Siyaset Sosyolojisi Dersi 4. Ünite Özet
Sivil Toplum Ve Devlet
- Özet
- Sorularla Öğrenelim
Sivil Toplum Kavramı
Sivil toplum kavramı, kelime anlamı olarak devletin dışındaki sosyal kurum ve yapılardan oluşan toplumsal alanı tanımlamak üzere kullanılmıştır. Ailenin ve devlet kurumlarının dışında, bireylerin gönüllü olarak yer aldığı ve örgütlendiği toplumsal ilişkiler ağıdır. Bu ağ içerisinde piyasa ve piyasa kurumları, gönüllülük esasına dayanan dinsel yapılar, özel ve kamusal nitelikli dernek ve organizasyonlar, kamuoyu ve siyasal partiler gibi çeşitli toplumsal ilişki biçimleri yer alır. Toplumların yapısını ve karakterini belirleyen üç bileşen vardır ki, bunlar sivil toplum, piyasa ve devlettir. Sivil toplum kuruluşları (STK’lar), sivil toplum örgütleri (STÖ’ler), sivil toplum kurumları, gönüllü kuruluşlar, üçüncü sektör, hükümetdevlet dışı kuruluşlar ve sivil toplumu tanımlar. Üçüncü sektör veya devlet dışı kuruluşlar; yardım ve kalkınma amacı güden, vergiden muaf, kar amacı gütmeyen ve çoğunlukla uluslararası alanda faaliyet gösterir. Gelişmiş ülkelerde sivil toplum kuruluşları, halk kuruluşları ve devlet-dışı kuruluşlar olarak ayrılır. Halk kuruluşları, demokratik ve topluluk temelli kuruluşlar olarak belli bir amaç için oluşturulmuş, sorunun çözümüne yönelik resmi ya da gayri resmi, geçici, gönüllüğe dayalı örgütlerdir. Bazı sendika ve meslek birlikleri, kooperatifler, çiftçi grupları, hemşehri dernekleri ve kadın grupları örnek olarak verilebilir. Devlet dışı kuruluşlar ise üyelerinin çıkarlarını değil başkalarının yararına yönelen, kâr amacı gütmeyen gönüllü kuruluşlardır. Bu kuruluşlar genel olarak uzmanlardan oluşan, bürokratik bir hiyerarşiye sahip, hesap verme gibi demokratik bir süreci içermeyen CARE VE OXFAM gibi doğal afetlerde yardım üzerine çalışan örgütler ile Uluslararası Af Örgütü ve insan hakları ve çevre konusunda faaliyet gösteren Greenpeace gibi örgütlerdir.
Sivil Toplum Kavramının Tarihi
1789 Fransız Devrimi ve 20. yüzyılın son çeyreğinde Komünist rejimlerin yıkılışıyla iki önemli değişim geçirmiş olan sivil toplum, 18. yüzyılın başında yurttaşların birbirlerine zarar vermemesini sağlama amaçlı hukuk kuralları vasıtasıyla toplumsal çatışmaları yönetebilen bir siyasal toplum tipidir. Antik Yunan döneminde “iyi toplum” olarak tanımlanan bu kavram, devlet ile bir bütün olarak görülmüştür. Sokrates’e göre sivillik bu toplumun karakteridir ve insan için “iyi yaşamın” teminatıdır. Benzer bir şekilde Platon da ideal devletin insanların alçak gönüllük ve adalet gibi sivil değerlere kendilerini adadıkları toplum olarak görmüştür. Filozofa göre kralın görevi bu erdemlere bağlı sivilleri korumaktır. Benzer bir şekilde Aristo siteyi, yurttaşlarına mutluluk getirecek olan sivil erdemleri paylaşma imkânı veren “koinonia politike” yani siyasal toplum olarak tanımlamaktadır. Roma’da hukukçu Çiçero’ya göre ise sivil toplum, sadece siyasal bir kavram değil, daha çok hukuki bir kavramdır. “Societas civilis” hukukun belirlediği ve yönlendirici ilişkiler üzerine kurulu toplumu tanımlamıştır. Sivil toplum Antik Yunan ve Roma’da “iyi toplum”un karşılığı olarak kullanılmış ve insanlar için barışı ve düzenli yaşamı sağlayan, devletle bütün bir toplum olarak an. Orta Çağda sivil toplum düşüncesi Rönesansın sonlarına kadar ortadan kalkmıştır. Bir takım siyasi gelişmelerden sonra krallar orduları ve oluşturdukları bürokratik yönetimleriyle tebaları üzerinde tek hakim güç haline gelmiştir.
