aofsoru.com

İktisada Giriş 2 Dersi 1. Ünite Özet

Makro İktisadın Genel İlkeleri

Giriş

1970’li yıllarda ülkeler arasında ekonomik ve siyasal güç savaşı olağanüstü hızıyla devam ederken Bhutan Kralı Jigme Singye Wangchuck, ülkesinin kalkınmasının ana felsefesi olarak “Gayri Safî Milli Mutluluk” kavramını önermiş ve Birleşmiş Milletler’de dile getirdiği düşünceleri dünya genelinde çok dikkat çekmiştir. Wangchuck’a göre gelişmişliğin ve ekonomik gücün en önemli ölçütü “Gayri Safi Milli Hasıla” değil “Gayri Safi Milli Mutluluk”tur. Modern toplumda sorunların çözümünde küçük iyileştirmeler yerine Wangchuck, paradigma değişikliğine varan bir süreç öneriyordu. Bhutan Kralı bu önerisinde haklı mıdır? Tartışılabilir… Burada gerçeği bulmak için bilimsel yöntemden başka seçenek gözükmemektedir. Tüm bilim dalları farklı yöntemler kullanarak “gerçeğe” ulaşmaya çalışır. Gerçeğe ulaşırken aynı zamanda ürettikleri bilgiler ile toplumsal sorunlara çözüm bulmaya gayret eder. Bu anlamda bilim merkezleri ve üniversiteler toplumun beyni ve çözüm merkezleridir. Ekonomi bilimi insanlığın kadim sorunu olan kıtlık sorunuyla nasıl başa çıkacağımız ile ilgilenir. Gerçeğe ulaşmak ve gerçekleri görebilmek için ekonomik olaylara bakışımızı iki perspektifte toplayabiliriz: Mikroekonomi ve Makroekonomi.

Mikroekonomi, ekonomide bireylerin ve firmaların davranışları ve tek tek piyasaların çalışma mekanizmalarıyla meşguldür. Makroekonomi ise iktisadi olaylara daha bütüncül bakar, toplulaştırılmış ekonomik büyüklüklerle ilgilenir. Elma piyasasında elma fiyatlarının nasıl ortaya çıktığı mikroekonominin konusudur. Oysa bir ülkede fiyatlar genel düzeyinin nasıl ortaya çıktığı ile makroekonomi ilgilenir. Bir fabrikanın üretim koşulları, üretim miktarı, ürün fiyatları, üretilenlerin toplam değeri ve fabrikanın verimlilik düzeyi mikroekonominin, bir ülkede üretilen tüm mal ve hizmetlerin cari piyasa değerlerinin toplamı olan GSYH makroekonominin konusudur.

Makro İktisadın Kökenleri

İktisadi düşünce oldukça eski dönemlerden beri var olmakla birlikte sistematik hâle gelerek bir bilimsel disipline oturtulması son birkaç yüzyılda gerçekleşmiştir. Mikro iktisat sanayi devrimi ile birlikte giderek yoğunlaşarak bir bilim hâline gelirken makro iktisat konuları ve makro iktisadi bakış açısı son yüzyılda ortaya çıkarak oldukça yoğun tartışmalara neden olmuştur.

Merkantilizm

Merkantilizm Avrupa’da doğmuş bir düşünce akımıdır. Yaklaşık olarak 1500 ve 1800 yılları arasında geliştirilen bu düşünce akımı Orta Çağ’ın sonları ile önemli bir iktisadi akım olan Fizyokrasi’nin doğuşuna kadar sürer. Merkantilizm kelimesini ilk kez ünlü iktisatçı Adam Smith kullanmıştır. Merkantilizm ‘ticaretin’ hâkim olduğu sistem anlamına gelir. Merkantilistler bir ülkenin ve devletin zenginliğini ve ekonomik performansını sahip olduğu altın ve gümüş gibi değerli madenler ile ölçerler. Merkantilistler her türlü ihracatın teşvikini uygun görürken ithalatın kısıtlanmasını ve korumacı politikalar uygulanmasını talep ederler. Merkantilist düşünce akımı coğrafi keşifler ile birlikte 300 yıl boyunca dünyanın her bölgesine ulaşarak buradaki değerli madenleri ülkelerine taşımaya çalışmışlardır.

Fizyokrasi

Fizyokrasi 1700’lü yılların başında ortaya çıkmış, merkantilistlerin tersine devletin ekonomiye asla müdahale etmemesi gerektiğini savunmaktadırlar. Onlara göre tabiatta nasıl bir düzenlilik varsa toplumsal olaylarda ve ekonominin işleyişinde de tabii bir düzenlilik vardır. Bu düzen kusursuz ve ilahi bir düzendir. Klasik, yani liberal düşüncenin ünlü “bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler; her şey kendiliğinden hallolur” Sözü aslında Fizyokratların döneminde ortaya çıkmıştır. Fizyokratlar tarım sektörünü en önemli sektör olarak görmekte, ülke zenginliğinin kaynağının toprak ve tarımda olduğunu düşünmekte ve dolayısıyla devletin tarım sektörünü korumasını ve gelişmesi için teşvik etmesini talep etmektedirler. Fizyokratların düşünceleri Klasik iktisadi düşüncenin temellerini oluşturmuştur.

