aofsoru.com

Türk Siyasal Hayatı Dersi 7. Ünite Özet

Türkiye'de Ordu-Siyaset İlişkisi

Giriş

Güvenliği sağlamak için tüm devletler belirli kurumlar oluşturmuşlardır. Genellikle ülke içinde güvenliği sağlama işini polis teşkilatına ve jandarma yapılara havale ederler. Buna karşılık, dış güvenliği sağlamak için ordudan yararlanırlar. Dolayısıyla iç ve dış güvenlik kurumları arasında bir işlev farklılaşması bulunur. Ordular kendilerine verilen görev çerçevesinde örgütlenmiş, mensupları uzun bir eğitim sürecinden geçirilmiş ve ağır silahlarla donatılmış yapılardır. Bunun yanında yaptıkları işin doğası gereği, ordu içinde katı bir hiyerarşi bulunur.

Güvenliğe atfedilen anlam ve ülkenin demokratikleşme düzeyi bağlamında orduların sistem içinde etki ve ağırlıklarını artırabildikleri dikkat çeker. Gelişmiş demokrasilerde ordular, genellikle, tıpkı diğer bürokratik kurumlar gibi, yasaların kendileri için belirlediği çizgide kalırlar ve yönetim süreçlerini doğrudan kendi kontrollerine almak gibi bir amaç taşımazlar. Oysa demokratik gelişmişlik düzeyi nispeten daha düşük olan ülkelerde ordular, farklı saiklerle siyasal mekanizmaların parçası, hatta doğrudan yöneticisi olma eğilimi gösterebilmektedir. Bu durumun başlıca aracı ise ordu hiyerarşisi içinde kalınarak yapılan ya da bir grup subayın kendi üstlerini de devre dışı bıraktıkları “askerî darbe” olgusudur.

Türkiye’nin modernleşme sürecine girmesiyle birlikte ordunun siyasal alan üzerindeki etkisinin de arttığı söylenebilir. Modernleşmenin askerî alanda başlaması, Batılılaşma perspektifine uygun olarak ordu içinde toplumdan farklılaşmış bir elit zümrenin ortaya çıkışını beraberinde getirmiştir. Cumhuriyetin ilanından sonra ordunun rejime bağlılığı tam olarak sağlanmış, ancak çok partili hayata geçilmesinin ardından bu durum belirli sorunların yaşanmasına da neden olmuştur.

Tarihsel Arka Plan: Osmanlı Döneminde Askerin Sistem İçindeki Yeri

Osmanlı Devleti güçlü bir askerî yapılanma üzerinde yükselmiştir. Bu yapılanmanın ilk unsuru, merkezde padişaha doğrudan bağlı olarak faaliyet gösteren Yeniçeri Ocağı’dır. Ordunun ikinci bileşeni “tımar sistemi”ne dayanan atlı birliklerdir. Özellikle Türkmen aşiretlerinden savaş zamanlarında alınan gençlerle yukarıdaki iki silahlı unsur takviye edilir.

Osmanlı, orduyu farklı unsurlardan oluşturarak askerlerin merkezî yönetim için oluşturacağı bütçe yükünü azaltmayı hedeflemiştir. Bu şekilde, devlet otoritesine karşı silahlı unsurlardan gelecek muhtemel bir isyanın belirli bir kesimle sınırlı kalması hedeflenmiştir. Nitekim bu tür isyan durumlarında söz konusu farklı kuvvetlerin devlet tarafından birbirlerine karşı kullanılabildiği de görülmüştür.

İlk Modernleşme Girişimleri

Osmanlı’da klasik dönemde gayet iyi şekilde işleyen askerî sistem, zaman içinde bozulmuş, dünyada değişen savaş teknolojisi ve teknikleriyle mücadele edemez duruma gelmiştir. Karlofça Anlaşmasının ardından başlayan yenilenme girişimleri, 18. yüzyılın sonlarına gelindiğinde iyiden iyiye hız kazanmıştır. Bu süreçte, savaş meydanlarında karşılaşılan başarısızlıklardan hareketle ilk reformlar askerî alandan başlatılır. 19. yüzyılda askerî alanda yapılan en önemli yeniliklerden biri II. Mahmud tarafından Yeniçeri Ocağının kaldırılmasıdır. Vakayı Hayriye adıyla bilinen yeniçeriliğin tasfiyesi olayı, Osmanlı’da tamamen modern tekniklere uygun askerî birliklerin doğmasını sağlamıştır.

Zorunlu askerliğe dayanan düzenli ve sürekli ordu, Batı’daki örneklerine benzer şekilde örgütlenir. Şehirlerde asayişi sağlamak için kurulan Zaptiye teşkilatından da özellikle savaş zamanları orduyu takviye etmek için yararlanılır. Askerî alanda başlayan bu yenileşme girişimleri, devletin içine gireceği geniş kapsamlı dönüşüm hareketine de doğrudan etkide bulunmuştur. Ordunun devletin içine girdiği reform sürecinde oynadığı bu hayatî rolü “militarist modernleşme” kavramıyla ifade etmek mümkündür.

