aofsoru.com

İslam Ahlak Esasları Dersi 4. Ünite Özet

İslam Ahlakının Temel Kavramları

Giriş

Ahlâk, insanın davranış düzenidir; Ahlâk ilmi ve felsefesi ise iyi ve kötü olması cihetinden insan fiillerini kendisine konu edinir. Buna göre insan, fiil (davranış) ve iyi-kötü, tanımı gereği ahlâk ilminin ve ahlâk felsefesinin temel konularını/meselelerini teşkil eder. İnsanın ne olduğu ile ilgili soru, yani insan kavramı, fiilin mahiyeti ve insan ile irtibatı da, ahlâki fiil kavramını tahlil ederek belirlenmektedir.

İslâm Ahlâkının Temel Kavramları

İslâm Ahlâkının Tahakkuk Süreci ve Kavramlaşma

Kavram bir şeyin dilden bağımsız varlığıdır. Buna karşılık terim, bu kavramın dilde ifade edilmiş şeklidir. Terime, ıstılah da denilmektedir.

Kelime-i şehadet, ilk dönemden itibaren Müslümanların müşahede ederek, - yani gözleri ile görerek, kulakları ile işiterek ve bizzat yaşayarak- iştirak ettikleri bir varoluş tarzı hakkında yaptıkları "şahitlik"tir. Allah'tan başka ilah olmadığına ve Hz. Muhammed'in O'nun kulu ve rasulü olduğuna şehadet etmek, sadece bir söz değil, yaşanarak onaylanmış bir hakikatin ifadesi olmaktadır.

Bir davranış düzeni olarak İslâm ahlâkı, teorik olarak "kavramları" ve "ıstılahlarıyla" (terimleriyle) birlikte ortaya konulup, sonra uygulanmış bir ahlâk sistemi değildir. Vahiy, önce Hz. Peygamber'in şahsında etkin olmuş; çeşitli zamanlarda, değişik vesilelerle nazil olan ayetler onun hayatında bir vahdet, insicamlı bir bütün teşkil etmiştir. Hz. Peygamber'in etrafındaki insanlar vahye hem lisanî haliyle (Kur'an), hem de bilfiil hayat (sünnet) olarak bu bütünlük içerisinde şahit olmuşlar ve bunu da bir hayat tarzı olarak üstlenmişlerdir. İlk Müslümanların hayatlarındaki müşterek cihet, onların hepsinin ayrı ayrı bir ve aynı kaynağı, yani Hz. Peygamber'i, müşahede etmeleri ve onun hayatına katılarak, bu zeminde ferdi ve toplumsal bir varoluş esası bulmalarıdır.

İslâm ahlâkının temel kavramlarını ele alırken bu cihetin hep farkında olmak ve cahiliye dönemi ahlâkı veya daha önceki ahlâk anlayışları ile İslam ahlakı arasında akrabalık veya bir devamlılık ilişkisi aramak ve bunun üzerinden bu kavramları temellendirmeye/anlamaya çalışmak oldukça ciddi yanlışlara sebep olmaktadır. Bu cihetten yapılan çalışmalar nihai olarak İslam'in özgünlüğünü örtmekten başka bir netice vermemektedir.

Kavramlar

Hayat ve İnsan

İslâm Ahlâkının temel kavramı, insani varoluşun ön şartı olan, hayattır. Hayat, bütün ahlâki kavramların merkezindedir ve diğer kavramların hepsi hayat dolayısı ile ve hayatla irtibatı içinde anlamını kazanır. Hayat, insanın varoluşunu isimlendirir. Hayat, dünya hayatı ve ahret hayatı olmak üzere iki kısma ayrılır. İnsanlara hayatı, Cenab-ı Hakk ihsan etmiştir. O'nun dışında başkaları tarafından, bu kim olursa olsun fark etmez, dokunulması kabul edilemez.

Cisimlerin, bitkilerin ve biyolojik canlılığın bir düzen içinde mana kazanmış haline, dünya denilmektedir. İnsan, bir dünyanın parçası olarak ve bu dünya içinde hayatını sürdürür. Aile hayatı, meslek hayatı, özel hayat gibi ifadeler hayatın bu boyutu ile ilgilidir.

