Din ve Toplum Dersi 3. Ünite Sorularla Öğrenelim
Feodalizmden Kapitalizme Dinin Ekonomik İşlevi
- Özet
- Sorularla Öğrenelim
Feodalizmin kavramsal olarak önemi hakkında yapılan tartışmalarda hangi görüşler öne çıkmaktadır?
İlk görüş, feodalizm kavramının Orta Çağlar’da öncelikle Batı’da hakim olan hem dikey, hiyerarşik düzeni ve hem de yatay, sosyoekonomik, kültürel ve hatta dini ilişkileri yeterince kapsayan yararlı bir kurgu olup olmadığı konusuna hayli kuşkulu yaklaşırken diğer görüş, feodalizmin Orta Çağlara dair bütüncül bir toplum fikri sunduğunu ve dolayısıyla bu toplumun kendi içindeki devinimlerini, değişim ve dönüşümünü anlamak için hayli faydalı bir kavram olduğunu ileri sürmektedir.
Tarihsel olarak ise feodalizmin önemi nedir?
Tarihsel olarak ise feodalizmin önemi, onun Batı’daki teşekkülü dışında farklı toplumlara veya dönemlere uygulanıp uygulanmayacağı ile alakalıdır. Feodalizm kavramının tikel ve yerel bir uygulama alanına mı sahip bulunduğu, yoksa evrensel ve bütün toplumlara şamil bir geçerliliği mi olduğu sorusu, hâlâ çözümlenememiştir.
Toplumsal yasalar nedir?
Sosyal bilimcilerin toplumları bir bütün olarak kavramak ve tarih boyunca değişim ve dönüşümlerini anlamak için topluma uyguladıkları yasalara toplumsal yasalar denir.
Sosyal bilimcilerin toplumsal yasalara yaklaşımı ne yöndedir?
Her ne kadar toplumsal yasalar ile bir toplumun hakiki tarihi her zaman örtüşmeyebilse de sosyal bilimciler, bir toplumu anlamanın en iyi yolunun onda kavramsal da olsa yasalar bulmak olduğunu düşünür.
Feodalizmin doğuşuna yol açan en önemli nedenler hangileridir?
İki tarihsel olay öne çıkar. İlki Roma İmparatorluğu’nun yıkılmasıdır. İkincisi ise bu yıkılışa da gerekçe gösterilen, literatüre kavimler göçü diye de geçen Doğu’daki çeşitli barbar Cermen kabilelerinin Batı’ya göç etmesinin ve Batı’yı istila etmesinin yarattığı karmaşadır.
Kavimler göçünün etkisi ne oldu?
Kavimler göçü ile barbar Cermen kabileleri Roma İmparatorluğunu işgal ederek Avrupa’nın yeniden şekillenmesini sağladı.
Roma İmparatorluğu’nun yıkılışıyla Avrupa’da nasıl bir görünüm oluşmuştu?
Akdeniz’e yakın kesimlerde daha ticaret ağırlıklı kent devletleri, kuzeyinde ise tarımsal alanların işlenmesine dayalı barbar krallıklar tarafından idare edilmeye çalışılan yeni teşekküller ortaya çıkmaya başlar.
Feodalizm hangi bölgelerde ortaya çıkmıştır?
Feodalizm, kentli bölgeler dışındaki, daha çok tarımsal alanlarda kendisini gösterir. Fransa ve Almanya sınırlarından başlayarak kuzeye doğru uzanan topraklardaki şekillenmelerden bahsedilmektedir. Barbar istilalarının kendisini daha fazla hissettirdiği alanlar da bu alanlardır.
Latifundium sistemi nedir?
Latifundium, Roma döneminde, daha çok Akdeniz civarlarında görülen ve köle emeğine dayalı çok büyük arazi parçalarıydı. Bu arazileri daha çok Roma yönetici kesimi işletiyordu. Rekabet gücü olmayan köylülerden satın alınan topraklarla latifindium diğer tarımsal alanlara doğru genişleyebiliyordu. Arazilerin bu şekilde örgütlenmesiyle vergi toplama işi de belirli bir güvence altına alınmış oluyordu.
Feodalizmin doğuşunda latifindiumların etkisi nedir?
Roma’nın çökmesinden sonra bu arazi parçaları, imtiyazlı kimselerin elinde kaldı. Kendi örgütlenme tarzını yavaş yavaş topluma yaymaya başlayan Kilise de kendi latifundium’larına sahip olan imtiyazlı zümreler safına katılmaya başladı. Böylece merkezi bir yönetimin olmadığı, kimi yerlerde var olan kralların bile güçlerinin yetmediği ayrıcalıklı bir zümre kendi idari tarzlarını uygulamaya başladı.
Manoryalizm sisteminde arazi paylaşımı nasıldır?
Manoryalizmde, arazi üç parçaya ayrılmıştı, Bunlardan ilki demesne adı verilen, sadece imtiyazlı sınıfa ait olan toprak parçalarıydı. Bu topraklar köylüler tarafından işlense de geliri tamamıyla imtiyazlı sınıfa aitti. Arazinin ikinci kısmı, köylülerin üründen belirli bir miktar imtiyazlı sınıfa verme ya da imtiyazlı sınıfın belirli bir hizmetini yerine getirme karşılığında köylülerin kendi geçimleri için işlettikleri topraklardı, Son kısım ise serbest arazi parçalarıydı, Bu araziler için de imtiyazlı sınıfın belirli hakları vardı, ama köylüler bu arazileri serbestçe kullanabiliyordu
Feodolizmin doğuşunu, Roma dönemi köle düzeniyle, ilkel barbar üretiminin sentezine bağlayan görüşün temelleri nelerdir?
Bu görüşe göre, Roma’da köleliğe dayalı üretim tarzı çözülünce emek güçlerini kullanan kesimler özgürleşmiş ama toprağa bağlı olmaktan da kurtulamamışlardır, Barbarların ilkel üretim tarzları çözülmekte olan köleliğe dayalı sisteme eklemlenerek feodal ilişki tarzlarını doğurmuştur, Bunlara feodal dönemde serf adı veriliyordu.