II. Meşrutiyet Dönemi

1878’de parlamentoyu süresiz olarak tatil eden Sultan II. Abdülhamid, devlet yönetimini tam olarak eline almış, bu süreçte de çok sayıda yeniliği hayata geçirmiştir. Abdülhamid rejimine karşı en kapsamlı muhalif hareketlerin ordu içinde görüldüğü söylenebilir. 1908 yılında meclisin açılmasıyla İkinci Meşrutiyet dönemini başlatan bu hadise, bir bakıma, ordunun modern dönemde, siyaset üzerindeki ilk büyük etkisine de işaret eder.

Askerlerin siyaset üzerindeki etkisini doruğa çıkaran olay ise 13 Nisan 1909’da yaşanmıştır. Bu gelişmeler üzerine Selanik’teki Üçüncü Ordu Komutanı Mahmut Şevket Paşa, 1908 değişikliklerini savunmak için harekete geçer ve sivillerin de katılımıyla oluşturan Harekât Ordusunun başında İstanbul’a doğru yola çıkar. Harekât Ordusu, İstanbul’a girmek üzereyken (İttihat ve Terakki Cemiyeti) İTC ile Sultan II. Abdülhamid arasında varılan uzlaşı sonrasında padişahın tahttan indirilmemesi, ancak 1908’de başlatılan sürecin devam ettirilmesi ve 31 Mart olayını başlatanların cezalandırılması kararlaştırılır.

1912’de başlayan Balkan Savaşları ise ordu ve siyaset arasındaki ilişkilere yönelik tartışmaların bir süreliğine de olsa rafa kaldırılmasına sebep olmuştur. Yenilgiyle sonuçlanan Birinci Balkan Savaşı, imparatorluğun çöküşünü adeta daha da hızlandırır. Balkan coğrafyasında yaşanan başarısızlıklar İttihatçılara yönelik halk tepkisini artırır. Edirne’nin barış anlaşmasıyla düşmanlara bırakılacağını gören İstanbul’da konuşlu ihtiyat birliklerinin komutanı Enver Bey, askerleriyle birlikte sadrazamlık binasını basar; çıkan kargaşada Harbiye Nazırı Nazım Paşa öldürülür. Tarihe “Babıâli Baskını” olarak geçen bu olay neticesinde İTC yönetim süreçlerini büyük oranda kendi kontrolüne almıştır.

İTC’nin hüküm sürdüğü yıllar, hiç kuşkusuz, ordunun siyasallaşmasının en belirgin örneklerini sunmuştur. Bu süreçte, bürokratik bir mekanizma olarak ordu tarafsızlığını büyük ölçüde yitirmiş, aynı zamanda kendi içinde kamplara ayrılmıştır. Buradan hareketle, siyasetle bu denli iç içe olmanın ordunun gücünde ciddi bir erozyona neden olduğu ve askerleri kendi görevlerinin gereklerini yerine getirmekten daha çok siyasal kavga vermeye yönelttiği söylenebilir.

Kurtuluş Savaşı Yılları

19 Mayıs 1919’da Dokuzuncu Ordu Müfettişi sıfatıyla Samsun’a çıkan ve Anadolu’daki direniş hareketini örgütleyen Mustafa Kemal Paşanın talebiyle 23 Nisan 1920 tarihinde hem Mebusan Meclisinden gelecek üyelerin katılacağı hem de yeni seçilecek milletvekillerinden oluşacak Büyük Millet Meclisi Ankara’da toplantıya çağrılır. Sivas Kongresinde kurulan Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti de Meclisin toplanmasından sonra, başlangıçtaki amacına uygun şekilde, ülkenin değişik yerlerinde dağınık halde bulunan direniş örgütlenmelerini kendi çatısı altında toplamıştır.

Birinci Meclisin açılmasından sonra öncelikli sorunlardan biri savaşın tek elden, düzenli ordu aracılığıyla yürütülmesi olmuştur. Birinci Meclisin açılmasından sonra söz konusu kuvvetleri düzenli ordu çatısı altında toplamak en önemli önceliklerden biri olmuştur. Bundan dolayı, ülkenin farklı yerlerinde bulunan ve daha önce kurulmuş olan milis birliklerine düzenli orduya katılma çağrısı yapılır. Bu çağrıya uymayanların üzerine ise askeri birlikler gönderilir.

