Tanzimat Dönemi Türk Edebiyatı 2 Dersi 1. Ünite Özet
Tanzimat Dönemi Türk Edebiyatında Şiir-Iı (İkinci Kuşak)
- Özet
- Sorularla Öğrenelim
Giriş
Tanzimat döneminde gerçekleşen değişim ve dönüşümden etkilenen önemli olgulardan biri de edebiyattır. Tanzimat edebiyatının birinci kuşak şairlerinden sonra gelen, büyük oranda bu birinci kuşağın etkisinde şiire başlayan Recaizâde Mahmut Ekrem, Abdülhak Hâmit ve Muallim Naci gibi isimler, birinci kuşak şairlerinden çeşitli açılardan farklılık gösterdikleri için “Tanzimat ikinci kuşak” şairleri olarak adlandırılırlar.
Tanzimat Dönemi Türk Edebiyatı İkinci Kuşak Şairlerinin Genel Özellikleri
Tanzimat edebiyatında ikinci kuşak genel hatlarıyla Ekrem, Hâmit, Sezai (Recaizâde Mahmut Ekrem, Abdülhak Hâmit, Sami Paşazâde Sezai) mektebi olarak bilinir. Muallim Naci de bu dönemin en önemli şairlerinden biridir. Muallim Naci Tanzimat ikinci kuşak şairleri içerisinde farklılaşan bir isimdir. Bu farklılık Recaizâde Mahmut Ekrem ve Abdülhak Hâmit’e göre zıt bir kutupta bulunmasından kaynaklanır.
Tanzimat ikinci kuşak şairleri birinci kuşaktan çok belirgin şekilde ayrılır. Toplum için sanat anlayışından yola çıkan birinci kuşak şairlerinin çabası, edebiyatı halkın anlayabileceği bir seviyeye çekmek, halk için edebiyat yapmak ve edebiyatta sosyal sorunları işlemekti. Birinci kuşağın bu eğiliminin aksine Tanzimat ikinci kuşak şairleri sanat için sanat anlayışına daha yakındılar. Üstelik edebiyatı siyasal bir araç olarak da kullanmıyorlardı. Siyasi söylemden özellikle kaçınıyorlar ve sosyal meselelerden uzak bir edebiyat oluşturmaya gayret gösteriyorlardı. Bu bağlamda birinci kuşak daha çok sosyal sorunların ve siyasi kavganın içindeyken ikinci kuşak daha ziyade edebî tartışmaların içinde kalmayı, soyut ve somut bütün çabalarını edebî tartışmalar içinde göstermeyi tercih etmişlerdir.
Recaizâde Mahmut Ekrem ve Abdülhak Hâmit’in sosyal ve siyasal konulara yönelmemelerinin ilk nedeni, mücadeleci değil, daha çok sanatkâr mizaca sahip olmalarıdır. İkinci neden, hocaları olan ya da örnek aldıkları birinci kuşak edipleri politik mücadele içinde oldukları için hayatlarının hep sürgünde geçmiş olmasıdır. Üçüncü olarak Tanzimat ikinci kuşak edipleri, Muallim Naci hariç aristokrat ailelerin çocuklarıdır. Bu nedenle aileden dolayı devlete ve bürokrasiye yakındırlar. Bu nedenler Tanzimat ikinci kuşak şairlerini sosyal meselelerden uzaklaştırmış, bu şairler siyasal mücadeleye hiç girmemişlerdir. Onların yerine eserlerinde oluşturdukları kahramanlar vatan için, hürriyet için mücadele etmiştir. Özellikle Muallim Naci ve Abdülhak Hâmit’in millî temaları işledikleri bazı eserlerinde bu tür kahramanlara rastlanır.
İkinci kuşak şairleri birinci kuşaga göre Batı kültürüne ve edebiyatına daha hâkimdir. Batı edebiyatına yönelik çeviri ve uyarlamaları daha kolay yapmışlardır. Verdikleri eserler Avrupai edebiyatın niteliklerine daha uygundur. İkinci kuşakta bu niteliklere en çok Abdülhak Hâmit sahiptir. İkinci kuşak şairleri Batı’ya daha fazla yakınlaştıkları için Arap ve Fars edebiyatıyla fazla ilgilenmemişlerdir. Eski şiiri esas sarsan, ona büyük eleştiriler getiren en önemli iki şairin Abdülhak Hâmit ve Recaizâde olduğu söylenebilir.
