Modern Felsefe 1 Dersi 5. Ünite Özet
Deneyciliğin İzleyicileri Berkeley Ve Hume
- Özet
- Sorularla Öğrenelim
George Berkeley
Deneyci bir düşünür olan Berkeley 1685 yılında İrlanda’da doğmuş, Dublin’deki Trinity Kolej’de matematik, mantık, dil ve felsefe eğitimi almıştır. 1953’de Oxford’da ölmüştür. Başlıca yapıtları arasında;
- “Yeni Bir Görme Kuramına Doğru” (1709),
- “İnsan Bilgisinin İlkeleri Üzerine Bir Deneme” (1710) ve
- “Hylas ile Philonous Arasında Üç Diyalog” (1713) sayılabilir.
Önemli bir İngiliz empiristi olan Berkeley, Locke’un düşüncesindeki tutarsızlıkları eleştirerek yola çıkmış ama empirizmini bir öznel idealizme ve immateryalizme sürüklemiştir. Locke’un soyut kavramlar-tümeller kuramını ve birincil ikincil nitelikler ayrımını eleştirmiş, ayrıca Locke’un “varlığını kabul ediyorum ama ne olduğunu bilmiyorum” söylemiyle betimlediği töz anlayışından etkilenerek madde tözünün varlığını yadsımıştır. Çünkü ona göre bilgisine sahip olamadığımız bir şey bizim için yok demektir.
Bilgi Kuramı
Madde ve tözün varlığı konusunda erken yaşlardan itibaren kuşkulu bir yaklaşımı olan Berkeley, “Yeni Bir Görme Kuramına Doğru” adlı yapıtında maddesel tözün temel niteliği olan uzamlılık üzerine eğildi. Ona göre görme ve dokunma duyumlarının bağlantıları mantıksal bir zorunluluk olmayıp sadece alışkanlıktan ileri gelmekteydi. Berkeley Locke’taki birincil ve ikincil nitelikler ayrımını reddedip sadece ikincil nitelikleri kabul etmiş olur. Berkeley, buradan tüm bilgimizin olgusal olarak görmeye ve öteki duyusal deneyimlere bağlı olduğu sonucuna varır. Biz asla uzayı ya da büyüklüğü algılayamıyoruz. Bir nesneye baktığımız zaman farklı bakış açılarından farklı görüşlere ya da algılara sahip oluyoruz. Uzaklığı-mesafeyi de görmüyoruz. Nesnelerin uzaklığı deneyimimiz tarafından telkin edilmektedir. Şu halde bizim uzama ilişkin nesnel bir kavrayışımız gerçekleşmemektedir. Bu nedenle biz nesneyi de salt olarak algılamaktan uzağız.
Berkeley bu durumda öncelikle, zihnin çalışmaları ile zihin dışında yer alan nesneler arasında nasıl bir ilişki olduğu sorusunu sorar. Locke, töze ilişkin olarak “ne olduğunu bilmediğim bir şey” demişti. Oysa bu Berkeley için tözün var olmadığını söylemenin bir başka yolu idi. Ayrıca, Locke, idelerle nesneler arasındaki ilişkiyi açıklarken, birincil ve ikincil nitelikler arasında gerçek bir ayrım görmüştü; birincil olanlar, büyüklük ve biçim iken, ikincil olanlar renk, tat, koku ve bunlar gibi şeylerdi.
