Türkiye´de Felsefenin Gelişimi 1 Dersi 1. Ünite Özet
Türk Düşüncesinde Felsefe Anlayışının Seyri
- Özet
- Sorularla Öğrenelim
Felsefe Hakkında Tartışmalar
İslam dünyasında felsefenin durumu ile ilgili bir tartışma süregelmektedir. Bir bakış açısına İslam dünyasında göre dinden bir bağımsız ve özgür bir felsefeden söz edilemez. Farklı bir görüşe göre ise Osmanlı döneminde felsefenin anlaşılması için sözcüğün teknik anlamının dışına çıkmak gereklidir. Osmanlı esprisi kritik akla değil, nakilciliğe ve “kalb”e dayanıyordu. Genel olarak ise modern dönemdekilere benzeyen felsefe ve bilimin olduğu iddiaları da vardır ancak çok zayıftır.
Evren tasavvuru, insanın evrendeki konumunu açıklamak için, her kültürde geliştirilen ve kültürün temel değerleri ile kurumları çerçevesinde oluşturulan en geniş kapsamlı teorik yapıdır. Evren tasavvuru, evrenin nasıl kurulduğu, dünyanın yaşanılır hale nasıl geldiği, insanın dünyada nasıl oluştuğu, dünyada nasıl yaşaması gerektiği, öldükten sonra nereye gideceği sorunlarını içeren düşüncelerden oluşan ve bilimsel olmaktan çok teorik bir yapıdır. Evren tasavvurları, tarih boyunca sırasıyla, efsaneler, dinler, felsefe, bilim ve siyaset tarafından kurulmuşlardır.
Felsefe, evren tasavvurunun temel konularını, değer dizileri ile kurumsal yapılarını eleştirel bir tutumla inceleme ve tutarlılık ilkesiyle temellendirme özellikleriyle diğer düşünce biçimlerinden ayrılır. Felsefe, varlık, var olanlar, evren, düzen, insan, bilgi, ahlâk gibi değerleri mantıksal bir zeminde bütünlüklü bir şekilde kurma çabasıdır. Kurma süreci, konuyla ilgili değerler ile değerlerden üretilen düşüncelerin şüpheci ve eleştirel bir tarzda sorgulanmasını gerektirmektedir. Kısacası, felsefe yönteminin belirleyici nitelikleri arasında, şüphe, eleştiri ve tutarlılık öncelikli bir yere sahiptirler.
Konu ortaklığı olmakla birlikte felsefe ile din arasındaki ayrım ise esas olarak yöntem açısından ortaya çıkar. Din, evren tasavvurundaki değerlere iman edilmesini isterken, felsefî düşüncenin temel ilkeleri arasında yer alan şüphe iman etmenin önündeki en önemli etmendir. Şüphe, sürekli başka şüpheler doğurduğundan, iman temelli din ile felsefe arasında sürekli bir uyumsuzluk olmuştur.
Felsefe, bireysel bir yapı ya da uğraştır. Dinin temelleri, her ne kadar bir kurucu kişi tarafından atılmış olsa da, toplumsal bir olgudur. Kişiselliğini kaybetmiş ve süreç içinde farklılaşarak toplumsallaşmıştır.
İslam Medeniyetinde Felsefe Algısı
Felsefenin İslam medeniyetinde meşrulaştırılmasının yollarından biri, felsefenin (hikmet) İdris Peygamber tarafından kurulduğunun kabul edilmesidir ki bu durum felsefe ile din arasında bir çelişkinin olmadığına inanıldığını da göstermektedir.
Bu kabule dayanarak El Kindi ve Farabî gibi filozoflar, hikmetin (felsefenin) ilkin Irak’ta yaşayan Keldaniler arasında ortaya çıktığını, sonra Mısır’a götürüldüğü, oradan da Yunanistan’a geçtiği, Yunanlılardan da Süryanilerin aldığı ve sonunda Araplara ulaştığını kabul ederler. Bu tarihsel süreç felsefenin (hikmet), bir bakıma evine döndüğünü gösterdiğinden, felsefeyi yabancı bir unsur olarak değil, kendi özgün ürünü olarak görme eğilimini oluşturmuştur.