Hayat ve bu çerçevede dünya ve ahret hayatının teşkil ettiği bütünlük, İslâm ahlâkının temel kavramıdır. Bir fiili gerçekleştirirken, bir kararı alırken uhrevi ve dünyevi boyutu birlikte dikkate almak, İslâm ahlâkının ilkelerinden biridir.

İnsanın Allah’ın Halifesi Olması

İnsan, Allah'ın yeryüzündeki halifesidir. İnsanın ahlâki varlık olmasının esasında, onun sahip olduğu özellikler bulunmaktadır. İnsanın bu özelliğini ifade etmek için, eşref-ı mahlûkat (=yaratılmışların en şereflisi) ve halifetullah fi'l-arz (=yeryüzünde Allah'ın halifesi) tabirleri kullanılır. K. Kerim'de insanın yaratılışı anlatılırken (Bakara/2: 30-33) bu durum çok açık bir şekilde ifade edilir. Sad suresinde "halife" ile en azından hangi imkân ve vazifenin mümkün ve uygun olarak ta'ayyün ettiği de ifade edilmektedir. Halife, "başkası adına işleri yürüten" demektir. Burada insandan önce, insanın adına iş yapabileceği başka bir varlık olmadığına göre, hilafetin müteallakının Cenab-ı Hakk olduğu ortaya çıkmaktadır. İnsan Allah'ın yeryüzündeki halifesidir, kısaca yeryüzünde Cenab-ı Hakk adına iş yapmak üzere yaratılmıştır.

İnsanın ayırıcı hususiyeti, ahlâki bir varlık olmasıdır. Onun kendi iradesiyle Allah yolunu tercih edip, o yolda hem yaşayıp hem yaşatması; daha doğrusu yaşamaktan çok yaşatmaya yönelmesi ve kendi varlığını ancak diğer insan ve varlıkları muhafaza üzerinden koruması, kendi güvenliğini başkalarının güvenliğini sağlayarak güvenceye alması anlamına gelmektedir.

Her halükarda insan, isteme veya istememe gibi bir imkânı içinde taşır. Bu isteğin müteallakı (ilişkili olduğu şey) hayır, yani iyi olduğunda, buna "ihtiyar" denilir ki kelime/kök anlamı ile bilerek ve farkında olarak hayra yönelik varoluşu ifade etmektedir. İnsan, klasik dilde söyleyecek olursak, faili muhtardır (yaptıklarında özgürdür). Alman filozofu Kant insanın bu özelliğini mutlaklaştırarak, "ahlâki otonomi" (özerklik) kavramını geliştirmiştir. İnsanın herhangi bir fiilinin ahlâki olabilmesi için gerekli ve yeterli şart olarak, insanın kendi istediğini sırf kendisi istediği için yapması ve bunun da genelleştirilebilir olmasını zikretmiştir. Kant, bu ilkesi gereği, insanın kendi kendisi hakkında vereceği kararların "zulüm" olarak nitelenemeyeceğini; insanın kendi kendine zulmetmeyeceğini varsayarak ahlâk ve hukuk felsefesini temellendirmiştir.

Zulüm

İnsan kendi kendine zulmedebilir. İnsan yanılabilir bir varlıktır. İnsan tasavvurlarında, düşüncesinde ve çıkarımlarında yanılabileceği gibi, yargılarında da yanılabilir. İnsan olgular, değerler ve diğer insanlar hakkındaki yargılarında olduğu gibi kendisi hakkındaki yargılarında da yanılabilir. Bu yanılgı, başka insanlar ve nesnelere olduğu gibi kendisine de zulüm olarak gerçekleşebilir. İnsan başka insanlara olduğu gibi kendisine de haksızlık yapabilir. Kısaca insan kendi kendisine zulmedebilir.

Kur'an-ı Kerim'deki pek çok ayet-i kerimede nefse zulüm, insanların büyük ve küçük günah işlemesi ile irtibatlı olarak kullanılmıştır. Bunlar arasında kendisine put edinerek, ona tapınmak, insanları haksız yere öldürmek, gibi kötü fiiller insanın kendisine zulmetmesinin örnekleri olarak zikredilmiştir.

