aofsoru.com

Din ve Toplum Dersi 3. Ünite Özet

Feodalizmden Kapitalizme Dinin Ekonomik İşlevi

Feodalizm ve Din

Feodalizmden kapitalizme giden uzun tarihsel bir dönemde dinin toplumsal ve ekonomik olarak nasıl bir fonksiyon yüklendiğini anlayabilmek için öncelikle feodalizmi hem kavramsal ve hem de tarihsel olarak konumlandırmak elzemdir. Tarih boyunca feodalizme yöneltilmiş farklı bakış açıları, feodalizmin toplumsal yapıları ne kadar kapsayabildiği, yararlı bir kurgu olup olmadığı, Batı toplumları dışındaki toplumlara uygulanabilirliği hususlarında oluşan soru işaretlerini çözümsüz bırakmıştır.

Feodalizmin başlangıç noktasını belirleyebilmek, toplumsal katmanların hangi kriterlerle değerlendirilebileceğini ortaya koymak, sekülerleşmiş dönemi bilimsel mantıkla mı yoksa dinin şekillenişine göre mi ele almak gerektiği sorusunu cevaplayabilmek zordur. Bu zorluğun sebepleri aradaki uzun tarihsel zamanın varlığı ve o dönemin artık modern dönemde hakim olmaya başlayan kavramlar ve anlayışlarla anlaşılmaya çalışılması ancak bu çalışmaları besleyebilecek tarihsel ve kavramsal araçların o dönemden elde edilmesinin güç olmasıdır.

Sosyal bilimcilerin toplumları bir bütün olarak kavramak ve tarih boyunca değişim ve dönüşümlerini anlamak için topluma uyguladıkları yasalar toplumsal yasalar olarak adlandırılmaktadır. Sosyal bilimlerin ortaya çıkışıyla tabiat yasaları gibi toplumda da yasalar bulunup bulunamayacağı sorusundan hareketle ortaya çıkan toplumsal yasalar ile bir toplumun hakiki tarihi, her zaman örtüşmeyebilir. Buna rağmen sosyal bilimciler, bir toplumu anlamanın en iyi yolunun onda kavramsal da olsa yasalar bulmak olduğunu düşünür. Feodal döneme ilişkin bir önemli problem de feodalizm için toplumun etrafında döndüğü varsayılan içsel yasaların bulunup bulunamayacağıdır. Harici etkenlerin feodal dönemin oluşmasına daha fazla katkı sağladığı hususu merak uyandırmaktadır. Feodalizmin doğuşuna yol açan nedenler arasından iki husus önemli rol oynar:

  • Roma İmparatorluğu’nun yıkılması
  • Literatüre “kavimler göçü” diye de geçen Doğu’daki çeşitli barbar Cermen kabilelerinin Batı’ya göç etmesinin ve Batı’yı istila etmesinin yarattığı karmaşa

Feodalizm dağınıklık ortamında Kuzey Avrupa’nın kendisini korumaya yönelik bir girişimi olarak değerlendirilse de feodalleşme eğilimlerinin sürmesini açıklamaz. Bu noktada latifundium sisteminin çökmesi ve evrilmesi de açıklanmalıdır. Latifundium Roma döneminde, daha çok Akdeniz civarlarında görülüyordu ve köle emeğine dayalı çok büyük arazi parçalarıydı. Buralarda daha çok zeytin, üzüm, tahıl ve benzeri ürünler yetiştirilip işleniyordu. Bu arazileri daha çok Roma yönetici kesimi işletiyordu. Rekabet gücü olmayan köylülerden satın alınan topraklarla latifundium diğer tarımsal alanlara doğru genişleyebiliyordu. Arazilerin bu şekilde örgütlenmesiyle vergi toplama işi de belirli bir güvence altına alınmış oluyordu. Roma’nın çökmesinden sonra bu büyük arazi parçaları imtiyazlı kişilerin elinde kaldı ve ayrıcalıklı bir zümrenin oluşmasına yol açtı. Bu gelişmeler doğrultusunda manoryalizm adı verilen bir sistem doğdu. Manoryalizmde, arazi üç parçaya ayrılmıştır:

  • “Demesne” adı verilen, sadece imtiyazlı sınıfa ait olan toprak parçaları
  • Köylülerin üründen belirli bir miktar imtiyazlı sınıfa verme ya da imtiyazlı sınıfın belirli bir hizmetini yerine getirme karşılığında köylülerin kendi geçimleri için işlettikleri topraklar
  • Serbest arazi parçaları

Köle emeğine dayalı Romalı dönem ile barbarların ilkel üretim tarzları arasında meydana gelen bir sentez de feodalizmin ortaya çıkışında bir rol oynamış sayılmaktadır.

