İslam Ahlak Esasları Dersi 4. Ünite Sorularla Öğrenelim
İslam Ahlakının Temel Kavramları
- Özet
- Sorularla Öğrenelim
İrade hürriyeti farklı görüşe mensup İslâm toplumlarında nasıl kabul edilmiştir?
İnsanın özgürlüğü, irade hürriyetine sahip olduğu, bütün Müslümanlar tarafından, hatta cebriye olarak isimlendirilen mezhep ve görüş sahipleri tarafından da, teorik olmasa bile yaşadıkları hayat içinde, pratik olarak kabul edilmiştir. Mesele özgürlüğün sadece bir irade hürriyeti mi, yoksa bunda daha fazla bir içeriği mi olup olmadığı noktasındadır.
İrade özgürlüğü nedir?
İnsanın hür olması, irade özgürlüğü olarak ifade edilir. İrade özgürlüğü, genel olarak, insanın hangi fiili yapacağına ve neyi tercih edeceğine kendisinin karar verebilmesi imkânı olarak tanımlanabilir.
İnsana verilen hayat ne anlama gelir?
Hayat her insana Cenab-ı Hakk tarafından verilir. İnsana hayatın verilmesi, onda Cenab-ı Hakk’ın isim ve sıfatlarının tecelli etmesi anlamına gelir. Hayat, sadece maddi/biyolojik manası ile canlılık anlamına gelmez; bunun ötesinde insanın sahip olduğu veya ilişkili/irtibatlı olduğu şeylerin varlığının ötesindeki bir boyutu olarak, manası da hayatın bir parçasıdır. Şeylerin manası, çok kısa ifade etmek gerekirse, onlarda insanı ilgilendiren cihettir.
İslâm ahlâkında vazifenin nasıl bir önemi vardır?
İslâm ahlâkında vazife çok önemlidir. Ancak vazife dışarıdan insana yüklenen bir “mecburiyet” değil, insanın kendisinde bulunan hayr hissinin etkinleşmesi ve insanın kendisini gerçekleştirmesi yönünde bir görev üstlenmesidir. Çünkü hürriyet, Müslüman olmanın, daha doğrusu insanın gerçekleştirdiği fiillerin ahlâki değer taşıması ve sorumluluğu için zorunludur. İslâm ahlâkında vazife, hürriyeti nefy etmeden (olumsuzlamadan), hürriyet de vazifeyi nefy etmeden muhafaza edilmiştir.
İnsanın muhtaç bir varlık olduğu hayata nasıl yansır?
İnsanın muhtaç bir varlık olmasını, doğumundan itibaren hayatını takip ederek daha yakından görebiliriz. İnsan doğduğu andan itibaren nefes almaya, gıdaya ve korunmaya, elbise ve konuta muhtaçtır. Bunların yanında kendisini himaye edecek insanlara, kendisine dili öğretecek, daha doğrusu bütün boyutları ve içeriği ile yaşamayı öğretecek insanlara muhtaçtır. Anne baba, akrabalar, komşular, toplumdaki bütün kurumlar ve bu kurumların işlerken tabi olduğu kurallar, her bir insanın ihtiyaçları arasında bulunmaktadır. Aslında insanın ihtiyaçları oldukça fazladır. Bunların hepsini saymak neredeyse mümkün değildir. Kısaca insanın bir bedene, bedenin canlılığını muhafaza edebileceği fiziki bir çevreye, kendisini sıradan bir canlı olmaktan çıkarıp insan olarak yetiştirecek insani bir çevreye ihtiyacı vardır. İnsan bunlar olmadan varlığını sürdüremez.
Ahlâk ilmi kapsamında “dünya” ne anlama gelmektedir?
Cisimlerin, bitkilerin ve biyolojik canlılığın bir düzen içinde mana kazanmış haline, dünya denilmektedir.
İnsana neden “eşref-i mahlûkat” denmiştir?