İlk İslam filozofu kabul edilen El-Kindi’ye göre felsefe, insanın gücü ölçüsünde varlığın hakikatini bilmesidir. İbni Sina’ya göre ise var olan şeyler, varlığı insanın seçimine ve eylemine bağlı olmayan ile varlığı insanın seçimine ve eylemine bağlı olan olarak ikiye ayrılmaktadır. İlk kısımdaki şeylerin bilgisine teorik felsefe, ikinci kısımdaki şeylerin bilgisine pratik felsefe denir. Teorik felsefenin amacı, yalnız bilmek, pratik felsefenin amacı ise bilmek ve yapmak yoluyla nefsi yetkinleştirmektir.
Nasirüd-din Tusî’ye göre pratik felsefe, insan türünün iradi davranış ve fiillerindeki faydaların, kişinin yönelmiş olduğu yetkinlik derecesine ulaşmayı gerekli kılıp dünya ve ahiret hayatının hallerini düzenlemeye götürecek bir açıdan bilinmesidir. İlk İslam filozoflarının felsefenin kökenine ve tanımlarına ilişkin bu kabulleri, yeni yaklaşım tarzını kendi evren tasavvuru içine yerleştirmelerini kolaylaştırmıştır. Felsefenin zan altında kalmasının nedenleri ise şunlardır:
Yunan toplumundan kaynaklanan sorunlar: Felsefenin ortaya çıktığı Eskiçağ Yunan toplumunun, çok tanrılı bir yapıya sahip olması ve tarihsel süreçte çok tanrılılıktan uzaklaşılması ancak ve yaratıcılık anlayışının hakim olmaması, Yunan toplumunda sınıflı yapının ve köleciliğin var olması ve çok çeşitli (tiranlık, krallık, demokrasi vb.) siyasal sistemlerinin yarattığı sorunlar Müslüman toplumlarında felsefeye şüphe ile yaklaşılmasına nedenlerindendir. Çünkü İslam ümmeti Yunanlılar’dan, yaratıcılık inancı ve tek tanrıya duyulan inanç, köleliğin olumsuzlanması, sınıfsız toplum oluşturma amacı ve çok sayıda siyasal yönetim türü yerine sadece imparatorlukla yönetilmiş olması bakımından farklıdır.
Diğer bir neden felsefenin Yunan medeniyetinin sorunlarını çözmek için geliştirilmiş bir yöntem olarak ortaya çıkmış olmasıdır. Yunan düşüncesi ise toplumsal şartları da göz önüne alınarak, tarihsel gelişim içinde İslam dünyasına aktarılamamıştır.
Sonuç olarak Yunan felsefesi İslam dünyasında istenilen sonuçları verememiştir. Başka bir deyişle fıkıh, kelam gibi çok yaygın ve makbul disiplin haline gelememiştir. Kelam, Allah’ın varlığı, sıfatlarını teorik çerçevelerde inceleyen felsefeyle de çok yakından ilişkili teorik bir disiplindir. Fıkıh, bir yanıyla inancın ilkelerini temellendirmek ve ibadetlerin şartlarını belirleyen, diğer yanıyla İslam hukuku olan teorik ve aynı zamanda pratik yanları ağır basan disiplindir. Ayıca, her sorunun cevabının İslam’da olduğu inancı da bu aktarımı engellemiştir.
Dinin yerine bir evren tasavvuru oluşturma görevi üstlenen felsefenin şüphe, eleştiri, tanımlama, tutarlılık, sınıflama, ilkelere varma ve genelleştirme gibi yöntemler izler. Ortaya çıkan düşünceler sürekli şüphe ve eleştiri altında olduklarında toplum tarafından benimsenip evren tasavvuruna dönüşememiştir.
Felsefenin hakikati kavramaya yönelik bir çalışma olduğu ise İslam dünyasında genellikle kabul edilmiştir. Hakikatten kasıt, Tanrı, varlık ve insanın sahip oldukları öznitelikleri kavramaktır. Bu felsefe anlayışı önemli soruna neden olmaktadır: Dinin ortaya koyduğu hakikat iddialarının yeterli olmadığı, hakikate felsefeyle de varılabileceği, dolayısıyla evren tasavvurunun felsefeyle kurulacağıdır. Ancak El Kindi’ye felsefe, öyle bir yolda gelişebilir ki hem kendi doğasına uygun düşer, hem de vahiyle çatışmaz.