Aydınlanma filozofları, devletin bireysel özgürlükleri engellemesi ve kilisenin de krallara ilahi bir meşruiyet kazandırması sebebiyle insanın ilerlemesini ve refahına engel olduklarına inandıkları için kiliseyi ve kral/devleti özgür iradenin önündeki en büyük engeller olarak görürler. Toplumsal ilişkilerin doğal hukuk anlayışından farklı bir anlayışla kurgulanması gerektiği fikrinin yayılmaya başlaması Otuz Yıl Savaşları’nın etkisiyledir. Toplum sözleşmesi teorisi bu dönemde ortaya çıkmıştır. Sözleşme teorisyenlerine göre; insanın, kendi doğasına uygun bir hayat sürmesi, devlet ve pozitif hukukun korunması ile olur. Thomas Hobbes’a göre toplumdaki sivil yaşamın sürmesi için çok güçlü bir devlete ihtiyaç vardır ve egemen devlet, yani herkesin korkacağı fakat güvenlik için içinde yaşamak isteyeceği devlet, hem aklın hem de ortak çıkarların ulaşacağı çözümdür. Diğer yandan John Locke, sözleşme teorisini sınırlı bir devlet ve güçlü bir toplum için yorumlar. İnsanların bir sözleşme yapmak için bir araya geldiklerinden dolayı egemenliğini kabul ettikleri bir toplum otoritesi oluşturduklarını düşünür. Ancak bu otorite, zamanla toplum üzerinde bir baskı unsuru haline gelebileceğinden sınırlandırılmalıdır. Locke ve Hobbes, Antik Yunan’da olduğu gibi sivil toplumu devletten ayrı bir toplum olarak görmemişlerdir. Onlar, insanların barış ve güvenlik içerisinde yaşayabilecekleri bir sistem önermişler ve sivil toplumu doğal hukuktan kaynaklanan sivil erdem ve hakların oluşturduğu sivil yaşamı sürdüren bir toplum olarak görmüşleridir.
Modern dönemde ise Alman filozof G.V. F. Hegel, sivil toplum kavramı üzerine düşünen isimlerin başında gelir. Hegel, sivil toplumu devletten ayrı, bireylerin kişisel çıkarlarını gerçekleştirdikleri ve özel mülkiyete sahip oldukları ilişkiler dünyası olan “ihtiyaçlar alanı” olarak tanımlar. Hegel’e göre, sivil toplum, kapitalizmin belli bir aşamasında ortaya çıkmıştır ve kapitalist çıkar ilişkilerinin hüküm sürdüğü sivil toplum doğal olarak sürekli çatışma ve eşitsizliklerin yaşandığı bir alandır. Bu sebeple toplumda ahlaki bir düzenin sürmesi isteniyorsa, devletin daimi egemenliği kaçınılmazdır. Devlet, sivil toplumun yanlışlarını düzeltme yetkisine ve yeteneğine sahiptir. Modern sivil toplum kavrayışı içerisinde bir diğer önemli isim olan Alexis de Tocqueville’dir, parti ve derneklerden oluşan bir siyasal sistemi liberal bireycilik ve devletin merkezileşmesine karşı bir denge unsuru olarak görmüştür. Demokrasi, sivil iradenin varlığına bağıdır. Demokratik kurumlar, zaman içerisinde toplum üzerinde baskıcı bir hale bürünebilecektir. Bu durum ancak devletin doğrudan müdahale alanının dışında sivil toplum örgütlerinin varlığı ile aşılabilir. Siyasal sistemler demokrasinin sürdürülebilirliği adına sivil oluşumların yaşamasına fırsat vermelidir.
