İslam Hukukuna Giriş Dersi 6. Ünite Özet
İctihat Teorisi
- Özet
- Sorularla Öğrenelim
Giriş
Kur’an ayetleri ve Hz. Peygamberin sözleri genel olarak bir düzenleme içeren söz veya metin anlamında “nass” diye isimlendirilir. Nasların sayıca sınırlı, hukuki ihtiyaç ve sorunların sınırsız denilebilecek sayı ve çeşitlilikte olması, bu sınırlı nasların, sınırsız ve çok çeşitli hayat olaylarına nasıl yetişeceği, bu naslarda çözümü açıkça yer almayan problemlerin nasıl çözüleceği sorusunu gündeme getirmiştir. İşte ictihad, sınırlı nasların sınırsız hayat olaylarına nasıl yeterli olacağı sorusunun cevabı olarak ortaya çıkmıştır. İctihad her halükarda naslar üzerinden yürütülen bir faaliyet olmakla birlikte esas itibariyle insan aklının ve birikiminin devreye girdiği beşeri bir faaliyettir.
İctihadın Doğuşu ve Kavramsal Çerçevesi
İctihadın, fıkıh usulünün temel kavramlarından biri haline gelip konu etrafında zengin doktriner tartışmaların doğması mezheplerin teşekkül ettiği dönemdeki fıkhî gelişmelerin ürünüdür. Hz. Peygamberin ictihad etmek durumunda olmadığını, onun tüm sözlerinin vahiy kaynaklı olduğunu savunanlar açısından ise ictihad sürecinin gerçek başlangıcı vahiy sürecinin tamamlanmasından sonradır.
Kimi usulcüler, Hz. Peygamber’in şer‘î hükümlere ilişkin açıklamalarının tıpkı Kur’an gibi vahiy mahsulü olduğunu, kimileri de re’y ve ictihaddan kaynaklanmasının mümkün bulunduğunu ileri sürmüştür.
Anlam potansiyeli güçlü olsa bile naslar tamamlanmış sınırlı açıklamalardan ibaretti. Bu noktada Kur’an ve Sünnet’i, aktif ve dinamik hale getirmek üzere Hz. Peygamberin beyan işlevine benzer bir işlevi üstlenecek birilerine ihtiyaç vardı. Bu ihtiyaç, “re’y ictihadı” kavramını gündeme getirdi. Re’y ictihadı kavramıyla ifade edilen bu anlayışla birlikte teşrî‘ sürecine belli sınırlar içerisinde akıl da katılmış oluyordu.
Başta Hulefây-ı Râşidîn olmak üzere ashabın ictihad faaliyeti ülke coğrafyasının giderek genişlemesi, yeni ve farklı problemlerin ortaya çıkışı, yabancı kültürlerin etkileri gibi sebeplere de bağlı olarak tâbiîn ve tebe-i tâbiîn dönemlerinde gelişerek devam etti; özellikle ehl-i re’yin bu gelişime belirgin bir katkısı oldu.
Sünnî ekollerin kurucuları olan Ebû Hanîfe, Mâlik ve Şâfiî, sahâbenin Kitap ve Sünnet’te bulamadığı hususlarda re’ye başvurduğunu kabul etmişler ve sistemlerinde re’ye yer vermede, sahâbe ve tâbiînde görülen farklılaşmayı yansıtacak biçimde bir yelpaze oluşturmuşlardır. Sünnî kesimdeki ictihad yanlısı bu gelişmeye karşılık Şîa’da özellikle ilk dönemlerde dinde re’y ve ictihada başvurmanın kabul edilmeyişi salt akîdevî bir temelden ziyade tepkisel bir tavrın ürünüdür.
İctihadın Meşruiyetinin Temellendirilmesi
Sünnî, Mutezilî ve Şiî bütün fıkıh mezhepleri arasında hükmün Allah’a ait olduğu, bütün hükümlerin insanların maslahatlarını sağlamak için konulduğu, karşılaşılan her olayın hükmünün naslarda doğrudan (nassen) veya dolaylı biçimde (delaleten) bulunduğu ve din hususunda delilsiz konuşmanın yanlış olduğu konularında görüş birliği vardır.