İnsan, Allah’ın yeryüzündeki halifesidir. İnsanın ahlâki varlık olmasının esasında, onun sahip olduğu özellikler bulunmaktadır. İnsan alternatifler arasından tercihte bulunabilecek, sahip olduğu imkânları geliştirebilecek, ne yaptığını bilebilen, bunlara bağlı olarak da vazifeleri olan ve vazifelerinden sorumlu bir varlıktır. Bu ve bunların yanında sayılamayacak çok özelliği, insanı özel bir varlık haline getirmiştir. İnsanın bu özelliğini ifade etmek için, eşref-i mahlûkat (=yaratılmışların en şereflisi) ve halifetullah fi’l-arz (=yeryüzünde Allah’ın halifesi) tabirleri kullanılır.
İnsanda en değerli olan parça nedir?
İnsanda en değerli olan, Hakk’ın nazargâhı olan kalbidir.
İslâm ahlâkının ilmî kavramları Kur’an-ı Kerim’de hangi surette geçer?
Başta iman ve küfür olmak üzere, takva, birr, ma’ruf, hasene, sabır, istikamet, salih amel gibi birçok terim K. Kerim’de kullanılmıştır. Bunlar müslümanın ahlâki düzeninin temel küllilerini, daha farklı bir ifade ile varoluş kategorilerini teşkil etmişlerdir.
İnsanın hukukî yaptırıma maruz kalmaması nasıl sağlanabilir, aksi takdirde nasıl bir yaptırım sözkonusu olabilir?
Her bir insan çevresinde kendisine iyi ve doğruyu hatırlatacak birilerine ihtiyaç hisseder. Bu hatırlatma bazen yaptırım şeklinde de ortaya çıkar. Mesela “eline sağlam” olmayan birisinin bu özelliği bilindiği takdirde, etrafındaki insanlar tarafından güvensizlikle karşı karşıya kalır ve kendisine bazı şeylerin emanet edilmesi söz konusu olduğunda şüpheyle karşılaşır. Birilerinin şüpheli tavırlarına maruz kalmak ve bu şüpheyle yaşamak zorunda kalmak, bir yaptırım şeklidir. Ayrıca ahlâki alanda dikkate alınmayan birçok kural da, hukukun alanına girmektedir ki, ahlâk alanındaki dikkatsizlik veya ihlaller hukuki sonuçlar da doğurabilmektedir.
Hayrın aslında varlığı muhafaza etme anlamıyla mutlak faydayı içermesi nasıl sözkonusu olur?
Zaten hayır da esas itibariyle varlık ile irtibatlı olduğu ve mutlak hayrın varlık olduğu dikkate alındığı takdirde, hayrın aslında varlığı muhafaza etme anlamıyla mutlak faydayı içerdiği de ortaya çıkar. İslâm dininde mesela mekasidü’ş-şerî’a olarak ifade edilen beş maksad, esas itibariyle hep “muhafaza”ya işaret eder. Bunlar aklı muhafaza, dini muhafaza, nesli muhafaza, nefsi muhafaza ve nihayet malı muhafazadır. Dikkat edilecek olursa dinin amaçları olarak belirlenmiş olan ilkelerin hepsi, elde olanı muhafaza etme ve güçlendirip geliştirmeye matuftur. Bu durum hayr veya iyinin İslâm ahlâkı tarafından belirlendiği haliyle, sadece formel bir talep olmayıp, çok güçlü formel bir kısmı/ciheti olmakla birlikte, insanların hakiki menfaatlerini muhafaza eden bir muhtevasının da olduğu ortaya çıkmaktadır.
Ahlâk ilminde, en temel kavramlar olan “iyi” ve “kötü”nün nasıl bir yeri vardır?
İyi ve kötü, ahlâkın en temel kavramlarıdır. İyi ve kötü kavramları olmadan, ahlâktan bahsedilemez. Zaten davranışın düzeni olarak ahlâk, davranışları iyi ve kötü olarak tasnif eder; bunlar arasında “en iyi” veya “en yüksek iyi” ile “ikinci ve üçüncü dereceden iyi”; “kendinde iyi” ve “başka bir şey için iyi” gibi tefriklerle birlikte, insanın tercihlerinde bir düzen oluşturması imkânı sağlanır.
Daha önce anlamı oluşmamış terim veya isimler, anlamlarını nasıl kazanmışlardır?