Tek Parti Dönemi: Siyasal İktidar-Ordu Birlikteliği

Cumhuriyet rejiminin silahlı kuvvetler üzerinde hâkimiyeti tam anlamıyla sağlamasının ardından askerlere belirli bir misyon yüklediği söylenebilir. Ordu, güçlü bürokratik yapısı, üstlerce verilen emirlerin sorgulanmadan uygulanmasına dayalı hiyerarşi anlayışı ve belki hepsinden önemlisi silah faktörü dolayısıyla rejimin istediği reformların hayata geçirilmesini sağlayacak başlıca mekanizma olarak görülmüştür. Ancak düzenli orduların mutlaka zorunlu askerlik sistemine dayanması gerekmez. Bazı ülkelerde orduların insan gücünün tamamı mesleği askerlik olan, yani yaptıkları iş karşılığı aylık ödeme alan profesyonel askerlerden oluştuğu görülür. Aralarında Türkiye’nin de yer aldığı pek çok ülkede ise her iki unsurun bir arada bulunduğu karma bir sistem uygulanmaktadır.

Tek Parti döneminin kurumsallaşmasıyla birlikte rejimin ordu üzerindeki hâkimiyeti giderek güçlenmiştir. Atatürk’ün güçlü liderliği, ordunun doğrudan siyasal bir aktör gibi davranmasını ve dolayısıyla siyasete müdahalesini engellemiştir. Ancak bu durumun ordunun ülke yönetimi üzerinde etkili olan bir mekanizma durumunda bulunduğu gerçeğini değiştirmez.

Atatürk’ün ardından İnönü’nün cumhurbaşkanı olmasından kısa süre sonra ise İkinci Dünya Savaşı başlamıştır. Türkiye, savaş yıllarında her iki karşıt blok ile de ilişkilerini sürdürmüş ve tarafsız kalmayı tercih etmiştir. Ancak bu süreçte kaçınılmaz bir şekilde askerî harcamalar artmış, muhtemel bir savaş tehlikesine karşı ordunun mümkün olduğunca güçlendirilmesi amaçlanmıştır.

İkinci Dünya Savaşında ekonomik açıdan zarara uğrayan devletlere dağıtılması planlanan Marschall yardımının kapsamına savaşa katılmayan Türkiye’nin de alınması, ülkenin stratejik konumuyla yakından ilişkilidir. Sanayi başta olmak üzere pek çok alanda zaten kısıtlı bir çerçevede ilerleyen yerli üretim büyük ölçüde durmuştur. Ordunun ihtiyaçları ABD’nin aktardığı silah, makine ve teçhizatlar aracılığıyla giderilmiş, uzunca bir süre millî savunma teknolojilerin geliştirilmesi yönünde ciddi bir adım atılmamıştır. İlk olarak Tek Parti iktidarında başlayan yardımlar bunu takip eden DP döneminde de sürmüş; özellikle Türkiye’nin NATO’ya üyeliğinden sonra başka programlar dâhilinde artmıştır.

Darbeler Döneminin Başlaması: DP İktidarı ve 27 Mayıs 1960 Darbesi

DP’nin iktidara gelmesinden sonra ordunun bu durumdan rahatsızlık duyduğu ve darbe yapmak için girişimde bulunduğu iddiaları dolaşmaya başlar. Bu iddiaların ciddi bir boyut kazanması üzerine DP yönetimi, işbaşına gelir gelmez radikal bir hamle yapmış ve Genelkurmay Başkanı ve kuvvet komutanları dâhil olmak üzere ordu üst komuta kademesinin büyük bölümünü görevden almıştır. Ayrıca çok sayıda general ve albay da aşamalı olarak emekliye sevk edilmiştir. Böylece yeni Başbakan Adnan Menderes, ordunun kontrolünü büyük ölçüde eline almayı başarmıştır.

DP iktidarında asker-sivil ilişkileri bakımından en önemli dönüm noktalarından biri Türkiye’nin NATO’ya üye olmasıdır. NATO üyeliğinden sonra Türkiye’de de ordunun yapısında bazı değişikliklere gidilmiştir. Ordunun eğitiminden modern silahlarla desteklenmesine kadar uzanan geniş bir yelpazede NATO’nun etkileri belirgin bir şekilde hissedilmeye başlanır. Örneğin NATO üyeliğinden sonra ülke topraklarında ittifak üyeleri tarafından askeri üsler kurulmasına izin verilir. Türk askerleri de farklı ülkelerde bulunan NATO görev gücüne katılırlar. NATO üyeliği, ordu mensuplarının uluslararası açıdan daha fazla ilişki geliştirmelerine neden olmuştur.

Türkiye’de çok partili hayata geçişten sonra demokrasinin kesintiye uğramasına neden olan olay 1960 yılının 27 Mayıs günü yaşanır. DP’nin son döneminde ordu içinde gizlice örgütlenen albay ve daha alt rütbedeki bir grup subay yönetime el koyar. Darbeden sonra başta Celal Bayar ve Adnan Menderes olmak üzere hükümet üyeleri ve DP yöneticileri tutuklanmıştır. Hukuk ve adaletin görmezden gelindiği yargılamaların sonunda Celal Bayar ve Adnan Menderes’in de aralarında olduğu 15 kişi idam cezasına çarptırılırlar. Diğer sanıklara ise müebbet başta olmak üzere çeşitli sürelerle hapis cezaları verilir.