Sünnî mezhepler, boyutu konusunda farklı düşünseler de re’yin, daha sonraki kavramlaştırmasıyla ictihadın, dolaylı olarak mevcut olan hükümlerin bulunup çıkarılmasının yöntemi olarak kabulünü bir gereklilik olarak görürler.
Büyük ölçüde Ebû Hanîfe ve İmam Mâlik’in öncülük ettiği ve geniş anlamıyla istihsân ve ıstıslâhın da dahil olduğu re’y ictihadını İmam Şâfiî daraltarak ictihad faaliyetini kıyasa eşitlemiştir.
Hükümlerin belirlenmesinde beşer aklına hemen hiç yer vermeyen Zahirîler, özellikle İbn Hazm ise dinin tamamlanmış olduğunu, dolayısıyla Hz. Peygamberin teşrîî yetkisinin devam ettirilmesine ihtiyaç bulunmadığını ve kıyasın Allah’ın emirlerine ilâvede bulunmak anlamına geleceğini iddia etmiştir. Kimileri kıyasın meşruiyetini aklın delâletiyle, kimileri de Kitab, Sünnet ve icmâ gibi şer‘î delillerle ispat etmeye çalışmışlardır.
İctihad faaliyetinin bir tür beyan kabul edilmesi, bir yandan ictihadla ulaşılan sonucun yeni bir şeriat ortaya koyma olmadığını gösterirken, bir yandan da Hz. Peygamber’e tanınan beyan yetkisinin ümmete, ümmetin müctehidlerine intikal ettirilmesine zemin hazırlamaktadır.
İctihadın meşrulaştırılması sadedinde oluşturulan teorik çerçevenin bir ayağını, müctehidlerin âyette itaat edilmesi emredilen ulü’l-emr kapsamına dahil edilmesi, diğer ayağını ise ictihad yoluyla hüküm elde etmenin Allah’ın indirdiğiyle hükmetme anlamında olduğunun gösterilmesi oluşturmaktadır. İctihadla ulaşılan sonuçlar dogmatik bir içeriğe sahip bulunmayıp eleştiriye, kabul veya redde açıktır.
İctihad şer’î hükme ulaşma çabasının teorik boyutu ve metodolojisiyle ilgiliyken, iftâ (fetvâ verme) ve kazâ (yargı) daha çok ulaşılan sonuçların uygulanması boyutuyla ilgilidir. Farklı ictihadlar, teorik değer bakımından birbirine eşit olmakla birlikte istikrarın gerektirdiği durumlarda kamu otoritesinin mevcut görüşlerden birini yürürlüğe koyabileceği kabul edilmiş ve bu tercih diğer ictihadları mahkûm etme değil, tıpkı ictihadî konularda hâkimin kararının önceki ihtilâfı ortadan kaldırması şeklinde anlaşılmıştır.
Bir müftinin fetvâsı, onun şahsi görüşü olması nedeniyle bağlayıcı değildir. O fetvâyı bağlayıcı hale getiren şey, sizin bir ön araştırma sonucunda o fetvanın doğruluğuna kanaat getirip tercih etmenizdir.
İctihadın Mahiyeti, Konusu ve Hükmü
İctihadın Anlamı: Yaygın tanımlardan birine göre ictihad, “bir şer‘î hüküm hakkında bir kanaate (zan) ulaşabilmek için bütün gücün harcanması” demektir. Bu çabayı gösteren kimseye müctehid, hakkında ictihad edilen konuya da müctehedün fîh (ictihadi mesele) denilir. Tanımda yer alan “şer‘î hüküm” kaydı, aklî ve hissî (duyusal) konuları tanım dışında bırakmayı amaçlar. Yine tanımda yer alan “zan (kanaat)” kaydı dinin kat‘î hükümlerinin bilinmesinin, burada incelenecek olan ictihad yoluyla olmadığını anlatır.