Feodal kelimesi ilk nerede kullanılmaya başlanmıştır?
Feodal kelimesi, öncelikle, hukuki risalelerde eski dönemin yönetim tarzını ifade etmek üzere ilk kez Fransızcada kullanılmıştır. Bu dönem daha çok bir sıfat olarak feodal biçiminde kullanılan kelime, 19. yüzyıla kadar kavram olarak kullanılmıştır.
Feodalizmi tanımlamakta kullanılan üç ayrı unsur nelerdir?
İlki, toprağa dayalı bir örgütlenmenin hiyerarşisini belirleyen kurallar, haklar ve yükümlülüklerle alakalıdır. İkinci unsur, idarenin ademimerkezileşmesinin neticesinde ortaya çıkan hukuksal ve yönetime dayalı niteliklerden ziyade bu ilişkiler ağından geçerli olan toplumsal ve ekonomik niteliklere ağırlık verilmesidir. Üçüncü unsur ise Orta Çağlarda ortaya çıktığı ifade edilen bu adem-i merkeziyetçiliği kendi içinde bütünleşmiş bir yapı olarak inşa eden anlayıştır.
Vassal nedir?
Feodal yapıda köylülerin toprağı işlemesini sağlayan, gerektiğinde ise mülklerinin korunması için asiller zümresine gerekli olan askeri toplayan zümreye vassal denir.
Feodalizm yapısı nasıldır?
Bu politik örgütlenmenin tepesinde asalet bağlarıyla birbirlerine bağlı bir derebeyi zümresi vardır. Hiyerarşinin ikinci ayağı ise kimi zaman küçük çaplı da olsa asil olan, kimi zaman ise bir sözleşmeyle asillere bağlı bulunan vassallar bulunur. En altta ise toprağı işlemekle yükümlü köylüler bulunmaktadır. Bunun yanı sıra, şövalyelerden oluşan ayrı bir zümrenin de bu sistemle bütünleştiğini eklemek gerekmektedir.
Feodal toplum nasıl tanımlanır?
Kamusal olarak tebarüz etmeyen, bir şekilde imtiyaz altına alınan topraklarda kendi iktidarını kendisi istediği gibi belirleyen imtiyazlı bir zümre ile bu zümrenin hizmet karşılığı koruması altına aldığı köylü kesimler arasında ortaya çıkan bir koruyan-korunan ilişkisi olarak tanımlamak mümkündür.
Hristiyanlık Batı’da hangi dönemde yayılmaya başlamıştır?
Hristiyanlığın feodal dönemde Batı’ya yeni yeni ulaşmakta olduğunu ve dolayısıyla en azından toplumsal yapılara tam olarak nüfuz etmediği söylenebilir.
Hristiyanlığın Batı’da yayılmaya başladığı bu dönemde Avrupa’nın siyasi ve ekonomik manzarası nasıldı?
Roma İmparatorluğumun yıkılmasından sonra merkezî bir idareden yoksun olan ancak bir taraftan barbar istilaları ile sarsılan, diğer taraftan ise kendisinden daha gelişkin ve kentli bir Doğu İmparatorluğu ile sınırlanan; yanı sıra İslam’ın ortaya çıkışı ve Akdeniz Havzası’nda yayılmasıyla önemli ticaret bağlantılarından yoksun kalmıştı.
Bu dönemde Avrupa’da yaygın olan dini inanış hangisiydi?
Hem Roma İmparatorluğu bakiyesindeki kırsal kesimler ve hem de barbar istilalarıyla birlikte Batı Avrupa’ya ulaşan yeni kavimler pagan inanışındaydı.
Pagan nedir?
Latincede kırsal anlamına gelen bir kelimeden türeyen pagan, yerel halkların tek tanrılı olmayan ve kültlere dayalı inançlarına verilen genel ad. Putperestliğe benzer. Ancak paganlıkta inanılan tanrılar soyut olabilir.
İmparator Constantine kimdir?
272-337 yılları arasında yaşadığı tahmin edilen Roma imparatoru. I. Constantine ya da Aziz Constantine olarak da bilinir. 306-337 yılları arasında Romayı yönetmiş ve Hristiyanlığı kabul eden ilk imparator olmuştur. İstanbulu kuran imparator olduğu; kente Konstantinapol adının bu nedenle verildiği düşünülür.
Pavlus kimdir?
5-67 yılları arasında yaşadığı varsayılan Pavlus, Tarsus’ta doğmuştur. Aslen Yahudi’dir. Bir gün yolda yürürken gündüz gözüyle Hz. İsa’yı gördüğü ve Hristiyan olduğu kabul edilir. Hristiyanlığı yaymak ve çeşitli Hristiyan gruplara Hz. İsa’nın gerçek mesajını iletmek gayesiyle çeşitli mektuplar yazar. Bunlar daha sonra İncillere eklenir. Pavlus’un mektupları Hristiyan teolojisinin ana kaynaklarından olduğundan, Pavlus Hristiyanlığın asıl kurucusu kabul edilir. Çeşitli misyonerlik gezilerine katılır ve Roma ’ya geldiğinde Romalılar tarafından öldürüldüğü varsayılır.
Sınırlarında ilk ortaya çıktığı zamanlarda Roma İmparatorluğu ile Hristiyanlık arasındaki ilişkiler nasıldı?
Roma İmparatorluğu’nun değişik bölgelerinde çeşitli cemaatler oluşturan Hristiyanlık, ilk başlarda Roma yönetimine karşı kayıtsız bir tavır içinde görünüyordu. İmparatorluk da onları farklı bir Yahudi cemaati olarak görüyordu.
Bu dönemde Hristiyanlığın yapılanması nasıldı?
Küçük gruplar hâlinde örgütlenen ve Kudüs’te Yahudi sinagoglarına benzer olarak kendi kiliselerini oluşturmuş bulunan Hristiyanlar, kiliseleri ekseninde kendi hiyerarşilerini oluşturmuşlardı. Ancak bu kiliseler ve kilise hiyerarşisi, Roma İmparatorluğu’nda illegal kuruluşlar olarak faaliyet gösteriyordu ve kimi yerlerde yönetim tarafından çeşitli eziyetlere maruz kalıyorlardı.
