Sosyal Sorunlar Dersi 2. Ünite Özet
Sosyal Adalet Ve Eşitsizlik
- Özet
- Sorularla Öğrenelim
Giriş
21. yüzyılın ilk yıllarında Batı dünyasında görülen en büyük sosyal huzursuzluk hareketlerinden birisi, 2011 yılında Amerika Birleşik Devletleri’nin finansal merkezi olarak bilinen ve New York Borsasının da yer aldığı Wall Street sokaklarının işgal edilmesiyle gündeme gelen olaylardır. Bu olayların arkasında yatan en temel nedenlerden birisi ise artan gelir eşitsizliğini ve bununla birlikte ortaya çıkan birçok sosyal sorunu protesto etmek olarak ortaya çıkmıştır. Kısa zamanda, New York’un ötesine sıçrayarak Londra, Berlin, Madrid, Paris gibi Batı dünyasının gelişmiş ekonomilerinin önemli merkezlerinde de ortaya çıkan ve birçok finansal şirketin genel merkezini işgal eden protesto gösterilerine dönüşen bu sosyal hareketler oldukça dikkat çekmiş, hatta kimi büyük sermaye sahibi kurum yöneticilerinin dahi bu konu hakkında yürütülen tartışmalara dâhil olmasına sebep olmuştur.
Hem gelir ve zenginliğin dağılımında son dönemde oldukça net bir şekilde ortaya çıkan büyük eşitsizlikler hem de söz konusu bu sosyal ve ekonomik sorunun gerek iş ve gerekse de siyaset çevrelerinde her geçen gün artan bir yoğunlukta tartışılması, bu konularda yürütülen tartışmalara kamunun dikkat ve ilgisinin yeniden canlanmasını da beraberinde getirmiştir.
Hem sosyal adaletin ne olduğu, nasıl tesis edileceği, neleri kapsadığı, yani bir diğer deyişle olgusal içeriği hem de bu alanda çalışma yürüten bilim insanlarının ileri sürdüğü kuramsal ve etik iddiaların çeşitliliği, sosyal adalet tartışmalarını oldukça geniş bir alana taşımış ve onu çok disiplinli bir araştırma başlığı hâline dönüştürmüştür.
Tarihsel ve Kavramsal Arka Plan
Sosyal adalet fikrinin kavramsal çerçevesi, sosyal bilimlerin hemen hemen her alanında olduğu gibi, Antik Yunan filozoflarının yazınlarına kadar giden geniş bir tarihsel süreç içerisinde takip edilebilir. Antik Dönem filozofların eserlerinde adalete ilişkin tartışmaların bugün çok boyutlu ve çok disiplinli bir alan olarak işleyen adalet anlayışından önemli farklılıklar taşır. Bu farklılıklardan en önemlisi, ceza adaleti ile sosyal adalet kavramları arasında görülür.
- Ceza adaleti (criminal justice) yasalarla düzenlenen kuralların dışına çıkan ya da bu kurallara aykırı fiiller gerçekleştiren bireylere uygulanacak yaptırımlara ilişkin düzenlemelerdir.
- Sosyal adalet (social justice) ise çoğu zaman yasal bir düzenlemeye konu olmasa da kurumların, sosyal norm ve değer sistemlerinin, ekonomik yapının işleyişi dolayısıyla ortaya çıkan yoksulluk ve eşitsizlik gibi sosyal sorunların tartışma ve araştırma başlığı yapıldığı alandır.
Antik Dönem düşünürlerinin eserlerinde ceza adaleti ve sosyal adalet tartışmalarının birbirinden ayrılmadan devam ettirildiği, bu ayrımın daha çok çağdaş dönem adalet anlayışında var olduğunu söylenebilir. Aristo’nun eserlerinde ceza adaleti ve sosyal adalet arasındaki ayrımın biraz daha netleştiği görülür.
Roma İmparatorluğu Dönemi’nde adil toplumun daha çok haklara ve haklarla birlikte bireyin sorumluluklarına atıfla tanımlandığı görülür.