Örneğin salih amel, “salih ameli işleyin” olarak emredilmeden önce mevcut olmadığı gibi, bu emre ittiba ile ta’ayyün etmiş ve öylece de isimlendirilmiştir. “Salih amel” bu emir olmadan bu manada mevcut olmadığı gibi, kendisine isim verilmeden önce ta’yin edilip, bilinemez durumda idi. İsim verilmesi ile birlikte, isim de alarak, bilinebilir ve hakkında konuşulabilirler arasına girmiş oldu.
İslâm ahlâkı ilminin değerlendirilebilmesi ve kişiler üzerinde tahahkkuk etmesi için gerekli olan ön şart nedir?
İslâm Ahlâkının temel kavramı, insani varoluşun ön şartı olan, hayattır. Hayat, bütün ahlâki kavramların merkezindedir ve diğer kavramların hepsi hayat dolayısı ile ve hayatla irtibatı içinde anlamını kazanır. Hayat, insanın varoluşunu isimlendirir. Hayat, dünya hayatı ve ahret hayatı olmak üzere iki kısma ayrılır. Ölüm, dünya hayatının biterek, ahret hayatının başlamasını ifade eder. İnsanlara hayatı, Cenab-ı Hakk ihsan etmiştir. O’nun dışında başkaları tarafından, bu kim olursa olsun fark etmez, dokunulması kabul edilemez.
Kavram ile terim nedir, birbirlerinden temel farkları nelerdir?
Kavram ile terim arasında önemli bir irtibat bulunmakla birlikte genellikle birbiri ile karıştırılır. Kavram bir şeyin dilden bağımsız varlığıdır. Bu varlık duruma göre dış dünyada ve ona bağlı olarak zihinde bulunmaktadır. Mesela kütüphane, dış dünyada mevcut olan bir binada etkin olan bir kurumdur. Bu kurumun zihindeki varlığı ve bir anlamda, kütüphane nedir? Sorusuna verilen cevap, onun kavramıdır. Buna karşılık terim, bu kavramın dilde ifade edilmiş şeklidir. Terime, ıstılah da denilmektedir.
“İyi” ve “kötü” kavramları, Arapça’da hangi kelimelerle ifade edilir?
Türkçe’de iyi ve kötü olarak ifade ettiğimiz kavramlar Arapça’da birden çok kelime ile ifade edilmiştir. Kur’an-ı Kerim’de “birr”, “hasene”, “maruf” gibi tabirler iyiyi ifade etmek için “ism”, “seyyie”, “münker” gibi tabirler de kötüyü ifade etmek için kullanılmıştır.
İnsanın yanılması ile kendisine zulüm etmesi arasında nasıl bir ilişki kurulabilir?
İnsan kendi kendine zulmedebilir. İnsan yanılabilir bir varlıktır. İnsan tasavvurlarında, düşüncesinde ve çıkarımlarında yanılabileceği gibi, yargılarında da yanılabilir. İnsan olgular, değerler ve diğer insanlar hakkındaki yargılarında olduğu gibi kendisi hakkındaki yargılarında da yanılabilir. Bu yanılgı, başka insanlar ve nesnelere olduğu gibi kendisine de zulüm olarak gerçekleşebilir. İnsan başka insanlara olduğu gibi kendisine de haksızlık yapabilir. Kısaca insan kendi kendisine zulmedebilir.
Kelime-i şehadet, nasıl bir “şahitlik”tir?
Kelime-i şehadet, ilk dönemden itibaren Müslümanların müşahede ederek, - yani gözleri ile görerek, kulakları ile işiterek ve bizzat yaşayarak- iştirak ettikleri bir varoluş tarzı hakkında yaptıkları “şahitlik”tir. Allah’tan başka ilah olmadığına ve Hz. Muhammed’in O’nun kulu ve rasulü olduğuna şehadet etmek, sadece bir söz değil, yaşanarak onaylanmış bir hakikatin ifadesi olmaktadır.
Mutlak özgürleşmenin gerçekleşmesi sözkonusu mudur?
Kısaca insan ihtiyaç sahibi ve bu ihtiyaçlarına bağımlı bir varlıktır. Bağımlı varlık, özgür değildir. İnsanın özgürleşebilmesi için, bağımlılıklarından kurtulması gerekir. O halde özgürleşmenin yolu, ihtiyaçları azaltmaktır. Bir insanın ihtiyacı ne kadar az ise, o kadar özgürdür. İnsanın bütün ihtiyaçlarından veya ihtiyaçlarının tamamından kurtulması mümkün olmadığı için, mutlak bir özgürlük mümkün değildir. İnsan sadece ihtiyaçlarını azaltabilir; asgariye indirebilir.