Klasik ve Neoklasik İktisadi Düşünce

Klasik iktisadi düşünce, 300 yıl süren Merkantilist dönemin ardından ortaya çıkan Endüstri Devrimi ile birlikte doğmuştur. Bu dönemde biriktirilen ticari sermaye Endüstri Devrimi’ndeki olağanüstü seviyelere ulaşan sanayi yatırımlarının finansmanını sağlamıştır. Avrupa ülkeleri yüzlerce yıldan beri, başta Uzak Asya ülkeleri olmak üzere dünyanın her yerinden taşıdıkları malları sanayi devrimi ile birlikte artık kendileri üretmeye başlamış ve ardından bu malları ihraç etmenin yollarını aramaya başlamıştır. Merkantilist dönemde dışa kapalı, kendi kendine yeterli bir ekonomi modeli savunulurken Endüstri Devrimi ile birlikte dışa açık bir ekonomi modeline ihtiyaç duyulmaya başlanmıştır. İşte bu modelin adı Klasik ekonomi modeli ve bu modelin arkasındaki düşünce Klasik iktisadi düşüncedir. Klasik iktisadi düşünce, ünlü iktisatçı Adam Smith’in 1776 yılında yayımladığı ‘Ulusların Zenginliği’ adlı eseri ile doğmuştur. Klasik iktisatçıların başlıca düşünceleri şunlardır:

  • Rekabetçi Ekonomik Düzen ve Fiyat Mekanizması: Klasiklere göre hiçbir müdahale olmazsa ekonomi daima doğal olarak dengede olacaktır. Bu dengenin arkasındaki güç, fiyat mekanizması ve rekabettir. Rekabet etmenin önündeki engeller kaldırılırsa piyasa mekanizması dengeyi otomatik olarak oluşturacaktır.
  • Tam İstihdam: Klasik düşünceye göre piyasa mekanizması önünde hiçbir engel kalmadan işlediği sürece üretim faktörleri özellikle iş gücü, sürekli olarak tam istihdam seviyesinde yer alacaktır. Üretim sürecinde üretim faktörlerine yapılan ödemeler aynı zamanda üretilen malların satın alınmasını yani talep edilmesini sağlayacağı için, müşteri bulamayan mal ve istihdam edilmeyen üretim faktörü kalmayacaktır. “Her arz kendi talebini yaratır” şeklinde özetlenen bu fikir “Say Kanunu” veya “Mahreçler Kanunu” olarak bilinmektedir.
  • Paranın Önemsizliği: Klasikler piyasa mekanizmasının işleyişini reel olarak ele alır, parasal ilişkileri göz ardı ederler. Analizlerine parayı sonradan katarlar. Klasiklere göre paranın ekonomik olaylar üzerinde hiçbir etkisi yoktur, para sadece bir değişim aracıdır. “Paranın yansızlığı” olarak da bilinen bu düşünceye göre “para, mallar üzerine örtülmüş bir tülden başka bir şey değildir”. Ekonomik olayları açıklarken marjinal analizi yaygın olarak kullanan bu düşünürler ‘Neo Klasikler’ olarak bilinir. Karmaşık iktisadi olayları daha rahat anlayabilmemizi sağlayan “Ceteris paribus” (başka değişkenler sabitken) varsayımını ekonomi literatürüne kazandıran ünlü Neoklasik iktisatçı Alfred Marshall, klasiklerin arz odaklı açıklamalarına talep odaklı açıklamaları dâhil ederek piyasada arz ve talebe bağlı fiyat oluşumunu ortaya koymuştur. Neoklasikler işsizlik sorununun ekonominin kendi dinamikleriyle çözüldüğü ve tam istihdamın sağlandığı piyasa ekonomilerinde makro iktisadi analizleri bir kenara bırakarak mikro iktisadi konulara odaklanmışlardır.

1929 Bunalımı ve Modern Makro İktisadın Doğuşu: Gerek Klasik görüş gerekse Neoklasik görüş işsizlik gibi çok önemli bir sorunun piyasa mekanizması yoluyla kendiliğinden çözüleceğini ve ekonominin sürekli olarak tam istihdamda olacağını varsaydıkları için ekonomide kalıcı bir krizin ortaya çıkmayacağını, çıksa bile kolayca çözüleceğini ileri sürüyorlardı. 1929 yılında sanayileşmiş Batılı ülkelerde ortaya çıkan ekonomik kriz bu düşünceyi altüst etti. Birçok ülkede toplam üretim yarı yarıya düşerken çalışanların dörtte biri işini kaybetti ve açlık ve yoksulluk yaygınlaştı. Yani klasiklerin iddia ettiği gibi piyasa mekanizmasının makroekonomik problemleri çözmekte yetersiz kaldığı görülmüştür. John Maynard Keynes, 1936 yılında yayımladığı ve yaygın olarak “Genel Teori” olarak bilinen “İstihdam, Faiz ve Para Hakkında Genel Teori” adlı eserinde Klasik ve Neoklasik görüşün temel argümanlarını çürüttü. Bu ekol “Keynesyen Ekol” olarak bilinmekte ve makro iktisat teorisine getirdiği yenilikler “Keynesyen Devrim” olarak adlandırılmaktadır.

Keynesyen iktisadi düşüncenin temel düşünceleri şunlardır:

  • Eksik İstihdam: Keynes, tam istihdamın otomatik olarak gerçekleşmesinin mümkün olmadığını ve ekonomilerin genellikle eksik istihdam ile karşı karşıya olduğunu ileri sürmüştür.
  • Müdahaleci Devlet: Keynes, işsizlik yani eksik istihdamda bulunan bir ekonominin kendiliğinden tam istihdama ulaşamayacağını, eksik istihdamdaki bir ekonomiyi canlandırmak için devlet para ve maliye politikalarından yararlanmalıdır. Örneğin kamu harcamalarını artırmak ve vergi oranlarını düşürmek toplam talebi teşvik edecektir.
  • Makro Analiz: Keynes, makro ölçekteki birimlerin davranışlarına ve makro iktisadi olaylara ilgi göstermiştir. Keynes, tek bir tüketiciye değil, tüm tüketicilere, tek bir bireysel yatırımcıya değil tüm yatırımcılara, tek bir piyasaya değil ulusal piyasaya ve genel olarak devletin ülke genelindeki davranışlarına önem vermiştir. Keynes’in bu yaklaşımları nedeniyle kendisine makro iktisadın kurucusu gözüyle bakılmıştır.