Bu kuşak teorik olarak edebî konularda daha bilinçlidir. Çünkü Tanzimat ikinci kuşak şairleri için edebiyat birinci plandadır. Tanzimat ikinci kuşak şairlerinin her biri bazı özellikleriyle öne çıkarlar. Abdülhak Hâmit yeni Türk şiirinin Batılı anlamda ilk esaslı hamlesini yapmıştır. Muallim Naci Tanzimat birinci kuşak şairlerinin yapmak isteyip de yapamadığı dilde sadeleşmeyi yakalamıştır. Recaizâde Mahmut Ekrem ise zamanına göre iyi bir edebiyat bilgileri kitabı yazmış, aşırı hassas duyarlılığın oluşturduğu estetikle Edebiyat-ı Cedîde’nin oluşumuna zemin hazırlamıştır.
Recaizade Mahmut Ekrem
Şairliğinden çok romancılığı ve edebiyat teorisi üzerine verdiği eserleri açısından Türk edebiyatında önemli bir yer edinmiştir. Tiyatro yazarlığı ve eleştirmenlik de yapmıştır. Recaizâde yai itibariyle birinci kuşak Tanzimatçılara yakın olması açısından Tanzimat birinci kuşak edipleriyle ikinci kuşak edipleri arasında bir köprüdür.
Hayatı
Osmanlı’da önemli görevlerde bulunmuş bir bürokrat ve yazar olan Recai Efendi’nin oğludur. 1847’de doğmuştur. Hâriciye Mektubi Kaleminde çalışırken Fransızca öğrenmiştir. 1879’da Mekteb-i Sultanî ve Mekteb-i Mülkiye’de edebiyat dersleri de vermiştir. Meşrutiyet’ten sonra Evkaf ve Maarif nazırlıklarına ve Meclis-i Âyan azalığına kadar yükselmiştir. 1874’teki Viyana seyahati sırasında, önemli manzumelerinden olan “Hasbihâl”i yazmıştır. 1889’da II. Abdülhamit yönetimi tarafından Italyan propagandasının etkilerini anlamak için bir heyetle Trablusgarp’a görevlendirilenler arasında yer almış, 1914’te hayatını kaybetmiştir.
Şiirleri ve şairliği
Tanzimat birinci kuşak şairleri gibi şiir yazmaya divan şairlerinin etkisinde başlayan Recaizâde aslında eski edebiyattan pek kopamamamıştır. Divan edebiyatının etkisiyle kaleme aldığı manzumeler en iyi manzumeleri olarak değerlendirilmektedir.
Recaizâde farklı tarihlerde üç farklı “Bülbül” manzumesi yazmıştır. Bunlardan biri eski edebiyat nazım tekniği olan musammat şeklinde yazılmıştır. Eskiden bu kadar etkilenmiş olmasına ragmen özellikle ikinci kitabı olan Yadigâr-ı Sebab ’tan itibaren yenilik arayışları içine giren Recaizâde bazı manzumelerinde bunun için ugraş vermiş ama çok da başarılı olamamıştır. ilk manzumelerinde gazel, münacaat, tevhid ve naat da yazmıştır. Eski edebiyat taraftarlarına yönelik sataşmalarının hat safhaya ulaştığı Zemzeme-III’ ün de eski edebiyat nazım şekillerini içermesi hatta kitabın bir naat ile başlaması dikkate değerdir.
Recaizâde’nin şiir dili kusurludur. Uyak Recaizâde’de hiçbir zaman oturmamıştır. Ses benzerliklerini oluşturmak için basit ve zorlama sözcükler kullanmış, aynı şeyi vezni uydurmaya çalışırken de yapmıştır. Bunlar hem aruz tekniğine hâkim olmadığını hem de dile karşı özentisiz olduğunu gösterir.
İlk şiir kitabı olan Nağme-i Seher şairin daha çok eski edebiyat tarzında yazdığı manzumeleri içeren kitabıdır. İkinci şiir kitabı olan Yadigâr-ı Sebab gençlik günlerinin özlemlerini, hatıralarını içerir. Recaizâde’nin yenilik arayışlarına girmesi bu kitabıyla başlar. Recaizâde’nin dikkat çeken ilk şiir kitabı ise 1881-1885 arasında yayınladığı, üç kitaptan oluşan Zemzeme’ lerdir. Özelikle Zemzeme II’ nin ön sözünde eski taraftarlarına yönelik çıkışları ve sataşmaları eserin ününü arttırmıştır. Pejmürde ise manzum metinlerden çok mensur metinleri içeren fakat manzumeler de barındırdığı için manzum kitapları içerisinde değerlendirilen eseridir.