Yine Locke, rengin zihinde var olduğunu söylerken, biçim ve büyüklüğün bir nesnenin tözüyle ilişkili olduğunu söylüyordu; bu töz ise ikincil niteliklerin arkasında var olan ve bundan dolayı zihinden bağımsız olan devinimsiz maddedir. Buna karşılık Berkeley, tüm öteki niteliklerden soyutlanan büyüklük, biçim ve devinimin kavranılamaz olduğunu öne sürer. Gerçekte obje ve duyum aynı şeydir, bunları birbirinden soyutlayamayız. Bundan dolayı bir obje algılanmış niteliklerin bir toplamıdır. Sonuç olarak var olmak; algılanmış olmaktır. Şu halde töz ya da madde asla algılanmamakta ya da duyulanamamaktadır. Bu durumda var olduğu söylenemez. Eğer töz var olmuyorsa ve sadece duyulanan nitelikler gerçek ise, o zaman sadece düşünme, ya da Berkeley’in deyişiyle tinsel (spiritüel) şeyler var olur. Tüm bunların sonucu olarak da Berkeley, “madde” teriminin anlamdan yoksun, anlamca boş bir terim olduğu sonucuna varır. Berkeley yararsız olarak nitelediği “madde” terimini elimine etmek için: “Ya duyularla ya da yansıtma (refleksiyon) yoluyla algılayabileceğimiz şeylerin varoluşuna karşıt olarak uslamlama bulmaya çalışmıyorum. Sadece filozofların madde ya da cisimsel töz olarak adlandırdıkları şeyin varoluşunu yadsıyorum ve bunu yapmakla insanlığın geri kalanına bir zarar verilmiş olmuyor, çünkü onu asla özlemeleri söz konusu değil.”
Soyut Kavramların Niteliği: Berkeley özellikle fizik biliminin madde kavramına dayanarak iş yaptığının farkındadır. Bilim şunu öne sürer: Biz görünüm ve gerçekliği ayırabiliriz ya da ayırmalıyız. Söz gelimi deniz, mavi görünür ama gerçekte değildir. Berkeley bilim insanına meydan okuyarak duyulur dünyadan başka bir gerçeklik olup olmadığını göstermek ister. Bilim alanında sıkça kullanılan “ağırlık”, “çekim” gibi sözcüklerin, gerçek fiziksel varlıklara işaret ettiğinin kabul edildiğini belirtir. Berkeley’e göreyse bunların tümü, karşılığı olmayan soyut terimlerdir. Berkeley sadece şeylerin doğasının varoluşunu yadsıyarak bilim dilini aydınlatabileceğini düşünmüştür. Bilim bize fiziksel davranışın bir betimlemesini verir ve gözlemlerimizden pek çok mekanik ilke açık seçiklikle formüle edilebilir ve bunlar öndeyisel amaçlar için yararlı olurlar. Böylelikle Berkeley bilimi el sürülmemiş olarak bırakabilirdi, ama o bilimin dilini aydınlatmak istedi.
Berkeley’in Metafiziği
Berkeley, “var olmak algılanmış olmaktır” genel tezini açıklarken duyulur şeyleri ve zihnin dışındaki varoluşu yadsımadığını dile getirir. Bu da özellikle kendi zihni değil, tüm öteki zihinlerdir. Onların benim zihnime dışsal olan bir varoluşa sahip oldukları açıktır, çünkü deneyim aracılığıyla onların zihnimden bağımsız olduğunu keşfediyorum. Şeylerin varoluşu bundan dolayı Tanrı’nın varoluşuna bağımlıdır ve Tanrı doğadaki şeylerin düzenliliğinin nedenidir.
Benim ve onların sınırlı zihinlerinden ayrı olarak, zihne analoji ile daha büyük bir Zihin vardır ve bu da Tanrı’nın zihnidir. Tanrı’nın ideleri doğanın her zamanki düzenini kurarlar. Bizim zihnimizde bulunan ideler, Tanrı’nın bize bildirmiş olduğu idelerdir. Böylece bizim günlük deneyim içinde algıladığımız nesnelerin nedeni madde ya da töz değil, Tanrı’dır.
Görüldüğü gibi Berkeley’in metafiziği spiritüalizm ve idealizm terimleriyle nitelenebilecek türdendir: Buna göre evrende sonul gerçeklik olarak Tanrısal zihin ile biz insanların sınırlı zihinleri ya da ölümlü ruhları ve bir de bu zihinlerin ideleri vardır. Fakat ideler onları üreten zihinlere bağımlı olarak var olurken zihinlerin ya da ruhların her biri Tanrı’nın yaratımı olarak bağımsız bir biçimde vardırlar. Bu şekilde Berkeley felsefi materyalizmi ve aynı zamanda dinsel kuşkuculuğu da bertaraf etmiş oluyordu.