Keynes Sonrası Makro İktisadi Yaklaşımlar

Keynesyen yaklaşım ile ekonomide devletin ağırlığı giderek büyümüş, hantal bir bürokrasi gelişmiş ve üretim süreçlerinde verimsizlik sorunu giderek yaygınlaşmıştır. 1970’li yıllarda yaşanmış olan Petrol Krizleri tüm dünya ekonomilerinde maliyetleri artırdığı için durgunluk sorunu baş göstermiş ve ekonomi literatürüne yeni bir kavram girmiştir: Stagflasyon. durgunluk içinde enflasyon anlamına gelen stagflasyon sorununu Keynesyen reçetelerle çözmek mümkün olmamıştır. Bu durumda Keynesyen düşünceye yönelik eleştiriler yoğunlaşmış ve bu eleştirilere ilk katılan ekol monetarizm’dir.

Monetarizmin ya da bilinen diğer adıyla Parasalcı Ekol veya Chicago Ekolü’nün kurucusu Milton Friedman’dır. Friedman, 1970’li yıllarda dünya ekonomilerinde yaşanan ekonomik krizlerin başlıca sebebinin devletin ekonomiye müdahalesi ve enflasyon sorununun temel nedeninin ekonomiye gereğinden fazla para arz edilmesi olduğunu ileri sürmüştür. Friedman veya Parasalcılara göre ekonomi üzerinde para politikası maliye politikasına göre daha etkilidir ve para arzı miktarı ekonomide toplam üretimle orantılı olarak artırılmalıdır.

Yeni Klasik İktisat: Piyasa ekonomisine inanan Yeni Klasikler, fiyatlar esnek olduğu, ekonomiye devlet müdahale etmediği sürece makro iktisadi sorunların yaşanmayacağını ileri sürerler ve iktisat literatürüne getirdikleri en önemli kavram Rasyonel Bekleyişler Hipotezi’dir. Bu hipoteze göre, ekonomideki karar birimleri (firmalar, aileler, bireyler, çalışanlar…) kararlarını verirken ve tahminde bulunurken geçmişteki, içinde bulunduğu dönemdeki ve geleceğe dair üretilmiş olan bilgilerin tümünü göz önünde bulundurur ve rasyonel (akılcı) kararlar alır.

Monetarizm ve Yeni Klasik iktisat, 1980’li yıllardan başlayarak 2007’de patlak veren Küresel Finans Krizi dönemine kadar genel kabul görmüştür. 1980’li yıllardan itibaren dünya genelinde artan yoksulluk ve dünya gelir dağılımının bozulması, liberalizm ile birlikte artan rekabetçi ortam, rekabetçi olamayan birey ve firmaları zor durumda bırakmış ve güçsüzler toplumun alt gelir katmanlarına doğru inmişlerdir. Öte yandan liberalizm ve küreselleşme ile birlikte iktisat politikası uygulamak giderek zorlaşmış, devletin elindeki iktisat politikası araçları azalmış ve hükûmetler kısıtlı önlemlerle ekonomik sorunlarla mücadele etmeye çalışmışlardır. 2007’de başlayan ve bilinen en küresel kriz olan Küresel Finans Krizi’nden kurtulmak isteyen çok sayıda liberal ekonomiye sahip ülke kamusal müdahalelerle Keynesyen dönemi aratmayan iktisat politikaları uygulamıştır. 1980’li yıllarda temelleri atılan bu iktisadi görüşlere Yeni Keynesyen Ekol adı verilir. Yeni Keynesyenler, piyasaların otomatik olarak ekonomik sorunları çözeceğine inanmazlar. Yeni Keynesyenler rasyonel bekleyişler hipotezini kabul eder ve Keynes yenlerden farklı olarak makro iktisadi olaylara mikro iktisadi temelli açıklamalar yaparlar.

Temel Makro İktisadi Değişkenler

Bir ülkenin ekonomik performansını ölçmenin en başta gelen yöntemi ise belirli bir dönemde o ülkede üretilen mal ve hizmet miktarının ne kadar arttığını gözlemlemektir. Bir ülkede üretilen mal ve hizmet miktarını millî gelir kavramı ile ifade eder ve millî gelir muhasebesi adı verilen ekonomik faaliyet ölçüm tekniğinden yararlanarak milli gelir ve diğer ekonomik büyüklükleri belirleriz.

Millî Gelir

Dünya ülkeleri arasında binlerce yıldan beri askeri, siyasi ve ekonomik rekabet bulunmaktadır. İktisat tarihi “büyük güçlerin yükselişi ve düşüşüne” uzun bir süreden beri şahitlik etmektedir. Dün refah içinde yaşayanlar bugün yoksulluğa mahkûm olurken geçmişte açlığın kol gezdiği bölgelerde bugün üst gelir grubuna dâhil edilmiş ülkeler varlığını sürdürmektedir. Bir ülkenin üretim gücünü ölçebilmek için o ülkenin belirli bir dönemde ne kadar mal ve hizmet ürettiğine bakmalıyız. İşte millî gelir kavramı da bu gereklilikten yola çıkılarak geliştirilmiştir. Üretilen mal ve hizmetlerin satışından elde edilen geliri yine mal ve hizmet alımında kullanırız. Dolayısıyla üretim ve gelir aynı madalyonun iki yüzü gibidir. Bir ülke ne kadar çok üretiyorsa o ülkede gelir seviyesi o kadar yüksektir. Ülkelerin üretim gücünü, gelirini ve dolayısıyla refah seviyesini ölçmek için birden fazla kavram kullanılır. Gayri Safi Millî Hasıla (GSMH), Gayri Safi Yurtiçi Hasıla (GSYH), Safi Millî Hasıla (SMH) ve Millî Gelir (MG) gibi kavramlar bunlar arasında en çok bilinenlerdir.