Fransız edebiyatından ve Abdülhak Hâmit’ten oldukça etkilenen Recaizâde’nin şiiri, oğlu Nijad’ın ölümünden sonra yeni bir döneme girmiştir. Şairin Nijad Ekrem adlı eseri bu dönemin ürünüdür. Kitapta “Mersiyye” ve “Âh Nijâd” gibi manzumeler, Halit Ziya ve Tevfik Fikret’in Nijad ile ilgili yazıları, Nijad’ın kendisinin yazdığı bazı edebî metinler ve acılı babanın Nijad ile ilgili hatıraları da vardır.
Yine bu dönem içine girdiği sanat anlayışıyla Recaizâde tam olarak Edebiyat-ı Cedîde’nin temellerini atar. Şair yeni dönem sanat yönelimlerini gösterdiği “Kırmızı Mektuplar” manzumesinde romantizmden sıyırılıp yeni bir şiir dili kurmaya çalışır. Fakat bunda pek de başarılı olamaz. Recaizâde’nin Türk şiirinde kendi zamanına kadar pek görülmemiş yaban arısı, kuzu otlatan kız, çiçek, kelebek gibi birkaç temayı da işlediği belirtilmelidir.
Her ne kadar bir dönem “Yeni Osmanlılar” idealini benimsemiş olsa da Recaizâde, Namık Kemal ya da Şinasi gibi sosyal sorunlara yakın olmamış, yazdıklarını politik propaganda malzemesi olarak kullanmamıştır. Özellikle Namık Kemal ile mektuplaşmaları onun kaleminin siyasallaştığı metinlerdir. Kendisi yaratılış olarak aşırı hassas, duygulu, düşünmeyi seven bir kişilik olduğu için daha çok ferdî duyuşların, ince hassasiyetlerin, melankolinin, küçük hayretlerin, ıstırabın, ölüm temasının şairi olmuştur.
Türk edebiyatındaki önemi ve etkileri
Recaizâde Mahmut Ekrem, şairliğinden çok romancılığı ve edebiyat teorisi üzerine verdiği eserleri açısından Türk edebiyatında önemli bir yer edinmiştir. Ayrıca tiyatro yazarlığı, eleştirmenlik ve zamanının en gözde okullarında edebiyat hocalığı yapmıştır. Derslerde anlattığı ve geliştirdiği görüşlerinden ortaya çıkan Talim-i Edebiyat adlı eseri de onun edebiyat dünyasındaki yerini pekiştirmiştir. Talim-i Edebiyat devrine göre yeni ve estetik görüşler içerir. Servet-i Fünûn’ un bir edebiyat dergisine dönüşmesinde Recaizâde’nin etkisi vardır.
Recaizâde’nin Talim-i Edebiyat adındaki edebiyat teorisi çalışması dışında Takdir-i Elhan isimli bir eleştiri kitabı, Kudemâdan Birkaç Sair adında bir edebiyat tarihi ve Takrîzât isimli eserleri de vardır. Ayrıca Zemzeme III ’ün ön sözü edebî bilgiler içermesi açısından önemlidir. Edebî bilgiler içeren teorik çalışmalarında genel olarak şiir sanatını fikir, his ve hayal ögeleri açısından ele alır. Kendisi ise şiir sanatında his ve fikir yolunu seçer. Üslup ise önem sırası açısından bunlardan sonra gelir.
Recaizâde’nin edebî kişiliği denince ilk akla gelen onun eski edebiyat taraftarları karşısında Batı kaynaklı yenilikçi edebiyatı savunmasıdır.
Recaizâde’ye getirilen eleştiriler
Recaizâde (1) hiçbir zaman derin fikirlerin, felsefi ıstırapların şairi olmaması; (2) şiirin üç bileşeni olan “dil, vezin, kafiye” konularında yetersiz kalması; (3) gerçek bir şiir yeteneğine sahibi olmaması bakımlarından eleştirilmiştir.
Abdülhak Hamit
Yeni Türk şiirinin önemli bir ismi kabul edilen Abdülhak Hâmit gerçek anlamda yeni olan ya da yeni nitelemesini hak eden bir şair olmuştur.
Hayatı
Abdülhak Hâmit 1852’de İstanbul Bebek’te dünyaya gelir. Pozitif bilgilere açık bir aile ortamında yetişir. Beş yaşındayken mahalle mektebine başlar. On yaşındayken ağabeyi ile Paris’e gider. İstanbul’a dönünce Arapça ve Farsça dersleri de alır. On üç, on dört yaşlarında iken Bâbı Âli tercüme odasında devlet memurluğuna başlar. Tahran büyükelçiliği görevinin ardından babasının ölümüyle İstanbul’a döner.