David Hume
1711’de İskoçya’da, Edinburg’da doğan Hume, Edinburgh Üniversitesinde klasik diller ve felsefe okumuş, 1776’da ölmüştür. Başlıca eserleri;
- “İnsan Doğası Üzerine Bir İnceleme”,
- “Etik ve Politik Denemeler” ve
- “Politik Söylemler”dir.
Hume’un Bilgibilimi (Epistemolojisi)
Hume, İngiliz empirizmini en uç noktalara dek taşımış, gerek Locke’ta gerek Berkeley’de gördüğü ve can çekişmekte olduğuna inandığı bazı metafizik kavramları sistemden tümüyle dışlamayı başarmıştır. Bilimsel yöntemin doğası, Hume’a evrenin tüm problemlerini çözmek için yeterli görünüyordu. İnsan zihninin işleyişini de böyle bir yöntemle aydınlatmak olanaklı olabilirdi. Ne var ki Hume, insan düşüncesinin mekanizmini betimlemek için bilimsel yöntemi kullanma düşüncesini doğrulama olanağının bulunamayacağını çok geçmeden keşfetti. Bu noktadan sonra akla duyduğu güveni kaybederek, sağduyu yöntemine bel bağladı. Hume, zihnin içeriklerinin bir hesabını vermekle işe başlayarak, ilgili daha başka kavramların dikkatli bir çözümlemesi ile birlikte kendi kuşkucu sonuçlarından kaçınamadı.
Zihnin İçerikleri: Locke ve Berkeley gibi Hume’a göre de, tüm zihin içeriğimiz bize duyularımız ve deneyimlerimiz aracılığıyla verilmektedir. Zihnimizde bulunanların tümü, Hume’un deyişiyle genel terim olarak algılardır; zihindeki bu algılar, iki form içinde bulunur; bunlar izlenimler ve idelerdir.
Ona göre zihnin içeriğini bu izlenimler ve ideler oluşturur. Düşüncenin orijinal ham maddesi bir izlenimdir ve bir ide, bir izlenimin salt bir kopyasıdır. İzlenimler; biz onlara sahip olurken canlı ve açıktır; bu izlenimler üzerine düşünümde bulunduğumuz zaman onların idelerine sahip olmuş oluruz ve bu ideler özgün izlenimlerin daha az canlı versiyonlarıdır. Acı hissetmek bir izlenimdir; bu acının anımsanması ise bir idedir.
Hume’a göre zihnimizde insanlar arasında deneyimlediğimiz iyilik niteliklerini ve erdemi “sınırsızca büyütmek” suretiyle bir Tanrı idesi oluşturmak yoluna gideriz. Bu nedenle de Tanrı idesi karmaşık bir idedir.
İdelerin Çağrışımı: Hume’a göre idelerin çağrışımı, zihnimizin işleyişini büyük ölçüde yöneten bir çağrışım mekanizmasına bağlıdır. Zihin, izlenimleri aldığı zaman bunlar iki biçimde yeniden ortaya çıkabilirler; birincisi bellekte anımsama yoluyla ortaya çıkmaları, ikincisi de imgelemde imge olarak ortaya çıkmalarıdır. Bellekte ideler arasında ayrılmaz bir bağıntı olduğu halde, imgelemde böyle bir bağıntı yoktur. Yine de ideler arasında bir “birleştirici ilke” bir idenin doğallıkla bir başkasını getirmesini sağlayan bir çağrıştırma özelliği vardır.
Hume, düşünmenin işlemlerini üç başlık altında ele alır. Bunlar, Locke’taki ayrımlaştırmaya az çok benzer bir biçimde, ilişkiler, kipler ve tözler dir. Bunların kavranışı sadece izlenimlerin alınmasını değil, izlenimlerin alınmasıyla uyarılan belirli zihinsel işlemleri de içerir.
Nedensellik İlkesi: Nedensellik ilkesi tüm bilgilerimizin geçerliliğinin kendisine dayandırıldığı temel bir ilke olarak kabul edilir. Ama eğer nedensel süreçleri kavrama kapasitesine sahip değilsek, o zaman bilgiye de sahip olamayız demektir.