Diğer yandan felsefedeki şüphe ile dindeki iman, bir araya gelmez iki karşıt değeri temsil ettiklerinden, evren tasavvuru oluşturan iki düşünce biçimini birbirlerinden uzaklaştırmışlardır. Bu bakımdan din açısından felsefenin sahip olduğu özellikler, kabul edilebilir gözükmemektedirler. İman edilen şeyden şüphe edilmesini, hiç bir din kabul etmemiştir. Felsefenin en temel sorusu olan “neden?” sorusu Maturidi’ye göre hikmetten yoksun bir sorudur.
Felsefenin yöntem olarak kullanılması, mantık bağlamında gerçekleşmiştir. İnanç değerleri çerçevesinde şüpheyi dışarıda bırakırken, hadislerin ise derlenip düzenlenmesinde şüphe sonuna kadar kullanılmıştır. Hadis ilmi, teknik açıdan şüpheci, eleştirel bir tutumu açıkça teşvik etmiştir.
İslam dünyası felsefeyle tanıştığında, genişleme nedeniyle ortaya çıkan toplumsal dinamiklerin yarattığı bunalımlar ve siyasi sorunlarla uğraşıyordu. Toplumsal dinamiklerin düzenlenip belli değerler çerçevesinde yönlendirilmeleri, İslam Medeniyeti’nin önünü açmıştır. Medeniyetin değer ve kurumlarının işlevlerini düzenli bir şekilde yerlerine getirmeleri, felsefe tartışmalarının azalmasına neden olmuştur.
Felsefenin Reddedilmesi ve Gerekçeleri: Filozofların felsefe temelli evren tasavvuru kurma kaygıları yükselen değerle dizisi karşısında zayıf kalmıştır ve benimsedikleri bir takım kabuller, onların dinden çıkmış olduklarına hükmetmek için gerekçe olarak kullanılmışlardır.
Meşşailer okulu metafizikle ilgili üç önemli konuda kelamcılardan çok farklı sonuçlara varmışlardır: 1- Madde öncesizdir (ezelidir). Tanrı, evrenin yaratıcısı değildir. 2- Tanrı’nın bilgi (ilim) ve inayeti tümellere (külli) yani evrenin tümel yasalarına ilişkindir. Tanrı’nın bilgisi akletmek yoluyladır; duyular yoluyla değildir. 3- Ruh, her türlü yetkinliği kabul edebilir, düşünce ve eylem güçleri yetkinleşince Tanrı’ya benzer.
Gazalî, Meşai filozoflarının ortaya koyduğu görüşleri hakkındaki sorgulamaları, üç başlık altında toplanır: Tanrı’nın özellikleri, kainatın varoluş şekli ve insan. Ona göre Bu düşüncelerin hiç biri İslam’la bağdaşmaz. Bu görüşlere inanan kişiler, peygamberlerin yalan söylediklerini kabul etmiş olurlar ve dinden çıkmışlardır.
İbni Haldun’a göre, bazı düşünürler, tüm varlığı, ister duyumlara konu olan maddi kısmı olsun isterse manevi varlık alanı olsun zatları ve ahvali, sebepleri ve sonuçlarıyla birlikte zihinsel çabayla ve akli kıyasla kavranabileceğini iddia etmişlerdir. İmana ilişkin ilkelerin doğrulukları, nakille değil, nazar ve akıl yoluyla tespit edilir. Dolayısıyla nakle başvurmaya ihtiyaç yoktur. Filozofların görüşleri her yönüyle batıldır diyen İbni Haldun, felsefeye yöneltilen eleştirileri şöyle sıralamıştır: 1-Varlıkla ilgili ileri sürdükleri deliller eksik ve yetersizdir. 2- Fizikle ilgili bilgilerin tanım ve çıkarımlarla elde ettikleri veriler, fizik dünyayla tam örtüşmemektedir. Tümel önermelerden elde edilen verilerin, şahsi özellikleri olan şerle uyması her zaman mümkün değildir. 3- Duyumlar ötesindeki varlığı konu alan metafizik, duyum ötesinde yer alan ruhani varlıkları kavranması güçtür. Bunlara ulaşma da, haklarında delil ortaya koymak da imkansızdır.
Felsefenin olumsuzlanmasında önde gelen isimlerden biri olan Gazalî düşünce üreten ve hakikate varmaya çalışanları dört sınıfta toplamıştır: 1- Rey ve istidlal sahibi olduklarını iddia eden kelamcılar. 2- Hakikatleri “imam-ı masumdan” öğrendiklerini söyleyen Batiniye fırkası. 3- Mantık ve burhandan hareket eden filozoflar. 4- Tanrı’nın huzurunda bulunduklarını iddia eden mutasavvıflar. Ona göre bu gurupların dışında hakikati aramak umutsuz bir uğraştır ve taklide dayanır.