1871 yılında aynı zamanda akrabası olan on üç yaşındaki Fatma Hanım’la evlenir. 1876 yılına kadar olan dönemde Macerâ-yı Aşk, Sabr ü Sebat, Içli Kız, Duhter-i Hindû piyeslerini yayımlar. Ayrıca Garam, Kahbe ve Sahra’ nın büyük bölümünü bu yıllarda yazar. 1875 yılında Paris Sefareti ikinci kâtipliğine tayin edilir ve 1878’de görevine son verilir. Sonra Berlin, Poti ve Golos’ta görevlendirilir. Bu sıkıntılı yıllarda Tezer, Esber, Tarık, Bir Sefilenin Hasbihâli’i Sahra’ yı yazar, ayrıca Hazine-i Evrak’ a küçük manzumeler gönderir.
1883 yılında Bombay’a tayin edilir. Uzun süredir hasta olan karısı Fatma Hanım’ın rahatsızlığı burada ilerler. İstanbul’a dönerlerken Fatma Hanım Beyrut’ta, 26 yaşında veremden hayatını kaybeder. Makber, Ölü, Hacle ve Bunlar O’ dur gibi eserleri bu ölüm üzerine yazılır. Ölüm temalı metinlerin üzerinden çok geçmeden yazdığı Divaneliklerim Yahut Belde, Kahbe yahut Bir Sefilenin Hasbihâli adlı eserlerinde işlediği zevk, safa ve kadın temalı metinler nedeniyle çok eleştirilir. Zeynep ve Finten İngiltere’de yazılır fakat siyasi nedenlerle yayımlanamaz ve Hamit bu ülkeden geri çağrılır.
Daha sonra Lahey, Londra, Brüksel, İstanbul ve Viyana’da görev yapar ve bu yılları genellikle sefaletle geçer. 1928 yılında İstanbul milletvekili olarak Büyük Millet Meclisi üyeliğine seçilir. Abdülhak Hâmit 1937’de İstanbul’da yaşamını yitirir. Namık Kemal ve Recaizâde tarafından övülmüş ve genç adaylara örnek şair olarak gösterilmiştir. Ayrıca “Şâir-i Âzâm” unvanıyla da Türk edebiyatının en üst seviyelerine çıkarılmıştır.
Edebi kişiliği
Abdülhak Hâmit’in Türk edebiyatının yeni bir evreye girmesinde çok ciddi payı vardır. O Tanzimat’tan 1940’lı yıllara kadarki süreçte Türk şiirinde en büyük hamleleri yapan kişi, 1940’lardan sonra ortaya çıkacak akımların çok erken bir habercisi, Avrupai Türk şiirini muhteva ve şekil bakımından kuran kişi olarak kabul edilir.
Hayatı araştırmacılar tarafından üç evreye ayrılır. Birinci evre yazmaya başladığı yıllardan ilk eşi Fatma Hanım’ın ölümüne kadar olan süreçtir. Bu evreye romantik Hâmit evresi denilmektedir. Bu dönemde şair Doğu kültürü ile Fransız edebiyatının tesirlerini üzerinde taşır. Macerâ-yı Aşk Sabr ü Sebat, İçli Kız, Duhter-i Hindû, Tarık yahut Endülüs Fethi, Tezer yahut Melik Abdurrahmanü’s- Salis, Esber, Nesteren, Sahra, Belde, Nazife, Bir Sefilenin Hasbıhâli, Garâm, Sardanapal ve İbn-i Musa yahut Zatü’l Cemâl adlı eserler bu dönemde yazılmıştır.
Fatma Hanım’ın ölümünü müteakip yazdığı birkaç eser geçiş dönemi ürünleridir. Makber, Ölü, Hacle ve Bunlar O ’dur şairin kişiliğinde ve sanatçılığında istisnai bir dönemin ürünü olan metinlerdir.
İkinci evre ise öncesine göre daha derinlikli metinlerin yazıldığı evredir. Birinci dönem şiirlerinde görülen lirizme ek olarak bu evrede bir derinleşme söz konusudur. Arziler, Finten, İlhan, Turhan, Tayflar Geçidi, Ruhlar, Yâdigâr-ı Harb ve Yabancı Dostlar gibi eserler bu dönemin ürünleridir. Şairin karmaşık ruh dünyasının şiirine yansıması ise “tezat şairi” olarak anılmasında etkendir.