Hobbes’un adalet tanımının merkezinde sözleşme fikri ve bu sözleşmeye uygun davranmak olduğu görülmektedir. Ne var ki bu yaklaşımda adaletin etik boyutunun ihmal edilmiş olabileceğine de dikkat çekmek gerekmektedir.
Ahlaki sorumluluk ilkesini adalet tartışmalarına dâhil eden düşünürler arasında önde gelen isimlerden birisi olarak David Hume’u işaret etmek mümkündür. David Hume’a göre bir toplumda sosyal adaletin var olup olmadığına ilişkin değerlendirmeler, o toplumda kamusal hayatın organizasyonuna dair alınan kararların ve uygulamaların kamusal faydayı artırmayı hedefleyip hedeflemediğine bakılarak yapılabilir.
Faydacı Sosyal Adalet Anlayışı
Faydacı yaklaşımın kurucuları olarak isimlendirilen Bentham ve Mill’e göre kamusal faydayı en yansıtacak olan mutluluktur. Fakat bu mutluluk, tek tek bireylerin değil toplumun toplam mutluluğu olarak düşünülmektedir. Mümkün olan en çok sayıda insan için en büyük toplam mutluluk çıktısını sosyal adaletin temel ölçütü olarak ele aldığı için faydacı yaklaşım, Campbell’ın da belirttiği üzere, “çoğunlukçu” bir perspektif olarak düşünülür. Faydacı sosyal adalet yaklaşımının temelinde toplam mutluluk ilkesi yer alır.
Klasik faydacı anlayışın toplam mutluluğun sosyal adaletin temel ölçütü olarak ele alınması gerektiği yönündeki önerisi çağdaş faydacı perspektiflerde mutluluğun farklı formları ile ifade edilmektedir. Faydacı perspektiften ekonomi politikalarını, siyasal kararları ya da idari düzenlemeleri analiz eden ve tartışan birçok araştırmacı ve bilim insanı mutluluk yerine, “arzuların gerçekleştirilmesi” ya da “yaşam tatmini” gibi ifadeleri kullanmaktadır.
Öznel refah, yani bireyin tercihlerine ve hislerine odaklanılarak gerçekleştirilen bir analiz, bireyin sosyal statüsünden ya da sınıfsal konumundan ileri gelen ve bununla ilişkili bakış tercihlerinden etkilenecektir.
Faydacı yaklaşımın ikinci ayırt edici karakteristiği olarak yukarıda belirtilen toplamcılık özelliği de ciddi bir problemi barındırmaktadır. İfade edildiği üzere, bir politika ya da uygulamanın değerlendirilmesinde faydacı yaklaşım, toplam faydaya, bir diğer deyişle toplam mutluluk çıktısına odaklanmaktadır. Faydacı yaklaşım için “eşit işe eşit ücret” ya da istihdam koşullarında toplumsal cinsiyet eşitliği gibi ilkeler etik meselelerdir ve sosyal adalet ile ilişkili değildir. Bu ilkeler ihlal edilse dahi eğer ki bireyler mutlu ise ortada bir sorun görülmemektedir.
Üçüncü olarak faydacı yaklaşımın sonuç odaklı (consequentalist) karakteristiğine ilişkin ortaya çıkan bir sorundan bahsetmek mümkündür. Sonuç odaklı olan doğası gereği faydacı yaklaşım, bir kararı, davranışı ya da ekonomik veya siyasal politikayı değerlendirirken söz konusu kararın, davranışın ya da politikanın sonuçta üreteceği çıktıya bakarak değerlendirme yapmaktadır. Öte yandan, sonuca ulaşmak için izlenen yolda uygulanan karar ya da politikanın üreteceği zarar göz ardı edilmektedir. Örneğin faydacı yaklaşım, çoğunluk için daha fazla mutluluk çıktısı üretmesi beklenen bir politikanın uygulanma süreci içerisinde azınlıkta kalacak bir kesimin kimi devredilemez haklarının zarar görmesini göz ardı etmeyi meşru sayar.