Teknik anlamda ictihad, lafızların delalet ettiği anlamların belirlenmesi faaliyeti demek olan “istidlal”den farklıdır. İstidlal doğrudan dil ile dilin kuralları ile ilgili iken ictihad daha çok anlamla, daha doğrusu anlam ekseninde hükmün belirlenmesiyle ilgilidir.
İctihadın Türleri: Tarihsel tecrübedeki ictihad faaliyetini tasvir eden en işlevsel bölümleme ictihadın “kurucu ictihad” ve “mezhep içi ictihad” olmak üzere iki kısımda değerlendirilmesidir.
Kurucu ictihad, Ebu Hanîfe, Mâlik ve Şâfiî gibi ekol kurucu müçtehitlerin kendi zamanlarına kadarki bütün birikimi eleyip seçerek bütünlüklü, kendi içinde tutarlı bir yapının (mezhep/ekol) kurulmasıyla sonuçlanan ictihaddır. Klasik literatürde ihtiyâr (seçme, seçip alma) terimiyle ifade edilmiştir. Kurucu ictihad ekseninde, seçme faaliyetinin tamamlanması ve ekollerin kurulması, artık bireysel olarak bir kimsenin geriye dönüp yapılan genel seçme faaliyetinden arta kalan her hangi bir hadis veya sahabi sözüne tutunmasının önünü de kapatmış olmaktadır (ictihad kapısının kapanması).
Mezhep içi ictihad ise ekolleşme sürecinin sonucunda her bir ekol mensubu fakihin kendi ekol sistematiği içerisinde yaptığı ictihaddır. Mezhep içi ictihadın önü kapatılmamış, daima açık tutulmuştur. İkili tasniflerdeki mutlak müctehid, müstakil müctehid veya şeriatta müctehid terimleri, büyük ölçüde kurucu ictihad faaliyetinde bulunan Ebu Hanîfe, Mâlik, Şâfiî gibi müçtehitleri ifade eder. Çoğu Şâfiî ve Hanbeli usulcünün katıldığı anlayışa göre mukayyed, müntesib müctehit kapsamında yer alan müctehitler ise şu şekilde sıralanır:
- Hüküm ve delilde mezhep imamını taklid etmeyip sadece ictihad ve fetvâ hususunda onun metodunu izleyen ve onun mezhebine davet eden müctehid (mutlak müntesip müctehid).
- İmamının usulünü ve kurallarını aşmaksızın müstakil olarak delili takrir edebilen, tahrîc ve istinbata muktedir olan müctehid (ashâbü’lvücûh).
- Vücûh sahiplerinin seviyesine ulaşamamış, bununla birlikte fakîhü’n-nefs olan, imamın mezhebine vâkıf, delilleri tanıyan, delilleri ortaya koyup destekleyebilen müctehid.
- Mezhebi öğrenip nakletmek ve anlamakla meşgul olan kişi.
Hanefîler tarafından “tabakâtü’l-fukahâ” başlığı altında yapılan ilk ve bilinen tek derecelendirme mutlak müctehid, mezhepte müctehid, mesâilde müctehid, ashâbü’t-tahrîc, ashâbü’t-tercîh, ashâbü’t-temyîz ve mukallid şeklindedir. Bu tasvire göre de mutlak müctehit, kurucu ictihad sahiplerine tekabül eder.
Tarihsel tecrübedeki ictihad faaliyetinin mahiyetini daha iyi anlamaya yardımcı olacak diğer bir ayırım da ictihadın şer‘î ictihad ve örfî ictihad şeklinde ikiye ayrılmasıdır. Örfî ictihad, şer’î hükümlerce doğrudan düzenlenmeyen ve daha çok cevaz alanı diye nitelendirilen alanda, aklın gereklerine göre hüküm verme anlamına gelir.