İnsan ve Allah’ın İsim ve Sıfatları

İnsan Allah'ın isim ve sıfatlarının tecelligahıdır. İnsanın hayatında Cenab-ı Hakk'ın isimleri ve sıfatları tecelli eder. Bu sebeple de insan, varlıkların en şereflisidir; eşref-i mahlûkattır. İnsan yine bu sebeple, kendi başına, kendinde değerlidir; varlık, her şey, onda ve onunla anlamını bulur. İnsanda en değerli olan, Hakk'ın nazargâhı olan kalbidir. Buna karşılık vücud, -genel olarak bütün varlıklar ve özel olarak insanlardan ibaret olan- halkın nazargâhıdır. Varlık, halk ile ve halkın nazarında ortaya çıkar. Varlığın sadece fiziki dünyadan ibaret olmadığı, insanın manalardan oluşan bir dünyada yaşadığı hatırda tutulduğu takdirde, insan olması bakımından insan için varlığın, itibari olduğu kolayca anlaşılabilir.

Bizim hayatımızda bulunan ne kadar makam, unvan, konum varsa, hatta kullandığımız alet ve edevat varsa, bunların hepsi, insan hayatında edindiği konum ve mana ile ve bu manada mevcuttur. insanları yok saydığınızda, veya insanlar olmadığında bunlar da varlığını muhafaza edemez.

İnsan varoluşunu, dünya hayatı olarak gerçekleştirir ve bu gerçekleşme, diğer insanları gerektirir. Ben, yani insan ferdi, varoluşunu ve varlığının devamını diğer insanlara borçludur. Bu sebeple diğer insanları korumak, onların varoluşunu temin etmek, insanın kendi varoluşunu temin etmesinin ön şartıdır.

Vazife ve Hürriyet

İnsanın hür olması, irade özgürlüğü olarak ifade edilir. İrade özgürlüğü, genel olarak, insanın hangi fiili yapacağına ve neyi tercih edeceğine kendisinin karar verebilmesi imkânı olarak tanımlanabilir. İnsan, diğer canlılardan farklı olarak, neyi yapıp neyi yapmayacağına kendisi karar verebilir; bu imkân insanın insan olmasının ön şartıdır. İnsanın özgürlüğü, irade hürriyetine sahip olduğu, bütün Müslümanlar tarafından, hatta cebriye olarak isimlendirilen mezhep ve görüş sahipleri tarafından da, teorik olmasa bile yaşadıkları hayat içinde, pratik olarak kabul edilmiştir.

Dinin klasik tanımı da insanı "akıl sahibi" ve "hüsn-i ihtiyarı" ile hareket eden varlık olarak nitelerken, İslâm'ın öngördüğü dindarlığın ahlâkiliğini vurgular; aynı zamanda İslâm ahlâkının temel kavramlarından birisi olan irade özgürlüğünü de ifade etmiş olmaktadır. Ahlâkilik, irade özgürlüğü ile, din de ahlâkilik ile tanımlanmaktadır.

İslâm ahlâkında vazife çok önemlidir. Ancak vazife dışarıdan insana yüklenen bir "mecburiyet" değil, insanın kendisinde bulunan hayr hissinin etkinleşmesi ve insanın kendisini gerçekleştirmesi yönünde bir görev üstlenmesidir. Çünkü hürriyet, Müslüman olmanın, daha doğrusu insanın gerçekleştirdiği fiillerin ahlâki değer taşıması ve sorumluluğu için zorunludur. İslâm ahlâkında vazife, hürriyeti nefy etmeden (olumsuzlamadan), hürriyet de vazifeyi nefy etmeden muhafaza edilmiştir. Amaç vazifeyi kendi iradesiyle, özgür iradesiyle üstlenen insanların yetişmesidir.