Abdülhak Hâmit şiirlerinde sanat, edebiyat, üslup ve dil kurallarına karşı ilgisiz kalmıştır. Hem Doğu hem de Batı şiirine ait nazım şekillerini kullanmakla birlikte Hâmit’in kendi bulduğu nazım şekilleri de vardır. Ayrıca divan şiirindeki mesnevi, gazel, murabba gibi nazım şekillerini yıkarak yerine kuralsız nazım şekilleri de getirmiştir. Uyağı önemsemeyen şairin bazen çok acemice uyaklar yaptığı da görülür. Buna rağmen aruza hâkim olup pek hata yapmamıştır. Hatta aruzda kendi bulduğu vezinler dahi vardır. Aruzun yanı sıra hece veznini de kullanmıştır. Hece ile yazdıkları arasında duraksız ve çok uzun mısralar içeren şiirler vardır. En çok kullandığı edebî sanatlar ise tezat ve tarizdir. Nazım şekli ve uyak haricinde içerik, imaj ve temalarda da önemli değişiklikler yapmıştır. Sosyal, dinî ve millî konuları manzumelerinde işleyen Hâmit’in şiirlerinde felsefi bir yönelim de vardır. Bununla birlikte en çok işlediği temler aşk ve tabiattır. Hâmit’le birlikte Türk şiirinin tabiata bakışı değişmiştir.
Hâmit’in şiirlerindeki disiplin yokluğu, dil ve üslubuna da yansır. Bu dil, yaşadığı ve etkilendiği kültür nedeniyle Türkçe, Arapça, Farsça ve Fransızcanın tesiriyle oluşmuş, Hâmit’e özgü bir dildir. Ayrıca bazı orijinal imajlar yaratmak için mantık ve hayal gücünün dışına taşması şiirinin bir başka olumsuz tarafıdır. Hâmit’in bir başka üslûp özelliği çok uzun cümleler kurmasıdır. Bağlaçlarla birbirine bağlanan bu uzun cümlelerde lirizmi korumayı başarmıştır.
1908’den sonra Türkçülük akımının yükselişe geçmesiyle daha sade bir dil kullanan Hâmit son derece anlaşılır olmayı da başarmıştır. Fakat bu son dönem yazdıkları önceki eserlerinin üstüne hiçbir zaman çıkamamıştır. Yeni eğilimi olan Türkçe sözcüklerle yazdığı şiirlerde özgünlügü yakalayamamış, bu yüzden Hâmit daha çok eski yazdıklarıyla edebiyat tarihine geçmiştir.
Şiirleri ve şairliği
Abdülhak Hâmit’in şehir ve tabiat hayatına ilişkin duygu/düşünüşlerini dile getirdiği manzumeleri Sahra adlı kitabında yer alır. On bölümden oluşan eser “tarz-ı garbî” (Batılı şiir biçimi) ile yazılmıştır. Biçimi ve içeriğiyle çağı için oldukça yenidir. Bu eserle Türk şiirine yeni bir tabiat anlayışı gelmiştir. Rousseau’dan esinlendiği söylenilen bu düşünceye göre doğa, saf ve güzel, medeniyet ise kirli ve çirkindir. Bu bağlamda köy hayatının güzelliğine karşın şehir hayatının çirkinliğine vurgu yapılır. Sahra Türk edebiyatında pastoral şiirin ilk örneği sayılır.
Divaneliklerim yahut Belde , Paris’teki memuriyet hayatının çılgınlıklarının ve aşırılıklarının fantastik bir dille anlatıldığı on yedi manzumeden oluşur. Hece ve aruz ölçüleri ile dize sayıları ve uyak düzenleri alışılmışın dışında, özgürce kullanılmıştır. Eserde yer yer Fransızca sözcükler ve peşi sıra gelen Farsça sözcükler dikkat çeker.
Hem ölüm hem de tabiat konulu şiirlerin yer aldığı eseri Bunlar O’ dur adlı kitabıdır. Eser Fatma Hanım’la olan hatıralar üzerinden yazılmış duygulanmalar ve Hindistan’ın tabiat güzelliklerinin de anlatıldığı toplam on dokuz manzumeden oluşur. Matemli anılar, ölüm korkusu, vatan hasreti, Tanrı sevgisi, tabiatın mükemmelliği eserdeki on dokuz farklı şiirde işlenen başlıca temalardır. Hâmit’in en ünlü şiirlerinden olan Tecelli yahud Teselli başlıklı manzume ve tabiat şiirleri içerisinde çok önemli yer tutan Kürsi-i İstiğrak şiiiri de burada bulunur. Kürsi-i İstiğrak şiiri yeni Türk şiirinde tabiat algısının değiştiğinin habercisidir. Varlık karşısında hayranlık duyma, dönem için Türk şiirinde başlı başına bir yenilik olarak düşünülebilir.