12 Mart 1971 Muhtırası

1960’lı yılların sonunda dünyanın diğer pek çok yerinde olduğu gibi Türkiye’de de ciddi bir çalkantı ortamı vardır. Özellikle sol hareketler yükselişe geçmiş ve şiddet içeren çeşitli eylemler aracılığıyla “devrim” idealini hayata geçirmeye çalışmışlardır. Bunlara karşıt olarak beliren diğer başka oluşumlar da milliyetçi bir dil kullanarak eylemlere girişmiştir. 12 Mart 1971 günü Genelkurmay Başkanı Memduh Tağmaç’ın öncülüğünde kuvvet komutanları Faruk Gürler, Celal Eyiceoğlu ve Muhsin Batur tarafından imzalanan bir muhtıra yayımlanır. Diğer taraftan, bu muhtıranın ordu içindeki sol görüşlü subayların 9 Mart’ta gerçekleşecek müdahalelerinin engellenmesinden sonra daha yumuşak bir girişim olarak hayata geçtiği de iddia edilebilir.

Komutanlar muhtırada özetle, Demirel hükümetinin işbaşından çekilmesi ve ülkede yükselen anarşi ile baş edebilecek geniş tabanlı bir millî birlik hükümetinin kurulmasını talep ederler. Dönemin Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay tarafından yeni hükümetin kurulmasıyla CHP Senatörü Nihat Erim görevlendirilmiştir. Erim hükümeti işbaşına geldikten kısa bir süre sonra, 26 Nisan 1971 günü ülke genelinde sıkıyönetim ilan edilmiştir. (Sıkıyönetim; Olağanüstü hâlin ilanını gerektirecek sebeplerden daha vahim olaylarla karşılaşılması durumunda güvenlik ile ilgili sorumlulukların askerî mercilere geçmesi durumudur. Cumhurbaşkanlığı başkanlığında toplanan Bakanlar Kurulu tarafından ilan edilen sıkıyönetim uygulaması aracılığıyla bozulan kamu düzeninin yeniden tesis edilmesi amaçlanır. Sıkıyönetim uygulaması, 16 Nisan 2017 tarihinde gerçekleştirilen anayasa değişikliği referandumu ile mevzuattan çıkarılmıştır.) Böylece yönetim süreçleri fiilen askerlerin eline geçmiş, valiler ve kaymakamlar başta olmak üzere güvenlikten sorumlu sivil yöneticiler ikincil pozisyona düşmüştür. Bu dönemde, ülkenin farklı yerlerinde çok sayıda gözaltı ve tutuklamalar gerçekleşmiş ve birçok insan hakları ihlali de yaşanmıştır.

1970’li yıllarda sokaklardaki şiddet olayları giderek artmış, siyasal istikrarsızlık da büyümüştür. Bu süreçteki en kritik gelişme ise 1974 yılında gerçekleşen Kıbrıs Barış Harekâtıdır. 1960 yılında kurulan Kıbrıs Cumhuriyeti’nde Rumlarla Türklerin birlikte yaşamaları yönünde bir mutabakata varılmıştır. Türk ordusu, 20 Temmuz 1974 sabahı Ada’ya çıkarma yapmıştır. Harekât sonucunda Türk askeri Kıbrıs’ın kuzeyine yerleşmiş ve bölgedeki Türklerin can ve mal güvenliklerini sağlamıştır. Kıbrıs Harekâtı, Türkiye’nin Batı dünyası tarafından ambargoya uğramasına neden olmuştur.

Demirel’in başbakanlığındaki hükümet 24 Ocak 1980 tarihinde içinde bulunulan ekonomik krizi aşmak için bir dizi tedbir açıklamıştır. “24 Ocak Kararları” şeklinde anılan bu tedbir paketi, her şeyden önce devletin ekonomi üzerindeki rolünün azaltılmasını, bu amaçla KiT’lerin özelleştirme kapsamına alınmasını ve tarımsal desteklerin azaltılmasını, farklı sektörlerdeki sübvansiyonların ise büyük ölçüde kaldırılmasını içerir.

12 Eylül 1980 Darbesi: Demokrasiye Yeni Bir Ara

1960 darbesinden farklı olarak 12 Eylül, Silahlı Kuvvetlerin emir-komuta ilişkisi dâhilinde, Genelkurmay Başkanı Kenan Evren öncülüğünde, kuvvet komutanlarının tamamının katılımıyla gerçekleşmiştir. Darbenin gerçekleşmesiyle birlikte hükümet görevden alınmış, Cumhuriyet Senatosu ile Millet Meclisi kapatılmış, her iki mecliste görev yapan parlamenterlerin dokunulmazlığı kaldırılmıştır. Ayrıca ülke çapında sıkıyönetim ilân edilmiştir.