Kilise görevlileri genellikle hangi sınıftan geliyorlardı?
Hristiyan kiliselerinin hiyerarşisinde yer alan piskopos ve papazlar, genel nüfusun aksine, çoğunlukla orta sınıftan ve okuma yazma bilen kimseler arasından geliyordu.
Kilise hangi dili kullanıyordu?
Kilisenin doğduğu yörelerin dili olan Aramice veya İbraniceyi değil de yayılmaya çalıştığı toprakların dilleri olan Latince ve Yunancayı kullanıyordu.
Kilisenin dil seçimi etkisi neydi?
Yayılmaya çalıştığı toprakların dilleri seçmesi, dinin yayılmasını kolaylaştıran etkenlerden birisidir.
Bu dönemde Hristiyanlık içerisinde hangi fikir ayrılıkları yaşanıyordu?
Pavlusçu kilise akımlarına karşı Ariusçular ve Donatiler mevcuttu. Hristiyanlık da dönemin parçalanmış toplumlarına bir bütünlük sağlayacak bir yapıdan mahrumdu.
Arius ve takipçileri neyi savunuyordu?
Ariusçuluk, Pavlusçu kilisenin teslisçi teolojisine karşı çıkıyordu.
Donatiler neyi savunuyordu?
Kuzey Afrika’da yaygınlık kazanan Donatiler, sadece günahsız olanların kiliseye kabul edilmesi gerektiğini, ayini yerine getiren papazların da aynı şekilde günahsız olması gerektiğini ileri süren püriten bir inancı yaymaya çalışıyordu.
Kiliseler arasındaki bu ayrılıkların etkisi ne oldu?
Kiliseler arasındaki bu ayrımın giderek şiddetlenmesi ve aslında Roma İmparatorluğu’nu da etkiler bir hâl almaya başlaması üzerine, önce Constantine geçmiş dönemlerin aksine Hristiyanlara baskı yapılmaması için hoşgörü yasasını ilan etti; daha sonra da dördüncü yüzyılda Birinci Theodius Hristiyanlığı Roma İmparatorluğu’nun resmî dini olarak ilan etti. Böylece Hristiyanlığın Batı Avrupa’daki tarihi de başlamış oldu.
Kiliseler arasındaki bu ayrılıkların sonucu ne oldu?
Kiliseler arası fikir ayrılıklarını gidermek için toplanan çeşitli konsüllere rağmen Doğu Roma’nın Ortodokslukta kaldı, Batı Roma ise daha sonra Katolik Kilisesi olarak şekillenen kilise yapısına bağlı kaldı.
Batı Roma’da Katolik kilisenin devlet içinde devlet gibi yapılanmasına neden göz yumulmuştur?
Batı Roma, barbar istilalarının gücünü kırmak için bu yapılanmaya muhtaçtı.
Katolik kilise nasıl güçlendi?
Roma piskoposu olarak adlandırılan Kilise’nin başı bütün kiliselerin başı bir papa olarak kabul görmeye başlamıştı. Başlarda manevi bir kardeşlik örgütlenmesi olarak başlayan Hristiyanlık tarihi Roma’da yavaş yavaş siyasal ve otoriter bir organizasyona dönüşmeye başlamıştı. Sadece dini değil, toplumsal, ekonomik, kültürel ve hatta kişisel bir takım hukuki kaide ve kurallar topluma uygulanmaya çalışıldı. Zaten birçok yerde atanmış olan piskoposlar, sadece dini değil resmî görevler de yüklenmişti ve örneğin vergi toplayabiliyorlardı.
Hristiyanlık feodalizm örgütlenmesini nasıl desteklemiştir?
Bunun kabaca iki yöntemle yapıldığı söylenebilir. Birincisi, feodal yöneticilerle girdikleri ilişkilerde onları bir anlamda kutsamalarıydı. Dolayısıyla feodal imtiyazlı sınıf da bunun karşılığında pagan adetlerinin yerine kilisenin uygun gördüğü uygulamaların yaygınlaşmasını kolaylaştırıyordu. İkincisi yöntem ise manastırlardı.
Manastırlar ne tür kurumlardı?
Asli amacı keşişlerin dünyadan elini eteğini çekerek selamet aramaları olsa da manastırlar kapılarını dış dünyaya kapalı tutmadılar, feodal sistemin bir parçası olarak örgütlendiler. Manastırlarda eğitim görenler dönemin prenslerine, aristokratlarına veya krallarına danışmanlık yaparken bu eğitim yoluyla Latinleşmiş bir Hristiyanlığı kırsal kesimlere de ulaştırmaya çalıştılar.
Modern dönem nasıl başladı?
İngiltere’nin tarımsal ilişkilere dayalı bir sistemi yıkarak daha pazara yönelik ve teknolojik yeniliklere açık bir üretime dayalı sisteme geçişini sağlayan sanayi devrimiyle, Fransa’nın krallığı yıkarak vatandaşlık temelli bir sisteme geçişini sağlayan Fransız devrimiyle ve Almanya’nın da bu deneyimleri düşünce ve felsefede aşan düşünsel devrimle modern döneme geçildi.
Hristiyanlık dininin kurucu merkeze bağlı kalmaması nasıl bir avantaj sağlamıştır?
Tektanrılı dinler arasında sadece Hristiyanlık kurucu merkezinden başka bir merkez edinmiştir. Dolayısıyla Hristiyanlık sürekli oluşum halinde bir din olmuş, kendisini her koşula adapte edebilmiştir.
Reform hareketi nasıl bir hareketti?
