuku ile sentezlenerek kanunlaştırma çalışmaları başlamıştır.

II. Mahmud döneminde ıslahat hareketlerinin gerektirdiği yeni nizamnameleri hazırlamak, memurların muhakemesiyle meşgul olmak üzere 1837 yılında Meclis-i Ahkâm Adliye adıyla bir meclis kuruldu. Tanzimat’tan sonra işlerin çoğalması sebebiyle 1854 yılında kurulan Meclis-i âlî-i Tanzimat ve Meclis-i ahkâm-ı adliye birleştirilerek yine Meclis-i Vala-yı Ahkâm-ı Adliye adı altında bir meclis oluşturulmuş ve bu meclis idare, tanzimat, adliye adlarıyla üç kısma ayrılmıştır. İdare kısmı mülkî ve malî işlerle, tanzimat kısmı kanun ve nizamnamelerin tedkik ve düzenlenmesiyle, adliye kısmı da bazı davalarla meşgul olmuştur. 1867 tarihinde bu meclis tekrar Divan-ı ahkâm-ı adliye ve Şura-yı devlet olmak üzere iki kısma ayrılmıştır. Birincisi bugünkü Yargıtay’ın görevini yerine getiren en üst temyiz mahkemesi diğeri de bugünkü Danıştay’ın vazifelerini üstlenen idari yargı organı idi.

1863 yılında ise bugünkü Sayıştay’ın görevini üstlenen Divân-ı muhasebât adıyla bir üst yargı organı teşkil edildi. Bu dönemde ünlü tarihçi ve hukukçu Ahmed Cevdet Paşa bir hukuk şaheseri kabul edilen Mecelle-i ahkâm-ı adliyye (kısaca Mecelle) adlı medenî kanunu hazırlamıştır. Batı hukuku ile Osmanlı hukukunun sentezi olan bu eser 1926 yılına kadar yürürlükte kalmıştır. Bu çerçevede şer’î mahkemelerin yetki alanı daraltılarak, Batı tarzında yeni mahkemeler kurulmuştur. Böylece 5 çeşit mahkeme ortaya çıkmıştır:

Nizamiye Mahkemeleri

Bunlar genel mahkemelerdi. Şer’î mahkemeler ile cemaat, konsolosluk ve ihtisas mahkemesi olan ticaret mahkemelerinin görev alanı haricindeki bütün davalar bu mahkemeler tarafından görülüyordu.

Şer’iyye Mahkemeleri

Tanzimat’tan sonra şer’iyye mahkemelerinin görev alanı daraltıldı. Kadılar askerî, malî, beledî görevleri kaldırıldığı gibi yargıç olarak da yetkileri sınırlandı. Sadece evlenme, boşanma, nafaka ve miras meselelerine bakmaya başladılar.

Ticaret Mahkemeleri

1840 yılında ticarî davalara bakmak üzere Ticaret nezâretine bağlı bir Ticaret Mahkemesi kuruldu. Bu mahkeme devletçe tayin olunan bir reis ve iki üye ile tüccarın seçtiği dört üye olmak üzere toplam yedi üyeden meydana geliyordu. 1910 yılında kaldırılan bu mahkemeler bir nevi uzmanlık mahkemeleri idi.

Cemaat Mahkemeleri

Osmanlı imparatorluğu içerisinde yaşayan gayrimüslim teb’anın kendi toplulukları içindeki davaların görüldüğü mahkemeler. Bu mahkemelere Hıristiyan cemaatlerinde kilise teşkilatının başındaki patrik veya onun tayin ettiği papazlar; Yahudiler’de ise hahambaşı denilen yine dinî liderler başkanlık ederlerdi.

Konsolosluk Mahkemeleri

Bu mahkemeler yabancı devlet teb’ası olup Osmanlı devleti içerisinde bulunan kimselerin kendi aralarındaki davalara bakardı.

Osmanlı İmparatorluğu’nda Anayasalı Dönem: 1876 Kanun-ı Esâsî’si

Osmanlı İmparatorluğu 1876 yılında Teşkilat-ı Esasiye kanunu da denilen kanun-ı Esasî’yi yani ilk anayasayı yürürlüğe koydu. Bu anayasa ile devlet Meşrutiyet rejimine geçmiş oluyor; taçlı bir demokrasi haline geliyordu. Kanun-ı Esasî çerçevesinde seçimler yapıldı ve ilk Osmanlı Meb’ûsân Meclisi açıldı. Ancak Sultan II. Abdülhamid meşrutiyet rejimine karşıydı. Bu sebeple 1877 yılında başlayan Osmanlı-Rus savaşını gerekçe göstererek Meclisi kapattı. Kanun-ı esâsî’yi kaldırmadı ama 30 yıl da uygulamadı. Devleti mutlak bir monarşi ile yönetti. Siyasi hürriyetlerin aşırı derecede kısıtlanması ve basına sansür konulması aydınlar arasında büyük bir tepki yarattı. İllegal (kanundışı) olarak örgütlenen muhalefet, aydınlar ve özellikle subaylar arasında taraftar buldu. 1880’lerde gizli olarak kurulan İttihat ve Terakki Cemiyeti bu muhalefetin başını çekiyordu. Rumeli’deki üçüncü ordu subayları arasında geniş bir taraftar grubu kazandı. Sonunda bu cemiyetin baskısı ile Sultan II. Abdülhamid meşrutiyeti tekrar yürürlüğe konacağını ilan etti. 1908’den sonra başlayan bu döneme II. Meşrutiyet devri denilir. Bu dönemde kanun-ı esâsî gereğince seçimler yapıldı ve Meclis-i meb’ûsân toplandı. Anayasada bazı değişiklikler yapılarak daha demokratik bir rejim kurulmaya çalışıldı. Basından sansür kalktı. Çeşitli siyasî partiler kuruldu. Fakat 23 Ocak 1913’te Enver Paşa’nın Bâbıâlî baskını adıyla tarihe geçen hareketi ile meşrutiyet rejimi İttihat ve Terakki diktatörlüğüne dönüştü.


Yukarı Git

Sosyal Medya'da Paylaş

Facebook Twitter Google Pinterest Whatsapp Email