GSMH, bir ülkenin vatandaşlarının belirli bir dönemde (genellikle 1 yılda) gerek kendi ülkesinde gerekse yabancı ülkelerde ürettiği tamamlanmış (nihai) mal ve hizmetlerin piyasa fiyatları cinsinden toplam parasal değeridir. Bu üretimi gerçekleştirirken ilgili ülkenin vatandaşları sahip oldukları üretim faktörlerini (emek, sermaye, toprak, girişim) kullanırlar. Bunun karşılığında da üretim faktörü geliri (ücret, faiz, rant ve kâr) elde ederler. GSYH kavramı ise vatandaşlık yerine coğrafya unsurunu kullanır. GSYH, bir ülkenin coğrafi sınırları içerisinde belirli bir dönemde (genellikle 1 yılda) üretilen tamamlanmış (nihai) mal ve hizmetlerin piyasa fiyatları cinsinden toplam parasal değeridir. GSYH nihai mal ve hizmetlerin parasal değeri toplanarak hesaplanırken ekonomideki firmalar tarafından üretilen mal ve hizmetlerin fiziksel miktarı ile bunların fiyatları çarpılarak toplanır.

2020 yılı GSYH’si, tümü 2020 yılında üretilmiş olmak koşuluyla (üretilen ekmek miktarı x ekmeğin piyasa fiyatı) + (üretilen gömlek miktarı x gömleğin piyasa fiyatı) + (üretilen otomobil miktarı x otomobilin piyasa fiyatı)… şeklindeki işlemler zincirinin sonunda elde edilebilecektir. GSMH = GSYH + (Net Dış Alem Faktör Gelirleri) Net Dış Alem Faktör Gelirleri (NFG) = (Dış Âlemden Gelen Faktör Gelirleri) - (Dış Âleme Giden Faktör Gelirleri). Dış âlemden gelen faktör gelirlerinden kastımız, ülke vatandaşlarının yabancı ülkelerde elde ederek getirdikleri faktör gelirleridir (ücret, faiz, rant ve kâr). NFG, doğal olarak pozitif veya negatif bakiye verebilir. GSMH ve GSYH hesaplamaları yapılırken mal ve hizmetlerin tüketiciye ulaştığı andaki fiyatları dikkate alınır. Eğer bir mal diğer malların üretiminde kullanılıyorsa bir ara maldır. Bir ülkede bir yandan mal ve hizmetlerin üretim süreci devam ederken diğer yandan da bu üretim süreci sırasında sermaye malları (makine, teçhizat ve benzeri diğer ekipmanlar) aşınmakta ve yıpranmaktadır. Bu nedenle ilgili dönemde ortaya çıkan net üretim gücünü ortaya koyabilmek için aşınma ve yıpranma miktarını GSMH’den düşmek gerekir. Bu işlem yapıldığında elde edilecek iktisadi büyüklüğe Safi Millî Hasıla (SMH) veya bazı kaynaklarda isimlendirildiği şekliyle Net Millî Gelir adı verilir. GSYH hesaplanırken mal ve hizmetlerin miktarı piyasa fiyatlarıyla çarpılmaktaydı. Oysa piyasa fiyatları içinde dolaylı vergiler de (katma değer vergisi, özel tüketim vergisi ve diğer satış vergileri gibi) bulunmaktadır. İşte bu dolaylı vergileri SMH’den çıkarıp firmaların gelirlerini artırıcı bir faktör olan sübvansiyonları eklersek Millî Gelir kavramına ulaşırız. Millî gelirden, dağıtılmayan şirket kârları, sigorta primleri ve kurumlar vergisini düşer, transfer harcamalarını eklersek Kişisel Gelir kavramına ulaşırız. Son olarak Kişisel Gelirden dolaysız vergileri düştüğümüzde Kişisel Harcanabilir Gelire ulaşmış oluruz. Hanehalkları kişisel harcanabilir gelirlerinin bir kısmını harcayacak, bir kısmını da tasarruf edeceklerdir.

GSYH Hesaplama Yöntemleri

GSYH’nin ölçülmesinde temel olarak üç farklı yöntemden faydalanılır. Bunlar; üretim yöntemi, gelir yöntemi ve harcama yöntemidir. Her üç yöntemle hesaplanan GSYH değerleri birbirine eşittir. Çünkü bu yöntemlerin üçü de ekonomide değerlerin belirlenmesinde ekonomik kesimler arasındaki akımları dikkate alır. Öncelikle bir ekonomide faaliyette bulunan ekonomik birimleri tanıyalım. Bunlar; hanehalkları, firmalar, devlet ve dış dünyadır. Hanehalkları hem mal ve hizmet satın alarak toplam faydalarını maksimize etmeyi amaçlayan temel bir tüketim birimi oldukları gibi çeşitli şekillerde üretime de katılırlar. Hanehalkları ücret gelirleri ve satın alma bedelleri üzerinden devlete vergi ve benzeri ödemeler yaparlar. Devlet de hanehalklarına ücret, faiz ve bazı transfer ödemeleri yapar. Ekonomide üretim kararlarını alan en temel birim firmalardır. Hangi yöntemlerle ne üretip nasıl pazarlayacağına firmalar karar verir. Firmalar sermaye, emek ve tabiatı üretim yapmak üzere bir araya getirir ve üretimi de hanehalklarına, devlete ve dış dünyaya satar. Elde ettikleri kârların üzerinden de devlete vergi ödemesi yaparlar. Firmalar hanehalklarına ücret, faiz, kâr payı ve kira ödemesi yapar. Ekonominin döngüsel akımının bir diğer önemli birimi devlettir. Devlet milletin toplu yaşamaktan doğan sosyal ihtiyaçlarını karşılamayı amaçlayan bir aygıttır. Bunun finansmanını ise firma ve hanehalklarından topladığı vergi ve benzeri gelirlerle yapar. Bir ülkede yaşayan hanehalkları, firmalar ve devlet dış âlemden döviz ödeyerek mal ve hizmet satın almalarına karşın (ithalat), dış aleme mal ve hizmet satarak (ihracat) döviz kazancı elde ederler.

Üretim Yöntemi: GSYH üretim yöntemi ile hesaplanırken, ekonomide üretilen tamamlanmış mal ve hizmetlerin toplam değeri hesaplanırken, diğer bir yol ise tamamlanmış ürün elde edilirken üretimin her aşamasında elde edilen katma değerlerin her üretim sektörü için (tarım, sanayi ve hizmetler) ayrı ayrı toplanmasına dayanır.