Martin Luther adlı bir Alman papaz tarafından başlatılan Reform hareketi, feodal dönemdeki imtiyazları nedeniyle giderek zenginleşen, dini birtakım uygulamaları, mesela bir kişinin günahsız olduğunu ifade eden endüljans sertifikalarını dahi para karşılığı satmaya başlayan Katolik Kilisesi’nin bu tavırlarına karşı çıkış hareketiydi. Aynı zamanda İncillerin Latince dışındaki yerel dillere çevrilmesini, eğitimin sekülerleşmesini, kiliselerin denetimlerinin seküler yöneticilere devredilmesini de savunan bir hareketti.
Reform hareketinin sonuçları neler oldu?
Protestanlık diye ayrı bir mezhebin kurulmasına yol açan Reform hareketi, aynı zamanda Kilise’nin mülksüzleştirilmesi hareketinin de başlangıcını teşkil eder. Neticede köylü mülksüzleşti, bütün kaynaklar üretim uğruna seferber edilmeye başlandı. Bu da kapitalizmin uç vermesi için gerekli altyapıyı sağladı.
Akılcılaşma nedir?
Akılcılaşma, toplumun ve bireyin kendisini, kendisini aşan birtakım öğreti, inanç, mit ya da efsanelerden arındırarak tamamen kendisinin sınırları dâhilinde tanıması ve tanımlamasıdır. İnsan aklının bilebileceği sınırların dâhilinde kalınarak toplumun ve bireyin hareket etmesinin sağlanmasıdır.
Aydınlanma hareketi nedir?
18. yüzyılda Batılı düşünürlerin toplumu düzenlemek ve bilginin gelişimini sağlamak amacıyla oluşturdukları kültürel bir hareket. Bilimi ve bilimsel temelli inançları yaymaya çalışan Aydınlanma düşünürleri, batıl inanç, hoşgörüsüzlük ve kilise ile devletin suistimallerine karşı mücadele ettiklerini ileri sürmüşlerdir. Etkileri sadece Batıda değil, Batı dışındaki toplumlarda da görülmüştür.
Weber’e göre Akılcılaşmanın sonuçları nelerdir?
Weber bu süreçlerden birincisi olarak dünyanın büyülerden arındırılmasını zikreder. Diğer dünya görüşlerinin tekmerkezli ve belirli bir bütünlük oluşturan kültürlerinin tersine, Batı’daki akılcılaşma, dünyayı artık merkezî olmayan bir biçimde algılamaktadır. Bu sekülerleşmenin başka bir ifadesidir. İkinci sonucu ise toplumsallaşmanın ürettiği değerler ile bireyin kendisi için belirlediği değerler arasında bir uyuşmazlığın ortaya çıkmasına yol açmasıdır.
Weber’in demir kafes benzetmesi neyi ifade eder?
Weber, toplumsallaşmanın ürettiği değerleri geri dönüşü olmayan bir süreç olarak tanımlar ve buna demir kafes adını verir.
Kalvinizmin ilkeleri nelerdir?
Protestanlığın en önemli kollarından olan Kalvinizim, beş temel inanç üzerine bina olur. Bunlar: • Dünyayı yaratan ancak işlerinin insanın akıl erdiremeyeceği mutlak bir Tanrı vardır. • Her bireyin kurtuluşu ve helaki Tanrı tarafından önceden belirlenmiştir. Kişinin çabaları bu kaderi değiştirmeye yetmez. • Tanrı dünyayı kendi şanı için yaratmıştır. • İster kurtuluşa ersin isterse de helaka uğramış olsun, kişinin dünyadaki ödevi, Tanrı’nın şanını yüceltecek işler yapmaktır. • İnsan için kurtuluş ancak Tanrı’nın merhametiyle mümkündür.
Weber, ödev ahlakı tanımıyla neyi ifade eder?
Kişinin bu dünyadaki hayatının Tanrı tarafından ondan beklenen bir çağrı olarak kavrandığına ve bütün hayatının bu çağrıya karşılık gelen bir ödevle yükümlü olduğuna inanan Protestanlar, bir tür kaderin önceden belirlendiği bir ruh haliyle yaşarlar. Kimse kurtuluşa ereceğinden ve çağrıya kurtuluş için gerekli ödevleri yaparak karşılık verip veremediğinden emin değildir.
Kalvinizm’in öngördüğü püriten ahlak Kapitalizmi nasıl beslemiştir?
Püritenliğin öngördüğü dünya işlerinde disiplinli ve kontrollü bu ahlak anlayışı, sermaye birikiminden yoksun olan emek gücü kullanan kesimlerin de çalışmalarında disiplinli olmasının ahlaki motivasyonunu oluşturmuştur.
Weber, İslam’ı nasıl değerlendirir?
Weber’in İslam’a dair yaklaşımını iki kategoride değerlendirmek mümkün. Bunlardan ilki İslam’da püriten bir ahlakın gelişmesine engel olan unsurlarla alakalıdır. Weber’e göre, İslam, dünyayı bir çile yeri olarak görmekten ziyade dünyanın nimetlerinden olabildiğince istifade etmeyi meşru gören bir din olarak değerlendirir. İkinci olarak İslam’ın askeri fetihlere dayalı yayılması ve akabinde patrimonyal bir düzende faal olan tüccar sınıfının sermaye birikimini gerçekleştirecek akılcı bir örgütlenmeden yoksun olması, onu bir yandan saltanata dayalı askeri bir bürokrasiyle yönetilmesine yol açmış ve diğer yandan da tüccarların sermaye birikimlerinin, şahsi düzeyde kalmasına yol açmıştır.
Yokluklar dizisi yaklaşımıyla neyi ifade etmiştir?
Weber’in İslam konusundaki yaklaşımı, Doğu’da bir yokluklar dizisine yaslanır. Doğu toplumları ve özelde de İslam toprakları, sivil toplumun yokluğu; sermaye birikiminin yokluğu; ticari burjuvazinin gelişmesini sağlayacak kentlerin yokluğu; toplumun hukuki zeminini oluşturacak ve hakları standartlaştıracak akılcı bir hukukun yokluğu; püriten ahlakın yokluğu şeklinde sıralanabilen bir dizi yokluk olarak açıklanmaya çalışılır.
Durkheim’a göre din nasıl tanımlanır?