Hume, nedensellik ilkesine kuşkuyla yaklaşır ve şu soruyu sorar: Nedensellik idesinin kökeninde ne var? Mademki ideler izlenimlerin kopyalarıdır, bize nedensellik idesini veren izlenim hangisidir ya da var mıdır? Ve bu soruya olumsuz yanıt verir. O halde nasıl oluyor da zihnimizde nedensellik idesi bulunmaktadır? Objeler arasındaki belirli ilişkileri deneyimlediğimiz zaman zihnimizde bir nedensellik idesi doğmuş olmalıdır.
Hume’a göre, biz nesneleri bireysel olarak düşündüğümüz zaman onları birbirinden bağımsız olarak düşünürüz; biri ötekini ima etmez.
Hume bilgi türlerini ikiye ayırır:
- İdeler arası ilişkilere dayananlar ve
- Olgulara ilişkin olanlar.
Birinci grup, mantık ve matematik bilgilerini içerir. Bu bilgiler ya sezgisel ya da tanıtlamalı olarak doğrulukları gösterilebilen bilgilerdir.
Dış Dünya Gerçekçiliği: Hume’un bu köktenci empirizmi onu, cisimlerin ya da nesnelerin bizim dışımızdaki sürekli ve bağımsız varlığını doğrulayacak hiçbir yol ya da yöntem bulunmadığını onaylamaya götürdü.
Nesnelerin bizden bağımsız var olduğunu duyularımız bize söylemez, o halde onları algılamayı bıraktığımız zaman, var olmaya devam ettiklerini nasıl biliriz? Hume bu kuşkuculuğunu benlik, töz ve Tanrı konularına da genişletir.
İnsan deyince geriye kalan şey, ona göre, farklı algıların bir toplamından ya da paketinden başka bir şey değildir. Şu halde niçin “ben” diye düşünüyoruz, bunun açıklaması ne olabilir? Hume, bunu bize sürekli özdeşlik izlenimi veren belleğin gücüne bağlar. Zihni, muhtelif algıları ardı ardına görünüme getiren bir tür tiyatroya benzetir.
Locke renk, biçim ve öteki niteliklere sahip olan bir şey olarak töz düşüncesini kabul etmişti ama “ne olduğunu bilmediğim bir şey” demekten de geri kalmamıştı.
Berkeley ise niteliklerin altında yatan bir tözün varoluşunu yadsımış ama ruhsal tözler idesini korumuştu. Hume ise herhangi bir form içinde bulunan bir tözün varoluşunu yadsıma yoluna gitti.
Hume’un “tüm idelerimiz deneyimden gelir, deneyimin ötesinde yer alan hiçbir ide yoktur” biçimindeki köktenci empirist öncülü, onu Tanrı kavramı bakımından da kuşkucu bir noktaya sürükler. Bununla birlikte, insan nasıl biçimsiz maddeye bir form kazandırabiliyorsa ve bu şekilde söz gelimi bir heykel ortaya çıkıyorsa, aynı şekilde bu doğaya başlangıçta form veren bir sanatçı da bulunmalıdır; bu da Tanrı’dır. Ancak olmaya da bilir. Yani Tanrı’nın varlığı da, inanca konu olmaktan öte, kanıtlanamaz.
Hume’un Etik Görüşü
Hume, tüm kuşkuculuğuna karşın etik konuları da dikkatli biçimde ele almıştır. Şöyle der: “Ahlak, tüm ötekilerden daha çok bizi ilgilendiren bir konudur.” Hume için etiğe ilişkin temel olgu ahlak yargılarının sadece akıl tarafından değil, sempati-duygudaşlık duygusu tarafından düzenlenmiş olmasıdır. Duygu, duyarlık ya da sempati yetisi üzerinde bir etik sistem inşa eden Hume, etiği hoşlanma konusuna indirgemenin oldukça riskli bir durum olabileceğinin de farkındaydı.
Ona göre, sempati duyarlılığı ya da duygudaşlık insan doğasında kendisinden daha geneli olmayan bir ilke olarak alınmalıdır.