Feodalizmin ortaya çıkmasına neden olan amiller Roma’nın çöküşü ve barbar istilaları gibi dış etkilerse de Roma’da mevcut olan toprağa dayalı ilişkilerin dönüşerek yeni biçimler alması, yani içsel unsurlar da feodalizmin şekillenmesine katkıda bulunmuştur.

Feodal kelimesinin kavramlaşması ve bilimsel bir incelemeye konu olmaya başlaması 19. yüzyılın ortalarına rastlamaktadır. Feodalizmi tek bir tanım altında ele almak zordur. Feodal sistemde 3 ayrı unsur rol oynamaktadır:

  • Toprağa dayalı bir örgütlenmenin hiyerarşisini belirleyen kurallar, haklar ve yükümlülüklerle alakalıdır.
  • İdarenin ademimerkezileşmesinin neticesinde ortaya çıkan hukuksal ve yönetime dayalı niteliklerden ziyade bu ilişkiler açından geçerli olan toplumsal ve ekonomik niteliklere ağırlık verilmesidir.
  • Orta Çağlarda ortaya çıktığı ifade edilen bu adem-i merkeziyetçiliği kendi içinde bütünleşmiş bir yapı olarak inşa eden anlayıştır.

Batı tarihinde Orta Çağlar tabir edilen bir dönemde ortaya çıkan feodal ilişkilerin ve feodal toplumsal yapının Avrupa’da Hristiyanlığın yayılmasıyla ve daha sonra da kurumsallaşmasıyla doğrudan bir ilişkisi vardır. Hristiyanlığın yeni yeni yayılmaya başladığı dönemde ortaya çıkan feodal yapılarda din özellikle imtiyazlı zümrelerin bir aracı haline gelirken köylüler uzun yıllar

Pagan adetlerini sürdürmüş ve yavaş yavaş Hristiyanlaşmıştır. Pagan: latincede “kırsal” anlamına gelen bir kelimeden türeyen Pagan, yerel halkların tek tanrılı olmayan ve kültlere dayalı inançlarına verilen genel ad. Putperestliğe benzer. Ancak paganlıkta inanılan tanrılar soyut olabilir. Orijinal anlamında İbrahimî gelenekten gelmeyen ve yerel karakter taşıyan inançlar varsa da Batı Hristiyanlaşırken zamanla Hristiyan olmayan anlamı da kazanmaya başlamış ve örneğin İslamiyet de “pagan” olarak anılır olmuştur. Feodal dönemde Batı Avrupa’nın tek dayanağı topraktı ve feodalizm toprak ve üzerindekileri örgütleme çabalarından oluştu. Roma Kilisesi eliyle yaygınlaşmaya başlayan Hristiyanlık bu örgütlenmeyi kolaylaştırdı. Bunun kabaca iki yöntemle yapıldığı söylenebilir:

  • Feodal yöneticilerin kutsanması
  • Manastırlar

Kiliseler ve manastırlar, toprağa dayalı bir üretimin gerçekleştirdiği feodal Avrupa’da hem sistemin bir parçası oldular, bozulan otoriteyi yeniden tesis etmek için gayret gösterdiler hem de ortak bir ahlak anlayışından yoksun kırsal kesime Hristiyanlık ve Latinlikle sentezlenmiş, kimi zaman da yerel pagan adetlerle kaynaşmış ortak bir ahlak anlayışı yerleştirmeye çalıştılar.

