Hukuk Sosyolojisi Dersi 1. Ünite Özet
İnsan, Toplum, Sosyoloji Ve Hukuk
- Özet
- Sorularla Öğrenelim
Sosyal Bir Varlık Olarak İnsan
Aristoteles “Politika” isimli ünlü eserinin başında insanın doğası gereği “siyasal hayvan (zoon politikon)” olduğunu iddia eder. Bununla kastettiği şey onun doğası gereği tek başına değil hemcinsleriyle birlikte yaşayan, topluluklar, şehirler ve devletler kuran sosyal bir varlık olmasıdır. Yunan düşünürden çok fazla etkilenen Orta Çağın önemli din adamlarından ve düşünürlerinden olan Thomas Aquinas da insanın sosyal bir varlık olması konusunda Aristoteles ile hemfikirdir. Sosyolojinin kurucusu kabul edilen İbn Haldun’un insana bakışı Aristoteles ve Thomas Aquinas’tan farklı değildir. Ünlü eseri “Mukaddime”de insan için sosyal bir hayat yaşamanın doğal bir ihtiyaç olduğunu, beslenme ve güvenlik gibi gereksinimlerini karşılayabilmek için hemcinsleriyle yardımlaşması gerektiğini ileri sürmüştür. Aynı şekilde, insanların devlet öncesi dönemde “doğa durumunda(state of nature)” yaşadıkları varsayımından hareket eden sosyal sözleşmecilerden John Locke da insanın doğası gereği/doğuştan sosyal olduğunu kabul eder. O’na göre insan, hiç kimsenin diğerlerinden daha fazla iktidar ve yetkiye sahip olmadığı, herkesin aynı tür ve sınıftaki yaratıklar olarak aynı doğal avantaj ve yeteneklere sahip olduğu doğa durumunda, doğa yasalarının çizdiği sınırlar içinde, tam bir eşitlik ve özgürlük durumunun söz konusu olduğu sosyal bir hayat yaşar. Genel kabul bu olmakla birlikte insanın her zaman sosyal davranmadığını söyleyenler de vardır. İbn Tufeyl ve Jean Jacques Rousseau buna örnek olarak verilebilir. İbn Tufeyl’in “Hay bin Yakzan”ı ve Rousseau’nun “yabanıl insan”ı doğada hemcinsleriyle değil tek başına yaşayan, temel ihtiyaçlarını karşılayabilen mutlu insanlardır. Bu bakış açısı ile her iki düşünür, hayatta kalabilmesi ve temel ihtiyaçlarını karşılayabilmesi için hemcinslerine ihtiyaç duyan sosyal insan anlayışından uzaklaşır. Hatta Rousseau “İnsanlar Arasında Eşitsizliğin Kökeni” isimli eserinde doğa durumuna gönderme yaparak “gerçekte bu ilkel durumda niçin bir insanın bir başka insana bir eşeğin ya da kurdun kendisi gibi bir yaratığa gereksindiğinden daha çok gereksindiğini imgelemek olanaksızdır” iddiasında bulunarak bu düşüncesini açıkça ortaya koyar. Ancak bu iddiasına rağmen Rousseau aynı eserinde insanların “Zayıfları zulümden kurtarmak, hırslıları durdurmak ve herkese ona ait olanın iyiliğini sağlamak için birleşelim… güçlerimizi kendimize karşı çevirmek yerine, onları bizi bilge yasalara göre yöneten, birliğin tüm üyelerini koruyan, ortak düşmanları püskürten ve bizi bir uyum içinde tutacak olan üstün bir iktidar içinde toplayalım.” diyerek bir araya geldiğini, toplum ve yasaları oluşturarak kötü de olsa sosyal bir hayat yaşadığını kabul eder. Aynı şekilde elli yıl bir adada tek başına yaşayan Hay bin Yakzan da sonunda hemcinsi olan Absal ile tanışır ve birlikte bir hayat sürerler. İnsanın sosyal bir kapasitesinin olduğu ampirik verilerle de desteklenebilecek bir durumdur. Dünya üzerinde insan yaşamını gözlemlediğimizde onun bu sosyal yönü çok net biçimde kendini ortaya koymaktadır. Çünkü insan küçük istisnalar dışında yaşadığı her yerde toplu olarak, birbirine bağımlı, çeşitli grupların oluşturduğu büyük bir ilişkiler ağıyla kuşatılmış durumdadır. İnsanın olduğu her yerde karşımıza çıkan sosyal yaşam, sosyal kurumlar, sosyal ilişkiler, davranış kalıpları, sosyal süreçler ve kültür onun bu kapasitesinin dışavurumundan başka bir şey değildir.