Kürsi-i İstiğrak’ taki tabiat şair için birçok manayı içerir. Bu mana resmedilen uzamın tenhalığıyla paralel bir anlam derinliğini barındırır. Dolayısıyla Hâmit’in genel olarak şiir anlayışının, özelde ise tabiata bakışının bir uzantısı olarak dış dünyaya ilişkin göstergelerin daha işlevsel kullandığı görülür. Hâmit’in bu yaptığına romantizmin de tesiriyle tabiatı değiştirip dönüştürme denebilir. Şiir orijinal imgeleri, mistik boyutu, Tanrı’yı idrak fikri ile öne çıkar. Şiirde sık sık teşhis sanatına başvurulur. Şiirde statik bir tabiat anlayışı yoktur. Gözlemlenen nesneler yer yer öznel bir bakışla, gerçekte olduğundan farklı renklerle resmedilmiştir. Şairin kendisi ise bu mükemmel ve rengarenk tabiat karşısında hüzünlüdür. Bunun sebebi vatan hasretidir. Kürsi-i İstiğrak oldukça lirik bir şiirdir. Özellikle her bölümde nakarat şeklinde tekrar eden, mısralarda peş peşe sıralanan çokluk eki almış tabiat ögeleri bu lirizmi daha da arttırır.
Hâmit’in Fatma Hanım’ın ölümünün acısıyla yazdığı ilk metin Makber adlı uzun manzumedir. Sekiz mısralık kıtalardan oluşan eserde toplamda iki yüz doksan beş kıta yer almaktadır. Eser yine Hâmit’e özgü bir üslupla yazılmış mensur bir mukaddimeyi de içerir. Makber , Abdülhak Hâmit’in en iyi bilinen, yeni Türk şiirinin de en önemli matem manzumelerinden biridir. Aruzun “mef’ûlü, mefâ’ilün, fe’ûlün” kalıbıyla yazılmıştır. Bu manzume Hâmit şiirinin zirvesi kabul edilir. Geniş halk kitleleri tarafından kolayca benimsenmiş, anlaşılmış hatta içselleştirilmiştir. Makber’ in kendi içinde bir düzeni yoktur. Her yeni mısrada farklı bir konuya geçilebilmektedir. Makber’ i önemli kılan hususlardan biri de sıra dışı içeriğini oluşturan karmaşık, birbirinden farklı temlerdir. Makber’ de sevilen bir genç kadının ardından duyulan hicran, acı, başkaldırı, şaşkınlık, umutsuzluk, özlem, korku ve yakarışı görürüz. Hâmit’in bu şiiri yazarken romantiklerden, bilhassa Hugo’dan etkilendiği söylenir. Doğu edebiyatında ise Fuzûli ve Şeyh Galip, Makber’ de izlerine rastlanan şairlerdir.
Ölü, Fatma Hanım’ın ölüm acısıyla yazılmış her biri on altı beyitten oluşan kaside şeklindeki on manzumeden oluşur. Bu kitaptaki manzumelerde şairin mezar ve ölü karşısında daha sakin, daha saygılı bir söylem kullandığı görülür. Duygu yerini düşünceye bırakmıştır. Makber’ e nazaran ölüm hakkında daha derin düşünceler dile getirilmiştir.
Kaside şeklinde her biri kırk iki dizelik sekiz bentten ibaret Hacle de yine Fatma Hanım’ın ölümünün etkisiyle yazılmıştır. Fakat gerek dil ve üslup gerekse orijinallik açısından Makber ve Ölü kadar güçlü bir eser değildir.
Bir genç tarafından aldatılan masum bir köylü kızın hikâyesinin kızın ağzından anlatıldığı Kahpe yahut Bir Sefîlenin Hasbihâli mesnevi tarzında yazılmış manzum bir monologdur. Eser A. Dumas Fils’in Kamelyalı Kadın’ ı ve Victor Hugo’nun Sefiller’ inden etkilenerek yazılmıştır.
Victor Hugo’nun etkisiyle yazılan Bâlâdan Bir Ses’ te, duraksız hece vezni kullanılmıştır. 188 mısradan oluşan eserde semaya yükselmiş bir ruhun dünyaya seslenişini içeren metafizik ve felsefe geniş yer tutar.
Yine kitap olarak basılan Validem manzumesinde Hâmit, kendi annesi Münteha Hanım’ın hayat hikâyesini anlatır. Bu manzume Balkan Savaşı’nın acısıyla yazılmış vatan hasreti konulu mısraları da içerir. Anne ile tabiat, anne ile vatan sevgisi arasında bir yakınlık ve özdeşlik kurulur. Aruz ölçüsüyle yazılan eser altmış beş bentten oluşur.