Dinin iradesi dış etkilere, dönemsel değişikliklere ve insanların etkisine açık mıdır?
Cenab-ı Hakk tarafından görevlendirilen Peygamberler tarafından insanlara öğretilen ve O’nun iradesini ifade eden din, bütün insanları aşan ve onları önceleyen, dolayısı ile onların ahlâklı olarak/belirli bir davranış düzenine bağlı bir şekilde varlıklarını sürdürmelerini sağlayan külli/evrensel merci olmaktadır. Bu irade, insanların tasarrufu altında olmadığı için onların anlık ve dönemlik meyilleri ve çıkarlarının tesirine kapalıdır; herkes için ve insanüstü bir merci tarafından verilen kurallar, insanların makul bir şekilde, hüsn-i ihtiyarları ile bizzat hayırlara/yani varlık ve varoluşu muhafaza ve ikmal etmeye sevk etmektedir.
Sorumluluk ne zaman ortaya çıkar?
Sorumluluk, ancak içeriği belli bir talep söz konusu ise mümkün olduğu için, vazifeyi ve teklifi (yükümlü kılmayı) iktiza eder (gerektirir).
Müslüman bir kimse için dünya ve ahiret hayatı ona ne ifade etmelidir?
Dünya ve ahret hayatı, Müslüman’ın kararlarını alırken ve fiillerini gerçekleştirirken dikkate aldığı çerçeveyi ve ufku teşkil eder. Müslüman’ın uzak geleceği ahrettir, ahret hayatıdır. Müslüman etrafında olup biten olayları, karşı karşıya geldiği veya beraber iş yaptığı insanlarla ilgili kararlar alır, fiiller gerçekleştirirken hayatın dünya ve ahret boyutlarını birlikte dikkate alır.
Bir hareketi veya hareketsizliği fiil haline getiren unsur nasıl ortaya çıkar?
Fiil, insanın etrafında olup biten olaylara bilerek ve farkında olarak müdahale etmesi veya farkında olarak müdahale etmemesi anlamına gelmektedir. Bu çerçevede bir hareketi veya hareketsizliği fiil haline getiren unsurun, iradenin, ne olduğu sorusu da kavramsal bir soru olarak ortaya çıkar.
İnsan, başkalarından önce kendi kendisine zulmetmemesi için neye ihtiyaç duyar?
İnsanın başkalarından önce kendi kendisine zulmetmemesi için Cenab-ı Hakk’ın hidayetine ihtiyacı vardır. Cenab-ı Hakk’ın hidayeti, en temel tercihlerden başlayarak insanın karşı karşıya kaldığı karar verme aşamalarında, doğru karar vermesi hususunda önünü, dolayısıyla aklını aydınlatır.
İnsanı kendi kendine zulmetmesi nasıl tahakkuk eder?
Kendi kendine zulmetme, kendisini olmadığı ve olamayacağı bir yerde görme ile başlayıp, kendisini diğer insanlardan veya insanların bir kısmından “üstün” görüp, diğerlerine tahakküm etmeyi kendisinin tabii hakkı hatta vazifesi olarak görmeye başlayarak, kendi haddini aşması, diğer insanlara zulüm, yani hemcinsine zulüm olarak tahakkuk edebilir. Yine benzer bir şekilde kendisi verdiği kararlar, ortaya çıkardığı (putperestlik gibi) pratiklerle insan onuruna yakışmayan bir durum da ortaya çıkarabilir.
Hilafet ile insanın Allah’ın yolunda kendi varlığını devam ettirmesi arasında doğrudan bir irtibat olduğu nasıl anlaşılır?
“Ey Davud! Biz seni yeryüzünde halife kıldık. O halde, insanlar arasında hakla (adaletle?) hükmet ve hevaya uyma (keyfi davranma?), yoksa seni Allah’ın yolundan saptırır. Allah yolundan sapanlara hesap gününde, unuttukları sebebiyle şiddetli bir azap vardır.” (Sad/38: 26) ayetinde de görüleceği üzere hilafetin hak ile hükmetme, yani doğru karar verme ile bir alakası olduğu dile getirildiği gibi keyfi davranmanın da insanı Allah’ın yolundan saptıracağı dile getirilmektedir. Hilafet ile insanın Allah’ın yolunda kendi varlığını devam ettirmesi arasında doğrudan bir irtibat olduğu buradan kolayca anlaşılabilir.