Darbe yapılanması, hükümetin ve parlamentonun lağvedildiği bir ortamda yasama ve yürütme yetkilerinin her ikisini de kendi eline almıştır. Burada 1960 darbesinden sonra oluşturulan MBK benzeri bir yapılanma oluşturulduğu görülür. Ancak darbenin ordu hiyerarşisi içinde gerçekleşmesi nedeniyle Millî Güvenlik Konseyinin MBK’ya göre çok daha az üye sayısına sahip olduğu söylenebilir. Darbeden bir hafta sonra emekli amiral Bülend Ulusu’nun başbakanlığında, tıpkı 1971 sonrasında olduğu gibi teknokratlardan oluşan bir kabine kurulmuştur. Ülke, 13 sıkıyönetim bölgesine ayrılır ve bu bölgelerin her birinin başına birer general atanır. Yine bazı önemli bürokrat veya seçilmişler tarafından idare edilmesi gereken belediye başkanlıkları gibi makamlara emekli veya muvazzaf askerler getirilir. İşçi sendikalarından sivil toplum kuruluşlarına dek pek çok oluşum kapatılır ya da faaliyetleri askıya alınır.

Darbe sonrasında en fazla dikkat çeken noktalardan biri, 12 Eylül öncesi yaşanan terör olaylarının adeta bıçakla kesilmesidir. Darbeyle ilgili tartışmaların da odağında bu durumun olduğunu söylemek mümkündür. Her şeyden önce olayların sona ermesinde on binlerce kişinin tutuklu olmasının önemli bir etmen olduğu kaydedilmelidir. Ancak sivil siyasetçiler, bu durumun müsebbibi olarak askeri gösterirler.

12 Eylül darbesinin dünya konjonktürüne uygun şekilde Türkiye’de gerçek anlamda liberal ekonomiye geçilmesi için önemli bir araç olduğu iddiası da sıklıkla dile getirilmiştir. Bu yaklaşıma göre, 1973 Petrol krizinden sonra kapitalizmin yeni bir yöne girmesi ve farklı ülke ekonomilerinin entegrasyonu yönünde küresel ölçekte bir eğilimin ortaya çıkması 12 Eylül darbesinin de en önemli nedenleri arasında yer alır.

12 Eylül’ün 27 Mayıs’tan önemli bir farkıysa askerlerin demokratik siyasete geçiş noktasında acele etmemeleridir. Muhtemelen hızlı bir geçişle dönemin siyasetçilerinin veya bunların partilerini emanet edecekleri kişilerin iktidarı alacakları kaygısıyla demokratik sisteme dönüş süreci ağırdan alınmıştır. Buna karşılık, darbeciler, 27 Mayıs sonrasında olduğu gibi yeni bir anayasa hazırlanması için çalışmalara başlarlar. Ancak bu kez, anayasanın değiştirilme gerekçesi 1961’de getirilen düzenlemelerin fazla özgürlükçü bulunmasıdır.

1980 darbesinin ardından kurulan Danışma Meclisi, yeni bir anayasa taslağı hazırlamaya başlar. Oluşturulan taslak, Millî Güvenlik Konseyi tarafından onaylandıktan sonra 7 Kasım 1982 günü halk oylamasına götürülür. 1982 Anayasasının kabul edilmesiyle Türkiye’de yeniden demokrasiye geçiş açısından önemli bir adım atılmıştır. Nitekim darbeden sonra ilk serbest seçimin 6 Kasım 1983’te yapılması kararlaştırılır. Seçimlerden önce Millî Güvenlik Konseyi tarafından yapılan bir düzenlemeyle darbeden önce aktif siyasette bulunan isimlere on yıl boyunca siyaset yasağı getirilmiştir.

28 Şubat Süreci: Postmodern Darbe

12 Eylül askerî darbesi toplum üzerinde büyük tahribat yaratmış, ülkenin demokratik standartlarını yükseltmesi uzun zaman almıştır. Bu süreçte, Türkiye’nin en önemli kazanımlarından biri darbelerin hiçbir koşulda savunulacak bir yönünün bulunmadığı gerçeğinin toplumun geniş kesimleri tarafından kabullenilmesidir. 1994 yılında yapılan yerel seçimlerde Milli Nizam ve Milli Selamet Partilerinin devamı niteliğinde olan Refah Partisi’nin İstanbul ve Ankara başta olmak üzere pek çok ilde belediye başkanlıklarını kazanması ertesi yıl yaşanacak gelişmelerin habercisi niteliğindedir. Gerçekten de 1995 genel seçimlerinde Refah Partisi %21,38’lik oranla birinci parti olmayı başarmıştır. Hiçbir parti tek başına hükümet edecek çoğunluğu bulamadığı için koalisyon hükümetinin kurulması zorunluluk hâlini almıştır.