Hume, etik için almaşık bir hipotez önerir: Zihinsel bir eylem ya da nitelik, bir gözlemciye hoşnutluk yaratan bir beğenme duygusu veriyorsa o zaman erdem olarak betimlenebilir, tersi de erdemsizlik olacaktır.
Hume, adalet ilkesi üzerinde de durmuştur: Ona göre, genel barışı ve düzeni betimleyen adalet ötekilerin kazanımlarından genel bir uzak durma ilkesi olarak kişiliğinde ve kazanımlarında güvenlik içinde olmak isteyen her kişinin kendi çıkarını yansıtır. Hume’a göre insanların her birinin kendi kişisel çıkarı adaletin tesis edilmesinin kökensel güdüsüdür.
Hume’un Politik ve Ekonomik Kuramı
Hume’un politik ve ekonomik konulara ilişkin görüşleri, onun etik ve psikolojik görüşleri ile yakından ilişkilidir. İnsan doğası ve bilimi ile ilgili gelişmelerle yaşam boyu ilgilendiği için, politik ve ekonomik kurumların insansal kurumlar olmaları nedeniyle, bu kurumlara ilişkin inceleme ve eleştirilerini de insan doğasının olguları üzerine temellendirmiştir.
Tüm politik problemlerin çözümünde yarar ilkesini öngörür. Bu görüşü Adam Smith, Paley ve Bentham tarafından da izlenmiştir. Öncelikle toplumsal sözleşme görüşünü eleştirir; toplumsal sözleşmenin tarihsel olgu olduğunu gösteri hiç bir kanıtın bulunmadığını dile getirir.
Hume, otoritenin sınırlarının daha sıkı belirlenmesini isteyenlerin yanında olmaya eğilimli olduğunu kabul eder.
Hiçbir durumda insan mutluluğu feda edilmemelidir; araçlar amaçlara baskın olmamalıdır. Dünyadaki her şey emekle satın alınır ve sadece tutkularımız emek harcamanın nedenleridir. Tüm arzular ve tutkular hatta hırs ve lüks, ekonomide kışkırtıcı olurlar. Gerçi emek, Hume’un kuramında merkezde yer almasa da, emekçi kesimlerin seslerini güçlü bir biçimde duyurmalarında ısrar eder. Hume’un görüşleri arasında nüfus kuramının başlangıçları da bulunmaktadır.
Nüfusun büyümesi ekonomik koşullara çok yakından bağlı olarak görülür ve yine ekonomik gelişmeyi de çok yakından etkileyeceği düşünülür.
On dokuzuncu yüzyılın ilk yarısında İngiliz politik düşüncesini belirleyen eğilimlerin tümü Hume’un öğretisinde bulunmaktadır. Birbirleriyle bağlantılı etik psikolojik ve ekonomik kuramların temel görüşleri Hume’un yazılarında az çok açımlanmıştır. Hume epistemolojik ve metafizik görüşleri bakımından İngiliz empirizmini en uç noktalara taşımış, ama ele aldığı her konuda tam bir kuşkuculuğun içine düşmüştür.
Diğer Başlıca Empisitler
Etienne Bonnot De Condillac Condillac
(1715-1780), Fransız aydınlanma düşünürlerinden biri olmasına karşın, Locke’un empirist savlarından çok etkilenmiş ve empirizmin sadık bir izleyicisi olmuştur. Önce rahip olmak için ilahiyat okumaya başladığı halde, 1740’da bu okuldan ayrılarak felsefeye yönelmiştir. Başlıca yapıtları;
- “İnsan Bilgisinin Kökeni Üzerine Deneme”,
- “Sistemler Üzerine Deneme” ve
- “Duyumlar Üzerine İnceleme”dir.
Condillac öncelikle, zihnimizin düşünce ve bilgileri üretmesi bakımından Locke’un yaptığı dış deneyim-iç deneyim ya da duyum-düşünüm ayrımının gereksiz olduğunu belirtir. Salt zihinsel yapılı olan duyumlar aracılığıyla zihnimizin dışında maddi bir dünyanın varoluşunu kanıtlamaya çalışmıştır.