K. Kerim’de Cenab-ı Hakk’ın insanlara zulmetmediği, insanların kendi verdikleri kararlar ve yaptıkları neticesinde kendilerine ve birbirlerine zulm ettikleri hangi ifadelerle vurgulanmıştır?
“Biz onlara zulmetmedik, asıl onlar kendi kendilerine zulmettiler. Rabbinin azap emri gelince Allah’tan başka taptıkları tanrılar, kendilerine hiçbir fayda vermedi. Hatta onların ziyanlarını artırmaktan başka bir şeye yaramadı.” (Hûd/11: 101) Başka bir ayette ise, insanların kendi kendilerine zulmetmenin sebebi dile getirilmiştir: “Ayetlerimizi yalan sayarak sırf kendi kendilerine zulmeden o kimselerin hali, ne çirkin bir ibret levhasıdır!” (Araf/7: 177). Kur’an-ı Kerim’deki pek çok ayet-i kerimede nefse zulüm, insanların büyük ve küçük günah işlemesi ile irtibatlı olarak kullanılmıştır.
İnsanın, Allah’ın halifesi olmasında Hz. Adem nasıl bir rol oynamıştır?
Bu ayetlerde Cenab-ı Hakk yeryüzünde “bir halife” yaratacağını söylerken aynı zamanda bütün insanlığın atasının Hz. Âdem olduğunu açıklıyor. Burada Hz. Âdem’in bütün insanlığı temsil ettiği açıktır. Yani Cenab-ı Hakk Hz. Âdem’i ve onun soyundan gelecek bütün insanları/insanlığı “yeryüzünde halife” olarak yaratmıştır. Halife bir taraftan sonradan gelen anlamına gelse de, bunun ötesinde, sonradan gelerek öncekinin en azından bir cihetten vazifesini veya benzer vazifeleri üstlenen kişi anlamına gelmektedir.
Sorumluluk ve sorumsuzluk arasındaki fark nedir?
Bir vazifesi olan insan, bunu ifa etmekle sorumlu ise, bu sorumluluğu ifa etmesi veya etmemesi arasında, neticeleri açısından bir fark olması gerekmektedir. Bu sebeple vazife ve sorumluluk fikri, zorunlu olarak bir yaptırım içermektedir.
Ahlâk alanını tanımlayan ve içeriğini büyük oranda dolduran terimler nelerdir?
Ahlâki vazifelerle irtibatlı yaptırımın ne olduğu meselesi, daha doğrusu “ahlâki yaptırım” kavramı da ahlâk düşüncesinin önemli bir unsurudur. Bütün bu kavramların hakkında olduğu fiilin, ahlâkın konusu haline gelme ciheti, yani iyi veya kötü olup olmadığı ve buna bağlı olarak iyilik ve kötülük kavramları da, ahlâk düşüncesinin en temel kavramlarıdır. Daha farklı bir şekilde bu iki terimin ahlak alanını tanımladığı söylenebilir.
Bir fiili bir faile izafe ne gibi sonuçları ortaya çıkarır?
Bir fiili bir faile izafe etmek sadece teorik ve metafizik birçok meseleyi ortaya çıkarmakla kalmaz, aynı zamanda insanın fiillerinden sorumlu olup olmadığı gibi bir meseleyi de ortaya çıkarır.
Kuran’a göre insanın yaratılışı esnasında Allah ile melekler arasında nasıl ifadelerde bulunulmuştur?