Yeniden başlayan hükümeti kurma görüşmeleri sonrasında RP ile DYP hükümeti kurmak açısından uzlaşmış, böylece “millî görüş” hareketinin lideri Necmettin Erbakan başbakanlık koltuğuna oturmuştur. Taraflar arasında “dönüşümlü başbakanlık” modelinde anlaşıldığından hükümetin ilk iki yılı Erbakan, ikinci yarısında ise Çiller başbakan olacaktır. Askerler ise “siyasal İslamcı” olarak gördükleri bir hareketin iktidarın büyük ortağı olmasından dolayı hoşnutsuzluklarını açık şekilde göstermişlerdir. Zaman içinde bu rahatsızlık çeşitli sözlerle ve eylemlerle kendisini gösterir.

Yine bu dönemde RP milletvekillerinin farklı yerlerde yaptıkları konuşmalara ait görüntü kayıtları ulusal medyada sıklıkla yer bulmaya başlamıştır. Aslında bu kasetler, Parti’nin propaganda amaçlı olarak öteden beri kullandığı ve kendi dağıttığı materyallerdir.

1997 yılının Şubat ayı MGK toplantısına asker kanadı hazırlıklı olarak gelmiştir. Toplantıda dönemin Deniz Kuvvetleri Komutanı Güven Erkaya’nın talebi üzerine, daha önce MİT Müsteşarlığı tarafından hazırlanan “Türkiye’deki Radikal Dini Akımların Rejime Tesirleri” başlıklı bir rapor sunulur. Raporda, özetle, “radikal dinci akımların” ideolojik bilinçlendirme ve örgütlendirme aşamalarını tamamladıkları ve “silahlanma” aşamasına geldikleri ileri sürülmektedir. Toplantı sonunda MGK üyelerinin imzasıyla 18 maddelik bir bildiri yayınlanmıştır. Bildiride hükümetin politikaları da dâhil olmak üzere pek çok konuda sert eleştiriler yer almaktadır. Bu bildiri, bir bakıma, “sivil muhtıra” şeklinde değerlendirilmiştir. Hükümetin yaşanan gerilimi azaltma çabaları da sonuç vermemiştir. Örneğin Başbakan Erbakan’ın “ordu ile uyum içindeyiz.” şeklindeki açıklamasına dönemin Genelkurmay Genel Sekreteri, “TSK, yalnızca Atatürk’ün kurduğu laik cumhuriyete inananlar ve bu hedefe gönül verenlerle uyum içindedir.” şeklinde cevap verir. Aynı dönemde, yüksek yargı organı mensuplarına Genelkurmay karargâhında “irticai hareketler” ile ilgili brifing verilir. Savcıların “inkılap kanunları”nın gereklerini tam olarak yerine getirmeleri istenir. Bu süreçte, üniversitelerde başörtüsü yasağı başlamış; “katsayı uygulaması” ile imam-hatipler başta olmak üzere meslek lisesi öğrencilerinin üniversitelerin dört yıllık bölümlerine girmesi fiilen engellenmiştir. RP’nin iktidardan uzaklaşmasına neden olan 28 Şubat süreci, “postmodern darbe” olarak adlandırılır. Asker, fiilen iktidarı kendi eline almadan siyasetin kimyası ile oynamış ve hükümeti istediği gibi şekillendirmiştir. Gerçekte yaşanan, demokratik işleyiş mekanizmalarına bir kez daha siyaset dışı güçler tarafından müdahale edilmesidir.

2002 Sonrası Vesayetin Kırılması ve Demokrasinin Güçlendirilmesi

3 Kasım 2002 günü Türk seçim tarihindeki en ilginç sonuçlardan biriyle karşılaşılmıştır. Seçimlerden, kuruluşunun üzerinden bir yıl geçmiş olan AK Parti %34’lük oranla birinci parti olarak ayrılır. Başka bir ilginç nokta ise AK Parti Genel Başkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın adaylığına “siyasî yasaklı” olduğu gerekçesiyle Yüksek Seçim Kurulu tarafından izin verilmemesidir. AK Parti iktidarının hâlâ 28 Şubat’ın etkisindeki belirli kesimler tarafından en başlarda çok hoş karşılanmadığı söylenebilir. Buna karşılık, iktidar partisi kendi üzerinde durduğu zemini güçlendirmek amacıyla demokratikleşme yönünde adımlar atmakta kararlı bir tavır sergiler. Bu süreçte yaşanan en önemli kriz ise 27 Nisan 2007 günü cumhurbaşkanlığı seçiminin ilk tur oylaması sonrasında TSK’nın internet sitesinde yayınlanan bir bildiridir. Türk siyasal literatürüne “e-muhtıra” şeklinde geçen bildiride TSK’nın laiklik başta olmak üzere devletin temel ilkelerinin savunucusu olduğu ve bunların aleyhinde yapılacak girişimlerde tavrını net şekilde ortaya koyacağı duyurulmuştur. Söz konusu bildiri iktidar partisi tarafından sert şekilde eleştirilmiştir. Aynı gerilimin uzantısı olarak Abdullah Gül, AK Parti milletvekillerinin oylarıyla cumhurbaşkanı seçildikten sonra 28 Ağustos 2007 günü yapılan yemin törenine, teamüllere aykırı şekilde TSK komuta kademesi katılmamıştır.