Arzularımızın ve daha kalıcı tutkularımızın toplamı, istenç dediğimiz yetiyi ortaya koyar. Aynı şekilde duyumlarımızın, anıların, yargıların ve usavurmaların toplamı da anlama yetisini ortaya koyar. Bir çocuk elini bedeninin bölümleri boyunca gezdirecek olursa kendini bedenin tüm bölümlerinde duyumsayacaktır. Ama eğer yabancı bir cisme dokunursa elinde kendini duyumsadığı gibi bu yabancı cisimde kendini duyumsamaz. Ben, yabancı bir cisimden elden almakta olduğu karşılığı alamaz. Böylece bu cismi dışsal olarak yargılama yoluna gider. “Ve dokunma başka duyulara katıldığı zaman, insan aşamalı olarak kendi çeşitli duyu-örgenlerini bulup çıkarır ve koku, işitme gibi duyumlarının dışsal nesneler tarafından yaratıldığı yargısına varır”. Oysa Locke’un temel tezi zihinsel işlemlerin zihnin doğasında bulunmasıydı.
Thomas Reid
1710 yılında İskoçya’da, Strachan’da doğan Reid, Glasgow Üniversitesi’nde Ahlak Profesörü olarak çalışmıştır. 1796’da ölmüş olan Reid’in başlıca yapıtları: “Sağduyu İlkeleri Üzerinde İnsan Zihni Üzerine Araştırma” (1764), “İnsanın Ussal Güçleri Üzerine Denemeler” (1785) ve “İnsanın Etkin Güçleri Üzerine Denemeler” (1788) ’dir.
İskoç felsefesinde sağduyu okulunun kurucusudur. Hume nasıl empirizmi bir kuşkuculuğa taşımış ise o da empirizmi bir sağduyu yaklaşımına taşımıştır. Reid, öncelikle empirizmin ilk ilkesi olarak beliren “ideler algının dolaysız objeleridir” düşüncesinin yanlış olduğunu göstermeye çalışır. Herhangi bir şeyin bir düşüncesini ya da idesini taşımak onu kavramış olmaktır; onun hiçbir düşüncesini taşımamak onu kavramamış olmaktır.
Düşünce/ide sözcüğü bu sağduyusal anlamda alındığında, hiç kimse düşüncelerinin olup olmadığından kuşku duymaz. Reid’e göre algı, obje ile ilişkili olarak zaten yargıyı içerir; o algılayanın zihnindeki idelerin basit bir kavranışı değildir.
Reid’e göre öğesel bilgi verileri, çözümlemenin bir sonucudur. İlkin kökensel temel yargılar gelir; duyular aracılığıyla nesneleri her algılayışımızda, yalın ayrımsamayı içeren yargı ya da inanç da oluşur. Reid için önemli olan bir kavram da “Sağduyu İlkeleri”dir. Sağduyu ilkeleri , kendiliğinden açık ilkelerdir; bu nedenle tanıtlanmalarına da gerek yoktur. Bunlar tüm uslamlamanın ve tüm bilimin temelidirler. Bu ilkeleri Reid, karşıtları olanaksız zorunlu gerçeklikler ve karşıtları olanaklı olumsal gerçeklikler biçiminde ifade eder. Bunlar arasında mantıksal aksiyomlar, matematik aksiyomlar, ahlak ve metafiziğin ilk ilkeleri yer alır.
Oldukça ayrıntılı bir sağduyusal ilkeler dökümü yapmış olan Reid, bu ilkeler temelinde dışımızda yer alan varlıkları algıladığımız biçimiyle bildiğimiz ya da kavradığımızı ileri sürer. Üstelik biz onları algılamadığımız zamanlarda da onlar vardır. Bu yaklaşıma salt realizm denebilir. Bu şekilde Locke’un algı kavramından hareketle, Berkeley’in spiritüalist idealizmi ve Hume’un idealist kuşkuculuğu Reid tarafından bir sağduyu realizmine dönüştürülmeye çalışılmıştır. Yine de bu görüş sıradan insanın sağduyu sınırlarının çok dışında, kendi felsefi sınırları içinde yer almıştır.