Modernlik ve Din

Modern dönem, kendisini karanlık olarak tanımladığı ve Katolikliğin hâkim olduğu Orta Çağlardan ayırırken toplumda var olan yeni gelişmeleri ve bu gelişmeler ışığında ortaya çıkan yenilikleri kullanır. Modern olan yeni olandır ve eskisinden farklıdır. Tektanrılı dinler arasında sadece Hristiyanlık kurucu merkezinden başka bir merkez edinmiştir. Dolayısıyla Hristiyanlık sürekli oluşum halinde bir din olmuş, kendisini her koşula adapte edebilmiştir. Hristiyanlaşmış Roma’ya modernus niteliğini veren şey, düşünce anlamında Yunanlı değerlerin aktarılması işlevini gören, Hristiyanlığı kabul edince de Kudüs’ü kendisine taşıyarak bünyesindeki halklara aktaran Roma tecrübesinin, bir yenilemeyi de içermesidir.

Toplumda yeni fikirlerin, yeni anlayışların ve yeni inançların hâkim olmasıyla başlayan modern dönem, özellikle sekülerleşme, bireyleşme ve akılcılaşma temelinde kendisini gösterir.

Sekülerleşme Kilise’nin mülklerine el konulmasıyla ve yönetimlerinin de kilisenin belirlemediği soylulara devredilmesiyle başlayan, toplumda kilisenin belirleyiciliğinin azalması ve sınırlandırılmasıdır.

Bireyleşme, insanların kararlarını, kilise hiyerarşisine ve yöneticilerin buyruklarına değil kendi iradesine göre belirleyip davranmasıdır.

18. yüzyılda Batılı düşünürlerin toplumu düzenlemek ve bilginin gelişimini sağlamak amacıyla oluşturdukları kültürel bir hareket olan Aydınlanma’yla yeni fikirler gelişmeye başlamıştır. Bilimi ve bilimsel temelli inançları yaymaya çalışan Aydınlanma düşünürleri, batıl inanç, hoşgörüsüzlük ve kilise ile devletin suistimallerine karşı mücadele ettiklerini ileri sürmüşlerdir. Etkileri sadece Batı’da değil, Batı dışındaki toplumlarda da görülmüştür. Bunun sonucunda görülen akılcılaşma ise toplumun ve bireyin kendisini, kendisini aşan birtakım öğreti, inanç, mit ya da efsanelerden arındırarak tamamen kendisinin sınırları dâhilinde tanıması ve tanımlamasıdır. İnsan aklının bilebileceği sınırların dâhilinde kalınarak toplumun ve bireyin hareket etmesinin sağlanmasıdır.

Protestan Ahlakı ve Dinin Ekonomik İşlevleri

Batı’nın feodal dönemden çıkışını sağlayan etkenlerin başında Protestanlık sayılmaktadır. Protestanlık, Katolik Kilisesi’nin feodal dönemle iç içe geçmiş yapısına tepki olarak doğmuş, Hristiyanlık içinde bir reform hareketidir. Katolik Kilisesi’nin teolojik ve toplumsal aşırılıklarına bir tepki olarak görülmesinin yanı sıra, toplumsal ve ekonomik anlamda bir sekülerleşme hareketi olarak da rol oynadığı görülmektedir. Protestanlığın en büyük etkisi, kapitalizmin gelişmesine zemin oluşturan bir dünya algısına sahip olmasıdır.

Weber’e göre kapitalist ruh, Protestan ahlakında mevcuttur ve özellikle Kalvinist kolunda görülür. Protestanlığın en önemli kollarından olan Kalvinizim, beş temel inanç üzerine inşa edilmiştir. Bunlar:

  • Dünyayı yaratan ancak işlerinin insanın akıl erdiremeyeceği mutlak bir Tanrı vardır.
  • Her bireyin kurtuluşu ve helakı Tanrı tarafından önceden belirlenmiştir. Kişinin çabaları bu kaderi değiştirmeye yetmez.
  • Tanrı dünyayı kendi şanı için yaratmıştır.
  • İster kurtuluşa ersin isterse de helaka uğramış olsun, kişinin dünyadaki ödevi, Tanrı’nın şanını yüceltecek işler yapmaktır.
  • İnsan için kurtuluş ancak Tanrı’nın merhametiyle mümkündür.