Mutasavvıflar, insanın şuurunu meşgul eden Allah'tan başka her şeyin hürriyeti kısıtladığı ilkesinden hareketle cennet nimetlerini arzulamayı bile gerçek hürriyete aykırı görmüşlerdir. Kuşeyri'ye göre hürriyet, kulun üzerinde Allah'tan başka hiçbir şeyin etkili olmamasıdır. Gerçek hürriyet tam kulluktadır. İbrahim b. Edhem ise hürriyeti, ölmeden önce dünyadan çıkmak şeklinde açıklamıştır. Tasavvufi kaynaklar, büyük sûfilerin böyle bir hürriyete kavuşmak için verdikleri mücadeleleri anlatan hatıra ve menkıbelerle doludur. Esasen tasavvuftaki "fakr makamı" hürriyeti de kapsar. Çünkü fakr, insanın hiçbir şeye sahip olmamasından öte, hiçbir şeyin insana sahip olamaması demektir.

Tasavvufî sülûkün başlangıcında irade varsa da hürriyet yoktur. Mürid, mürşidin delaletiyle seyrü sülûk sırasında verdiği şiddetli bir mücadele sayesinde dünya ve nefıs bağlarından kurtularak hürriyetini kazanır. Felsefe teorik, tasavvuf pratiktir; bu yüzden filozof akıl ile, sûfî irade ile yol alır ve sonunda hem marifete hem de hürriyete ulaşır. Şu var ki, tasavvufî anlayışa göre insanın iradesi daima Allah'ın iradesine bağımlıdır. Hatta bu açıdan sûfînin kendi iradesinden söz etmesi bile tasavvufî edeple bağdaşmaz. Hücviri, "Tevhid ehli sözüyle cebri, ameliyle kaderi (hürriyetçi) olandır" derken bu ikilemi anlatmak istemiştir".

Sorumluluk ve Ahlâki Yaptırım

Hz. Peygamber'in birçok Hadis-i Şerifinde kararlarda son merci olarak isimlendirilen vicdan, insanın kendisi ile baş başa kaldığında, neyin daha başka olabileceği ve kendisi tarafından nelerin ne gibi beklentiler veya nelerin ihmali neticesinde arzu edilmeyen bir durum ortaya çıktığını bilmesi ile huzursuz olur. Kısaca insan öncelikli olarak kendi vicdanına karşı sorumludur ve bu sorumluluk yerine getirilmezse, vicdan azabı olarak etkin olur. Ancak vicdan nihai olarak bütün insanlarda aynı şekilde etkin olmadığı gibi, insanların gaflet anlarında da zaman zaman devre dışı kalabilir; toplumsal hayatı takip ettiğimizde birçok hata yapan, hatta suç işleyen insanı gördüğümüzde, ahlâki hayatta da insanın kendi kendisine bırakılmasının yeterli olmadığı görülmektedir.

Vicdanın etkin olamadığı yerde insanın dostlarından başlayarak sosyal çevresi devreye girer ve kademe kademe bütün toplum, nihayet adalet kurumları insana, bütün ahlâki karar ve davranışlarından olmasa bile, başkalarını doğrudan ilgilendirenlerinlerden dolayı sorumluklarını hatırlatır; gerekirse çeşitli yaptırımlar derece derece etkin olur. Bu yaptırımlar arasında kınama ve ayıplama, toplumsal hayatta çokça karşılaşılan yaptırım şekilleridir. Kınama ve ayıplama nihai olarak insanda mevcut olan haya duygusu ile doğrudan alakalıdır. İnsanlar arasında utanma ve haya duygusunu kaybetme, önemli manevi kayıplar arasında kabul edilir. Utanmak, bir fazilettir. "Utanma" ile "çekinme", zaman zaman birbirine karıştırılır. Utanma bir fazilet iken, çekingenlik genel olarak makbul görülmeyen psikolojik bir haldir. Birisinin "utanmaz" olması, ahlaki kurallar ve faziletler konusunda yeterince hassas olmadığını ifade ederken, "çekingenlik" yapılması ahlaken uygun, hatta arzu edilen şeyleri yapma konusunda ortaya çıkan bir zaafı işaret eder.

Insanın, bütün insanların olmasa da, aralarında seçkin bir kısmının bütün karar ve fiillerinde Cenab-ı Hakk'ın rızasını gözetmeleri ve O'nun rıza ve ilgisinden mahrum kalma endişesi taşımaları, kendi başına çok özel bir sorumluluk şuuru vermektedir.