Felsefeye ilişkin bütün olumsuz yargılara rağmen, felsefe İslam düşüncesinin temel unsurlarından biri olmuştur. Özellikle kelam ilminin oluşması ve onun ele aldığı sorunlar, büyük ölçüde felsefe temelli eleştiriler doğrultusunda gerçekleşmiştir. Din anlayışında, fıkıhta, devlette, ahlak ve tasavvuf gibi konularda felsefenin etkilerini görmek mümkündür etkileyen güç olarak, sürekli düşünürlerin önünde olmuştur. Yukarıda sıralanan gerekçeler göz önüne alındığında, felsefenin o dönemin İslam toplumları içinde olduğundan daha fazla bir önem kazanması mümkün gözükmemektedir.
Osmanlı Döneminde Felsefe
Taşköprülüzade : Öğrenciler her ilimden bir şeyler öğrenmeli, bir ilimi iyi bir şekilde tanımadan diğerine geçmemeli, bilinmeyenlere karşı önyargılı olmamalıdır. Dine uymayan her ilim kötüdür. Fakat dini ve imanı kuvvetli kişilerin felsefi ilimlere bakması helaldir. Felsefi ilimlerle uğraşanların çoğu doğruyu yanlıştan ayıramadıklarından, felsefeye olumsuz gözle bakılır. Bu felsefenin kusuru değil, felsefeyle uğraşanların kusurudur .
Kınalızade: Hikmet üzerinde durmuştur. Ahlaki Alai adlı kitabında ahlâkı, hikmetin bir bölümü olarak tanımlamıştır. Hikmet, harici varlıkları ilk planda ne halde ise, o hal üzere bilmektir. Kınalızade’ye göre nazari hikmet üç kısımdır: 1- Hariçte ve zihinde cismani bir maddeden uzak olan varlıklardır. Bunlardan bahseden ilme, ilahi ilim (ilm-i A’lâ) denir. 2- Zihinde maddeden uzak, fakat hariçte maddeye muhtaç olan küre, üçgen ve dörtgen gibi varlıklardır. Bunlarla ilm-i riyazi ya da ilm-i evsat uğraşır. Riyaziye ilmi dört kısımdır: Heyet (yıldızlarla ilgili hesap), hendese (geometri), hesap (cebir) ve Musiki. 3- Zihinde ve hariçte maddeye muhtaç olanlar. Bundan bahseden ilme İlm-i Tabii ya da ilm-i Esfel denir. Kınalızade’ye göre, hikmetin konuları arasında olan harici varlıklar iki kısımdır: 1- Varlığında, insanın güç ve iradesinin etkisi olmayanlar. Yer, gök, şahıslar, insan ve hayvan gibi. 2- Varlığı, insanın güç ve iradesine bağlı olanlar. (fiiller, hareketler ve ameller vb.) gibi. Harici varlıkların ikiye ayrılması gibi, hikmet de ikiye ayrılır: 1- İnsanın güç ve iradesinden bağımsız varlıklardan bahseder. Buna nazari hikmet denir. 2- İnsanın güç ve irademizin de tesiri muhakkak olan ve onlarsız meydana gelmeyen harici varlıklar buna da Ameli hikmet denir.
Katip Çelebi: Yaratılıştan beri Vahiy kitaplarında bildirilen şeriat ilimleri ile akli ilimlerin konuları ve meseleleriyle bir çok noktada birleşip uyuşmuşlar, bazı maddelerde de ayrılmışlardır. Bundan dolayı Hıristiyan milletler felsefeyi reddetmişler, Müslümanlar Tehafüt (reddiye) ile karşılık vermişler fakat reddetmemişlerdir Katip Çelebi felsefeyi olumlu bir gözle değerlendirmektedir.
Bilimler sınıflamasında felsefeye önemli bir yer verilmiştir. Katip Çelebi’ye göre felsefe ilimleri dört çeşittir: Matematik ilimleri, mantık ilimleri, fizik ilimleri ve ilahi ilimler Matematik ilimler dört bölümdür: aritmetik, geometri, astronomi, musiki. Mantık ilimleri beş çeşittir: Analitik, şiir sanatını bilmektir. Buturika, hitabet sanatını bilmek. Butika, tartışma sanatını bilmektir. Vulutiki, kesin delil sanatını bilmektir. Sofistika, demogoji sanatını bilmektir.