Bu dönemin bir diğer önemli ismi de Karl Marx’dır. Marx, devlet ve sivil toplumu bir bütün olarak görmüş, bu bütünlüğün kapitalist ilişki ve üretim biçimlerinin yaygınlaşmasıyla bozulduğunu düşünmüştür. Sivil toplumu, kapitalist ilişkilerin hâkim olduğu bir toplumda burjuva çıkarlarını temsil eden bir alan olarak görür ve devletin ise bir üst yapı kurumu olarak, her zaman hâkim sınıfın çıkarlarını temsil ettiğini düşünür. Sivil toplumun ve devletin gerçek anlamlarına kavuşabilmesini kapitalist ilişkilerin ortadan kaldırılmasına bağlı görür. Marx, işçi sınıfının sivil toplumun demokratik kontrolünü ele geçirmesine büyük önem vermiştir.
Modenr dönemdeki önemli isimlerden bir diğeri de Marxist düşüncenin temsilcilerinden olan Antonio Gramsci’dir. Gramsci, sivil toplumu bir üst yapı olarak görür ve bu alanın sadece sosyo-ekonomik ilişkilerden ibaret olmadığını aynı zamanda kapitalizmin hakimiyetinin sürmesi için gerekli olan ideolojik ve kültürel üretimin gerçekleştiği bir alan olduğunu düşünür. Gramsci’ye göre sivil toplum, sorunların çözümlendiği alandır. Gramsci’den sonra “Yeni Sol Siyaset”, sivil toplumu; bireyi, devletin ve piyasanın yıkıcı etkisine karşı korumada önemli görürken, “Yeni Sağ” ya da diğer bir ifadeyle “Neo-liberal” siyasi düşünce ise sivil toplumu komünist ve otoriter rejimlerin dönüştürülmesinde gerekli olan bir mücadele alanı olarak görür.
Postmodern dönemde sivil toplum kavrayışı, komünizmin Sovyet ve Doğu Avrupa ülkelerinde temsil edilen biçimine karşı muhalif düşüncenin gelişmesi olup, 1980’lerde sivil toplum, bu rejimlerin temsil ettiği totaliter ve otoriter yönetimlere karşı demokratik direnişi oluşturmuştur. Sivil toplum, söz konusu rejimlerin yıkılmasında etkili rol oynamış ve siyasal toplumun yerine kullanılmaya başlamıştır. Postmodern dönemde sivil toplumdan anlaşılan, hem siyasal toplum hem de üçüncü sektördür. Postmodern dönemde sivil toplum, devlete bir alternatif değil onu tamamlayan ve dengeleyen bir unsur olarak görülür. 1990’lı yıllar küreselleşme karşıtı hareketlerin ve bir çok ülkedeki demokratikleşme yönelimlerinin görüldüğü yıllardır ve bu yıllar sivil toplumun her türlü demokratikleşme ile ilgili sorunların çözümünün olmadığının görüldüğü yıllar olmuştur.
Sivil Toplum ve Demokrasi
Liberallere göre; toplumda bireylerin, gönüllü ve karşılıklı işbirliği esasına dayalı organizasyonlar meydana getirmeleri siyasal olarak daha bilgili, daha aktif bir insan tipinin oluşmasında kültürel bir birikim sağlamaktadır. Sivil toplumun gelişiminin demokratik siyasal sistemlerde daha hızlı olması, demokratik bir devletin sivil toplumu desteklemesi karşılığında, demokratik bir sivil toplumun demokratik bir devleti var etmesi ile mümkün olmuştur.
Sivil Toplum ve Küreselleşme
Küreselleşme, dünya toplumları arasında ekonomik, sosyal, kültürel ve siyasal etkileşimin yoğunlaşması olarak tanımlanır. Neo-liberaller için küreselleşme refah ve buna bağlı olarak özgürleşme olarak yorumlanırken, sol düşünce tarafından eşitsizlik ve baskının giderek arttığı bir süreçtir. Sivil toplum siyaset biliminde “küresel sivil toplum” olarak kavramsallaşmıştır. Neo-liberal siyasette küresel çapta sivil toplum örgütlerini desteklemiştir. Sivil toplum teorisinin günümüzdeki önemli isimlerinden olan John Keane, yükselen terör korkularına, artan ön yargı, ulusalcılık ve küreselleşme karşıtlığına karşın küresel sivil topluma ihtiyaç duyulduğundan, demokratik yaşam biçiminin gerekliliğini belirtmiştir.