Toplum
Sosyal bir kapasiteye sahip olan insan, toplum olarak adlandırılan bir çevre içerisinde doğar, yaşar ve ölür. Toplum içinde yaşamını sürdüren insan, hayatı boyunca hemcinsleriyle ilişki içindedir. Her şeyden önce insanın dar ya da geniş bir ailesi vardır ve bu aile içerisinde yer alan dedesi, ninesi, anası, babası, kardeşleri ve diğer akrabalarıyla sürekli ilişki halindedir. Bununla birlikte komşuları, köylüleri, hemşerileri, dindaşları, akranları, arkadaşları, meslektaşları gibi insanlarla da sosyal, kültürel, ekonomik, ahlaki, dini ve hukuki geçici ya da sürekli ilişkiler kurar. Gelişigüzel nitelikte olmayan bu ilişkiler insanlara çeşitli ödevler yükler ve yetkiler verir. Toplum halinde yaşayan insanların yerine getirmek zorunda oldukları ödevleri ve kullanacakları yetkileri belirten kurallara sosyal düzen kuralları denir.
Sosyal düzen kuralları;
- din kuralları,
- ahlak kuralları,
- görgü kuralları,
- örf ve adet kuralları ve
- hukuk kuralları
olmak üzere beş başlık altında incelenmektedir. Sosyal düzen kuralları borcunu öde, komşunla iyi geçin, hırsızlık yapma, yalan söyleme, annene iyi davran, yetimi koru, zayıflara yardım et, hayvanlara zulmetme, israf etme, öldürme, işini iyi yap gibi bir emir veya yasağı ifade eder. Toplum halinde yaşama zorunluluğundan doğan, bireylerin hareket serbestliklerini, yani özgürlüklerini kısıtlayan bu kurallar yaptırım denilen, bazı tepkilerle donatılmıştır. Bu yaptırım, toplumsal düzen kuralının niteliğine göre değişir. Dinin emirlerine uyulmamasında cehennem korkusu, ahlak kuralına aykırı davranılmasında vicdan azabı, görgü kurallarının görmezden gelinmesinde ayıplanma ve kınanma, örf ve adet kurallarının yok sayılmasında dışlanma hatta dövülme şeklinde kendini gösteren bu yaptırım hukuk kurallarının ihlal edilmesinde hapis, el kesme, kırbaç, ölüm cezası olarak karşımıza çıkmaktadır. İnsanın sosyal kapasitesinin sonucu olan ve yaptırımla desteklenen çeşitli kurallarla düzenlenen toplumsal hayat, İbn Haldun tarafından “umran”, Saint Simon tarafından “sosyal fizyoloji” ve Auguste Comte tarafından “sosyoloji” olarak isimlendirilen bilim tarafından incelenmektedir. Sosyoloji, toplumu oluşturan insanlar ve gruplar arasındaki ilişkileri, davranış kalıplarını, sosyal süreçleri ve kültürü ayrı ayrı inceler; bunların birbirleriyle ve toplumsal yaşamın tümüyle olan karşılıklı bağımlılık ve etkileşimini irdeler. Kısaca sosyoloji “sosyal olguları ve eylemleri” inceler.