Durkheim’a göre din, kutsal meselelerle ilgili inançlar ve uygulamalara dair müteşekkil bir sistemdir. Dolayısıyla din ile toplum benzer teşekküller olarak tarif edilir.
Asya Tipi Üretim Tarzı (ATÜT) nedir?
Modern öncesi dönemde merkezi idarenin güçlü olduğu Osmanlı imparatorluğu ya da Hindistan gibi yerlerde, toprak mülkiyetinin imtiyazlı kimselerin ya da teşekküllerinin değil devletin elinde olması neticesinde ortaya çıkan üretim tarzı. Merkezi devlet bu toprakları işletme üzere kişilere verebilirdi ancak bu kişiler Batıdakinin aksine bu toprakları miras olarak bırakamazlardı ve toprak tekrar devletin mülkiyetine geçerdi. ATÜT tezi, bu nedenle, kapitalizm için gerekli olan sermaye birikiminin Doğu toplumlarında gerçekleşemediğini öne sürer.
Sombart kapitalizmin gelişimini nasıl açıklar?
Sombart, kapitalizm ile Protestanlık arasındaki Weberci açıklamanın aksine, kapitalizmin, şövalye ahlakının toplamda yol açtığı yozlaşma ve lükse düşkünlük nedeniyle geliştiğini; bu düşkünlüğü karşılayabilmek için üretimin teşvik edildiğini ileri sürer. Aynı zamanda, Sombart, Weber’in Protestanlıkta bulduğu ekonomik akılcılığın Yahudilerde zaten baştan beri var olduğunu belirterek Protestanlık ile Yahudilik arasında bir ilişki kurar.
Marx’ın Doğu ve özelde de İslam toplumlarına bakışı nasıldı?
Marx’ın bu konuda çelişkiler içerdiği söylenebilir. Çeşitli gazeteler için yazdığı Doğu toplumlarına dair yazılarda hayli sömürgecilik karşıtı ve bu toplumlara adaletsiz davranıldığına belirten yazıları da vardır ama aynı zamanda Hindistan’da İngiliz idaresinin Hindistan’ı geri bir ülke olmaktan çıkaracağını ileri süren yazıları da bulunmaktadır.
Tarihsel olarak feodalizmin önemi nedir?
Tarihsel olarak ise “feodalizm”in önemi, onun Batı’daki teşekkülü dışında farklı toplumlara veya dönemlere uygulanıp uygulanmayacağı ile alakalıdır. Bir kavram olarak “feodalizm”in kapsadığı coğrafi mekân ve bu mekânda teşekkül eden ilişkiler ağının geçerli olduğu zaman dilimi, öncelikle Avrupa toplumlarının tarihin bir evresindeki yapılarıyla alakalıdır. Dolayısıyla bu kavramın farklı tarihsel dönemlere ve farklı toplum ya da kültürlere ne derecede uygulanabileceği konusu, bir neticeye ulaşamamış bir mesele olarak kalmıştır. Yani, “feodalizm” kavramının tikel ve yerel bir uygulama alanına mı sahip bulunduğu, yoksa evrensel ve bütün toplumlara şamil bir geçerliliği mi olduğu sorusu, hâlâ çözümlenememiştir. Bu nedenle, bu konudaki tercihler, bir bilim olarak tarihin ya da sosyolojinin sunduğu verilerden çok ideolojik tavırlara göre şekillenmektedir.
Feodalizmin doğuşuna yol açan nedenler arasından önemli görülen iki husus nedir?
Feodalizmin doğuşuna yol açan nedenler arasında iki husus, önemli bir rol oynar. Bunlardan birincisi Roma İmparatorluğu’nun yıkılmasıdır. İkincisi ise bu yıkılışa da gerekçe gösterilen, literatüre “kavimler göçü” diye de geçen Doğu’daki çeşitli barbar Cermen kabilelerinin Batı’ya göç etmesinin ve Batı’yı istila etmesinin yarattığı karmaşadır. Roma İmparatorluğu’nun nasıl yıkıldığına dair elbette çeşitli gerekçeler öne sürülmektedir. Hayli geniş bir coğrafyaya yayılan imparatorluğun idaresinin güç olması nedeniyle yerel düzeylerde imtiyazlar verilen bir takım zümrelerin yarı bağımsız davranmaya başlamalarından Hristiyanlığın Roma’da kurumsallaşmaya başlamasıyla imparatorluk içinde yaşanan tartışmalara; barbar istilalarıyla gücü sarsılan imparatorluğun barbarların kendileriyle birlikte getirdiği adet ve alışkanlıklara karşı kendisini koruyamayarak bunlarla belirli bir senteze girmeye mecbur kalmasından imparatorluğu besleyen ticaretin etkisinin azalmasına kadar bir dizi neden çöküş için gösterilen gerekçeler arasındadır.
Toplumsal yasalar nedir?
Toplumsal yasalar, sosyal bilimcilerin toplumları bir bütün olarak kavramak ve tarih boyunca değişim ve dönüşümlerini anlamak için topluma uyguladıkları yasalar. Sosyal bilimlerin ortaya çıkışıyla tabiat yasaları gibi toplumda da yasalar bulunup bulunamayacağı sorusundan hareketle ortaya çıkan toplumsal yasalar ile bir toplumun hakiki tarihi, her zaman örtüşmeyebilir. Buna rağmen sosyal bilimciler, bir toplumu anlamanın en iyi yolunun onda kavramsal da olsa yasalar bulmak olduğunu düşünür.
Latifundium nedir?
Roma döneminde, daha çok Akdeniz civarlarında görülüyordu ve köle emeğine dayalı çok büyük arazi parçalarıydı. Buralarda daha çok zeytin, üzüm, tahıl ve benzeri ürünler yetiştirip işleniyordu. Bu arazileri daha çok Roma yönetici kesimi işletiyordu. Rekabet gücü olmayan köylülerden satın alınan topraklarla latifindium diğer tarımsal alanlara doğru genişleyebiliyordu. Arazilerin bu şekilde örgütlenmesiyle vergi toplama işi de belirli bir güvence altına alınmış oluyordu.