İctihad Ehliyetinin Şartları: Gerekli şartları kendinde toplayarak şer‘î hükümleri çıkarma melekesini elde eden kişiye müctehid denir. İctihad edecek kişinin öncelikle, Kur’an, Sünnet ve icmâı bilmesi gerekir. İctihad ehliyetinin, temel şartı şer‘î hükümlerin kaynaklarını çok iyi bilmektir. Ayrıca ictihad melekesine sahip olmak da gereklidir. Üçüncü bir şart, adalet sahibi olmaktır.
- Kur’an Bilgisi: Gazzâlî gibi muhakkik usulcülerin çoğunluğu, Kitab’ın tamamını bilmenin şart olmayıp şer‘î hükümlere ilişkin ayetleri (500 civarında) bilmenin yeterli olduğu görüşündedir. Ahkâm âyetlerini beş yüzle ve müctehidin Kur’an’dan bilmesi gereken miktarı ahkâm ayetleriyle sınırlandırmayı kabul etmeyenlerin yanı sıra Kitab’ın tamamını bilmenin şart olduğu görüşünde olan usulcüler de vardır.
- Sünnet Bilgisi: Müctehidin ahkâm hadislerini bilmesi yeterli görülür ve aynı şekilde hadisleri de ezbere bilmesi şartı aranmaz. Usulcülerin müctehitte aradığı Sünnet bilgisi metin ve sened olarak hadisin bilinmesini kapsar. Özellikle Hanefîlere göre hadisin ulaşma yolunu yani mütevâtir, meşhur veya haber-i vâhid mi olduğunu, ayrıca râvilerin hallerini bilmek de sened bilgisi kapsamındadır.
- İcmâ Bilgisi: Aykırı ictihatta bulunmamak için müctehidin nasları bilmesi gerekli olduğu gibi aynı gerekçeyle icmâ konularını bilmesi de şart koşulmuştur.
- Arapça Bilgisi: Müctehidin Arapça bilmesinin şart koşulması, şer‘î hükümlerin iki temel kaynağı olan Kitap ve Sünnet’in Arapça olması sebebiyledir.
- Yöntem Bilgisi: Müctehidin bu kaynaklardan hüküm elde etme yöntemini bilmesi de şarttır. Naslardan hüküm çıkarmanın en yaygın kabul gören yöntemi, kıyas olduğu için kıyasın şartlarını, hükümlerini, kısımlarını, makbul ve merdud olanını bilmek sahih ictihad yapabilmenin şartı sayılmıştır. Usulcülerin büyük çoğunluğu, müctehid olmak için kelâm ilmini ve fıkhın fürûunu bilmeye ihtiyaç bulunmadığı görüşündedir.
Literatürde ayrıca ilâve şartlardan da söz edilir ki bunların bir kısmı esas itibariyle ictihadın değil fetvâ görevinin gereğidir. Yukarıda temas edilen nitelikler ve tartışmalar büyük ölçüde mutlak müctehidle ilgili olup mukayyed müctehidin, yani bağlı bulunduğu imamın mezhebine göre ictihad edecek olan kişinin o imamın usulünü bilmesi yeterlidir.
İctihadın Mahiyeti, Konusu ve Hükmü
Hakkında kesin delil bulunmadığı için ictihada açık olan ve hükmü ictihad yoluyla beyan edilen mesele, literatürde müctehedün fîh veya ictihâdî mesele diye adlandırılır.
İctihad, konuyla ilgili bir nassın bulunmaması veya karşılaşılan fıkhî meseleyi doğrudan düzenleyen, fakat farklı biçimde anlaşılmaya müsait bir nassın bulunması durumunda söz konusu olur. Bunun için de hakkında kesin delil bulunan meseleler doğrudan ictihada açık olmamakla birlikte ayrıntıları ictihada açık olabilir.
İctihadın Hükmü
İctihadın hükmü ile hem müctehidin ictihad etmesinin dinî yükümlülük açısından durumu hem de yapılan ictihadın günah-sevap, isabet-hata, bağlayıcılık ve nakzedilebilme açılarından dinî ve hukukî değeri kastedilir.