Sosyal Olgu
Sosyolojinin ilk kuramcılarından olan Emile Durkheim’a göre, sosyoloji esas olarak sosyal olgularla ilgilenmelidir. Bu nedenle “Sosyolojik Metodun Kuralları” adlı çalışmasında yönteme ilişkin olarak çözülmesi gereken ilk sorunun sosyal olguların, sosyal olmayan olgulardan ayrılarak belirlenmesi olduğunu söyler. Durkheim diğer olgularla sosyal olguyu ayırmada şu iki ölçütü kullanır:
- Sosyal olgu, sosyal yaşama bağlı olarak, bireysel bilincin dışında ortaya çıkar ve birey dünyaya geldiğinde onları hazır bulur. Durkheim bu durumu şöyle ifade eder: “Kardeşlik, eşitlik ya da yurttaşlık görevlerini yaptığım ve taahhütlerimi yerine getirdiğim zaman, benim ve fiillerimin dışında, hukukta ve gelenek ve göreneklerde belirlenmiş olan ödevleri yerine getirmekteyim. Bu ödevler kendi öz duygularımla uyum halinde bulunsa ve onların realitesini içimden hissetsem bile, bu realite nesnel olmaktan geri kalmaz, çünkü onları ben meydana getirmedim, eğitimle benimsedim… Tıpkı bunun gibi, mümin kimseler de, dinsel yaşayışlarına ilişkin inanç ve pratikleri dünyaya gelişlerinde hazır olarak bulurlar…”
- Toplumsal olgular kendilerini zorla kabul ettirirler: Birey; eş, kardeş, mümin, yurttaş olarak bazı görevleri yerine getirirken ya da yaptığı bir sözleşmenin gereklerine uygun davranırken, kendisinin dışında belirlenmiş bulunan ahlak, din, hukuk ve örf ve adet kurallarının ya da diğer sosyal kontrol araçlarının öngördüğü yükümlülüklere boyun eğmiş olmaktadır. Tüm bu sayılanlar bireyin onları isteyip istememesinden bağımsız olarak varlıklarını dayatırlar. Başka bir ifadeyle birey kendi bilinciyle kurmadığı bu çerçevelerin içinde ve bu çerçeveler tarafından gösterildiği biçimde davranmaya zorlanır. Birey bunlara direndiğinde söz konusu çerçeveler kendilerini teyit eder. Örneğin, hukuk kuralları ihlal edilmeye kalkışıldığında, eğer henüz zaman varsa eylemi engelleyecek tarzda, eğer eylem gerçekleştirilmiş fakat düzeltilebilir nitelikteyse onu geçersiz sayarak, yok eğer eylem düzeltilemeyecek şekilde gerçekleştirilmişse cezalandırıcı bir tepkiyle karşılık verilir. Hukuk dışındaki durumlarda da bu zorlayıcı güç daha az şiddetli olmakla birlikte, var olmaktan geri kalmaz. Bu kurallara aykırı davranıldığı anda ayıplama, alay, dışlanma gibi yaptırımlar anında devreye girer. Durkheim bu zorlayıcı koşulların çocukların yetiştirilme tarzlarına bakıldığında kolaylıkla görülebileceği söyler. Çocuğun eğitimi, ona sürekli kendiliğinden erişemeyeceği belirli bakış, duyuş ve davranış biçimleri aşılamaktan başka bir şey değildir. Çocuk yaşama gözlerini açtığı andan itibaren, belirli saatlerde yemeye, içmeye, uyumaya, kendini temiz tutmaya, başkalarını hesaba katmaya, çalışkan olmaya, toplumsal kurallara uymaya zorlanır. Tüm bu süreç içerisinde “zorlamanın” giderek daha az hissedilmesi ya da hiç hissedilmemesi, çocuk için bunların bir alışkanlığa, bir iç benimsenmeye dönüşmesi nedeniyledir. Bu benimsemenin kaynağında ise bir önceki dönemin zorlayıcılığı yatmaktadır. Şu halde; “topluluk yaşamına bağlı olarak ortaya çıkan(toplumsal yaşam olmasaydı varlık kazanamayacakları öngörülebilen) ve bireye dış bir zorlayıcılık uygulayabilen, katılaşmış olsun ya da olmasın her yapma biçimi(inançlar, eğilimler ve uygulamalar) bir sosyal olgudur.”