İlham-ı Vatan farklı mecmua ve kitaplarda basılmış, tamamı aruz ölçüsüyle yazılmış on dokuz manzumeyi içerir. Epik özellikler gösteren bu kitap millî-manevi duyguları içeren kahramanlık, Türk tarihi, vatan sevgisi gibi temaların işlendiği hamasi metinlerden oluşur.
Garam İstanbul’un Çamlıca semtinde geçen bir aşkın mesnevi biçiminde düzenlenmiş manzum bir hikâyesidir. İnanılmaz olayları, garip kişileri, romantik duyguları ve savruk düşünceleri içerir. Romantik etkiyle yazılan eser tematik bütünlükten yoksun olup ölüm, ölüm sonrası, varlık ve yokluk gibi felsefi düşünceleri içermesi açısından daha çok dikkat çeker. Eserde tabiiyyun ve sûfiyyun (materyalizm ve idealizm) akımlarının tartışması da yapılır. Panteist bir Tanrı inancı savunulur. Eserde sosyal ve siyasal eleştiri de yer alır. Makber’ den önce yazılmasına rağmen olukça geç yayımlanmıştır.
Muallim Naci
Tanzimat ikinci kuşak şairleri içerisinde aykırı bir yerde duran Muallim Naci hem bazı haksız suçlamalar hem de Recaizâde Mahmut Ekrem ile yaşadığı polemikler nedeniyle şairliği gölgede kalmış bir kişiliktir.
Hayatı
Muallim Naci 1849’da İstanbul Fatih’te doğar. Küçük yaşta babasını kaybeder. Varna’da medrese eğitimi alır. İlk şiirlerini Varna’da iken Rusçuk’ta çıkan Tuna gazetesinde yayımlar. 1883’te Ahmet Midhat Efendi’nin daveti üzerine Tercümân-ı Hakîkat gazetesinde yazmaya hatta gazetenin edebiyat bölümünü idare etmeye başlar.
Türk-Rus muharebesi devam ederken Said Paşa ile birlikte çeşitli yerlerde görev yapar ve onunla birlikte dokuz aylık bir yolculuğa çıkar. Bu yolculuk Muallim Naci’ye, Nusaybin’de Bir Vadi, Dicle gibi şiirleri yazdırır. Said Paşa yurtdışı görevi için çıktığı Berlin’e onu da götürmek ister. Fakat Naci bu görevi kabul etmez ve Batıya açılma fırsatını kaçırdığı için eleştirilir. Batı’ya kayıtsız kaldığı yönündeki eleştirilerine rağmen Muallim Naci 1889 yılında Stockholm’de gerçekleşen “8. Müsteşrikler Kongresi”nde Türkçeye hizmetlerinden ötürü ödül alır.
Muallim Naci, Mekteb-i Hukuk, Mekteb-i Sultanî ve Mekteb-i Edeb’de ögretmenlik de yapar. Bu görevleri onun şöhretini arttırır. Mürüvvet gazetesinin baş yazarlığını üstlenir. Muallim Naci 1893 yılında kalp krizinden hayatını kaybeder.
Şiiri ve şairliği
Muallim Naci diğer bütün Tanzimat şairleri gibi başta Fuzûli ve Şeyh Galip olmak üzere divan şiirinin etkisinde şiire başlar. Naci’nin gençlik yıllarından itibaren okuduğu diğer isimler Namık Kemal, Ahmet Midhat Efendi, Ziya Paşa ve Abdülhak Hâmit’tir. Ayrıca küçük yaşlarda halk edebiyatı şairlerinden Âşık Ömer’in şiirlerini okur ve saz şairlerine özenerek şiirler yazar. Onu edebiyat çevrelerinde üne kavuşturan ise ilk şiir kitabı Ateşpâre olur. Recaizâde Mahmut Ekrem bu ilk dönemde Naci’nin bir gazelini tahmis eder. Fakat Muallim Naci en çok Abdülhak Hâmit’ten etkilenir.
Muallim Naci’nin ilk manzumelerinden itibaren dikkat çeken bir özelliği dil, teknik, ahenk ve şiiriyet açısından son derece oturmuş, sağlam metinler çıkarmasıdır. İmalesiz, zihafsız bir vezin kullanışı vardır. Tanzimat’ta hep bahsedilen ama tam anlamıyla gerçekleştirilemeyen sadelik, Muallim Naci şiirlerinde yer bulur. Millî Edebiyat cereyanlarından çok önce Muallim Naci’nin şiirde sergilediği bu berrak ve devrine göre sade Türkçe, bazı şiirlerinde halk şiiri kaynaklarına yöneliş Muallim Naci şiirinin en çok övgü alan üslup özelliğidir. Bu bağlamda farklı bir ayrıntı da Muallim Naci’nin mektuplarında yatar. Bazı araştırmacılar Muallim Naci’nin Beşir Fuad’a yazdığı mektuplardaki düşünceleri Millî Edebiyat akımının başlangıcı sayar. Naci’nin şiirinin bir başka yeniliği ise biçim ile içeriğin uyumlu olmasıdır.