Modern Felsefe ve Türkiye’ye Girişi
Reform hareketinin yarattığı kargaşa ve savaşlarda doğup gelişen Descartes’ın Yeniçağ Avrupa Medeniyeti’nin düflünce açısından temel çerçevesini çizdiği sonrasında ise Locke’un bunu devam ettirdiği ileri sürülmektedir.
Yeniçağ Avrupa Medeniyeti’nin düşünce açısından temel çerçevesini çizdiği kabul edilmektedir. Felsefe ve bilime getirdiği anlayış, insan anlayışının dolayısıyla da evren tasavvurunun büyük ölçüde değişmesine neden olmuştur.
Modern düşüncenin en önemli unsuru akıldır. Akıl, insanın kendi varoluşunu sağlamada ve sürdürmede belirleyici ilke kabul edilmiştir.
Modern felsefe anlayışı, modern okulların açılması ve Batı Avrupalı toplumlarla yoğun ilişkiler sürecine bağlı olarak 18. yüzyıldan itibaren Türkiye’ye de girmiştir. modern felsefenin Türkiye’de okunup yazılması ve ürünlerin ortaya çıkış şartları 19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren oluşmuştur. Söz konusu dönemde, Namık Kemal, Ziya Paşa, fiinasi, Münif Paşa, Cevdet Paşa, Ali Suavi, Filibeli Ahmet Hilmi, Ahmet Mithat Efendi başta olmak üzere, çok sayıda düşünür, felsefeyle doğrudan ya da dolaylı bir şekilde ilgilenmişlerdir. Başlangıçta, modern felsefe anlayışından haberdar olmak, onları kısmi olarak tanıtmak ve aktarmak şeklinde başlayan süreç, çevirilerle devam etmiştir. 1870’lerden itibaren dönemin düşünürleri kendilerine ilişkin görüşlerini sergilemeye başlamışlardır. Bunlar arasında, Cevdet Paşa’nın mantık kitapları, Münif Paşa’nın aydınlamacı bir zihniyetle ele aldığı özgürlük ve eşitlik sorunları, Filibeli Ahmet Hilmi’nin felsefe yazıları, Ahmet Mithat Efendi’nin felsefe çalışmaları ile bilim sınıfamalarını içeren yayınlar öne çıkmaktadır. 1910’lara gelindiğinde, hem çeviri hem de telif olmak üzere önemli miktarda modern anlayışla yazılmış kitaplar yayınlanmıştır. Felsefeye ilgi öylesine büyük olmuştur ki, Materyalizm, Sosyal Darwinizm gibi dönemin uç öğretileri de dahil olmak üzere her türlü felsefi akım benimsenmiş ve tartışılmıştır.
Felsefe Bölümleri
Felsefe konusunda asıl gelişme, 1900’de Darülfünun’un (üniversite) açılmasıyla birlikte Felsefe Bölümü’nün kuruluşuyla başladığı söylenebilir. İstanbul Üniversitesi Felsefe Bölümü’nün tarihi Türkiye’de felsefe çalışmalarının tarihini de verir.
İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Felsefe Bölümü
İstanbul Üniversitesi’nin modern bilim anlayışına göre öğretime başlaması 1845 yılında başlamış, çeşitli aşamalardan geçtikten sonra 12 Ağustos 1900 tarihinde Darülfünun-ı fiahane nizamnamesi kurulmuştur.
Felsefe Bölümü’nün Üç Dönemi
Felsefe Bölümü’nün kurulup gelişmesinde ve özelliklerinin oluşmasında Bölüm’de ders veren hocalar belirleyici olmuştur. Felsefe Bölümü hocalar açısından üç dönem halinde incelenebilir:
Reform Öncesi Dönem: 1933 Reformu’na kadar, Darülfünun’da ders veren hocaların tamamına yakını doktorasızdır. Bu durum felsefe bölümü için de geçerlidir. Söz konusu dönemde bu tavrın benimsenmesinin birçok nedeni olduğu açıktır. Çöküş halindeki toplum öğretim kurumlarını ne kadar yenilese de doktora programları yürütecek akademik bir kadro oluşturamamıştır. Darülfünun’un ilk yıllarında hocalık yapanların önemli bir kısmı memuriyet hayatlarının bir döneminde, ders anlatma görevini de yerine getirmişlerdir. Başka bir deyişle meslekten öğretmen değillerdi. Bu nedenden dolayı, hocalık görevleri çoğunlukla kısa sürmüştür.