Dukheim’ın bu yaklaşımıyla sadece sosyal olan ile olmayan arasında bir ayrım yapmamıştır, aynı zamanda sosyolojinin esas ilgi alanını sosyal olgulara indirgemiştir. O’na göre sosyolojik yöntemler tek tek eylemlerin incelenmesinden ziyade, eylemleri şekillendiren sosyal olguların incelenmesinde kullanılmalıdır. Oysa sosyoloji sosyal olguların yanında sosyal eylemleri de inceleyen bir bilim dalıdır.
Sosyal Eylem
Sosyolojinin esas ilgi sahasının sosyal eylemler olması gerektiğini ileri süren en önemli düşünürlerden biri Max Weber’dir. O, Durkheim gibi olguların bireylerden bağımsız olduğuna inanmıyor, tam tersine bireylerin ve onların eylemlerinin olguları ve geleceği, karmaşık bir etkileşim sonucu biçimlendirdiğini iddia ediyordu. Başka bir ifadeyle Durkheim toplumu, toplumsal olandan hareketle incelerken, Weber bireyin toplumsal eylemlerinin izlerini takip ederek toplumu açıklamaya çalışmaktadır. Bu nedenle Weber’e göre sosyolojinin görevi, bireyin toplumsal eylemlerin gerisinde yer alan anlamları aramaktır Bunun için insan eylemleri gözlemlenmelidir.
Weber’e göre eylem, insanların öznel bir anlam yükledikleri davranışları ifade eder. Bununla birlikte insanın açık ya da gizli öznel bir anlam yüklediği her davranışı toplumsal eylem olarak değerlendirilemez. Bir davranışın toplumsal eylem olarak nitelendirilebilmesi için eylemin başkalarının davranışlarını dikkate alması ve başkalarının davranışlarının akışına göre yönlendirilmesi gerekmektedir.
Weber, sosyolojinin çalışma nesnesi olarak gördüğü “toplumsal eylemi”;
- geleneksel,
- duygusal,
- değerle ilişkili akılcı/değere yönelik rasyonel ve
- amaçsal akılcı/ amaca yönelik rasyonel
olmak üzere dört tipe ayırır.
Aynı türdeki sosyal olay ve eylemlerin zaman ve mekândan bağımsız olarak soyut ve genel olarak ifade edilmesi durumunda “sosyal olgu” kavramı ile karşı karşıya geliriz. Örneğin Ahmet ile Ayşe’nin evlenmesi bir sosyal olayken, zamandan ve mekândan bağımsız olarak benzer türdeki tüm sosyal olayları soyut ve genel olarak “evlilik” olgusuyla ifade edebiliriz. Aynı şekilde “savaş”, “dünya savaşı”, “ekonomik kriz” ve “göç” bahsi geçen sosyal olayların olgusal ifadesidir.
Sosyolojinin çalışma alanını sosyal olgulara indirgeyen Durkheim bile sosyal olguların incelenmesinin kolay olmadığını kabul eder. Çünkü görünmez ve elle tutulur olmayan sosyal olgular doğrudan gözlemlenemez. Bu nedenle söz konusu olguların özellikleri, dolaylı yoldan, etkilerinin çözümlenmesi ya da onların hukuk kuralları, ahlak kuralları, atasözleri, toplumsal yapı olguları gibi belirli formlar altında ifade edilme çabaları dikkate alarak ortaya konabilir.