İhtiyaç

İnsan bir "mahlûk" (yaratılmış) olması hasebiyle muhtaç bir varlıktır. Muhtaç olmayan tek varlık Allah Teala'dır. Her şey O'na muhtaç, O ise hiçbir şeye muhtaç değildir. İnsan hayatının her döneminde muhtaç, ihtiyaç sahibi bir varlıktır. Bu ihtiyaç fiziki/biyolojik olduğu kadar manevi cihette de mevcuttur. İnsan, tabii çevreye, insanlara muhtaçtır; bunun da ötesinde bütün insanlar Cenab-ı Hakk'a muhtaçtır.

Her bir insan ve her bir insan grubu diğerine muhtaçtır ve her biri diğerini muhafaza ederek, diğerinin de hayrını dikkate alarak kendi varlığını ve geleceğini temin edebilir. İyi davranışları ifade etmek için kullanılan "salih amel" kavramı da, her şeyden önce insanı insan olarak, tabiatı tabiat olarak, mü'mini de mü'min olarak inşa ve muhafaza eden fiilleri ifade etmektedir.

Bir insanın kendisine karşı yapılan haksızlığı affetmesi bir yücelik, buna karşılık, başka bir insana karşı yapılan haksızlığı olarak kabul edilmiştir. Zulme rıza, zulüm olarak görülmüştür. İnsanın diğer insanların desteğiyle varlığını sürdürmesi, asli bir durumdur. Bu sebeple insanlara yardım etme (isti'ane, dayanışma) İslâm ahlâkının mühim kavramlarından biridir. Bu kavram Müslümanların teşkil ettiği bütün toplumlarda teşkilatlanma ilkesidir. Orta Asyalı büyük âlim Azizüddin en- Nesefi tarafından insan-ı kâmilin en önemli vazifesi olarak sayılmıştır.

Hayır ve Menfaat/Fayda

Vazife ile hürriyet arasındaki dengenin muhafaza edilebilmesi için vazifenin içeriğinin bir "fayda" boyutunun olması gerekir. Vazife, fayda esasında değil, fayda, vazifeyi yerine getirmenin bir neticesi olarak gerçekleşmelidir. O zaman vazife, faydayı sağlar. Böylelikle, vazifeyi sırf hayr (iyi) olduğu için yapabilecek olgunluğa henüz ulaşamamış insanlar da, onu ifa etmenin ne gibi faydalar sağladığını, en azından başka insanlarda görerek öğrenip ve bu cihetten faydayı düşünen insanların da vazifeye talip olması mümkün olabilir.

İslâm dininde mesela mekasidü'ş-şerî'a olarak ifade edilen beş maksad, esas itibariyle hep "muhafaza"ya işaret eder. Bunlar aklı muhafaza, dini muhafaza, nesli muhafaza, nefsi muhafaza ve nihayet malı muhafazadır.

İyi ve Kötü

İyi ve kötü, ahlâkın en temel kavramlarıdır. İyi ve kötü kavramları olmadan, ahlâktan bahsedilemez. Zaten davranışın düzeni olarak ahlâk, davranışları iyi ve kötü olarak tasnif eder; bunlar arasında "en iyi" veya "en yüksek iyi" ile "ikinci ve üçüncü dereceden iyi"; "kendinde iyi" ve "başka bir şey için iyi" gibi tefriklerle birlikte, insanın tercihlerinde bir düzen oluşturması imkânı sağlanır.

Ahlâk alanında telif edilmiş olan eserlerde iyi ve kötü için çeşitli terimler kullanılmıştır. Hadis eserlerinde belirli bir terminoloji kullanmak yerine, hadislerde geçen kelimelerin daha fazla dikkate alınması, bu eserlerin rivayet özelliği ile doğrudan alakalıdır. Buna karşılık kelam eserlerinde mesele daha çok "hüsün ve kubuh" meselesi olarak ele alınmış; ama duruma göre hayır ve şerr de kullanılmıştır. Özellikle akide kitaplarında iyi ve kötü için kullanılan tabirler "hayır ve şerr"dir. Fakihler teorik tartışma yapmadıkları zaman daha çok "helal" ve "haram" ve bunlarla irtibatlı olan diğer tabirleri kullanmakla birlikte, bu kavramların teorik müzakeresini yaptıkları Fıkıh usulü eserlerinde meseleyi "hüsün ve kubuh" tabirleri ile ele almışlardır. Buna karşılık felsefede daha çok "hayr" ve "şerr" kullanılmıştır.