Gelir Yöntemi: Mal ve hizmetlerin tüm üretim aşamalarında yer alan üretim faktörlerinin (emek, sermaye, toprak ve girişim) toplam üretimden ve dolayısıyla toplam gelirden aldıkları paylar (ücret, faiz, rant ve kâr) toplanarak GSYH elde edilir. Bu gelirlerin toplamına, mal ve hizmet fiyatlarının içinde yer alan dolaylı vergiler (katma değer vergisi gibi) ve aşınma ve yıpranmaları temsil eden amortismanları da dahil ederek GSYH’yi hesaplayabiliriz. Buna göre gelir yöntemiyle GSYH şu şekilde ifade edilebilir:

GSYH = Ücret + Faiz + Rant + Kâr + Dolaylı Vergiler + Amortismanlar.

Toplumda bireylerin elde ettiği gelir bir üretim karşılığında elde edilmiyorsa GSYH hesabına katılmaz.

Harcamalar Yöntemi: Üretim faktörleri üretim sürecine katılmaları nedeniyle bir taraftan gelir elde ederken diğer taraftan çeşitli harcamalarda bulunur. Dolayısıyla aslında ekonomideki harcamaların toplamı bize yine GSYH değerini verir. Hanehalkı, gelirlerini mal ve hizmet satın almak üzere (C) ayırırken özel sektör yatırım harcamalarında (I) kullanır. Öte yandan devlet, bir diğer deyişle kamu kurum ve kuruluşları kamu hizmetlerini yerine getirirken birtakım tüketim ve yatırım harcamalarında bulunur (G). Burada ihracattan elde edilen gelirden ithalat için yapılan harcamalar çıkarılır ve net ihracat (X – IM) değeri modele dâhil edilir. Dolayısıyla tüm bu harcamaların toplamı bize yine GSYH değerini verecektir.

GSYH = C + I + G + (X – IM) Bu eşitlikte hanehalkı ve firmaların yanı sıra devlet kesimi ve dış kesim de analizlere dâhil edilmektedir.

GSYH’nin Ülkeler Arası Karşılaştırması

Farklı ülkelerin GSYH karşılaştırmalarının yapılabilmesi için ulusal para ile hesaplanan GSYH’lerin uluslararası bir ortak para birimine dönüştürülmesi gerekir. Bu para birimi genellikle ABD doları olmaktadır.

ABD doları, o ülkede satın alma gücünü iyi bir şekilde temsil etmeyebilir. 1 ABD dolarının satın alabileceği mal miktarı ülkeden ülkeye değişir. Bu durumu GSYH ölçümlerinde dengelemek için GSYH rakamları satın alma gücü paritesi oranında ortak para birimine dönüştürülür. Bu değişim oranı, bir ülkenin verili bir para miktarının başka ülkelerin paralarına dönüştürülmesinin ardından o ülkede de aynı miktarda mal ve hizmet satın alınabilmesini sağlayan bir orandır. Böylece 1 ABD dolarıyla, satın alma gücü paritesi (SAGP) oranında ülke parasına dönüştürülmesinden sonra her ülkede aynı miktarda mal satın alınır hâle gelinecektir.

GSYH ve Nüfus

Ülkeler arasındaki refah karşılaştırmalarında nüfus miktarlarını da dikkate alan kişi başına düşen üretim ve gelir miktarları daha kullanışlı araçlardır. Toplam GSYH açısından dünya sıralamalarında üst sıralarda yer alan Çin ve Hindistan gibi ülkeler nüfusları dikkate alındığında ülkeler arası sıralamalarda alt sıralarda kalmaktadır. Çünkü bir ülkenin GSYH’si veya GSMH’si diğer ülkelerden büyük olsa bile o ülkenin nüfusu da çok fazla ise kişi başına düşen hasıla miktarı azalır. Düşük bir GSYH miktarına sahip bir ülkenin nüfusu da düşükse o ülkede yaşayanların refahı biraz önce bahsettiğimiz ülkeden büyük ihtimalle daha yüksektir. Hesapladığımız toplam GSYH’yi ülke nüfusuna böldüğümüzde elde edilen değer Kişi Başına Düşen GSYH (KBDGSYH), toplam GSMH’yi ülke nüfusuna böldüğümüzde elde edilen değer Kişi Başına Düşen GSMH (KBGSMH) olarak adlandırılır. Dolar kurundaki değişiklikler hele hele büyük sıçramalar şeklinde ortaya çıkıyorsa cari ABD dolar kuru cinsinden GSYH’de de olağanüstü değişimlere yol açabilmektedir. Nüfus ile ilişkilendirildiğinde ortaya çıkan cari ABD dolar kuru cinsinden kişi başına GSYH rakamları da bu nedenle ülkenin üretim gücü ve refahı hakkında hatalı bilgiler taşıyabilmektedir.

Nominal GSYH-Reel GSYH

Bir ülkenin mal ve hizmetlerin üretim miktarı artıyorsa bu ‘reel GSYH’nin artışı anlamına gelir. Bir ülkenin ekonomik büyümesi ve dolayısıyla halkın refah artışı için reel GSYH’nin artması gerekir. Ama mal ve hizmetlerin miktarı yerine fiyatları artıyorsa bu ‘nominal GSYH’nin artışı anlamına gelir. Nominal ifadesi yerine “cari”, “parasal” ve “nakdî” ifadeleri de kullanılabilir. Bir ülkenin GSYH’sindeki artışın bir kısmı mal ve hizmet üretiminden, bir kısmı da fiyatlardaki artıştan kaynaklanabilir. Nominal GSYH hesaplanırken o zaman diliminde geçerli olan fiyatlar dikkate alınırken, reel GSYH hesaplanırken belirli bir baz yılı dikkate alınır ve diğer yıllarda üretilen mal ve hizmet miktarları ile belirlenmiş olan baz yılındaki fiyatlarla yani “sabit fiyatlar” ile çarpılır. Böylece, ilgili yılda üretilen mal ve hizmetlerin parasal değeri baz yıldaki fiyatlar dikkate alınarak hesaplanmış olur ve böylece mal ve hizmet fiyatlarında enflasyondan kaynaklanan parasal artışların yanıltıcı etkisi ortadan kaldırılır.