21. yüzyılda “küresel sivil toplum” kavramı, kapitalizm, dünyada yaşanan açlık, göç, doğal afet ve insan hakları gibi sorunlar dikkate alındığında, demokratik düşünce ve yaşam açısından önemli olduğunu ortaya koymaktadır.
Sivil Toplum ve Devlet
Modernite yada modern dönem, batıda 17. yüzyılın sonu ve 18. yüzyılın başlarında Aydınlanma ve Sanayi Devrimiyle başlayıp günümüze kadar gelen zaman dilimi olarak adlandırılmaktadır. Modernite öncesi siyasal düşünce devletle toplumu organik bir bütün olarak görürken, modern siyasal düşüncede devletle toplum birbirinden ayrı yapılar olarak kabul edilir. Bu ayrımın sebebi ise İtalyan siyaset bilimci Norberto Bobbio’nun belirttiği üzere sivil toplumdur. Devlet, toplumda sivil toplumu kontrol etmek isterken, sivil toplumun amacı ise devletin müdahaleciliğine karşı özerkliğini ve özgürlüğünü korumaktır. Karl Marx sivil toplum ve devletin bir bütün olduğunu düşünmektedir. Ona göre kapitalizm aşılmalı ve komünizme geçilmelidir ve bu gerçekleştiğinde devlet sivil toplum içerisinde kendiliğinden sönümlenecektir. Devlet, işçi sınıfının, burjuva sınıfına hizmet edilmesine sebep olduğundan, sivil toplumdaki çıkar çatışmalarının hem sonucu hem de sebebidir. Modern sivil toplum kavrayışı içerisinde önemli bir yeri olan liberal düşüncenin devletin meşru eyleminin sınırları konusunda çeşitli düşünceleri içerdiğini söylemek mümkündür. Egemenlik kuramcıları Jean Bodin ve Thomas Hobbes için devlet; doğal durumun karşıtı olan medeni (sivil) durumdur. Doğal durum, güçlünün zayıfı ezdiği, tam bir eşitsizlik halidir. Devlet; Bu doğal durum karşısında oluşacak kaos haline son vermek üzere insanların bir araya gelip yaptıkları sözleşmenin ürünüdür. İnsanların kendisinden korkarak itaat edecekleri egemen devlet, “leviathan”, yasa ve kurumlarıyla aynı zamanda sivil toplumun yansımasıdır. Devletli toplum, kaostan kurtulan, düzenin hâkim olduğu sivil toplumdur.
Klasik liberalizm içerisinde önemli isimler olan Samuel Pufendorf, John Locke, Immanuel Kant, Fizyokratlar, İskoç Aydınlanması düşünürlerine (Adam Ferguson ve Adam Smith gibi) göre toplum doğaldır. Dolayısıyla doğa devlet tarafından korunmalıdır. Doğal durumda insanların, yaşam ve mülkiyet hakları gibi kutsal hakları vardır. Bu hakların adil bir şekilde kullanılması içinse bir hakeme ihtiyaç duyulur. Böylece sözleşmeyle doğal durumdan devletli topluma yani sivil topluma geçerler.
Önemli düşünür Thomas Paine’e göre ise, sivil toplum kendisini geliştirdikçe devlete daha az ihtiyaç duyacaktır.
Hegel’e göre devlet sivil toplumu korumalıdır. Devlet, ahlakın yüksek bir formu olarak sivil toplumdaki çatışmaları sona erdirmelidir. Sivil toplum devlet ilişkisinde belirleyici olan devlettir.