Protestan teolojide, özellikle de Kalvinist kollarında, daha “püriten” bir ahlak vardır ve bu ahlak anlayışında, denebilirse dünyanın tamamı bir manastıra dönüşür. Ancak bu ahlak, mükâfatın ve cezanın bu dünyada, kişinin çalışması karşılığı verileceğine yaslanır. Weber buna “ödev” ahlakı adını verir. Kişinin bu dünyadaki hayatının Tanrı tarafından ondan beklenen bir “çağrı” olarak kavrandığına ve bütün hayatının bu çağrıya karşılık gelen bir “ödev” ile yükümlü olduğuna inanan Protestanlar, bir tür kaderin önceden belirlendiği bir ruh haliyle yaşarlar. Kimse kurtuluşa ereceğinden ve çağrıya kurtuluş için gerekli ödevleri yaparak karşılık verip veremediğinden emin değildir. Weber, kapitalist ruhun Protestan bireyin içinde bulunduğu çileci anlayıştan doğduğunu ileri sürmektedir. Kalvinizm’in öngördüğü püriten ahlak, kapitalist girişimin bir dayanağı hâline gelir ve ona ahlaki zemini hazırlar.

Weber, kapitalizme zemin hazırlayan püriten ahlakın İslam da dâhil başka dinlerde ve kültürlerde gelişmediğini baştan kabul eder.

Durkheim’a göre din, kutsal meselelerle ilgili inançlar ve uygulamalara dair müteşekkil bir sistemdir. Dolayısıyla din ile toplum benzer teşekküller olarak tarif edilir. Din toplumun kuruluşunu o derecede etkiler ki din ile toplum birbirinde ayrılamaz bir hâle gelir. Bu nedenle Durkheim’da din, inananların toplumun bir parçası olmasını sağladığından, toplum için sağlıklı bir şeydir.

Marx’a göre toplumda hayatiyet bulan kültür, din, hukuk ve benzeri zihniyetler ve teşekküller, toplumda üretim ilişkilerini belirleyen maddi bir altyapının tezahürleri olarak ortaya çıkar. Dolayısıyla Marx, toplumu, bu üretim ilişkilerinin mahiyetinin belirlediği kanısındadır.

Marx’ın ve Marksist geleneğin İslam toplumlarına ve genel olarak Batıdışı medeniyetlere bakışı, sözkonusu toplumlardaki üretim ilişkileri ve bu ilişkilerden hasıl olan toplumsal teşekküller nazarında çözümlenmeye çalışılır. Ne var ki Marx’ta da feodal dönemden beri bu üretim ilişkilerinde kendisini diğer toplumlardan ayrıştıran Batılı modelin belirli bir ağırlığı vardır. Doğu ve özelde İslam toplumları bu modele göre tasnif edilmeye çalışılır. Marksist gelenekte İslam ve Batılı olmayan diğer toplumlara dair kabaca iki yaklaşımın hakim olduğu söylenebilir. Bunlardan birincisi, bu toplumların Batı’dan farklı bir üretim tarzı içerdiğidir ki buna Asya Tipi Üretim Tarzı (ATÜT) denir. ATÜT: Modern öncesi dönemde merkezi idarenin güçlü olduğu Osmanlı İmparatorluğu ya da Hindistan gibi yerlerde, toprak mülkiyetinin imtiyazlı kimselerin ya da teşekküllerinin değil devletin elinde olması neticesinde ortaya çıkan üretim tarzı. ATÜT, daha feodal dönemden itibaren Batı ile Doğu’yu birbirinden ayırır ve tıpkı Weber’deki gibi toprak üzerindeki güçlü patrimonyal hakimiyet nedeniyle Doğu toplumlarında kapitalist üretim biçimine geçilemediğini veya geç geçildiğini varsayar. ATÜT’ü savunanların çeşitli varyasyonları olsa da bu görüş temelde, Batı’da var olanların Doğu’da yokluğu tezine örnek gösterilebilir. İkinci yaklaşım, Doğu toplumları değerlendirilirken Batı’da yaşananların aşırı soyutlamaya tabi tutulduğu ve abartıldığı görüşünü savunarak Doğu toplumlarında da Batı’da yaşananlara benzer gelişmelerin yaşandığını varsayar.


Yukarı Git

Sosyal Medya'da Paylaş

Facebook Twitter Google Pinterest Whatsapp Email