AK Parti hükümetinin, iktidara gelir gelmez sivilleşme ve demokrasinin güçlendirilmesi yönünde önemli bir çaba harcadığı gerçektir. Bu bakımdan, yeni hükümetin siyasal açıdan ilk icraatlarından biri, Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgelerinde uygulanan olağanüstü hâl uygulamasının kaldırılması olmuştur. Olağanüstü Hâl Kanunuyla askerî birliklerin terörle mücadele etmesinin önü açılmış ve hatta özellikle bölgede inisiyatif sivil bürokratlardan çok askerî yetkililerin eline geçmişti. Olağanüstü Hâl Kanunu, bölge halkının temel ve hak özgürlüklerini kullanmaları bakımından önemli sorunlar içeriyordu. Olağanüstü hâlin kaldırılmasıyla birlikte 1987’de, Doğu ve Güneydoğu bölgelerinde sıkıyönetimin kaldırılmasının ardından başlatılan Olağanüstü Hâl Bölge Valiliği uygulaması da sona ermiştir.

Aynı süreçte Milli Güvenlik Kurulunun yapısı ve işlevlerinde birtakım değişikliklere gidilmiştir. Bu amaçla, mevcut sivil üyelerin yanı sıra başbakan yardımcıları ve Adalet Bakanı da MGK’ya üye yapılarak Kurul içindeki sayısal denge siviller lehine tersine çevrilir. 7 Ağustos 2003’te AK Parti iktidarı tarafından gerçekleştirilen bir dizi başka değişiklikle, Genel Sekreterin, YAŞ Kararları uyarınca ve Genelkurmay Başkanının seçimi ve onayı doğrultusunda atanması yerine, bu konuda başbakana doğrudan yetki verilir; aynı zamanda, sivil bir isim olabilmesinin önü açılır. Yine aynı süreçte silahlı kuvvetlerdeki terfileri ve aynı zamanda emekliye sevk işlemlerini de düzenleyen Yüksek Askeri Şura (YAŞ) kararlarına karşı yargı yolu açılmıştır. Ayrıca denetim kapsamına 12 Mart ve 12 Eylül dönemlerinde üçlü kararname ile emekliye sevk edilen subaylar da alınır. Yüksek Askerî Şura (YAŞ) Kamuoyunda daha çok silahlı kuvvetler içindeki askerlerin terfi ve tayinlerini görüşme göreviyle bilinen YAŞ, Cumhuriyetin ilk yıllarından itibaren farklı adlarla faaliyetini sürdürse de bugünkü yapısını 1971 muhtırasından kısa bir süre sonra çıkarılan “Yüksek Askerî Şuranın Kuruluş ve Görevleri Hakkında Kanun”la kazanmıştır. Şura, temelde, “Genelkurmay Başkanlığınca hazırlanan askerî stratejik ana fikrin (konseptin) tespiti” ve “Silahlı Kuvvetlerin ana program ve hedefleri konusunda görüş bildirmek” görevlerini ifa eder. 2017 Anayasa değişikliklerine kadar tüm muvazzaf orgeneral ve oramirallerin üye olduğu YAŞ’ın yapısında bu tarihte önemli değişikliğe gidilmiş ve askerlerin sayısının azaltılması, sivillerin ise artırılması yoluna gidilmiştir.

15 Temmuz 2016 Darbe Girişimi

Fetullahçı Terör Örgütü/Paralel Devlet Yapılanması (FETÖ/PDY) olarak nitelenen terör örgütü, uzun yıllar boyunca TSK’ya sızdırdığı militanları aracılığıyla ülkenin seçilmiş, meşru hükümetini devirmeyi ve rejimin kontrolünü kendi eline almayı amaçlamıştır. FETÖ mensupları, askerî liseler ve Harp Okulu giriş sınav sorularını çalıp kendi militanlarına dağıtmak da dâhil olmak üzere hukuk ve ahlak dışı yöntemlerle TSK içindeki mensuplarının sayısını artırma yoluna gitmiştir. Bunun yanında, kendilerinden olmayan askerî okul mensuplarının bu okullardan ayrılmaları yönünde baskı uygulamış, yine örgütle bağı bulunmayan subayların yükselmelerinin önünü kesmeyi amaçlamıştır.