Feodal kelimesi ilk kez nasıl kullanılmıştır?
Genel olarak kabul gören bir görüşe göre, “feodal” kelimesi, öncelikle, hukuki risalelerde eski dönemin yönetim tarzını ifade etmek üzere ilk kez Fransızcada kullanılmıştır. 19. yüzyıla kadar “feodal” kelimesinin kullanılması, Roma hukukuyla, daha çok da bu hukukun Roma İmparatorluğu yıkıldıktan sonra geçirdiği dönüşümlerle alakalı tartışmalarla sınırlıdır. Dolayısıyla, 19. yüzyıla kadar kelime daha çok bir sıfat olarak “feodal” biçiminde kullanılmaktadır. Ancak bu kullanımlarda belirli bir bütünlüğü yakalamak çok zor olduğu gibi Fransa için geçerli olan bir kullanım, İngiltere için geçerli
olandan hayli farklı çağrışımlarla yüklüdür. Fransa’da 1789’da yaşanan siyasi devrimle birlikte kraliyet yanında soyluluğa dayalı bütün unsurların da yıkılmasıyla “feodal” bir dönemin sona erişinden bahsedilirken İngiltere’de merkezi yapı ile yerel unsurlar arasındaki hukukun tedrici bir dönüşümüyle “feodal” sistemden çıkıldığı iddia edilmektedir. Kıta Avrupası’nın diğer ülkeleri için ise benzeri “ulusal” tarihler ön plana çıkmaktadır.
Toprağa dayalı bir örgütlenmenin hiyerarşisini belirleyen kurallar bağlamında feodalizm neyi ifade etmektedir?
Bu tamamıyla 19. yüzyıla kadar “feodal” kelimesinin ifade ettiği alanla sınırlı bir kullanımdır. Kısacası, bir yandan “feodal” olanla ifade edilen hukuksal ilişkileri ve diğer yandan da bu ilişkiler ağının ortaya çıkardığı idari biçimleri işaret eder. Ama iktidarın dağılmasını ifade eden ve kimi zaman “kamusal gücün özelleşmesi” diye de nitelendirilen, belirli imtiyazlara sahip yerel hâkimiyet tarzlarının ortaya çıkışına da göndermede bulunur. Burada sözü edilen “kamusal hukuk” keyfi olmayan, belirli kaide ve normlara dayanan hukuk iken bu özelleşmesi ise imtiyazlı kesimlerin kendi iradelerine dayalı olarak hukuk inşa etmelerini işaret eder. Bu iktidar odaklı siyasi bir tanımlamadır.
İdarenin ademimerkezileşmesi bağlamında feodalizm neyi ifade etmektedir?
“Feodalizm”i tanımlayan unsurlardan biri, idarenin ademimerkezileşmesinin neticesinde
ortaya çıkan hukuksal ve yönetime dayalı niteliklerden ziyade bu ilişkiler ağından geçerli olan toplumsal ve ekonomik niteliklere ağırlık verilmesidir. Bu tanımda, ademimerkezileşmiş bir ortamda belirli imtiyazlara sahip toprak ağaları, derebeyler veya soylular gibi imtiyazlı zümreler ile onlara tabi olan köylüler arasındaki ilişkilerin ekonomik doğası daha ağırlıklı bir rol oynar. İmtiyazlı zümrelerin, aralarındaki hukuku ve kuralları belirledikleri köylülerden, bu koruma karşılığında kira, emek ya da ayni veya nakdi istihkak aldıkları bir ekonomik sistemin oluşturduğu toplumsal ilişkiler ağı, bu tanımda ön plana çıkmaktadır. Her ne kadar çalışmalarında “feodalizm”e tali bir yer verse de Adam Smith ile daha sonra tabire belirli bir ağırlık kazandıracak olan Karl Marx’ın kullandığı anlamda “feodalizm” daha çok bu anlama yaslanır. Bu tanım ise toplumu düzenleyecek bir piyasanın olup olmadığına bakan, ekonomik ağırlıklı bir tanımdır.
Marc Bloch tarafından yapılmış olan feodalizm tanımı nasıldır?
Feodalizmin anlaşılması konusunda, Marc Bloch’un çabaları yadsınamaz. Bloch, tamamıyla bütüncül bir feodal toplumsal yapı ortaya çıkardığı Feodal Toplum adlı eserinde, Orta Çağlarda hakim olan bir çok unsuru birden işin içine katarak, hayli geniş bir “feodalizm” tanımı yapar: “Teba hâline getirilmiş köylü kesimi; söz konusu bile olmayan ücret yerine hizmete dayalı mülkün (yani, fief ’in) yaygın kullanımı; uzmanlaşmış savaşçılar sınıfının hâkimiyeti; insanı insana bağlayan ve savaşçı sınıf içinde, vassallık adı verilen ayrı bir biçimi öngören itaat ve koruma bağları; otoritenin -kaçınılmaz olarak düzensizliğe yol açan- parçalanması; ve bütün bunların ortasında, başka birliktelik biçimlerinin, ikinci feodal dönem sırasında yeni bir güç kazanan aile ile devletin ayakta kalması: işte bunlar Avrupa feodalizminin temel özellikleri olarak görünüyor”.
Feodal toplum tartışmalarında dikkati çeken temel husus nedir?
Feodal toplum tartışmalarında esas dikkati çeken husus, bu toplumun nasıl oluştuğu ve nasıl bir toplumsal yapı sergilediği sorusu kadar nasıl dönüştüğü ve sermaye birikime yol açan bir hâle büründüğü sorusudur. Zaten bugün feodalizmin problematik hâle gelmesinin arkasındaki en önemli saik de bu dönüşümü sağlayan unsurların sosyal bilimler mantığı dâhilinde teşhis edilmesidir. Bu sorunun önemi ise kapitalizmi doğuran sermaye birikiminin ve serbest pazarın nasıl ortaya çıktığıyla alakalıdır. Kısacası, bir şekilde kendine yeterli bir ekonomiye sahip olan ve durağan olduğu düşünülen feodal toplumsal yapıların, nasıl olup da kapitalist ilişkilere yola açan bir pazar yarattığı ve sermayenin belirli elllerde temerküz etmesine yol açtığı sorularıyla ilişkilidir.