Naci, Batı edebiyatından çeviriler yapmış, eski edebiyatın biçim ve içerik özelliklerinin yanı sıra Batı’dan gelen yeni nazım şekillerini kullanmış, devrin en önemli Batı dili olan Fransızcayı öğrenmiştir. Şiirlerinde sıklıkla Batı edebiyatından alınma temlere rastlanır. “Köylü Kızların Şarkısı” bu şiirlerden biridir. Bu şiir, aynı zamanda halk şiirinden izler taşıması açısından iki kültürü sentezleyen bir şiir olarak da kabul edilebilir.
Naci zamanla Tercümân-ı Hakîkat’ te eski tarz şiirler yazmaya da yönelmiş ve bu bakımdan eleştirilmiştir. Fakat hem kusursuz aruz kullanımı hem de sadeleştirmeye çalıştığı dilden hareketle Naci’nin daha sonra Yahya Kemal ile belirginleşecek Türk aruzunun oluşmasında ve gelişmesinde önemli bir merhale olduğu söylenir.
Naci, kendisinden sonra gelen Türk edebiyatının önemli şairlerinden olan Mehmet Akif, Tevfik Fikret ve Yahya Kemal gibi isimleri de etkilemiştir.
Naci’nin Tercümân-ı Hakîkat ’te neşrettiği şiirleri içinde gazeller de vardır. Bu gazellerin dil, teknik ve ahenk bakımından başarılı olması eski şiirin tekrar canlılık kazanmasını bekleyenleri sevindirmiştir. Muallim Naci’ye çok sayıda nazire ve tahmis yazılmıştır.
Eski şiir ile yeni şiir arasında Muallim Naci
İlk şiirleriyle yeni Türk edebiyatının ustaları olan Namık Kemal ve Recaizâde’nin sevgisini kazanan Muallim Naci’yi Ahmet Midhat Efendi’ye yakınlaştıran temel özelliği şiirdeki bu çıkışıdır. Fakat bu yakınlık aynı zamanda Muallim Naci’nin zarar göreceği nokta olacaktır.
Muallim Naci ile diğer Tanzimatçılar arasında önemli bir ayrışma ilk olarak şiir tekniklerinde gösterdikleri yaklaşımdan çıkar. Muallim Naci eski şiirin zihaf, imale gibi kurallarını uygulayarak kusursuz vezinler oluşturma çabası güder. Yeniciler ise bu konuda daha serbesttir.
Sonunda Muallim Naci ile Recaizâde’nin polemikleri edebiyat ortamındaki eski-yeni kavgasının patlama noktası olur. Zemzeme-III ’ün mukaddimesinde ve Takdir-i Elhan’ da eski-yeni çatışmasında yenicilerin öncü ismi Recaizâde, açıkça Muallim Naci’yi hedef alan ilk eleştirilerini yazar. Eskinin temsilcisi olan Muallim Naci ise Demdeme ile cevap verir. Eski-yeni taraftarları bu iki şahsın çevresinde belirginleşir ve gruplaşır. Eski-yeni uçurumunun kendi himayesinde çıkan bir yayın organında büyümesi Ahmet Midhat Efendi’yi çok rahatsız eder ve Muallim Naci’nin gazetedeki vazifesine son verir. Naci kalem tecrübelerine Mecmua-i Muallim, İmdâdü’l Midâd, Tarîk, Afâk ve Saadet gibi gazete ve dergilerdeki yazılarıyla devam eder.
Muallim Naci yeni edebiyatın her yönüyle farkında, yeni bir oluşumun gerekliliğinin bilincinde olan bir kişiliktir. Naci külliyatı içinde yenilikçi metinler çoğunluktadır. O mükemmel bir yeninin, eskiye kayıtsız kalarak, eskiyi inkâr ederek ortaya konulamayacağının da bilincinde olduğu için eskiyi hiçbir zaman inkâr ve ihmal etmemiştir.
Muallim Naci’ye getirilen eleştiriler
Muallim Naci (1) muhayyileden mahrum olması; (2) “Dicle” şiirinde peyzajın yetersiz olması; (3) sanatının özgünlükten yoksun olması; (4) okurla laubali bir hasbihal edasına girmesi bakımlarından eleştirilmiştir.