Reform öncesinin felsefe hocaları, felsefenin problemlerini, tarihini, ortaya çıkan felsefe akımlarını önemli ölçüde tanımış ve anlatmışlardır. Fransız ekolüne uygun olarak felsefe tarihinin başından sonuna kadar anlatılması esastır. Dersler, ansiklopedik bilgileri aktarmak ve not tutturmak suretiyle yapılmışlardır.
Hocalar, modern Batı felsefesini benimsemiş, onu anlama ve tanıtmayı esas almışlardır. Bununla birlikte kendi geçmişlerinden gelen düşünceleri canlı tutmuş ve yeniden yorumlamışlardır. Bu öbekte yer alan hocaların hiçbirinin doktorası olmamakla birlikte, felsefe sorunlarını teknik bağlamda tartışmışlar, yöntem sorunları üzerinde durmuşlar, felsefenin farklı anlamlara sahip olduğunu görmüşler, toplumsal sorunların üstesinden gelmek için felsefenin desteğini felsefe yaparak göstermeye çalışmışlardır. Öte yandan toplumsal sorunlarla felsefe arasındaki ilişkileri çeşitli yönleriyle ele alarak, felsefenin toplumdaki olumsuz imajını etkisizleştirmişler ve felsefenin gerekliliğinin içselleştirilmesini sağlamışlardır.
Yabancı Hocalar: Modern öğretim sistemi ile onun içeriğini anlamak açısından bu modern okulların açılmasından itibaren yabancı hocalara yer verilmiştir. Darülfünun döneminde Felsefe Bölümü’nde bir yabancı hocanın adı ge çerken, 1933 sonrasında sekiz yabancı hoca gelmiş ve 1950’ye kadar Bölümü kontrol etmişlerdir. Alman felsefecilerin kontrolünde, felsefe öğretim ve eğitiminin kalitesinin artırılması tasarlanmıştır. Felsefeyi doruğuna ulaştıran bir ülkeden gelen felsefecilerin Türkiye’de felsefe öğretimine katkı sağlamaları beklenmiştir.
Reform döneminde yabancıların üniversiteye katkıları şöyle sıralanır: 1- Öğretim programların ve yöntemlerinin ıslah edilmesi. Öğrencilerin derslerde ve alanlarda aktif olmalarını sağlamışlardır. 2- Darülfünun hakkındaki bilimsel güvensizlik yapılan bilimsel çalışmalar ve yayınlana ders kitaplarıyla kırılmıştır. 3- Türk bilim insanlarının yetişmesine büyük katkı sağlamışlardır. 4- Yeterli Türkçe bilmemelerine rağmen, ilmi zihniyetin gelişmesine, laik hukuk anlayışı ve karma iktisadi sistemin yerleşmesinde büyük katkıları olmuştur.
Felsefe Bölümü’nde etkili olan yabancı hocalar Reichenbach, Teo Grünberg, Aster, Kranz’ın Heimsoeth, Ritter ve Löringhoff olarak sıralanabilir. Felsefe Bölümü’nde Fransız geleneğinde yetişmiş kimse kalmaması, hastalık, bürokrasiye geçme ve tasfiye nedenleriyle hoca kaybı yaşanması, bazı öğrencilerin yurtdışında doktora yapmaları, sosyo-psişik ve siyasalekonomik şartların birleşmiş olması, her türden desteğin verilmesi yabancı hocaların etkili olmalarını kolaylaştırmıştır.
Yabancı Hocalara Yöneltilen Eleştiriler: Avrupa’da yetişen gençlerin görevlendirilmesini, ancak getirilecekse de Almanya ile sınırlı olmaması gerektiğini önermiştir. BU eleştiriler Hükümetin geniş düşünmediği, acele ettiği, yabancı hocaların getirilmemesi gerektiği, etkili olmadıkları ve bu hocaların Türk öğretim elamanlarına karşı hareket ettikleri, çalışma birliğinin bozulduğuna, Yabancı hocalardan şikayet edenlerin bu üçü de Felsefe bölümü hocaları olmaları da önemlidir. Olumsuz sonuç engellerle karşılaşmasına bağlanmıştır. Bir görüşe göre felsefe öğretimi yabancı hocalar döneminde iyileşmiş gibi gözükse de bu bir yanılgıdır.