“Hani Rabbin meleklere “Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım” demişti. Onlar da orada, “Biz seni hamd ile yüceltip, seni bütün noksanlıklardan tenzih ederken-, oranın düzenini bozacak ve kan dökecek birini mi yaratıyorsun?” dediler. (Allah da) “Ben sizin bilmediğiniz şeyleri bilirim” dedi. (Allah) Âdem’e bütün isimleri öğretti. Sonra onları meleklere arz ederek, “Eğer sadık (görüşünüzde doğru) iseniz, bunların isimlerini söyleyin” dedi. (Melekler) Seni tenzih ederiz; bizim, Senin bize öğrettiğinden başka bilgimiz yoktur. Her şeyi bilen ve hikmet sahibi olan Sensin. (Allah) Ey Âdem, “onlara, onların isimlerini söyle” dedi. (Âdem) onların isimlerini söyleyince dedi ki: “Ben size yerin ve göklerin gaybını/(gözükmeyen kısmını) bilirim, açıkladıklarınızı ve gizlediklerinizi bildiğim gibi, demedim mi?” (Bakara/2: 30-33).
Sorumluluk ne zaman sözkonusu değildir?
Hiçbir vazifesi ve mükellefiyeti olmayanın herhangi bir sorumluluğu da olmaz.
“İyi” ve “kötü” kavramları farklı ilim dallarında hangi ifadelerle kullanılmıştır?
Ahlâk alanında telif edilmiş olan eserlerde iyi ve kötü için çeşitli terimler kullanılmıştır. Hadis eserlerinde belirli bir terminoloji kullanmak yerine, hadislerde geçen kelimelerin daha fazla dikkate alınması, bu eserlerin rivayet özelliği ile doğrudan alakalıdır. Buna karşılık kelam eserlerinde mesele daha çok “hüsün ve kubuh” meselesi olarak ele alınmış; ama duruma göre hayır ve şerr de kullanılmıştır. Özellikle akide kitaplarında iyi ve kötü için kullanılan tabirler “hayır ve şerr”dir. Fakihler teorik tartışma yapmadıkları zaman daha çok “helal” ve “haram” ve bunlarla irtibatlı olan diğer tabirleri kullanmakla birlikte, bu kavramların teorik müzakeresini yaptıkları Fıkıh usulü eserlerinde meseleyi “hüsün ve kubuh” tabirleri ile ele almışlardır. Buna karşılık felsefede daha çok “hayr” ve “şerr” kullanılmıştır.
Dünya, insan varlığı bakımından ne anlam ifade etmektedir?
İnsan, bir dünyanın parçası olarak ve bu dünya içinde hayatını sürdürür. Aile hayatı, meslek hayatı, özel hayat gibi ifadeler hayatın bu boyutu ile ilgilidir. Hatta insanın hayatı denildiğinde canlılığından daha çok onun varoluşunun manalarla dolu veya manalardan ibaret bu boyutu kast edilir.
Ahlâkî şuur açısından bir Müslüman, ihtiyaç sahibi olmasını nasıl değerlendirmelidir?
İnsanın ahlâki şuuru açısından muhtaç bir varlık olduğunun farkında olması ve kendisini “müstağni” görerek, hiçbir şeye ihtiyacı olmadığı gibi bir zanna düşmemesi gerekir.
İslâm ahlâkını kendisine konu edinen ilmin temel kavramları nasıl ilmileşmiştir?
Ancak bu konuda sistematik bir düşünce söz konusu olmadığı için, bunların hiç birisi bir isim alarak veya bunlara isim verilerek ıstılahlar (terimler) ortaya çıkarılmamıştı. Bu kavramların ıstılahlarla ifade edilmesi için, bu alanın sistematik bir şekilde tedvin edilmesi, yani ahlâk alanının ilmileşmesi gerekiyordu. Ahlâk alanının ilmileşmesi kavramların zaman içerisinde isimlendirilerek, bunlarla ahlâki hayatın tasvir, tahlil ve tahkik edilmesi yoluyla gerçekleşmiştir. Bir davranış düzeni olarak İslâm ahlâkı, teorik olarak “kavramları” ve “ıstılahlarıyla” (terimleriyle) birlikte ortaya konulup, sonra uygulanmış bir ahlâk sistemi değildir. Vahiy, önce Hz. Peygamber’in şahsında etkin olmuş; çeşitli zamanlarda, değişik vesilelerle nazil olan ayetler onun hayatında bir vahdet, insicamlı bir bütün teşkil etmiştir. Hz. Peygamber’in etrafındaki insanlar vahye hem lisanî haliyle (Kur’an), hem de bilfiil hayat (sünnet) olarak bu bütünlük içerisinde şahit olmuşlar ve bunu da bir hayat tarzı olarak üstlenmişlerdir.