Bir Sosyal Olgu Olarak Hukuk
“Realite(gerçek)” ile “ide(ebedî değerler)” arasında yer alan “hukuk” değişik açılardan ele alınıp kavranabilen bir fenomendir. Her şeyden önce hukuk bir kültür ürünüdür. Kültür de bir yandan şekil, ölçü ve düzen düşüncesinin diğer yandan ebedî değerlerin yaşamla oluşturduğu bir ortamdır. Bu nedenle hukuk gerçek, biçimsel ve ideal etmenlerin kaynaşıp bir araya gelmesinden oluşan bir kültürel değerdir. Gerçek etmenler doğal, psikolojik, sosyal, tarihi, siyasi, ekonomik ve teknik hayatın ortaya çıkardıklarıdır. Biçimsel ve ideal etmenler ise, düzen, hukuki güvenlik ve adalet düşüncesidir.
Bu açıdan bakıldığında hukuk
- felsefi,
- dogmatik ve
- sosyolojik olmak üzere üç farklı yaklaşımla ele alınabilir.
Hukuk, felsefi bir yaklaşımla ele alınarak, onun koruduğu yüksek değerler ve nihai amacı araştırılabilir. Yukarıda ifade edildiği üzere hukukun oluşmasına katkı sunan etmenlerden biri değer yargısı içeren ideal etmenlerdir. Gerçekten de hukuk aynı zamanda bir değerler ve inançlar sistemidir. En önemli amaçlarından biri “daha iyi” ya da “daha adil” bir düzen inşa etmektir. “Daha iyi” ve “daha adil” bir düzenin ne olduğu ise “hukuk felsefesi”nin konusudur. Olması gerekeni ifade eden böyle bir yaklaşım metafizik iddialar taşır ve bilimsel yöntemin kullanılabileceği bir alan olmaktan çıkar. Bu açıdan felsefenin bir alt dalı olan “hukuk felsefesi”, pozitif bir bilim olmaktan uzaktır ve pozitif sosyal bilimler arasında yer almaz. Hukuk aynı zamanda kurallardan oluşur. Anayasa, Ceza Kanunu, İdari Yargılama Usulü Kanunu, Ticaret Kanunu, Medeni Kanun, Kimlik Bildirme Kanunu, Hayvan Rehni Tüzüğü, Gazi Üniversitesi Lisansüstü Eğitim-Öğretim ve Sınav Yönetmeliği, Damga Vergisi Kanunu Genel Tebliği gibi binlerce kanun, tüzük, yönetmelik ve tebliğde yer alan yüzbinlerce kural söz konusudur. Bu normlar ya belirli bir şeyin yapılmasını emreder, ya belirli bir şeyin yapılmasını yasaklar ya da belirli bir şeyin yapılmasına izin veya yetki verir. Bunlar doğuştan var olan ve içgüdüsel olarak keşfedilen kurallar değildir. Bu kurallar toplumsal hayata bağlı olarak ortaya çıkar, değişir ve ortadan kalkarlar. Hukuk kurallarının toplumdan topluma ya da aynı toplum içinde zamanla değişmesi ve toplumsal yaşamda ortaya çıkan gelişmelere bağlı olarak yeni kuralların kabul edilmesi bu durumu açıkça ortaya koymaktadır. Görüldüğü üzere hukuk kuralları da ahlak, görgü, örf ve adet kuralları gibi içinde doğdukları toplumsal gerçekliğin ürünüdür. Çeşitli toplum tiplerinin hukuk kural ve kurumlarını karşılaştıracak olursak, bu durumu kolayca anlayabiliriz. Nitekim yazılı kurallar halinde düzenlenmeden önce, her toplumda olgusal olarak gözlemlenen mülkiyet, suç, evlenme, boşanma, sözleşme, borç ilişkileri ve kanıtlama yolları gibi temel hukuk kurumlarının zaman ve gelişmişlik düzeyi farklı toplumlarda farklı görünümlerde karşımıza çıktıkları bilinen bir gerçektir. Örneğin