John Stuart Mill ve Alexis De Tocqueville göre devlete doğrudan bağımlı olmayan, kendi kendine örgütlenmiş ve yasal açıdan varlığı teminat altına alınmış sivil toplum korunmalı ve geliştirilmelidir. Devlet müdahalesi olmamalıdır.
Demokratik bir düzen için yasal-hukuksal ve kurumsal alt yapı ile birlikte demokratik değerlere sahip çıkan ve pratikte yaşatan sivil birlik ve oluşumların da olması gerekir.
Türkiye’de Sivil Toplum ve Devlet İlişkisi
Ülkemizde sivil toplum ve devlet ilişkisini anlamak için, Osmanlı İmparatorluğu’na bakmak gerekir. Osmanlı İmparatorluğunda sivil toplumun varlığı, sosyal hayatta farklı dinlere dayalı olarak ortaya çıkan dinî örgütler, vakıflar, esnaflardan oluşan ahi birlikleri, loncalar ve odalar, dernekler, dinî tarikat ve cemaatler gibi toplumsal yaşamın sürdürülmesinde faaliyet gösteren sivil toplum örgütleri ile gösterilebilir. Osmanlıda devlet bunlar üzerinde ciddi bir kontrol gücüne sahiptir. III. Selim ve II. Mahmut’la başlayan, Islahat Fermanı, Tanzimat Fermanı ve I. ve II. Meşrutiyet’le devam eden reformlar toplumun özgürleşmesinden çok devletin kurtarılması için yapılmıştır.
Cumhuriyet döneminde yasal düzenlemelerle muhalefet örgütlenme imkânı bulabilmiş; 1960’a kadar 37 yeni parti ve 18958 yeni dernek kurulmuştur. 12 Eylül 1980 askeri müdahalesinin ardından yapılan 1982 Anayasası, sivil toplumun hareket alanını belirlemiş, Milli Güvenlik Kurulunun yaptığı düzenlemelerle sivil toplum üzerinde devlet vesayeti önemli ölçüde artmıştır. 1985’den sonra sivil toplum ciddi gelişme göstermiştir. Pek çok alanda yeni sivil toplum örgütleri kurulmuştur. Bugün Türkiye’de 4.547’si vakıf, 86.031’i dernek olmak üzere, sendikalar, meslek odaları ve kooperatiflerin eklenmesi durumunda sayı 150.000’i aşmaktadır.
Osmanlı’da, 1876 Anayasa’sında tanımlanan hak ve özgürlüklerin devlet tarafından verilen imtiyaz ya da taviz olarak algılanmıştır. Anayasayla sahip olduğu toplumsal düzen ve güçlü merkezi otorite anlayışı, devlet karşısında özerk sivil bir alanın oluşumuna imkân tanımamıştır. Benzer durum Cumhuriyet dönemi için de söz konusudur. Anayasalar daha çok devletin sivil toplumu biçimlendirme araçları olarak işlev görmüştür.
Türk siyasal kültüründe sivil toplum, kimi zaman potansiyel bir tehdit kimi zaman da hegemonyanın üretilmesi için desteklenmesi gereken bir alan olarak görülmüştür. Türkiye’de sivil toplumun gelişememesinin sebebi, sivil toplumun gerektirdiği sivil ve siyasal hakların talep edilmesi ve kullanılması konularında yetersiz olunmasıdır.
Türkiye’de sivil toplum-devlet ilişkisi arasındaki sorunlar, siyasal kültürel olarak devletten kaynaklandığı gibi sivil toplumdan da kaynaklanmaktadır. Devlet, sivil toplumu kontrol etme kaygısıyla hareket ederken sivil toplum demokratik iradeye sahip çıkmak ve kendi içinde demokratik ilişkileri geliştirmek konularında yeterlilik gösterememektedir.
Anayasa ve anayasal düzenlemelerin, sivil toplumu da içine alacak şekilde genişletilmesi, sivil topluma siyasi sorumluluk verilmesi, siyasi partilerin devletten çok sivil topluma yakın olması ve sivil toplumun ve siyasi partilerin demokratik bir yapı içinde olmaları ile sivil toplum-devlet ilişkisi demokratikleşebilir