Ekonomik Büyüme

Ekonomide bütün üretken kaynaklar normal kapasiteleriyle istihdam edildiğinde ülkenin üretebileceği hasılaya potansiyel GSYH veya tam istihdam GSYH’si adı verilir. Potansiyel GSYH seviyesine ulaşmış bir ekonomide bile geçici işsizlik ve yapısal işsizlikten kaynaklanan işsizlik görülebilir ki bu işsizlik türüne “doğal işsizlik” adını veriyoruz. Bir ekonominin fiilen gerçekleşen çıktısı (GSYH’si) ile potansiyel çıktısı (GSYH’si) arasındaki farka “çıktı açığı” denir. Bir ekonomide fiili çıktı miktarı potansiyel çıktı miktarını aşarsa “pozitif çıktı açığı oluşur ve enflasyon tehlikesi doğar. Fiili çıktı miktarı potansiyel çıktı miktarının altında kalırsa “negatif çıktı açığı” ortaya çıkar ki bu durum talebin arz karşısında zayıf kaldığını, ekonomide kapasite fazlalarının ortaya çıktığını ve ekonomide enflasyon yerine daralma sorunu olduğu düşünülür. Ekonomik büyüme ülkenin ürettiği mal ve hizmet miktarının artması, ekonominin üretim kapasitesinin genişlemesi, yani reel GSYH’nin yükselmesi anlamını taşır. Ülkeler ekonomik büyümeyi şu şartlarda gerçekleştirebilir: Üretim faktörlerinin miktarının artırılması, üretim faktörlerinin verimliliğinin artması ya da teknolojik ilerleme. Eğer iş gücünün verimliliği ve niteliği eğitim, beceri kazandırma ve sağlığa yapılan yatırımlarla artırılabilir, iş organizasyonu iyileştirilerek iş bölümü yapılabilir, sermaye malları daha etkin kullanılabilirse ekonomik büyüme gerçekleşir. Bir ülke nüfusundaki çalışanların sayısı artarsa ve/veya çalışanların çalışma saatleri artarsa üretim sürecinde iş gücü miktarının artması nedeniyle üretim seviyesi yükselir. Bir ülkede yeni doğal kaynakların ve ham madde yataklarının bulunması da ekonomik büyümeyi olumlu etkiler. Öte yandan daha önce iş gücünün yaptığı işleri teknolojideki ilerlemeler nedeniyle makinelerin daha yüksek kapasiteyle yapmaya başlaması da toplam üretim seviyesini artıracaktır. Bir ülkedeki tüm üretim faktörleri ile elde edilen toplam üretim arasındaki ilişkiye toplam üretim fonksiyonu adı verilir ve şu şekilde gösterilir:

Y = f (L, C, N, T)

Burada Y reel millî geliri, L istihdam edilenlerin sayısını, C ülkedeki sermaye stokunu, N doğal kaynakların miktarını ve T ise üretim teknolojisini gösterir.

Dolayısıyla eşitliğin sağ tarafında yer alan bağımsız değişkenler bir ülkenin ekonomik büyümesinin uzun dönemli belirleyicilerini gösterir. Peki, ekonomik büyüme neden önemlidir? Bu sorunun öncelikli cevabı; Ülkeler arası ekonomik güç yarışında ön sıralarda yer almanın tek yolunun ekonomik büyümeden geçmesidir. Ekonomik büyüme ülkenin uluslararası arenadaki askerî ve siyasi gücünü de etkiler. Bunun da ötesinde ekonomik büyüme yaşam standardının yükselmesi anlamına da gelir. Bir ülkede sosyal refah ve tüketim imkânı ancak ekonomik büyüme ile artabilir. Ekonomik büyüme eski zamanların yoksulu ile bugünün yoksulunu bile farklılaştırmıştır. Ekonomik büyüme oranı hesaplanırken reel GSYH’deki değişim oranını yılın başlangıç değerine bölmeli ve ardından 100 ile çarpmalıyız. Gelecek tahmininde bulunabiliriz. Logaritmik bir gerçekten hareketle 72 sayısını ülkenin büyüme oranına böldüğümüzde ülkenin reel GSYH’sinin ikiye katlanacağı süreyi buluruz. Bu ilişkiye “72 kuralı” adı verilir. Yani Çin, 72/10=7,2 yılda bir, üretim seviyesini ikiye katlamış ve satın alma gücü paritesiyle günümüzde ABD’yi geçmiştir. Büyümenin ülkenin tüm vatandaşlarına refah getirdiğini söyleyebilmek için “Net Büyüme Oranı” kullanılmalıdır. Net Büyüme Oranı, “Reel GSYH Büyüme Oranı”ndan “Nüfus Artış Oranı”nın düşülmesiyle bulunur. Hesaplanacak bu rakamın pozitif bir büyüklüğe sahip olması gerekir. Öte yandan kişi başına reel GSYH artışı da bize büyümenin refah etkisinin ortaya çıkıp çıkmadığını doğrudan söyleyebilir. Kişi başına reel GSYH artıyorsa büyümenin refah seviyesini artırdığını belirtebiliriz. Ülke ekonomisi büyürken ülkedeki gelir dağılımı bozuluyor ve artan gelirden, “büyüyen pastadan” sadece belli bir kesim yararlanıyorsa büyümenin refah artışı getirdiği söylenemez. Öte yandan ülke ekonomisi büyürken çevre kirliliği artıyor, demokratik yaşam aksıyor ve kurallarına göre yürümüyorsa, ferdî özgürlükler kısıtlanıyor, insanların haftalık çalışma saatleri artıyorsa ekonomik büyümenin otomatik olarak refah getireceği iddia edilemez.