Dinî Yükümlülük Açısından: İctihad, bir olayın şer‘î hükmünü belirleme çabası olduğu için dinî mükellefiyet açısından farz-ı kifâye olarak görülür. Müctehidlerin karşılaştığı özel durumlar açısından ise ictihad, fetvâda olduğu gibi duruma göre farz-ı ayn, farz-ı kifâye veya mendup olabilir.
İctihadda Günah ve Hata Açısından: Dinin katî delille sabit konularında ictihadın câiz görülmediği; bu alanda ictihad yapan kimsenin yerine göre kâfir, bid‘atçı veya günahkâr olacağı; ehliyetsiz ictihad etmenin günah olduğu ilke olarak benimsenmiştir. Hatanın söz konusu olmamasının şartı ictihadın ictihad ehliyetine sahip bir kimse tarafından ve yerinde (izin verilmiş konularda) yapılmış olması demektir.
Aklın incelemesine tabi olan nazarî konular (nazariyyât), kendi içinde önce kat’î konular (kat’iyyât) ve zannî konular (zanniyyât) olmak üzere iki kısma ayrılır. Kat’î konularda hataya düşen kimse günahkâr olur. Bu günahkârlığın boyutu ve niteliği, hatanın mahiyetine ve yerine göre değişiklik gösterir. Kat’î konular ise kendi içerisinde kelâmî, usûlî ve fıkhî olmak üzere üç kısımdır:
- Kelâmî konular tabiriyle sırf aklî olan konular kastedilmektedir. Bu konularda gerçek bir/tek olup, bu gerçeği tutturamayan kimse günahkâr olur. Sırf kelâmî olan konular, Şeriat gelmemiş bile olsa, aklî inceleme (nazaru’l-akl) yoluyla gerçekliğin idrak edebileceği şeylerdir. Gerçeği tutturamama, eğer Allah ve Resulüne îman gibi konularda olursa, bu kişi kâfir olur.
- Usûlî konular tabiriyle, icmâın hüccet oluşu, kıyasın hüccet oluşu ve haber-i vahidin hüccet oluşu gibi konular kastedilir. Bu meselelerin delilleri kat’î olup, bunlara muhalefet edenler günahkâr ve hatalıdır.
- Fıkhiyyât tabiriyle beş vakit namaz gibi Allah’ın dininde kesin olarak bilinen şeyler kastedilmektedir. Bu tür konularda gerçek birdir ve bilinmektedir. Bu konularda aykırı düşünenler günahkâr olur.
Hata Açısından: İctihadda hatanın söz konusu olup olmayacağı konusunda başlıca iki görüş vardır. Birincisine göre, bir konuda ictihad eden ve farklı sonuçlara ulaşan müctehidlerden sadece birisi doğruyu tutturmuş, diğerleri hata etmiştir. Bu görüşü savunanlar muhattıe adını alır. İkinci görüşe göre ise bu müçtehitlerin her biri doğruyu tutturmuştur. Bu görüşü savunanlara ise musavvibe denilir. Bu ayrışmanın temelinde ictihadî konularda Allah’ın önceden belirlenmiş (muayyen) bir hükmünün bulunup bulunmadığı tartışması yer alır.
Literatürde el-kavl bi’l-eşbeh (en benzer olanı söylemek) olarak ifade edilen anlayışa göre Allah’ın muayyen bir hükmü yoktur, fakat müctehidlerin görüşlerinden biri Şâri‘in maksatlarına “en benzer” olandır. Allahın muayyen hükmüne delalet eden bir delil bulunduğunu ileri sürenler de, bu delilin kesin mi yoksa zannî mi olduğunda ayrılmışlardır.
İctihadın Nakzedilmesi Açısından: İctihadın nakzı, önceki bir ictihadın hükmünün geçersiz sayılması anlamına gelir. Yeni bir ictihad usulüne uygun yapılmış ise önceki bir ictihadı ortadan kaldıramaz. Ancak bir müctehitte gerçekleşen ictihad değişikliğinin bazı sonuçları olabilmektedir.