Kur’an-ı Kerim’de kaç yerde günah işleyerek kendi nefsine zulm ettiğini itiraf edip af dileyenlerin duaları zikredilir?
Kur’an-ı Kerim’de dört yerde günah işleyerek kendi nefsine zulm ettiğini itiraf edip af dileyenlerin duaları zikredilir. Bunlardan birisi, Hz. Adem ile Hz. Havva’nın yasak meyveyi yedikten sonra pişman olup, Cenab-ı Hakk’tan öğrendikleri ve yaptıkları duadır: “Dediler ki: Rabbimiz! Biz kendimize zulmettik. Eğer bizi bağışlamaz ve bize acımazsan mutlaka ziyan edenlerden oluruz.” (Araf/7: 23). Diğer ayetler: (Enbiya/21: 87; Neml/27: 44).
İslâm ahlâkını kendisine konu edinen ilmin temel kavramları ne zamandan beri mevcuttu?
İslâm ahlâkını kendisine konu edinen ilmin temel kavramları, o halde, onlar özellikle isimlendirilmeden önce de mevcuttu. Mesela irade hürriyeti, insanın sorumluluğu, mükellefiyetleri vs. başından itibaren bütün Müslümanlar tarafından bilinmekte ve dikkate alınmakta idi. Onların “kavramı” veya “kavram olarak hürriyet, sorumluluk ve mükellefiyet” zihinde ve hayatta mevcuttu.
Ahlâkî açıdan “fayda” neden gerekli olan bir kavramdır?
Vazife ile hürriyet arasındaki dengenin muhafaza edilebilmesi için vazifenin içeriğinin bir “fayda” boyutunun olması gerekir. Vazife, fayda esasında değil, fayda, vazifeyi yerine getirmenin bir neticesi olarak gerçekleşmelidir. O zaman vazife, faydayı sağlar. Böylelikle, vazifeyi sırf hayr (iyi) olduğu için yapabilecek olgunluğa henüz ulaşamamış insanlar da, onu ifa etmenin ne gibi faydalar sağladığını, en azından başka insanlarda görerek öğrenip ve bu cihetten faydayı düşünen insanların da vazifeye talip olması mümkün olabilir.
İnsan ihtiyaç duymaksızın yaşayabilir mi?
İnsan bir “mahlûk” (yaratılmış) olması hasebiyle muhtaç bir varlıktır. Muhtaç olmayan tek varlık Allah Teala’dır. Her şey O’na muhtaç, O ise hiçbir şeye muhtaç değildir. İnsan hayatının her döneminde muhtaç, ihtiyaç sahibi bir varlıktır. Bu ihtiyaç fiziki/biyolojik olduğu kadar manevi cihette de mevcuttur. İnsan, tabii çevreye, insanlara muhtaçtır; bunun da ötesinde bütün insanlar Cenab-ı Hakk’a muhtaçtır. Cenab-ı Hakk’a olan ihtiyaç, sadece mahlûk olmak cihetinden değil, ahlâki bir varlık olarak belirli bir hayat düzeni kazanma sürecinde de söz konusudur. İnsan Cenab-ı Hakk’ın hidayetine muhtaçtır.
“Hayat” denmekle kastedilen şey, sadece doğumdan kabire kadar olan süreç midir?
Kur’an-ı Kerim’de “dünya hayatı” ile “ahiret hayatı” birbirinden ayrı olarak zikredilir. Hayat, sadece “bu dünya”da olan değil bunun ötesinde ahret hayatı denilen ve öldükten sonra gerçekleşecek “öteki dünya”da olacak olanı da ifade eder.
İnsanın eşref-i mahlûkat olmasıyla Allah’in isimlerinin nasıl bir alakası vardır?
İnsan Allah’ın isim ve sıfatlarının tecelligahıdır. İnsanın hayatında Cenab-ı Hakk’ın isimleri ve sıfatları tecelli eder. Bu sebeple de insan, varlıkların en şereflisidir; eşref-i mahlûkattır. İnsan yine bu sebeple, kendi başına, kendinde değerlidir; varlık, her şey, onda ve onunla anlamını bulur.