Reform Sonrası Dönem: 1950 yılında Felsefe Bölümü Türk hocaların sorumluluğuna geçmiştir 1940’lardan 1990’lara kadar etkili olan ilk iki kuşakta yer alan kişiler, Felsefe Bölümü’nün üçüncü aşamasını biçimlendirmişlerdir. Reform sonrasının yabancı hocaların yönetiminde geçen Felsefe Bölümü’nde felsefe öğrenimi görerek hoca olan ilk kuşak, Macit Gökberk kuşağıdır. Başka bir deyişle, Reform sonrasında felsefe eğitimli ve felsefe doktoralı hocalar Bölüm’ün elamanları arasına katılmaya başlamışlardır. 1933 Reformu ile Nermi Uygur’un 1992 yılında emekli oluncaya kadar iki felsefeci kuşağı Felsefe Bölümü’nü yabancı hocalardan öğrendikleri şekliyle geliştirmeye çalışmışlardır. 1900’lerde doğan ilk kuşak felsefe hocaları şunlardır: Takiyettin Mengüşoğlu Halil Vehbi Eralp Macit Gökberk Mazhar Şevket İpşiroğlu İkinci kuşakta yer alan felsefeciler 1920’li yıllarda doğanlardır: Hüseyin Batuhan Bedia Akarsu İsmail Tunalı Nihat Keklik, Nermi Uygur. Reform sonrası ilk öbekte yer alan hocaların hepsi, felsefe eğitimi görmüşler, doktora yapmışlar ve öğretimlerinin bir döneminde uzun süreli yurtdışında kalmışlardır.
Reform öncesi hocaların yayınları ve dersleri, modern felsefeyi topluma tanıtmış, meşruluk gerçeklerini sergilemiş, modernlik ile felsefe arasındaki sıkı bağları sergilemişlerdir. Reform sonrasındaki felsefeciler bu arka plana dayanarak felsefe yapmanın gerekliliklerini ortaya koymaya çalışmışlardır. Sanıldığı gibi, 1933 Reformu öncesinin hocalar kuşağıyla sonraki hocalar kuşağı arasında büyük uçurumlar yoktur. Tersine hem kurumsal hem de felsefe anlayışı anlamında bir süreklilik vardır. 1933 öncesi üretilmiş felsefe metinleri çeşitli yönleriyle tartışıldıkça, sürekliliğin ne kadar güçlü olduğu da görülecektir. Öte yandan Reform sonrasını yönlendirenler, yabancı hocaların olduğu kadar yerli hocaların da öğrencileriydiler. Her iki öbektekiler, modern Batı felsefesinin önemli buldukları düşünürleri üzerinden felsefe yapmayı sürdürmüşlerdir.
İlk Kurulan Felsefe Bölümleri
İÜ. Felsefe Bölümü’nü takip eden Ankara Üniversitesi DTCF Felsefe Bölümü 1940 yılında kurulmuştur. 1939 yılından itibaren DTCF programlarında felsefe dersleri görülmeye başlanmıştır. Lisans eğitimi 1940-1941 öğretim döneminde başlamıştır.
1969 yılında Hacettepe Üniversitesi’nde İonna Kuçuradi tarafından kurulmuş ve Türkiye’deki üçüncü felsefe bölümü olmuştur. Bölüm 1970-1971 yılından itibaren yüksek lisans eğitimi vermeye başlamış, lisans öğrencileri 1975-1976 yılında alınmıştır. 1957 yılında açılan Atatürk Üniversitesi’nin Fen-Edebiyat fakültesi 1958-1959 yılında faaliyete geçmiştir.
ODTÜ Fen Edebiyat Fakültesi Felsefe Bölümü 1963’ten itibaren Fen Edebiyat fakültesinde Beşeri Bilimler öğrencilerine seçmeli felsefe dersleri verilmeye başlanmıştır 1966 yılında ODTÜ felsefe bölümü açılması düşünülmüş ancak 1979 yılında yüksek lisans programı, 1981’de doktora programı kabul edilmiş, 1983 yılında ODTÜ Felsefe Bölümü kurulmuştur.