Yargılama hukuku açısından ictihadın nakzedilmesi farklıdır. Hukukî istikrar ve emniyetin korunması açısından yargıda ictihadın ictihadla nakzolunmayacağı kabul edilmiştir (Mecelle, md. 16).
Müctehidin Başkasını Taklidi: İctihadını tamamlamış ve bir hüküm hakkında zann-ı galib oluşturmuş bir müctehidin kendi düşüncesini terkedip farklı görüşteki birinin ictihadına göre amel etmesinin câiz olmadığında görüş birliği bulunmakla birlikte ictihad edebilecek kapasitede olan birinin ictihad etmeyerek başka birini taklid etmesinin hükmü konusunda farklı görüşler vardır.
İstiftâ ve Müsteftî: Sözlük anlamı “fetvâ isteyen kişi” demek olan müsteftî terimi, karşılaştığı olayın dinî-hukukî hükmünü öğrenmek amacıyla ictihad ehliyetine sahip ve dinî duyarlılığı olan müftîye başvuran kişiyi deyimlemektedir.
İstiftâ (fetvâ sorma) uygulamasının meşruluğunu temellendirmek için “Bilmiyorsanız bilenlere sorun” (Enbiya 21/7) ayetine atıf yapılmakla beraber asıl belirleyici olan sahabe uygulamasıdır. Sahabe döneminden itibaren avâm (ictihad yeterliliğine sahip olmayanlar) karşılaştıkları meselelerin dinî hükmünü öğrenmek için ilim ehline (müctehidlere) başvurmuş ve onlardan fetvâ almıştır.
Müsteftînin fetvâ sormak için ilmi yeterliliğinin yanında, dini duyarlılığıyla da tanınmış müftîlere başvurması gerektiği usulcülerin ısrarla vurguladığı bir husustur.
İctihad ehliyetine sahip kişiler arasında bir ayırım gözetmek teorik olarak mümkün değildir. Çünkü hepsi müctehit olmak bakımından birbirine eşittir.
Mezheplerin kurumlaşmasından sonra sahabe ve tabiin dönemindeki “daha güvenilir alim” arayışı yerini “daha güvenilir mezhep” arayışına bırakmıştır.
İctihadın Sürekliliği Meselesi ve İctihad Hareketleri
Hicrî III. (miladi IX.) yüzyılın ortalarından sonra kurucu ictihad faaliyetinden mezhep içi ictihad faaliyetine geçilmiştir. Bu husus literatürde “ictihad kapısının kapanması” tabiriyle ifade edilir.
İctihad kapısının kapanması tartışması, mezheplerin teşekkül edip genel kabul görerek yerleşmesi ve taklid olgusuyla yakından ilgilidir. İctihad kapısının kapanması meselesinin ilk işaretleri, belli dönem veya kişilerden sonra o zamana kadar mevcut olan görüşler arasından seçip almanın (ihtiyâr) câiz olup olmadığı tartışmasında bulunmaktadır.
Çağdaş araştırmacıların birçoğu tarafından ictihad kapısının kapanmasını hazırlayan sebepler konusunda yapılan tesbitlerin özünü, özellikle tâbiîn döneminden itibaren görülen ve sistematik olarak sürdürülen ictihad faaliyetlerinin sonucunda belli ekollerin doğup kurumlaşması olgusu teşkil etmektedir.
Fıkhın siyasî iktidardan bağımsız bir teşekkül seyri takip etmesi, hukukî hayatın istikrarını sağlamak üzere o alanda bir kontrol mekanizması oluşturma ihtiyacını hissettirmiş ve fakihleri özellikle siyasî istismarın önünü kapatmak için bu tür tedbirler almaya itmiş olabilir.