Pagan nedir?
Latincede “kırsal” anlamına gelen bir kelimeden türeyen pagan, yerel halkların tek tanrılı olmayan ve kültlere dayalı inançlarına verilen genel ad. Putperestliğe benzer. Ancak paganlıkta inanılan tanrılar soyut olabilir. Orjinal anlamında İbrahimî gelenekten gelmeyen ve yerel karakter taşıyan inançlar varsa da Batı Hristiyanlaşırken zamanla Hristiyan olmayan anlamı da kazanmaya başlamış ve örneğin İslamiyet de “pagan” olarak anılır olmuştur.
Roma İmparatorluğunda paganlıktan Hristiyanlığa geçiş nasıl olmuştur?
Hem Roma İmparatorluğu bakiyesindeki kırsal kesimler ve hem de barbar istilalarıyla birlikte Batı Avrupa’ya ulaşan yeni kavimler, tıpkı dördüncü yüzyılın başlarında imparator olan Constantine’in Hristiyanlığı kabul etmesine kadar Roma soylularının ve halkı gibi, pagandı. Roma soyluları ile barbar kavimlerin paganlığı arasında önemli farklar da vardır. Roma kendi içinde daha incelikli bir pagan anlayış geliştirmişken kuzeyden gelerek Roma’yı istila eden barbarlar, daha kültürsüz ve kabilevi bağlara dayalı bir paganlık yaşamaktaydı. Constantine’in Hristiyanlığı seçmesinden sonra da Roma seçkinlerinin önemli bir bölümü paganlığı sürdürdü ve bu durum yönetimde ciddi sorunlara yol açtı. Hristiyanlık Avrupa içlerine yayılmaya başladıkça birtakım kabilevi birlikteliklerin oluşturduğu barbar krallar özellikle bir takım imtiyazlar elde etme karşılığında, kısacası bazı siyasal gerekçelerle, Hristiyanlığı seçmeye başladı. Ne var ki bu kralların Hristiyanlaşması, kitlesel bir Hristiyanlaşma getirmedi.
İkinci yüzyılın sonlarında Hristiyan kiliseleri arasında nasıl bir ayrım baş göstermiştir?
Her ne kadar ikinci yüzyılın başlarında 15 milyon olduğu tahmine edilen Doğu Roma İmparatorluğu’nun ancak %10’nun Hristiyan olduğu, aynı yüzyılın sonunda bütün Roma İmparatorluğu’nun nüfusunun ancak 15 milyonunun Hristiyanlığı benimsediği varsayılsa da Hristiyan kiliseleri arasında bazı teolojik fikir ayrılıkları da belirmeye başlamıştı. Özellikle Pavlusçu kilise akımlarına karşı bir yandan, Arius önderliğinde teslisi kabul etmeyen Ariusçular vardı, diğer yandan da özellikle Kuzey Afrika’da yaygınlık kazanan Donatiler mevcuttu. Ariusçuluk, Pavlusçu kilisenin teslisçi teolojisine karşı çıkarken Donatiler de sadece günahsız olanların kiliseye kabul edilmesi gerektiğini, ayini yerine getiren papazların da aynı şekilde günahsız olması gerektiğini ileri süren püriten bir inancı yaymaya çalışıyordu.
Roma Kilisesi eliyle yaygınlaşmaya başlayan Hristiyanlık, feodalizm toprak ve üzerindekileri örgütlemeyi hangi yollarla kolaylaştırmıştır?
Feodal dönemde Batı Avrupa’nın tek dayanağı topraktı ve feodalizm toprak ve üzerindekileri örgütleme çabalarından oluştu. Roma Kilisesi eliyle yaygınlaşmaya başlayan Hristiyanlık bu örgütlenmeyi kolaylaştırdı. Bunun kabaca iki yöntemle yapıldığı söylenebilir.
Bunlardan birincisi, feodal yöneticilerle girdikleri ilişkilerde onları bir anlamda kutsamalarıydı. Dolayısıyla feodal imtiyazlı sınıf da bunun karşılığında pagan adetlerinin yerine kilisenin uygun gördüğü uygulamaların yaygınlaşmasını kolaylaştırıyordu.
İkincisi ve şimdiye kadar üzerinde durmadığımız diğer yöntem ise manastırlardı. Her ne kadar manastır, Hristiyanlığa özgü bir yöntem olmasa da feodalleşen bir Avrupa’da manastırların edindikleri sosyal, ekonomik ve dinsel rol, feodal Avrupa’nın daha fazla çözülmeden ayakta kalmasını sağlayan unsurlardan birisiydi.
Modern kelimesinin ayırt etmekte kullanıldığı iki ayrı dönem hangisidir?
Modern kelimesinin kazandığı ilk hususi anlam, beşinci yüzyıla kadar gider ve Roma İmparatorluğu’nun iki ayrı dönemini birbirinden ayırdetmek için kullanılır. Bu dönemlerden ilki, pagan olan Roma’dır; ikincisi ise resmen Hristiyanlığı benimsemiş Roma dönemidir. Artık resmi dini Hristiyanlık olan Roma, geçmişle arasında bir set çekmek için, o döneme modernus adını vermiştir.
Hristiyanlaşmış Roma’ya modernus niteliğini veren şey nedir?
Hristiyanlaşmış Roma’ya modernus niteliğini veren şey, düşünce anlamında Yunanlı değerlerin aktarılması işlevini gören, Hristiyanlığı kabul edince de Kudüs’ü kendisine taşıyarak bünyesindeki halklara aktaran Roma tecrübesinin, bir yenilemeyi de içermesidir. Hristiyanlaşmış Roma’nın hem Atina’da ortaya çıkan antik Yunan kültürünü ve hem de Kudüs’te ortaya çıkan Hristiyanlığı yenilediği iddia edilmiştir. Roma’nın Kudüs ve Atina’yla ilişkisi, bir kendine mal etme ve böylece kendini yenileme ilişkisidir. Bunlar aynı zamanda birbirleriyle çatışarak bir sentez gerçekleştiriyordu. Bu da modernus’a karakterini veren şeydir. Bu yenilik, Kilise’nin hâkimiyetiyle oluşan düzenden oluşur. Böylece Roma döneminde birbirlerinden ayrılmış olduğu varsayılan dini olan ile seküler olan bir anlamda birbirinin içine girer.