ilkel toplumlarda “kolektif mülkiyet”, Eski Yunan ve Roma’da “aile mülkiyeti”, Ortaçağ Avrupa’sında “feodal mülkiyet”, kapitalizmin geliştiği toplumlarda ise “ferdi mülkiyet” söz konusudur. Son yıllarda bilişim alanında yaşanan gelişmelere bağlı olarak ceza kanunlarında yer almaya başlayan “bilişim suçları” ve 2000’li yıllarda artan kapkaç olayları üzerine Türk Ceza Kanununda yapılan değişiklikle, hırsızlığın “çekip almak suretiyle” işlenmesi halinde daha fazla ceza öngörülmesi suç ve cezanın zamana ve topluma bağlı olarak değişiklik gösterdiğine ilişkin olarak verilebilecek örneklerdendir. Aynı durum aile için de söz konusudur. Evlenme, boşanma, çok karılılık, çok kocalılık, karıkocanın yetkileri, velayet, mirasın paylaştırılması usulleri zamana ve topluma bağlı olarak değişmeler göstermektedir. Diğer taraftan birbirleriyle mekân ve zaman bakımından hiçbir yakınlığı olmayan hatta birbirinden habersiz olduğunu bildiğimiz bazı toplumlarda aynı tip ya da çok benzer hukuk kural ve kurumlarına rastlanmaktadır. İrlanda ve eski Hindistan’da gözlemlenen ve Hindistan’da verilen “dhârna” ismiyle bilinen adet buna örnek olarak verilebilir. Borçluyu sıkıştırmanın yasal yollarından biri olan söz konusu âdete göre alacaklı, borcunu ödemeyen borçlusunun üzerinde kamuoyu baskısı oluşturmak ve böylece alacağını tahsil etmek amacıyla borçlusunun evinin kapısının önüne yerleşerek ölüm orucuna başlar. Yine yönetim biçiminin mutlak ve baskıcı olduğu toplumlarda devlet aleyhine işlenen suçların kabarık bir liste şeklinde ortaya çıkması ve bunların çok ağır yaptırımlara bağlanması bu duruma verilebilecek bir diğer örnektir. Tüm bu örnekler, topluma ve zamana bağlı olarak karşımıza çıkan değişim ve benzerliklerin tesadüf ya da kural koyucunun keyfi iradesi ile açıklanamayacağını ortaya koymaktadır. Her toplumda insan öğesi aynı kaldığı halde evlenme, suç, mülkiyet, sözleşme, miras gibi aynı insani ilişkilerin farklı biçimde düzenlenmesi doğal ve toplumsal koşulların değişimi ve farklılığı ile birbirleriyle zaman ve yer bakımından hiçbir yakınlığı olmayan toplumlarda ortaya çıkan hukuk kural ve kurumlarındaki benzerlikler ise toplumların birbirlerine benzer sosyal yapılara sahip olmaları ile açıklanabilir. Görüldüğü üzere, hukuk içinde yer aldığı toplumun özelliklerine göre değişen bir düzen türüdür. Farklı iklim, farklı coğrafi konum gibi doğal etkenler ile farklı uygarlık düzeyi, farklı sosyal ve ekonomik yapılar, farklı inançlar ve farklı gelenekler gibi toplumsal etkenler farklı hukuk sistemleri yaratmaktadır. Böylece hukuk toplumsal yaşamın ve yapının ürünü olarak ortaya çıkmaktadır. Ancak aynı zamanda insan davranışlarına yön vermede, toplumsal kurumları biçimlendirmede aktif bir rol oynayarak toplumsal yaşamın bir belirleyicisi de olmaktadır. İşte bu nedenle hukuk bir sosyal olgu olarak, sosyolojinin bir uzmanlık dalı olan “hukuk sosyolojisi” tarafından ele alınıp incelenmektedir.