Doğruyu söylemenin iyi olması, söz söylemenin tabiatının bir parçası değildir. Doğru söz de yalan söz de, söz olmak bakımından aynı kurallara bağlı olarak söylenir. Onların olup bitenle irtibatı da, birinin olanı ifade etmesi ve diğerinin ifade etmemesi, hatta mevcudu olduğundan daha farklı bir şekilde ifade etmesi de kendi başına iyi veya kötü olmak için yeterli değildir. Hatta bunu biraz daha ileri götürebiliriz. Bir insanın başka birinin hakikate aykırı beyanından dolayı yanılması ve yanlış bir karar vermesi de, kendi başına bu sözü "kötü" kılmaz. Çünkü bazen yanlış bir beyan, az da olsa, doğru bir karara sebep olabilir ve bunun neticesinde muhatap "zarar" değil "fayda" sağlayabilir. Doğru söz hep fayda, yalan hep zarar verecek gibi bir kural da mevcut değildir. Çünkü doğruluk ile fayda, yalancılık ile zarar arasında değişmez bir sebep-sonuç ilişkisi mevcut değildir. Benzer bir şekilde bazen söylenmiş olan doğru bir söz, insanların zararına bir duruma esas teşkil edebilir. Bütün bunlar doğru söylemek ve yalan söylemenin kendi başlarına iyi veya kötü olarak nitelenmesi için yeterli olmadığını göstermektedir.

Kısaca ifade etmek gerekirse iyi ve kötü terimleri insan fiilleri hakkında kullanıldığında, onlarda bulunan değişmez nitelikleri ifade etmez. Bu terimlerden iyi, Cenab-ı Hakk tarafından yapılması emredilen ve yapıldığında da O'nun rızasının kazanılmasına vesile olacak fiilleri ifade etmek için kullanılır. Kötü ise O'nun yapılmasını yasakladığı ve yapılmasına razı olmadığı, dolayısı ile yapılması O'nun gazabını celbedebilecek olan fiilleri ifade etmek için kullanılmaktadır. Bu emir ve yasakların, varlığı muhafaza ve geliştirme konusunda insana yol göstermesi, makuliyetinin (akla uygunluğunun) de esasını teşkil etmektedir.

İslâm ahlâkı, bütün ahlâk teorilerinin ağırlıklı olarak vurguladığı hemen bütün unsurları içinde taşır: ne haz kendi başına kötüdür, ne dünyevi fayda, ne vicdan ve akıl kendi başına değersizdir, ne de bir şeyi sırf hayr olduğu için yapmak reddedilmiştir. Aksine bunların hepsi belirli bir ölçü içerisinde muhafaza edilerek, insani varoluşun devamı sağlanmıştır. Hatta insanın kendi kendisini düşünmesi bile, başkalarını koruma üzerinden, İslâm ahlâkının bir unsuru haline gelmiştir. İnsanın Cenab-ı Hakk'ın nimetlerinden istifade etmesi ve bunların tadını çıkarması, insanlara zararlı olan şeylerin değil de faydalı olan şeylerin yapılmasının tercih edilmesi, insanın vicdanının sesini dinlemesi ve nihayet ahlâki kuralları mümkün mertebe kayıtsız ve şartsız uygulaması meşru bir davranıştır. Ancak bunların hiç birisi kendi başına amaç teşkil etmez. Amaç nihai olarak insanın kendi varlığını ilahi isim ve sıfatların tecelligâhı olarak gerçekleştirmesi ve muhafaza etmesidir.


Yukarı Git

Sosyal Medya'da Paylaş

Facebook Twitter Google Pinterest Whatsapp Email