Liberteryen Adalet Anlayışı
Liberteryen modelin sunduğu adalet fikri, klasik siyasal liberalizmin değer ve ilkelerine dayanmaktadır. Liberteryen adalet fikri üzerine ilk belirtilmesi gereken, bu adalet fikrinin sosyal adalet uygulamalarını reddettiği çünkü adaletin sosyal yani toplumcu bir boyutu olmayacağı, onun birey hak ve özgürlükleriyle ilgili olduğudur.
Liberteryen adalet yaklaşımının sosyal adalet kavramını reddettiği dikkat çekmektedir. Zira liberteryen bakış açısına göre adaletin “sosyal” ya da toplumsal bir boyutundan bahsetmek mümkün değildir. Adalet, liberteryen bakış açısına göre, bireylerin hak ve özgürlükleri ile ilişkilidir.
Liberteryen adalet yaklaşımına göre adaletin sağlanabilmesinin yegâne yolu, serbest piyasanın doğal işleyişinin sağlanmasıdır.
Kavramsal çerçevesi en temelde “liyakat” (merit), “hak edenin ödüllendirilmesi” (rewarding the meritious one), “hak sahipliği” (entitlement) olan çağdaş liberteryen modelin en önemli temsilcisi Robert Nozick (1938-2002) olarak işaret edilmektedir. Liberteryen düşünürlerin iddialarını temellendirirken sıklıkla işaret ettiği “liyakat”, “hak edenin ödüllendirilmesi” ve hak sahipliği kavramına ek olarak Robert Nozick “sahiplik” veya “elde tutma” olarak da ifade edilebilecek “edinç” (holding) kavramını da sıklıkla kullanarak çağdaş liberteryen adalet fikrini ileri sürmektedir.
Nozick’in ileri sürdüğü adalet ilkeleri kısaca şu şekilde sıralanabilir: Kazanım ilkesi, transfer ilkesi, elde tutma ilkesi.
Tek başlarına çok da anlam ifade etmiyor gibi gözüken bu ilkeler esasında birlikte, tüm liberteryen adalet modelinin temelini oluşturmaktadırlar. Dolayısıyla bir sistematik içinde düşünülmelidirler. Birinci ilke kazanım ilkesi olarak bilinmektedir ve bireyin bir zenginliği kazanmasını düzenlemektedir. İkinci ilke transfer ilkesi olarak bilinir ve bireyin gönüllü olarak kendisine devredilmiş bir zenginliği, sahipliğini düzenlerken, son ilke elde tutma ilkesi olarak birinci ve ikinci ilkelerde belirtilen koşullara zarar vermeden bireyin kazandığı ve kendisine transfer edilen zenginliği elde tutabilme hakkına işaret etmektedir. Esasında, tümüyle özel mülkiyetin kazanımı ve elde tutulmasını düzenleyen bu ilkelere Nozick’in “her bireyden yapmayı seçtiğine göre, her bireye kendisi için yaptığına göre” şeklinde ifade ettiği ayrı bir genel kural eşlik etmektedir.
Liberteryen adalet anlayışında, değere sahip olmanın adaletini, o değerin ortaya çıkması için ortaya konulan emek belirlemektedir ve bu bakış açısı ünlü İngiliz filozof John Locke’un öz sahiplik argümanından ileri gelmektedir.
Liberteryen adalet fikrinin birey emeğinin üretilen toplam değer üzerinde tek başına etkili olduğu yönündeki indirgemeci perspektifidir. Üretilen hiçbir değer, özellikle günümüzde, yeknesak bir üretim sürecinin sonucu olarak ortaya çıkmamaktadır. Dolayısıyla “bireysel üretim” gibi bir süreç ortada yoktur. bir davranışın yetenek olarak addedilebilmesi, o davranışın toplumun diğer bireylerince yapılacak değerlemesine tabidir. Bu değerlemenin kendisi de bir öğrenme sürecini gerektirmektedir.
Değeri kendinden menkul olmayıp toplumun diğer bireyleri tarafından takdir edilen ve bu değer belirleme sürecinin de sosyal ilişkilerle ortaya çıktığı yetenek, sosyal yetenek olarak tanımlanır.