Reform hareketinin Katolik kilisesi üzerindeki etkileri nelerdir?
Batı Avrupa’da Katoliklik altında birleştirilmeye çalışılan halkların mezhepsel bölünmesine yol açan Reform hareketi, Katolik Kilise’sinin sadece teolojik, toplumsal ve ekonomik aşırılıklarına bir tepki hareketi değildi; aynı zamanda özellikle toplumsal ve ekonomik alanlarda bir sekülerleşme hareketiydi de. Martin Luther adlı bir Alman papaz tarafından başlatılan Reform hareketi, feodal dönemdeki imtiyazları nedeniyle giderek zenginleşen, pispokosluğu, yerel kiliseleri ve manastırları Kilise’nin “yarar”ına kullanan ve hatta dini birtakım uygulamaları, mesela bir kişinin günahsız olduğunu ifade eden endüljans sertifikalarını dahi para karşılığı satmaya başlayan Katolik Kilisesi’nin bu tavırlarına karşı çıkış hareketiydi. Ama örneğin, incillerin Latince dışındaki yerel dillere çevrilmesini, eğitimin sekülerleşmesini, kiliselerin denetimlerinin seküler yöneticilere devredilmesini de savunan bir hareketti. Bu açıdan Protestanlık diye ayrı bir mezhebin kurulmasına yol açan Reform hareketi, aynı zamanda Kilise’nin mülksüzleştirilmesi hareketinin de başlangıcını teşkil eder. Luther’in en önemli başarılarından birisi kilise örgütleme görevlerini Alman prenslerinin profan iktidarına devretmesiydi; İngiltere’de de VIII. Henry, kiliselere Anglikan hükümdar adına el koydu. Kilise mülklerine el konulması öyle sonuçlar doğurdu ki neticede köylü mülksüzleşti, bütün kaynaklar üretim uğruna seferber edilmeye başlandı.
Akılcılaşma nedir?
Akılcılaşma, toplumun ve bireyin kendisini, kendisini aşan birtakım öğreti, inanç, mit ya da efsanelerden arındırarak tamamen kendisinin sınırları dâhilinde tanıması ve tanımlamasıdır. İnsan aklının bilebileceği sınırların dâhilinde kalınarak toplumun ve bireyin hareket etmesinin sağlanmasıdır.
Aydınlanma hareketi nedir?
18. yüzyılda Batılı düşünürlerin toplumu düzenlemek ve bilginin gelişimini sağlamak amacıyla oluşturdukları kültürel bir hareket. Bilimi ve bilimsel temelli inançları yaymaya çalışan Aydınlanma düşünürleri, batıl inanç, hoşgörüsüzlük ve kilise ile devletin suistimallerine karşı mücadele ettiklerini ileri sürmüşlerdir. Etkileri sadece Batı’da değil, Batı dışındaki toplumlarda da görülmüştür
Protestanlığın en önemli kollarından olan Kalvinizim'in üzerine kurulu olduğu beş temel inanç nedir?
Protestanlığın en önemli kollarından olan Kalvinizim, beş temel inanç üzerine
bina olur. Bunlar:
1. Dünyayı yaratan ancak işlerinin insanın akıl erdiremeyeceği mutlak bir Tanrı
vardır.
2. Her bireyin kurtuluşu ve helakı Tanrı tarafından önceden belirlenmiştir.
Kişinin çabaları bu kaderi değiştirmeye yetmez.
3. Tanrı dünyayı kendi şanı için yaratmıştır.
4. İster kurtuluşa ersin isterse de helaka uğramış olsun, kişinin dünyadaki
ödevi, Tanrı’nın şanını yüceltecek işler yapmaktır.
5. İnsan için kurtuluş ancak Tanrı’nın merhametiyle mümkündür.
Weber'in “ödev” ahlakı kavramı neyi tanımlamaktadır?
Katolik teoloji, manastırlarda keşişlerin bu dünyanın taleplerini aşmak için çileci bir hayat yaşama gayretinde örneklenen, bu dünyanın bir çile olduğu; insanın, bu dünyada işlediği günahların tövbe ve Kilise elçileri tarafından affedilme işlemleriyle öte dünyadaki kurtuluşu temin edebileceği inancına yaslanır. Oysa Protestan teolojide, özellikle de Kalvinist kollarında, daha “püriten” bir ahlak vardır ve bu ahlak anlayışında, denebilirse dünyanın tamamı bir manastıra dönüşür. Ancak bu ahlak, mükafatın ve cezanın bu dünyada, kişinin çalışması karşılığı verileceğine yaslanır.
Weber buna “ödev” ahlakı adını verir. Kişinin bu dünyadaki hayatının Tanrı tarafından ondan beklenen bir “çağrı” olarak kavrandığına ve bütün hayatının bu “çağrı”ya karşılık gelen bir “ödev”le yükümlü olduğuna inanan Protestanlar, bir tür kaderin önceden belirlendiği bir ruh haliyle yaşarlar. Kimse kurtuluşa ereceğinden ve “çağrı”ya kurtuluş için gerekli “ödev”leri yaparak karşılık verip veremediğinden emin değildir. Teolojik olarak inançları bir kilise hiyerarşisi içinde şekillenmeyen ve herkesin kendi papazı olabildiği, İncilleri de yine bir hiyerarşinin dolayımına gerek duymadan kendi başına okuyup anlayabildiği bir yönelim içindeki Protestan birey, kendi içsel yalnızlığıyla baş başadır. Weber, kapitalist ruhun Protestan bireyin içinde bulunduğu bu çileci anlayıştan doğduğunu ileri sürmektedir.