Son dönemde Muhammed İkbal gibi düşünürler, bu anlayışın yerleşmesinde ictihad yapacak kimsede aranan şartların oldukça mükemmel ve katı bir hale getirilmesinin etkisi üzerinde durmakta iseler de özellikle ictihad kapısının kapalı olduğu iddia edilen dönemlerde yaşayan Ebû İshak eş-Şîrâzî ve Gazzâlî gibi usulcülerin müçtehitte aradığı şartların kolay ulaşılabilir olması bu kanaatin gerçeği yansıtmadığını gösterir.
İctihad kapısı meselesiyle yakından ilgili olan bir konu da her asırda müctehidin bulunmasının zorunlu olup olmadığı tartışmasıdır. Her mezhep içinde karşı görüş sahipleri bulunsa da Hanbelîler dışındaki âlimler müctehidsiz bir asrın bulunmasını genelde mümkün görürler.
Yaklaşık VII. (XIII.) yüzyıldan itibaren yeniden mutlak ictihad ihtiyacı müslüman âlimlerin gündemine girmiş ve bu yönde bir söylem oluşmaya başlamıştır.
XIX. yüzyılda Muhammed Abduh gibi yenilikçiler, İslâm’ın öz itibariyle modern dünyanın ihtiyaçlarına cevap verebilecek kapasite ve potansiyele sahip olduğunu, İslâm dünyasının içinde bulunduğu geri kalmışlığın sebeplerinin başında ictihad kapısının kapatılması ve taklidin yaygınlaşması olduğunu ileri sürerek yeniden ictihad çağrısı yapmışlardır.
Aynı çizgide ve felsefî derinliği ağır basan bir ictihad çağrısı yapan Muhammed İkbal de mutlak anlamıyla ictihadı İslâm düşüncesinde hareket ve tecdidin mihveri olarak görür.
İslâm dünyasının son yüzyılında, ictihada yapılan bu vurguyu aşırı bulan ve geleneksel anlayışlarla bu yeni yönelişlerin arasını birleştirmeye çalışan bir eğilimden söz etmek mümkündür.
Klasik ictihad teorisinin ictihad ehliyetini erişilmesi güç şartlara bağladığı, ahkâmın değişmesine imkân vermeyecek bir donuklukta olduğu, bu anlayışın belli bir dönemden sonra ictihad kapısının kapanmasına yol açtığı ve artık bu dönemden itibaren bütün çabayı mevcut hükümleri uygulamaya veya yeni karşılaşılan olayları öncekilerin öngördüğü çerçevede çözmeye yönelttiği öne sürülmüştür.
Tarihsel tecrübedeki her görüşü yeri geldikçe kullanma ve her birinden istifade etme biçimindeki eklektik yaklaşım bir süreliğine işe yaramış, hastanın acısını, sıkıntısını hafifletmiştir.
Serbest ictihad çağrısı ise oldukça sempatik olmasına rağmen, çoğu kez sistematik bir kurgudan ve bir metodolojiden hareket edilmediği için, sistematik bütünlükten ve tutarlılıktan uzak görüşlerin ortalığı kaplamasına yol açmıştır, en azından bu risk bir hayli yüksektir.
Günümüzde yapılması daha uygun ve isabetli olan şey, İslam bilginlerinin karşılaştıkları her sorunu bir ekol sistematiği içinde çözmeye çalışması, buna alışmasıdır. Bu tutumun birçok yararı olacaktır.
Bunlardan birincisi, ekol sistematiği içinde kalmaya çalışılması, ekolün tıkanan ve aksayan yönlerinin onarılması ihtiyacını doğuracağından ekolün donuklaşmasını engelleyecektir.
İkincisi, sistemleri ve mekanizmaları farklı birçok ekolün aynı anda üretim yapması hem ilgililere zengin çözüm önerileri sunacak hem de bir rekabet ortamı doğuracaktır.
Üçüncüsü de ekol sistematiği içinde kalınınca “Kur’an’a göre” kolaycılığına bir zemin kalmayacağı için, bireysel görüşlerin Kur’an’a İslam’a mal edilmesinin ve bu sebeple dinin itham edilmesinin önüne geçilmesidir.