Liberteryen adalet fikrinin temelinde bulunan öz-sahiplik argümanı John Locke ve kimi diğer klasik siyasal liberal düşünürler tarafından üretilen ürün çıktısının sahipliğine ilişkin bir iddiayı barındırmaktayken söz konusu bu argümanın çağdaş liberteryen yorumu bu sahipliği ürünün üretilmesinde kullanılan girdileri de kapsayacak şekilde genişletmiştir.
Rawlsçu Sosyal Adalet Anlayışı
Bir yandan faydacı sosyal adalet modeli mümkün olan en çok sayıda insan için mümkün olan en fazla mutluluk çıktısına odaklanırken diğer yandan liberteryen adalet anlayışı tüm bireyleri kazanım, transfer ve elde tutma hakkında eşitleyerek sonuçta çıkan eşitsizliklerin meşru olduğunu iddia eden bir bakış açısı sunmaktadır. Ünlü siyaset bilimci John Rawls’un (1921-2002) ortaya attığı ve kısaca “hakkaniyet olarak adalet” şeklinde ifade edilebilecek sosyal adalet yaklaşımı hem liberal değer ve ilkelere sadık kalarak hem de kimi yapısal eşitlikçi kaygılarla oluşturulmuş bir sosyal adalet modeli olarak ifade edilebilir.
John Rawls’un “hakkaniyet olarak adalet” şeklinde kısaca formüle edilebilecek önerisi esasında yaşadığımız son otuz yılın en öne çıkan sosyal adalet kuramı olarak da düşünülebilir. John Rawls’un “hakkaniyet olarak adalet” kavramı, liberteyenizmin adaletin sosyal boyutunu hiç dikkate almayan yaklaşımı ile sosyal adalete eşitlikçi ve kamusal faydayı temel alarak yaklaşan sosyal adalet yaklaşımlarını birbiriyle yakınlaştıran, bir diğer deyişle uzlaştıran kimi önemli niteliktedir önerileri bulunmaktadır.
Orijinal pozisyonlarında yani bir cehalet peçesi altında olan bireyler, Rawls’a göre, sosyal adaleti tesis edecek ilkelerin belirlenmesinde kaçınılmaz olarak iki ilkeyi gündeme getireceklerdir. Bunlardan birinci ilke herkesin herkes kadar temel haklara ve özgürlüklere (düşünce ve ifade özgürlüğü, seçme ve seçilme hakkı, din özgürlüğü, adil yargılanma hakkı, basın özgürlüğü ve benzeri temel hak ve hürriyetler) sahip olmasını düzenlerken, ikinci ilke sosyal ve ekonomik eşitsizlikleri düzenlemekte ve adil fırsat eşitliği koşulları altında her pozisyon ve görevin herkese açık olması ile birlikte sosyal ve ekonomik eşitsizliklerin toplumun en dezavantajlı kesiminin faydasına olacak şekilde düzenlenmesi gerektiğini belirtmektedir.
Rawls, birinci ilke ile temel liberal hak ve özgürlüklerin herkes için eşit olarak dağıtılması gerektiğini önermekte ve bu anlamıyla klasik siyasal liberal değerlere sahip çıkmaktadır. Öte yandan, ikinci ilke ile toplumdaki zenginlik ve gücü meritokratik, yani liyakata dayanan ve eşitlikçi değerlerle uyumlu bir şekilde dağıtılması gerektiğini ifade ederek eşitlikçi ve liyakat esaslı siyasal pozisyonlarla da iş birliğine girmektedir.
Her ne kadar yaşadığımız dönemin en etkili sosyal adalet teorileri arasında gösterilse de Rawls’un sunduğu sosyal adalet çerçevesi eleştiriden uzak kalamamıştır. İlk olarak söylenmesi gereken belki de Rawls’un ortaya attığı teorinin oldukça soyut, gerçek hayatta uygulanması oldukça güç bir öneri olduğudur. İkinci olarak Rawls’un ortaya attığı iki temel sosyal adalet ilkesinde, birinci ilkenin ikinci ilke üzerindeki üstünlüğü ya da önceliğine ilişkin bir temellendirme yapılamamaktadır.