Konjonktür Dalgalanmaları

Ülke ekonomileri bazen Reel GSYH’deki artma ve azalma süreçlerindeki kısa dönemli dalgalanmalara “konjonktür” adı verilir. Toplam üretimin azaldığı dönemlere “daralma” “resesyon”; toplam üretimin yükseldiği dönemlere ise “canlanma” adı verilir. Daralma dönemlerinde toplam üretim azalırken işsizlik oranları yükselir. Canlanma dönemlerinde toplam üretim yükselirken işsizlik azalır, bireylerin refahı ve yaşam memnuniyetleri yükselir. Keynesyenlere göre beklentilerin değişmesine bağlı olarak tepki veren toplam talepteki iniş ve çıkışlar konjonktür dalgalanmalarının nedenidir. Parasalcılar para arzının değişmesinin bu iniş ve çıkışlarda etkili olduğunu ileri sürerler. Reel konjonktür teorisi savunucuları da dalgalanmaların nedeninin teknolojide ortaya çıkan yenilikler ve verimlilikteki değişmeler olduğunu savunurlar. Keynesyenler işsizliğin arttığı daralma dönemlerinde veya enflasyonun yükseldiği canlanma dönemlerinde alınacak çeşitli önlemlerle ekonomiye müdahale edilmesi gerektiğini savunurlar. Bu önlemler bütününe “iktisat politikası” denir. İktisat politikasının iki temel aracı vardır: Para politikası ve maliye politikası.

Millî Gelirin Ölçülmesi ile İlgili Temel Sorunlar

Millî Gelir ve Gayri Safi Yurt İçi Hasıla gibi kavramlar makro iktisadi anlamda bilgiler sayesinde bir ülkenin zaman içerisinde ekonomik gücünün değişimini ve bileşimini ölçebildiğimiz gibi ülkeler arası karşılaştırmalar da yapabilmekteyiz. Ancak millî gelir ölçümleri ve bu ölçümlerle elde edilen rakamların refah seviyesine katkısı ile ilgili bazı durumlar millî gelir kavramının güvenilirliği ile ilgili şüpheler doğurmaktadır.

  • Kendi Ürettiğimiz Mal ve Hizmetler: Millî gelir hesaplamalarında ekonomik birimlerin piyasadan satın aldıkları mal ve hizmetlerin değerleri dikkate alınır. Oysa ekonomik birimler kendi ürettikleri mal ve hizmetleri de tüketebilmektedir. Evlerimizde ürettiğimiz çok sayıda mal ve hizmet olmakla birlikte bunların bir piyasa değerleri yoktur. Dolayısıyla millî gelir hesaplamalarında yer almazlar.
  • Yasa Dışı ve Kayıt Dışı Ekonomik Faaliyetler: Yasa dışı ve kayıt dışı ekonomik faaliyetler çok önemli büyüklüklere ulaşmalarına karşın beyan edilmedikleri için millî gelir hesaplamalarına dâhil edilemez. Tüm ülkelerde olmasına karşılık özellikle az gelişmiş ülkelerde bu faaliyetler çok daha fazladır.
  • Refah Düzeyini Olumsuz Etkileyen Faaliyetler: Bazı faaliyetler GSYH rakamlarını artırmasına karşılık refah seviyesini olumsuz etkileyebilmektedir
  • Üretilen Malların Türü: İki ülkenin Gayri Safi Yurt içi Hasılaları eşit olmasına rağmen ülkelerden birinde silah endüstrisi, diğerinde sağlık ve eğitim sektörleri ağırlıklı ise bu ülkelerin aynı refah seviyesine sahip olduğu söylenemez.
  • Çalışılan Süre Farklılıkları: Nüfusları ve Gayri Safi Yurtiçi Hasılaları eşit olan iki ülkedeki çalışma saatleri farklılıkları ülkelerin refah seviyelerini etkiler. Bu durumda olan iki ülkeden çalışma saatleri daha düşük olanın ülkenin refah seviyesinin de diğerinden daha yüksek olduğu rahatlıkla söylenebilir.
  • Gelir Dağılımı: Bir ülkenin Gayri Safi Yurtiçi Hasıla büyüklüğü o ülkede gelir dağılımının adaletli olup olmadığı hakkında bir bilgi taşımaz. Gayri Safi Yurtiçi Hasılaları ve nüfusları eşit olan iki ülke arasından gelir dağılımı daha adaletli olanın diğerine göre daha refah içerisinde yaşadığı söylenebilir.
  • Çevre Kirlenmesi: Gayri Safi Yurtiçi Hasılanın ortaya çıkması sırasında bazı firmalar çevre kirliliğine yol açmakta, çevreye ve insan sağlığına zarar vermektedir. Oysa bu zarar Gayri Safi Yurtiçi Hasıla rakamlarına yansımaktadır. Dolayısıyla Gayri Safi Yurtiçi Hasılanın refah etkisi hesaplanırken çevre kirlenmesinin olumsuz etkileri bu hesaba katılamamaktadır. Son yıllarda GSYH’nin veya diğer millî gelir büyüklüklerinin çevre kirliliğini de içerecek şekilde hesaplanmasına dönük çalışmalar artmaktadır. Bunlardan biri olan NNP (net national product, net millî gelir), Gayri Safi Millî Hasıladan çevresel bozulmanın hesaplanmış olan bedeli çıkarılarak bulunur. Bu konuda üretilmiş olan bir diğer endeks de SERE’dir (Sürdürülebilir Ekonomik Refah Endeksi, ISEW). SERE hesaplamalarında sosyal parametreler ve çevresel parametreler kullanılır.

Makro İktisadi Veriler ve Başlıca Veri Kaynakları

Bir çalışmada analiz edilen konuya açıklık kazandırmak amacıyla toplanmış ve üretilmiş her türlü bilgi, ölçüm, değer ve olguya veri denir. Bilgi, bir sürecin sonunda elde edilir, yani verinin işlenmiş hâlidir. O hâlde bilgiye ulaşmak için veriye ulaşmalıyız. Bunun için de sağlıklı veri kaynaklarına ulaşabilmemiz gerekir.