FETÖ/PDY; 1970’li yıllardan itibaren dinî bir cemaat kisvesi altında örgütlenen Fetullahçı Terör Örgütü/Paralel Devlet Yapılanması (FETÖ/PDY), zaman içinde başta silahlı kuvvetler ve emniyet teşkilatı olmak üzere kritik devlet birimlerine kendi elemanlarını yerleştiren bir terör örgütüdür. Örgüt, devlet içindeki militanlarının sayısını artırmak için söz konusu okullara giriş sınavlarının sorularını çalmak da dâhil olmak üzere çok sayıda hukuk dışı yöntem kullanmıştır. En son 15 Temmuz darbe girişimiyle silahlı kuvvetler içindeki militanlarını kullanarak iktidarı ele geçirmeyi hedefleyen örgütün bu çabası halkın sağduyusu ve demokrasiye sahip çıkmasıyla önlenmiştir. Kendilerine “Yurtta Sulh Konseyi” adını veren örgüt mensubu askerler tarafından 15 Temmuz Şehitler Köprüsü trafiğe kapatılmış, başta İstanbul ve Ankara olmak üzere bazı şehirlerin kritik noktalarına silahlı unsurlar yerleştirilmiştir. TRT canlı yayınında darbe bildirisi okutulmuş ve ordunun yönetime el koyduğu açıklanmıştır. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın halkı darbe girişimine karşı direnmeye çağırmasının ardından milyonlarca insan sokaklara dökülmüş ve darbecilere engel olmuştur. Bu süreçte, Türkiye Büyük Millet Meclisi binası ve Cumhurbaşkanlığı Külliyesi başta olmak üzere belirli merkezler savaş uçakları tarafından bombalanmış, kalabalık alanlarda halkın üzerine ateş açılmıştır. Sonuç olarak 16 Temmuz sabah saatlerinde darbe girişimi büyük oranda bastırılmış; ancak bazı askerî birliklerde darbecilerin teslim alınması aynı günün akşam saatlerini bulmuştur. Darbe girişimi sonrasında Genelkurmay Başkanlığı çok sert bir açıklama yayınlamış, bu olayın Silahlı Kuvvetlerin içine yerleşmiş bazı hainler tarafından yapıldığını, asla tasvip edilemeyeceğini ve darbecilerin en ağır şekilde cezalandırılacağını açıklamıştır. Nitekim yürütülen soruşturmalar neticesinde, ilk aşamada, darbe girişiminin içinde bulunan veya FETÖ ile bağı bulunan 117’si general ve 32’si amiral olmak üzere yaklaşık 1500 subay ve astsubay ihraç edilmiş ve rütbeleri geri alınmıştır.

Kuşkusuz FETÖ/PDY tarafından hayata geçirilmeye çalışılan bu darbe girişiminin tarihte çok fazla örneği yoktur. Uzun bir zaman dilimine yayılan planlı ve sistematik bir çabayla orduya sızan FETÖ/PDY, kendi mensuplarının etkili yerlere gelmesini sağlayacak bir strateji izlemiştir. Darbe girişiminden sonra Silahlı Kuvvetlerin yapısı içinde ciddi bir revizyona gidilmiştir. Öncelikle darbeye karıştıkları tespit edilen veya FETÖ/PDY ile ilişkili oldukları anlaşılan muvazzaf askerlerin ordu ile ilişkileri kesilmiş ve bunların rütbeleri geri alınmıştır. Bunun yanında, askerî liseler tamamen kapatılmış, daha önce ayrı ayrı faaliyet gösteren Kara, Deniz ve Hava Harp Okullarının yerine Milli Savunma Üniversitesi kurulmuştur. 15 Temmuz darbe girişimi, ordunun siyasete müdahalesinin en uç aşamasını gösterir. Ancak aynı tarihte yaşananlar, Türkiye’de demokratik bilincin ve olgunluğun oldukça önemli aşamaya geldiğini de ortaya koymuştur.

15 Temmuz gecesi sokağa dökülen ve izleyen bir ay boyunca meydanları terk etmeyen insanların bundan sonra darbe girişiminde bulunmayı hedefleyen cunta girişimlerinin buna kolay kolay cesaret edememelerine neden olacağı açıktır. Darbe girişimi sonrasında hukuksal düzenlemeler aracılığıyla hayata geçirilen reformlar ise öteden beri tartışılan demokratikleşme ve sivilleşme adımlarının atılması konusunda vesile olmuştur.


Yukarı Git

Sosyal Medya'da Paylaş

Facebook Twitter Google Pinterest Whatsapp Email