İstihdam ve İşsizlik

Bir ülkede cari ücretler seviyesinde iş arayıp da bulamayanlara işsiz adını vermekteyiz. Tam aksine, iş bularak çalışan ve üretim sürecine katılanlar “istihdam” edilmiş olurlar. İşsizlik en önemli mutsuzluk kaynaklarından biridir ve işsizliğin yüksek olduğu toplumlarda sosyal huzursuzluklar baş gösterir.

Enflasyon

Fiyatlar genel düzeyindeki sürekli artışlar anlamına gelen enflasyon, bir yandan gelir dağılımını sabit gelirliler aleyhine bozarken ekonomide de belirsizliğe yol açar. Gelecekte fiyatların hangi seviyede olacağını bilemeyen yatırımcılar yatırım yapmaktan vazgeçebilirler. Geleceğe dair oluşturduğu sis perdesiyle yatırımlarla ilgili hesap edilebilirliği düşürdüğü için enflasyonun yüksek seyrettiği ülkelerde ekonomik büyümenin de yavaşladığı görülür.

GSYH ve İktisadi Büyüme

Türkiye’de gayrisafi yurt içi hasıla hesaplamalarını ve büyüme oranlarının ne kadar gerçekleştiğini TÜİK hazırlar ve yayımlar. TÜİK bu hesaplamayı üç aylık dönemler hâlinde yapar. Üç aylık dönemleri takip eden üç ayın sonunda GSYH hesaplamaları bitirilir ve açıklanır.

Ödemeler Bilançosu

Bir ülkenin belirli bir dönemde ve genellikle bir yılda, dış âlemden sağladığı gelirlerle, dış aleme yaptığı ödemelerin yer aldığı bir tabloya ödemeler bilançosu adı verilir. Ödemeler bilançosu, bir ülkenin döviz harcamaları ve döviz gelirlerini gösteren bir hesaptır. İhtiyacı olan dövizi kazanamayan bir ülke ödemeler bilançosu açığı verir ve Türkiye’de ödemeler bilançosu tablosunu Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası (TCMB) hazırlar ve her ay yayımlar.

Parasal Büyüklükler, Faiz Oranları ve Döviz Kurları

Türkiye’de para arzı, faiz oranları, döviz kurları ve bununla ilgili diğer değişkenleri TCMB yayımlar. TCMB’nin Elektronik Veri Dağıtım Sistemi (EVDS) adı verilen son derece kullanışlı uygulamasından yararlanarak parasal büyüklükler başta olmak üzere finans sektörü ve ekonomi ile ilgili çok sayıda göstergeyi elde edebiliriz.

Diğer Veri Kaynakları ve Ekonomik Takvim

Burada saydıklarımızın dışında çok sayıda kamu kurumu ve özel kurum veri üretmekte veya üretilmiş verilerden yola çıkarak farklı yeni veri ve bilgiler üretmektedir. Bu konuda başvuracağımız en önemli kaynakların başında TÜİK’in faaliyetleri arasında yer alan “Ulusal Veri Yayımlama Takvimi” gelmektedir. Bu takvim TÜİK’in hangi veriyi ne zaman açıklayacağını, verinin hangi dönemi kapsadığını ve veri üretilmesinden sorumlu kurumu gösterir ve konuyla ilgilenenleri bilgilendirir. Makro iktisat alanında veri takibi yapanların en önemli yardımcısı ‘Ekonomik Takvim’dir. Ekonomik takvim, başta yatırımcılar olmak üzere tüm iktisadi aktörlere hangi ülkeden, hangi verinin, ne zaman açıklanacağı ile ilgili bilgiler, finansal ve iktisadi göstergelerin önem derecesine ilişkin de ön bilgiler verir. Ekonomik takvim, yoğun ve dalgalı veri akışı ortamında veriyle ilgili bilgileri sistematik bir şekilde açıklayarak ekonomik aktörlere rehberlik yapar.

Ekonomik takvimde yer alan çok sayıda gösterge ekonominin gidişatı konusunda önemli bilgiler taşımaktadır. Ekonomide oluşan konjonktür dalgası aşağı veya yukarı yönde hareket etmeden, yani daralma ve genişleme durumları oluşmadan önce bu yönde seyretmeye başlayan göstergeler bulunduğu gibi tam tersine daralma veya genişleme başladıktan sonra hareketlenen göstergeler de vardır. Bu göstergelerin ilkine “öncü göstergeler” denir ve her ülke ekonomisi için farklılaşmakla birlikte bazı veriler “öncü gösterge” niteliğindedir. Cari işlemler dengesi, ihracat veya ithalatın GSYH’ye oranı, merkez bankası döviz rezervlerinin oranı, enflasyon oranı, işsizlik oranı gibi göstergeler genellikle öncü gösterge niteliğindedir. Bazı göstergeler de ekonomik faaliyet hacmiyle birlikte hareket ederler ki ilgili dönemin bilgilerini taşıyan bu göstergelere “eş zamanlı” göstergeler adı verilir. Eş zamanlı göstergeler ekonomi canlanırken yükselir, ekonomi daralırken düşer. Elektrik üretimi, girdi fiyatları, kapasite kullanım oranı, ticari araç üretimi ve imalat sanayi üretim miktarı gibi göstergeler genellikle eş zamanlı gösterge olarak görülmektedir. Bazı göstergeler de ekonomik faaliyet hacmini geriden takip eder yani gecikmeli davranış gösterir. Ürün stokları, ürünlerin teslim süresi, ticari krediler, tüketici kredileri gibi değişkenler de gecikmeli göstergelere örnek olarak verilmektedir.


Yukarı Git

Sosyal Medya'da Paylaş

Facebook Twitter Google Pinterest Whatsapp Email